ilk sayfa
 
Fıkhın Gelişmesi

Fıkıh; İslâmi bilgilerin en kıymetli olanlarından ve toplum üzerinde de etkisi en büyük olanlarındandır. İslâm kültürüne ait bölümlerin en önemlisidir. Bu nedenle İslâm kültürü, Kitap sünnet ve bu ikisinin anlaşılması için ortaya konan ve bunların uzantısı olan bilgilerden meydana gelmektedir. Fıkıh, Arap dili ile ilgili ilim dallarını, hadis ilimlerini ve tefsirle ilgili ilimleri kuşatmasına rağmen, fıkhın en belirgin yönü, hayata bakış açısına göre belirlenmiş düşünceleri de içerisinde barındırması ve hayatın problemlerine çözümler getirmesidir. Bir başka ifade ile o hem akide hem de şer'i hükümlerde kendini gösterir. Çünkü fıkıh, hayatta karşılaşılan problemleri çözmeye yönelik pratik kültürdür. İçerisinde akideye ait konulardan daha ziyade problemlere ait çareleri yani daha çok hükümleri bulundurmaktadır. Fıkıh, ancak bu hükümleri bilmekle olur.

İslâmi kültürün ve şer'i hükümlerin öğrenilmesi Rasulullah (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilmesinden itibaren başlar. Şer'i hükümlerin tek kaynağı Rasulullah (s.a.v.) idi. Çünkü insanlara Allah'ın dinini öğretmesi için gönderilmişti. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

"Ey peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun" Maide: 67

"Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye bu zikri indirdik" Nahl: 44

Rasülün dışında Müslümanlardan herhangi biri, yalnız başına herhangi bir konuda veya herhangi bir hüküm hakkında görüş belirtemez. Çünkü Rasül onların aralarındadır ve herhangi bir mesele ile ilgili olarak ona müracaat etmeleri kolaydır. Peygamber varken ne tür bir olay olursa olsun, herhangi birinin kendinden bir görüş belirtmesine asla yol yoktur. Bu nedenle onlar, bir olayla karşılaştıklarında ve bir ihtilaf vuku bulduğunda ve onlardan birinin aklına bir şey takıldığında hemen Rasüle soruyorlar ve Rasül bazen bir ayet ile bazen de hadis ile görüşünü onlara bildiriyor, aralarındaki ihtilafı gideriyor ve onların sorularını cevaplandırıyordu. Ancak Rasulullah (s.a.v.) zamanında bazı Sahabelerin ictihad ettiklerine ve bazı anlaşmazlıklara ictihadları ile hükmettikleri veya bazı vakıalarla ilgili olarak hüküm istinbat ettiklerine dair gelen haberlere gelince:

Bu ictihadların hiçbiri şer'i hükümlere kaynak teşkil etmemekteydi. Bunlar ancak, şeriatı anlamak için yapılan hareketlerden, Rasulullah (s.a.v.)'den gelen bir emirin yerine getirilmesi ve şeriatın tatbiğinden ibarettir. Müctehidlerin de anladıkları gibi bunlar Kitap ve sünnete dayanmaktadır. Bu ictihadların yapılmasının Rasülün onayına dayandığına delalet eden deliller de mevcuttur. Rasulullah (s.a.v.)'in Ali b. Ebi Talib'i Yemen'e kadı olarak gönderdiği ve ona şöyle dediği rivayet edilir:

"Allah, kalbine hidayet verecek ve lisanını sabitleştirecektir. Davalı ve davacı iki hasım senin önünde oturduğu zaman birinci konuşanı dinlediğin gibi diğerini de dinlemedikçe aralarında hüküm verme. Böyle davranman durumun aydınlanması açısından senin için daha iyidir." Kaynak

Yine Rasulullah (s.a.v.)'in Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği ve ona şöyle dediği rivayet olunur.

"Sana bir dava geldiği zaman onun hükmünü Allah'ın kitabında ve Rasülü'nün sünnetinde de bulamazsan ne ile hükmedeceksin? Muaz, Kur'an ve sünnetle göre görüşümle ictihad ederim dedi. Bunun üzerine Rasül (s.a.v.): Allah'ın Rasülünün elçisini Allah ve Rasülünün razı olacağı hususta muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" dedi. Kaynak Yine aralarındaki duvarın herbirinin de kendisine ait olduğunu iddia eden iki komşusu arasındaki anlaşmazlığa hükmetmesi, gidermesi için Rasulullah (s.a.v.)'in Huzeyfe b. el-Yeman'ı görevlendirdiği bir başka olayda ise Amr b. al-As'a'nın şöyle dediği rivayet edilir.

"Bir keresinde Rasulullah (s.a.v.) Amr b. As'dan bir dava hakkında hükmetmesini istediği ve bunun üzerine de Amr: Sen burada iken ben ictihad mı edeyim? diye sordu. Allah'ın Rasülü ise: Evet, eğer isabet edersen senin için iki sevap, hata edersen bir sevap vardır dedi" Kaynak

Bütün bunlar ve benzerleri, Rasulullah (s.a.v.) zamanında Müslümanların yapmış olduğu ictihadların, ancak Rasül (s.a.v.)'in emri ile yapıldığına ve bunun kaynağının da yine kendisi olduğuna delalet etmektedir. Buna göre, Rasulullah (s.a.v.)'in dönemi bütün İslâm kültürünün ortaya çıkıp vücut bulduğu dönemdir. Bu durum (s.a.v.)'in gönderilişinden vefatına kadar geçen yirmiiki küsür yıl devam etti. Kur'an'ın tamamı bu zaman içerisinde indi. Ve yine sünnet-i şerif de bu müddette tamamlandı. Kur'an ve Sünnet; düşünceler, hükümler ve kültür için İslâm'ın tek kaynağıdırlar.

Hicretin onbirinci yılında Rasulullah (s.a.v.)'in vefatı ile Sahabe dönemi başladı. Sahabe dönemi aynı zamanda tefsir ve hakkında nassın bulunmadığı olaylarla ilgili olarak istinbat (hüküm çıkarma) kapılarının açıldığı dönemdir. Sahabeler, Kur'an'ın ve sünnetin nasslarının tamamının henüz Müslümanlar arasında yayılmadığını ve herkesin elde edebileceği şekilde bulunmadığını gördüler. Çünkü Kur'an'ın nassları, Rasülün ve bazı Sahabelerin evinde özel sayfalarda yazılmış bir şekilde bir arada bulunuyordu. Sünnet ise henüz bir araya toplanmış değildi. Sahabe Kur'an ve Sünnetin teşrii sırasında meydana gelen birtakım olaylar hakkında hükümler koyduğunu, olması muhtemel varsayıma dayalı olaylar hakkında ise hükümler koymadığını gördüler. Müslümanlar Rasulullah (s.a.v.) zamanında vuku bulmayan birtakım olaylar ve problemlerle karşılaştılar. Bu olaylar ve problemler hakkında da Rasül (s.a.v.)'in açıkça nasslar bırakmadığını gördüler. Aynı zamanda Müslümanların tamamının da Kur'an ve sünnetin nasslarından kendi başlarına hüküm çıkarabilecek güçte olmadığını da gördüler. Çünkü insanlar bu nassları ancak, onlara bunları anlatacak kimseler aracılığı ile anlayabilmektedirler. Dolayısıyla da insanlara bu nassları anlatabilecek şahısların bulunması gerekmektedir. Bu nedenle, Müslümanlar arasında Kur'an-ı Kerimi ve Rasülün hadislerini yaymanın kendilerine ait bir görev olduğunu idrak ettiler. Bu amaçla Kur'an-ı toplama ve toplanan nüshadan birçok nüshalar çoğaltarak Müslümanlar arasında yayma işini yerine getirdiler. Sünnetin rivayetinde, bunu nakleden ravilerin güvenilir kimseler olmasını sağlayacak gerekli ihtiyati tedbirleri aldılar. Aynı zamanda, Kitap ve Sünnetin nassları ile ilgili olarak Müslümanların muhtaç oldukları tefsir ve açıklamaları yapmanın da onların üzerine düşen bir görev olduğunu idrak ettiler. Ve insanlara dinlerini öğretmeye başladılar. Sonra da insanların, hakkında nass bulunmayan olaylarla karşılaştıklarında insanlara fetva vermek zorunda olduklarını gördüler. Bu amaçla da ortaya çıkan meselelerde gerekli hükümleri istinbat etmeye, dinin en güzel bir emrini yerine getirmeye başladılar.

Şer'i hükümler konusunda Sahabenin takip ettikleri metod şöyle idi: Karşılaştıkları olaya delalet eden Kur'an'da ve sünnette bir nass buldukları zaman buldukları nassdan öteye geçmezler ve nassı olaya doğru bir şekilde tatbik edebilmek için bütün gayretlerini bu nasslardan kastedilen manayı anlamaya harcarlardı. Karşılaştıkları olaya delalet edecek Kur'an'da ve Sünnette bir delil bulamadıkları zaman ise, hükmü istinbat için ictihad ederlerdi. İctihadlarında şer'i nassları iyi bir şekilde anlamaya ve şifahen Rasülden öğrendikleri bilgilere, inen ayetlerin olaylara tatbik edilmesinde şahit olarak sahip oldukları bilgilere dayanıyorlardı. Onların yaptıkları ictihadları inceleyenler, hakkında nass olmayan olayı, hakkında nass bulunan olaya kıyas ettiklerini görürler. Doğru olmasa da "Maslahatı celb ve mefsedeti def etmeyi" hükümler için bir illet sayıyorlardı. Hakkında nass bulunmayan maslahatları, hakkında nass bulunan maslahatlara kıyas ediyorlardı. Maslahatı tesbit hakkında kendi görüşlerini söylemiyorlardı. Çünkü kişisel görüşe dayanarak söz söylemekten men olunmuşlardı. Tarihçiler, muhaddisler ve fakihler Sahabeden birçok ictihad nakletmişlerdir. Bunlardan, onların şeriata ne kadar bağlı oldukları ve şeriatı ne kadar anladıkları anlaşılmaktadır. Bir kadın, dostu ile kocasının oğlunu öldürmek üzere anlaşmış ve onu öldürmüştü. Olay Ömer'e intikal edince Ömer: Bir kişiye karşılık iki kişi öldürülebilir mi diye tereddüt etti. Bunun üzerine Ali (r.a.) şöyle dedi: "Söyle bakalım, bir grup bir deveyi beraberce çalsalar ve deveyi kesip aralarında paylaşsalar her biri bir parça alsa, herbirine hırsızlık cezasını uygular mıydın? deyince Ömer: "Evet" diye cevap verdi. Ali: "İşte bu da öyledir" dedi. Bunun üzerine Ömer Ali'in görüşü ile amel etti ve amiline ikisini de öldürmesini emrederek: "Eğer San'a halkının tamamı bu cinayete katılmış olsaydı hepsini öldürürdüm" diye yazdı. Yine bir gün ortak bir meselede ihtilaf ettiler: Bir kadın ölmüş ve geride kocası, anası, ana bir kardeşleri ve öz erkek kardeşleri kalmıştı. Ömer kocaya 1/2, anneye 1/6 ana bir kardeşlere 1/3 verdi ve öz kardeşlere hiçbir şey kalmadı. Bunun üzerine öz kardeşler ona: Diyelim ki babamız eşekti. Biz aynı anneden değil miyiz? Ömer görüşünü değiştirdi ve onları da mirasa ortak etti. Eğer maslahat bizzat nassın kendisinden anlaşılıyorsa, Sahabe nassın kendisi için geldiği maslahatı yakalayıp anlamaya çalışıyorlardı. Allahu Teâla'nın şu ayeti buna örnektir:

"Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak; ancak fakirler, miskinler, sadaka üzerinde memur olanlar, kalpleri ısındırılanlar.." Tevbe: 60 Allahu Teâla, kalpleri İslâm'a ısındırılanları zekât verilecek kimseler arasında saymaktadır. Nebi (s.a.v.)'in de kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen bazı kimselere sadaka verdiği sabittir. Rasülün vefatından sonra Ömer'in onlara zekât vermediği ve onlara: "Allah İslâm'ı güçlendirdi ve artık İslâm'ın size ihtiyacı kalmadı. Eğer İslâm üzere devam ederseniz ne ala. Eğer devam etmek istemezseniz sizin ile bizim aramızda kılıç vardır." dediği rivayet edilir. Ömer kalplerin ısındırılmasının devletin güçsüz olması nedeniyle yapılan bir hareket olduğunu ve "telif" kelimesinin de bu anlama geldiğini söyler. Zira kalplerin ısındırılması ancak onlara ihtiyaç olduğu zaman geçerlidir. İslâm'ın güçlenmesi ile ise artık onlara ihtiyaç kalmadığını, ihtiyacın ortadan kalkması ile de, kalplerin ısındırılmasına neden olan illet de ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla bununla ilgili bu hüküm de kalkmıştır.

Sahabe bilmedikleri nassları öğrenmek maksadıyla insanlara soruyorlar ve araştırıyorlardı. Sahabe (r.anhum) hicaz da toplanarak Kitap ve sünneti araştırıyorlardı. Kitap ve Sünnette bir mesele ile ilgili hükmü bulamadıkları zaman, Rasulullah (s.a.v.)'in böyle bir mesele hakkında bir hükümde bulunduğunu bilen bir kimsenin olup olmadığını araştırmak üzere Müslümanlara soruyorlardı. Bu nedenle birbirlerine müracaat ediyorlar ve sordukları mesele hakkında görüş belirtebilmek amacıyla bir araya gelip meseleyi soruşturuyorlardı. Ebu Bekir ve Ömer hükümleri istinbat ederken halka müracaat ediyorlardı. el- Bağavi "Mesabihi's Sünne" isimli eserinde şöyle demektedir: Kendisine bir dava geldiği zaman Ebu Bekir, Allah'ın kitabına bakar. Eğer orada bir hüküm bulursa onunla hükmederdi. Kitapta bulamazsa, bu konu ile ilgili olarak Rasulullah (s.a.v.)'in sünnetinden bildiği ile hükmederdi. Eğer bu ikisinde de bulamazsa çıkıp Müslümanlara sorar ve şöyle derdi: Bana şöyle şöyle bir dava geldi. Eğer bu konuda Rasulullah (s.a.v.)'in verdiği bir hükmü biliyorsanız bana söyleyin. Bazen ashabdan bir cemaat yanına gelerek Rasulullah (s.a.v.)'in o konudaki hükmünü bildirirlerdi de bunun üzerine Ebu Bekir şöyle derdi: "Nebi (s.a.v.)'in uyguladığı hükümleri ezberleyen insanları aramızda bulunduran Allah'a hamd olsun" Eğer o meselenin hükmünü peygamber (s.a.v.)'in sünnetinde de bulamazsa halkın ileri gelenlerini toplar ve onların seçkinleri ile istişare ederdi. Eğer onların görüşleri bir hüküm üzerinde birleşirse ona göre hükmederdi. Ömer (r.a.)'in de bildiği halde ashab ile istişare ettiği rivayet edilir. Hatta kendisine bir olay getirildiği zaman: "Bana Ali'yi çağırın ve bana Zeyd'i çağırın" derdi. Onlarla istişare eder sonra da ittifak ettikleri ile karar verirdi. Sahabenin birbirlerine müracaat ettiği bu metodla, aralarında görüş ayrılıkları nadiren görülmekteydi. Çünkü onlardan her biri kendinde var olan görüşü diğerine açıklıyor ve görüşünü hangi delille delillendirdiğini gösteriyordu. Böylece onların tamamı hak ve doğru olana yöneliyorlar ve bir kısmı diğerinin görüşüne rucu ediyordu. Onlar her ne kadar bazı hükümlerle ilgili görüşlerinde ihtilaf ediyorlarsa da onların ihtilafları nadiren görülmekteydi ve ihtilafları, anlama metodunda değil anlamada oluyordu.

Fetihlerin genişlemesiyle Sahabe çeşitli şehirlere dağılınca hakkında nass bulunmayan bir olayla karşılaşıldığı zaman bu Sahabeleri bir araya toplamak kolay olmadı. Şehirlerin birbirinden uzak olması ve yaşadıkları şehirde karşılaştıkları olay hakkında hemen hüküm verme zaruretinden dolayı, görüşünü diğerlerine açmaya veya başkasının görüşüne dönmeye imkân bulamadılar ve bulundukları yerde her Sahabe gösterdikleri görüşte yalnız kaldılar. Müslümanların yaşadığı şehirlerin her birinde bir veya daha fazla Sahabe bulunuyordu. Bulundukları yerlerde meseleler hakkında şer'i hükmün sorulduğu kimselerdi. Hakkında nass bulunmayan meselelerde hükümler istinbat ediyorlar, insanlara Kitap ve Sünneti öğretme görevini üstlendikleri gibi nassların açıklanması işini de üstlenmişlerdi. O dönem, Sünnet henüz biraraya getirilmemişti. Bu nedenle de tek olay hakkında Sahabenin görüşleri de farklı oluyordu. Onlardan herbirinin istinbat ettiği ve fetva verdiği, görüşüne göre bir delili vardı. Bununla beraber bu görüşlerin tamamı, onların tamamı tarafından kabul görmüş şer'i hükümlerdi. Çünkü onlar yalnızca nassı anlama konusunda ihtilaf etmişlerdi. İctihad metodları ise, Kur'an ve Hadisle ilgili nassı esas alarak önce bunları araştırmaya dayanan tek bir metodları vardı. Onlara göre maslahatlar ancak şeriatın delalet ettiği maslahatlardır. Meseleleri ve maslahatları da kıyaslıyorlardı. İctihad metodlarının tek olması, anlayıştaki bu farklılık üzerinde herhangi bir etki meydana getirmiyordu. Tam tersine gelişmesi ve büyümesine bir sebep teşkil ediyordu. Ortaya çıkan olaylar ve problemler kadar fetvalar vermişlerdir. Aralarındaki ihtilaflar önemli bir yer işgal etmediği gibi furuu da aşmamıştır. Sahabe arasında furuat konusundaki ihtilaf iki sebebe dayanmaktadır.

1. Kur'an'ın ve sünnetin nasslarının büyük bir bölümü manaya delaletleri açısından katiyyet değil zannilik ifade etmekteydi. Bir nass şu manaya delalet edeceği gibi nass lügat açısından iki veya daha fazla anlama gelebilen müşterek manaya da delalet etmesi nedeniyle bir başka manaya da delalet etmekte veya lafız tahsis ihtimali olan genel bir lafız olabilmektedir. Onlardan her müctehid kendinde var olan karinelere göre belli bir anlamı tercih ediyordu.

2. Sünnet henüz bir araya toplanmamıştı. Bütün hadisler bir kitapta toplanmadığı gibi bütün Müslümanların aynı seviyede istifade edebileceği şekilde Müslümanlar arasında yaygın da değildi. Sünnet henüz rivayet ve ezber yoluyla intikalini sürdürüyordu. Bazen Mısır'daki bir müctehidin bildiği bir hadisi Şam'daki bir müctehid bilemiyordu. Daha önceden bilmediği bir sünneti başkasından öğrendiği zaman bazı müctehidler çoğu kez verdikleri fetvadan dönüyorlardı. Bu da furuat konusunda ihtilaflara neden oluyordu. Ancak deliller ve usul değişmiyordu. Bu nedenle de ictihad metodunda farklılık olmuyordu.

Özetle Sahabe, -Allah onlardan razı olsun- şeriatı biliyorlardı. Kur'an'ı öğrendiler ve hadisi peygamber (s.a.v.)'den aldılar. Risalet sahibi efendimiz Muhammed (s.a.v.)'le olan beraberliklerinden dolayı kendilerini İslâm hükümlerini uygulamaya vakfettiler. İnsanların arasında hükmediyorlar, meseleleri belli bir hükme bağlıyorlar ve onlara dinlerini öğretiyorlardı. İkamet ettikleri belde insanları için bir nur ve şeriat için güvenilir bekçi idiler. İslâm'a davette mümin ve sadık kimselerdi. İnsanlara Kur'an'ı okuyorlar, şeriatı ve hükümleri öğretiyorlardı. İnsanlara İslâm'ın öğretilmesinde nazari yolu değil pratik bir yolu takip ediyorlardı. İnsanlara, İslâm'ı ve hükümlerini, bu hükümlere göre hayatın probleminin nasıl çözüleceğini ve onlardan yararlanma metodunu da öğretiyorlardı. Onlar, idareci kimselerdi. Aynı zamanda da öğretici kimselerdi. İnsanlar, kendilerinden İslâm kültürünü, İslâm'ı almak ve hükümleri anlamak için Sahabeye doğru koşuyorlardı. Şer'i hükümler hakkında açıkladıkları görüşler fetvalar olarak isimlendirildi. Kadın erkek Rasulullah (s.a.v.)'in ashabından 130 civarında fetva ezberlenmiştir. Bunların içerisinde ilim ve görüş belirtmede yedi kişi ön plana çıkmaktadır. Ve bunlar EL-MÜKSİRUN diye isimlendirilmiştir. Bu yedi kişi şunlardır: Ömer, Ali, İbni Mesud, Aişe, Zeyd b. Sabit, İbni Abbas ve İbni Ömer. Halifeler, valiler ve diğer idareciler şer'i hükümler konusunda fakih kimselerdi. Akılları İslâm kültürü ile dolu idi. Düşünceleri bu kültürden kaynaklanmaktaydı. Doğruladıkları mefhumları bu düşüncelerin anlamları idi. Bu emirleri, yasakları ve hükümleri onlar infaz ediyorlardı. Halife ve vali düşünüyor, düşündüğü ile amel ediyor, anlıyor ve anladığı ile de hükmediyordu. Bu nedenle amelleri isabetli, işleri dosdoğru, şahsiyetleri üstün, insanlara karşı konuşmalarında doğru sözlü ve verdikleri hükümler bütün incelikleri ile İslâm çizgisine tamamen bağlı kimselerdi. Tabiinden bir grup Sahabenin izini takip ederek, onlardan Kur'an'ı aldılar, Sünneti onlardan rivayet ettiler, onların fetvalarını ezberlediler ve hükümleri istinbat metodlarını anladılar. Sahabenin hayatında iken fetva veren Tabiinin ileri gelenlerinden, Medine'de Said b. el-Müseyyeb'i Kufe'de de Said b. Cübeyr'i zikredebiliriz. Bu nedenle Sahabe dünyadan göçtüğünde fıkıhta ve istinbatta onların yerini Tabiinin doldurduğunu görmekteyiz. Tabiin de ictihadlarına göre hükümler istinbat ediyorlardı. Onlar bir mesele hakkında hüküm vermek istedikleri zaman cevabını önce Allah'ın Kitabı'nda ve Rasülünün sünnetinde arıyorlardı. Bu ikisinde bulamazlarsa Sahabenin fetvalarını inceliyorlardı. Onlar fıkhi açıdan Sahabenin fetvaları arasında tercih yapıyorlar, onlardan bir kısmının görüşünü alıyorlar, bazen de Sahabeye muhalefet ediyorlardı. Hüküm istinbatında Tabiin de Sahabenin metodunu uyguluyordu. Bu nedenle verdikleri fetvalar, herhangi bir varsayıma göre değil ortaya çıkan olaylar ve problemler kadardı. Yani olaylar kadar fetvalar bulunmaktaydı. Yine onlar arasındaki ihtilaflar da pek fazla değildi. Aynı zamanda ihtilaf sebepleri, Sahabenin ihtilaflarını da aşmıyordu. Bu ihtilaflar şer'i deliller üzerinde değil, nassların anlaşılması konusunda idi. Bu nedenle onların ihtilafları Müslümanlar arasında hayatta herhangi bir etkisi olmamıştır.

 

Kitabın ilk sayfasına dönüş Kitabı bilgisayarınıza yükleyebilirsiniz Bu sayfayı birine gönderebilirsiniz Anasayfa ve diğer kitaplar için