Hüküm istinbat etme usulünü ve genel
kaidelerle onların kontrol mekanizmasını belirleyen
kişinin İmam-ı Şafii olduğu kabul edilir. Her ne kadar
Şafii'den sonra gelen birçok kimseler fıkıh usulü ile
ilgili eserler ve birçok detaylar ortaya koydularsa da, fıkıh
usulü ilminin kurucusu İmam-ı Şafii'dir. Şafii'den önce
gelen fakihler, istinbat için ellerinde sınırları tesbit
edilmiş ve yazılmış bir şey olmadan ictihad ediyorlardı.
Onlar, şer'i manaları anlamalarına ve bu manaların ortaya
koyduğu hükümlerin gayelerin ve nassların işaret ettiği
noktaların kavranılmasına dayanıyorlardı. Zira bu
fakihler şeriatı yoğun bir şekilde inceleyip,
araştırmaları, üzerine egzersiz yapmaları, Arap lügatına
kuvvetlice hâkimiyetleri ile, şer'i nassların manalarını
anlayabilme, hedefini ve maksadını idrak edebilme
kabiliyetine sahiptiler. Bu nedenle de onlar ellerinde tedvin
edilmiş herhangi bir usul kitabı olmadan, nasslardan,
nassların mefhumlarından ve maksatlarından hükümler
istinbat etmeye muvaffak oluyorlardı. Evet Şafii'den önce
Sahabelerden, Tabiinden ve Tabii't Tabiinden fakihler, fıkıh
usulü ile ilgili meseleleri konuşuyorlar, istidlal
yapıyorlar ve itirazlarda bulunuyorlardı. Ali b. Ebu
Talib'den rivayet olunduğuna göre o; mutlak, mukayyed, hass,
amm, nasih-mensuh gibi kavramlardan bahsediyordu. Ancak bunlar
henüz sınırlandırılmış bir şekilde yazılı değildi.
Bazı meselelerle ilgili fıkıh usulü kaidelerini konuşan
bu fakihlerin ellerinde, şer'i delillerin birbirleriyle çatışma
ve tercih keyfiyetini bilmede müracaat edebilecekleri genel
ve külli kaideleri içeren bir metodoloji yoktu. Şafii
geldiğinde ise fıkıh usulü ile ilgili kuralları çıkardı
ve şer'i delillerin derecelerini bilmede insanlar için genel
kurallar koydu. Şafii'nin, fıkıh usulü hakkında
yazdığı er-Risale, fıkıh usulü ilminin bir kısmını içerir.
Şafii'nin kitaplarına müracaat edildiğinde, er-Risale'nin
fıkıh uslu ilmi konularının bir kısmını kapsamına
aldığı, usulde Şafii'nin incelediği konuların tamamını
kapsamadığını görür. Şafii'nin İBTALU'L İSTİHSAN VE
CEMAU'L İLİM gibi başka kitapları da vardır. Hatta el-Ümm
isimli kitabında da usul ilminden bahislere yer
verilmektedir. Bu kitapta fer'i hükümlerle
ilgili olarak külli kurallara yer verilmektedir.
İslâm topraklarında müctehidlere ait
İslâmi mecmuaların/kitapların tedvin edilmeye başlanması
ve mezheblerin oluşumunun ortaya çıkardığı İslâm fıkhındaki
parlaklık, gelişmeler, Şafii'yi usul ilminin kurallarını
koymaya sevk etmiştir, yardımcı olmuştur. Müctehidlerle
çeşitli mezheb mensupları arasında tartışmalar vardı.
Özellikle de bu tartışmaları sevenler bu işe dalıp
gidiyorlardı. Bu münakaşalar, hüküm çıkarma, inceleme
ve araştırma konusunda belli esasların olmasına, belirli
kuralların ve kontrol mekanizmalarının
oluşturulmasına düşünmeye yöneltmiştir. Bu kaideler tek
bir mecmuada toplandı ve böylece de fıkıh usulü ilmi
meydana geldi. Şafii'nin usulünde en güzel husus, usul ile
ilgili meseleleri mantıki yönden değil de teşrii açıdan
ele alması dikkat çekmektedir. Çünkü araştırma ve
inceleme konusunda mantıksal yolu takip etmek özellikle de fıkıhta
ve usulde böyle bir metodu uygulamak, araştırma konusunda
daha doğrusu ümmetin kalkınmasında en tehlikeli
işlerdendir. Bu nedenle Şafii mantıksal yoldan tamamen
uzaktır. Şafii yalnızca teşri yola bağlı kalmıştır.
O, hiçbir zaman varsayımlara ve nazariyelere önem vermemiştir.
Ancak, şer'i nasslardan almakta ve nassların ifade ettiği
anlamların gösterdiği sınırda ve nassın delalet ettiği
insanın da şahit olduğu vakıanın belirlediği sınırda
durmaktaydı. Nasih ve Mensuh konusunda da, aynı ayet veya
hadis hakkında neshin var olduğuna delalet eden delillere
dayanarak veya Rasulullah (s.a.v.)'den rivayet edilen hadislerden
neshe delalet eden bir ifadenin bulunmasına dayanarak veya
Rasulullah'ın ashabından kendisine ulaşan haberlere
dayanarak, neshle ilgili belirli kurallar çerçevesinde
duruyordu. Ondan sonra gelen bir çoklarının yaptığı
gibi, iki ayet veya iki hadis arasında çatışma gördükleri
zaman bunlardan birinin diğerini nesh ettiğini söyleyerek
büyük hatalara düşenler gibi hareket etmemiştir. Bir
kaide koyacağı zaman bu kaideyi mantıksal önermelere göre
değil, Nebi (s.a.v.)'den gelen bir hadise
veya Sahabenin fetvalarına
dayanarak koyduğu kaidenin alındığı kaynakları gösteriyordu.
Birtakım düzenleyici kuralları çıkarmada vakıalara,
delillere ve hissedilen vakıalara tatbiğine dayanan pratik
bir yönelme ile hareket etmekteydi. Şafii'nin usulünün en
belirgin özelliklerinden birisi de, usul için belirli bir
metodun olup olmadığına bakmadan istinbat için mutlak
kuralları içermesidir. Ne kadar farklı olursa olsun her
metod için elverişli bir usul koymuştur. O, doğru olan ve
olmayan görüşleri bilmek için bir ölçü ve genel
bir kanundur. Hüküm istinbat ederken insan kendisi için ne
kadar ölçü geliştirse
de, yeni hükümler istinbat ederken Şafii'nin koyduğu genel
ve külli kaideleri göz önünde bulundurması gerekir.
Şafii'nin usulü mezhebine ait bir usul değildir. Onu,
mezhebini savunmak ve açıklamak için de yazmış değildir.
Şafii'nin usulü, hüküm çıkarmak için genel, külli
kaideleri içermektedir. Mezhebi bir çekişme nedeniyle de
yazmış değildir. Ancak, ictihad üslûblarını belirlemek
ve müctehidler için gerekli olan ölçüleri koyma isteği
ile yazmıştır. Onun iyi niyeti, fıkıh usulü ilmini
koymadaki doğru anlayışı, ister Şafii'nin görüşlerini
destekleyenlerden olsun isterse ona muhalif olanlardan olsun,
istisnasız olarak Şafii'den sonra gelen müctehidleri ve
alimleri etkilemiştir. Hatta aralarında var olan bütün
ihtilaflara ve çekişmelere rağmen, kendilerinin gerek genel
külli kaidelerin konulmasında olsun gerekse, genel kurallara
ve külli kanunlara uygun olarak fıkıhta ve hüküm çıkarmada
Şafii'nin koyduğu yolu takip ettiklerini fark ettiler.
Şafii'den sonra fıkıh, fetvalara ve önermelere dayalı
olarak değil sabit bir fıkıh usulüne bina kılındı.
Ancak fıkıh usulü düşüncesi açısından alimler,
Şafii'nin izi üzere yürümekle beraber, Şafii'nin
ulaştığı ve fıkıhla ilgili meselelere bakışlarında
farklılık vardır. Onlardan bir kısmı onun görüşlerine
bağlı kalmış, onları açıklamış genişletmiş ve onun
koyduğu metoda göre çıkartmalar yapmışlardır. Bunlar
Şafii mezhebinin tabileridir. Onlardan bir kısmı, usulün
bütününde olmamakla birlikte usulün bazı meselelerinde
Şafii ile ihtilaf ettiler. Çünkü bütünlük, iskelet ve
gidişat bakımından Şafii'nin usulünden pek fazla bir farkı
yoktu. Hanefiler ve onun metodu üzere yürüyen diğerleri
bunlara örnektir. Zahiriler ve Şiiler gibi bu usulde
Şafii'ye muhalif olanlar da vardı. Hanbeli'ler gibi görüşlerinde
Şafii'ye tabi olanlar da vardı. Hanbeli'ler her ne kadar
icma yalnızca Sahabenin İcmasıdır diyorlarsa da Şafii'nin
usulünü aldılar. Şafii'den sonra gelen Malikî'ler, Medine
halkının amelini huccet olarak kabul etmelerine ve bazı
tafsilatlarda Şafii'ye muhalefet etmeleri ile beraber
üsulün çoğunu Şafii'den almışlardır. Şafii'nin metodu
üzere yürüyenler ve onun görüşlerini kucaklayanlar,
Şafii'nin mezhebine uyanlar olup, fıkıh usulü ilminde gelişme
gösteren ve bu konuda bir çok telif eserler verenlerdir. Fıkıh
usulü hakkında, Şafii'nin koyduğu metod üzere yazılan
birçok kitap halen daha bu ilmin bel kemiği ve dayanağı
olma özelliğini korumaktadır. Bu konuda öncekiler tarafından
yazılan kitapların en önemlisini oluşturan şu üç kitaptır:
1.
H. 413 yılında vefat eden Ebu'l Hüseyin Muhammed b. El
Basri'nin "EL MUTEMED" isimli kitabı.
2.
H. 478 yılında vefat eden İmamü'l Harameyn ünvanı ile
meşhur Abdülmelik b. Abdullah el-Cüveyni'ye
ait "EL-BURHAN" isimli kitap.
3.
H. 478 yılında vefat eden Ebu Hamid el-Gazali'ye ait
"EL-MUSTASFA" isimli kitap.
Bunlardan sonra gelen el-Amidi ismiyle
bilinen Ebu'l Hüseyn Ali, bazı ilavelerde bulunarak bu üç
kitabı "EL İHKAM Fİ USULİ'L AHKAM" isimli bir
eserde bir araya getirmiştir. Bu kitap fıkıh usulü
konusunda yazılan kitapların en büyüklerinden sayılır.
Şafii'nin koyduğu temel kaideleri kabul edipte, bazı
meselelerde Şafii'ye muhalif olanların başında Hanefi'ler
gelmektedir. Hanefi'ler hüküm çıkarma konusunda Şafii ile
ittifak etmeleri ile birlikte, furuatla ilgili meselelerde
usulde başka yöne yönelmişlerdir. Furuatla ilgili
meseleleri desteklemek için usul kurallarını incelediler.
Fıkhın temelini oluşturan temel kuralları, furuatı
desteklemek için kullandılar ve adeta furuu usul yerine
koydular.
Onlar, mezheblerinde hüküm çıkarmada
kendisine uyacakları kuralları var etmek maksadıyla değil,
mezheblerini destelemek için usul ile ilgili meseleleri
incelediler ve usule yöneldiler. Zira, Şafii'den önce
gelen, Ebu Hanife, Şafii'nin doğduğu yıl vefat etmiştir.
Yaptığı istinbatların genel kurallara göre olması mümkün
değildir. Ayrıca Ebu Hanife'den sonra gelen öğrencileri
Ebu Yusuf, Muhammed ve Züfer fıkıh usulünde telif eserler
vermeye önem vermemişlerdir. Hanefi mezhebinde bunlardan
sonra gelen alimler, Hanefi mezhebinin furuatına hizmet
edecek kaidelerin çıkarılmasına yöneldiler. Teşekkül
eden bu kurallar furuatla ilgili meselelerin ortaya çıkmasından
önce değil sonra teşekkül etmiştir. Bununla beraber bütünlüğü
içerisinde Hanefi usulü Şafii usulünden çıkarılmıştır.
Onların Şafii usulüne muhalefet ettikleri noktalar
şunlardır:
1- Amm, hass gibi
kesinlik ifade eder.
2-
Şart ve vasfın mefhumuna bakılmaz.
3-
Ravilerin çokluğu tercihe sebep değildir gibi hususlar.
Bunlar ise külli kaideler olmayıp üsulün detaylarından
sayılmaktadır. Bu nedenle genel çerçevede Hanefi ve Şafii
usulünü fıkıhta tek usul olarak saymak mümkündür.
Furuatta ve bazı tafsilatta başka bir usule yönelmiş
olmaları ile farklı bir usule yönelmiş olmazlar. Bilakis
o, külliyatı bütünlüğü ve kuralları ile tek usuldür.
Hemen hemen Hanefi ve Şafii usul kitapları arasında
herhangi bir fark bulunmamaktadır. Bunların tamamı tek
fıkıh usulü hakkında yapılan incelemedir. Hanefi'lerce
usul kitaplarının en büyüğü, H. 483 yılında vefat eden
Fahrü'l İslâm Ali b. Muhammed el-Pezdevi'nin telif etmiş
olduğu USUL-U PEZDEVİ'dir.
Usulde Şafii'ye muhalefet eden Zahiri'lere
ve Şia'ya gelince: Onlar yalnızca tafsilatta değil usulün
temel kurallarında Şafii'ye muhalefet etmişlerdir.
Zahiriler kıyası tamamen reddediyorlar ve yalnızca
nassların zahirine
dayanıyorlardı. Hatta Celi Kıyas diye isimlendirilen
kıyası, kıyastan saymazlar. Celi Kıyası ancak nass kabul
ederler. Onlar nassların sadece zahirlerine itibar
etmektedirler. Bu mezhebin İmamı, H. 270 yılında vefat
eden Ebu Süleyman Davud b. Halef el-İsfehani'dir. Önceleri
Şafii mezhebindendi ve fıkhı Şafii ashabından aldı.
Sonra ise Şafii mezhebini terk ederek, Zahiri mezhebi diye
isimlendirilen, nass'dan başka hiçbir şeyi kabul etmeyen
kendisi için bir mezheb kurdu. İmam İbni Hazm da
bunlardandır. Fıkhi araştırmalar ve
istidlal yönlerini ele alan
başka usul ve fıkıh kitaplarının yazılmasına rağmen,
bazı insanlar onun için propaganda yaparak ve
parlak suret kazandırarak
diğerlerinin onun kitaplarına yönelmelerini sağladılar.
Oysa onun fıkhı araştırma ve
istidlal yönlerinin
incelenmesi açısından diğer imamların aşağısındadır.
Şia'ya gelince: Onlar önemli ölçüde Şafii'nin usulüne
muhalefet etmiştir. Onlar imamların sözlerini Kur'an ve
Sünnet gibi şer'i delil saymışlardır. İmamların sözleri
onlar katında en az Kitap ve Sünnet kadar delildir. Hatta
imamların sözlerinin sünneti tahsis ettiğini kabul ederler
ve şöyle derler: "Teşrii
hikmet hükümlerden bir grubun açıklanmasını ve bir
kısmın da gizlenmesini gerektirmiştir. Allah'ın selamı
üzerine olan Rasulullah (s.a.v.), gizlediklerini
vasilerin (imamların) yanında saklamıştır. Her vasi
hikmet gereği uygun vakit geldiği zaman yayması için o
emaneti diğerine bildirir. Bunlar tahsis edilen amm, takyid
edilen mutlak, beyan edilen mücmel vb. olabilir. Nebi (s.a.v.)
önce Amm'ı zikreder hayatında bir süre sonra da tahsisi
zikrederdi. Bazen de amm'ı tahsis eden hass'ı zikretmeyerek
onu yalnız vasisine (Ali'ye) açıklayıp onda
saklardı"
İmamiye Şia'sı, imamlarını sünnet seviyesine koymaktadırlar.
Onlara göre ictihad, mezhebleri ile sınırlıdır. Müctehidin,
mezhebinin görüşüne muhalefet etmesi caiz değildir. Yani
müctehidin, Cafer'i Sadık'ın sözlerine muhalif olarak
ictihad etmesi caiz değildir. İmamları aracılığı ile
gelmedikçe hadisleri kabul etmezler. Kıyası kabul etmezler.
İmamlarından tevatüren
rivayet edildiğine göre şeriat kıyasa tabi tutulduğu
zaman din yok olur.
Muhalefet etmeleri veya muvafakat etmeleri açısından
Şafii'den sonra gelen İslâm alimlerinin durumu budur. Ancak
bizzat ilim açısından duruma gelince: Şafii'den sonra ilim
genişlemiş ve şerh yapan müellifler çoğalmıştır. Ne
garibtir ki Şafii'nin asrını takip eden asırlarda ictihad
ve müctehidler azalmıştır. Bilâhare ictihad kapısı
kapatılmıştır. Fakat, bütün bunlara rağmen, usul-u
fıkıh ilmi gelişmiş, kuralları hakkında birçok
tahkikler yapılmış ve birçok meseleler gündeme getirilmiştir.
Ancak bunların tamamı pratik açıdan değil nazari açıdan
yapılmıştır. Bu nedenle ne müctehidlerin varolmasına ne
de ictihad kapısının kapandığı düşüncesinin kırılmasına
etki etmemiştir. Bunlara sebep, bu asırlarda fıkıh usulü
sadece nazari ve farazi bir yola girmiş, teorik konular
araştırmalarda başı çekmiş ve fıkıh usulü ile ilgisi
olmayan incelemeler bu konunun içerisine sokulmuştur.
Araştırmacılar, vakıasının olup olmadığına bakmadan,
kuralları delillerle desteklemeye, en kuvvetli delilleri seçmeye,
kuralların tahkikatını ve tenkidini yapmaya önem vermişlerdir.
Ellerinde varsayıma dayalı nazariyeler çoğaldı. Delalet
konusunda varsayımlar ortaya koyarak delilleri mantık
bilginlerinin taksimi gibi bölümlere ayırdılar. Ve böylece
hüsün-kubuh/güzel çirkin konuları gibi fıkıh usulü ile
hiçbir şekilde alakası olmayan konuların akli mi yoksa
şer'i mi? soruları üzerinde araştırmalar ve tartışmalar
yaptılar. Nimet verene teşekkür etmek şeriatla mı yoksa
akılla mı vacib olmuştur? gibi konuları araştırdılar.
Hatta Kelam ilmi kapsamına girip fıkıh usulü kapsamına
girmeyen, peygamberlerin ismeti, risaletle ilgili konularda
peygamberlerin hata yapmalarının ve unutmalarının cevazı
gibi konuları araştırdılar. Aynı şekilde Arap lügatı
ile alakası olan ve fıkıh usulü ile alakası olmayan harf
ve isimler, lügatın aslı gibi konularda da araştırmalar
yaptılar. Böylece fıkıh usulü ilmini dondurdular. Fıkıh
usulü ilmini şer'i açıdan müctehidleri yetiştiren ve
fıkhı geliştiren bir yapıdan, bir alimin en basit hükümleri
dahi çıkaramayacağı derecede felsefi ve nazari
araştırmalara döndürdüler. Hatta neredeyse fıkıh usulünün
faydası tamamen yok oldu ve hatta onun, teşri de ve hüküm
çıkarmada hiç bir etkisi görülmedi. Gerek hükümleri
istinbat etmenin gerekse teşrinin gelişmesi açısından
fıkıh usulü ilminin öğrenilmesi, Arap lügatı açısından
nahv ve belağat ilminin öğrenilmesi gibi zorunludur. Bu
nedenle fıkıh usulü ilminin öğrenilmesine en üst
seviyede önem vermek gerekir. Fıkıh usulü
ilminin öğrenilmesinde,
nazari olarak değil de hüküm çıkarmaya delalet eden
deliller yardımıyla hüküm çıkarmakla alakalı
araştırmalara yetecek seviyede pratik olarak öğrenmeye ve
İslâm dünyasında ve dünyanın diğer bölgelerinde
hergün ortaya çıkan yeni yeni meseleleri çözebilecek, teşrii
serveti ve müctehidleri üretecek şekilde öğrenmek için
bütün gücün harcanması elbette ki zorunludur.
|