Fıkıh; İslâmi bilgilerin en kıymetli
olanlarından ve toplum üzerinde de etkisi en büyük olanlarındandır.
İslâm kültürüne ait bölümlerin en önemlisidir. Bu
nedenle İslâm kültürü, Kitap sünnet ve bu ikisinin anlaşılması
için ortaya konan ve bunların uzantısı olan bilgilerden
meydana gelmektedir. Fıkıh, Arap dili ile ilgili ilim
dallarını, hadis ilimlerini ve tefsirle ilgili ilimleri
kuşatmasına rağmen, fıkhın en belirgin yönü, hayata bakış
açısına göre belirlenmiş düşünceleri de içerisinde
barındırması ve hayatın problemlerine çözümler
getirmesidir. Bir başka ifade ile o hem akide hem de şer'i hükümlerde
kendini gösterir. Çünkü fıkıh, hayatta karşılaşılan
problemleri çözmeye yönelik pratik kültürdür. İçerisinde
akideye ait konulardan daha ziyade problemlere ait çareleri
yani daha çok hükümleri bulundurmaktadır. Fıkıh, ancak
bu hükümleri bilmekle olur.
İslâmi kültürün ve şer'i hükümlerin
öğrenilmesi Rasulullah (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilmesinden
itibaren başlar. Şer'i hükümlerin tek kaynağı Rasulullah
(s.a.v.) idi. Çünkü insanlara Allah'ın dinini öğretmesi için
gönderilmişti. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Ey peygamber Rabbinden sana
indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan onun elçiliğini
yapmamış olursun"
"Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye bu
zikri indirdik"
Rasülün dışında Müslümanlardan
herhangi biri, yalnız başına herhangi bir konuda veya
herhangi bir hüküm hakkında görüş belirtemez. Çünkü
Rasül onların aralarındadır ve herhangi bir mesele ile
ilgili olarak ona müracaat etmeleri kolaydır. Peygamber
varken ne tür bir olay olursa olsun, herhangi birinin
kendinden bir görüş belirtmesine asla yol yoktur. Bu
nedenle onlar, bir olayla karşılaştıklarında ve bir
ihtilaf vuku bulduğunda ve onlardan birinin aklına bir şey
takıldığında hemen Rasüle soruyorlar ve Rasül bazen bir
ayet ile bazen de hadis ile görüşünü onlara bildiriyor,
aralarındaki ihtilafı gideriyor ve onların sorularını
cevaplandırıyordu. Ancak Rasulullah (s.a.v.) zamanında bazı
Sahabelerin ictihad ettiklerine ve bazı anlaşmazlıklara
ictihadları ile hükmettikleri veya bazı vakıalarla ilgili
olarak hüküm istinbat ettiklerine dair gelen haberlere
gelince:
Bu ictihadların hiçbiri şer'i hükümlere
kaynak teşkil etmemekteydi. Bunlar ancak, şeriatı anlamak için
yapılan hareketlerden, Rasulullah (s.a.v.)'den gelen bir emirin
yerine getirilmesi ve şeriatın tatbiğinden ibarettir. Müctehidlerin
de anladıkları gibi bunlar Kitap ve sünnete dayanmaktadır.
Bu ictihadların yapılmasının Rasülün onayına
dayandığına delalet eden deliller de mevcuttur. Rasulullah (s.a.v.)'in Ali b. Ebi Talib'i Yemen'e kadı olarak gönderdiği ve
ona şöyle dediği rivayet edilir:
"Allah, kalbine
hidayet verecek ve lisanını sabitleştirecektir. Davalı ve
davacı iki hasım senin önünde oturduğu zaman birinci
konuşanı dinlediğin gibi diğerini de dinlemedikçe aralarında
hüküm verme. Böyle davranman durumun aydınlanması açısından
senin için daha iyidir."
Yine Rasulullah (s.a.v.)'in
Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği ve ona şöyle dediği
rivayet olunur.
"Sana bir
dava geldiği zaman onun hükmünü Allah'ın kitabında ve
Rasülü'nün sünnetinde
de bulamazsan ne ile hükmedeceksin? Muaz,
Kur'an ve sünnetle göre görüşümle
ictihad ederim dedi. Bunun üzerine Rasül (s.a.v.):
Allah'ın Rasülünün elçisini
Allah ve Rasülünün razı olacağı hususta muvaffak kılan
Allah'a hamdolsun" dedi.
Yine aralarındaki duvarın herbirinin de kendisine ait
olduğunu iddia eden iki komşusu arasındaki anlaşmazlığa
hükmetmesi, gidermesi için Rasulullah (s.a.v.)'in
Huzeyfe b. el-Yeman'ı görevlendirdiği
bir başka olayda ise Amr b. al-As'a'nın şöyle dediği
rivayet edilir.
"Bir keresinde Rasulullah (s.a.v.) Amr b. As'dan bir dava hakkında hükmetmesini istediği ve
bunun üzerine de Amr: Sen burada iken ben ictihad mı edeyim?
diye sordu. Allah'ın Rasülü ise: Evet, eğer isabet
edersen senin için iki sevap, hata edersen bir sevap vardır
dedi"
Bütün bunlar ve benzerleri, Rasulullah (s.a.v.) zamanında Müslümanların yapmış olduğu ictihadların,
ancak Rasül (s.a.v.)'in emri ile yapıldığına ve bunun
kaynağının da yine kendisi olduğuna delalet etmektedir.
Buna göre, Rasulullah (s.a.v.)'in dönemi bütün İslâm
kültürünün ortaya çıkıp vücut bulduğu dönemdir. Bu
durum (s.a.v.)'in gönderilişinden
vefatına kadar geçen yirmiiki küsür yıl devam etti.
Kur'an'ın tamamı bu zaman içerisinde indi. Ve yine
sünnet-i şerif de bu müddette tamamlandı. Kur'an ve Sünnet;
düşünceler, hükümler ve kültür için İslâm'ın tek
kaynağıdırlar.
Hicretin onbirinci
yılında Rasulullah (s.a.v.)'in vefatı ile Sahabe dönemi başladı.
Sahabe dönemi aynı zamanda tefsir ve hakkında nassın
bulunmadığı olaylarla ilgili olarak istinbat (hüküm çıkarma)
kapılarının açıldığı dönemdir. Sahabeler, Kur'an'ın
ve sünnetin nasslarının tamamının henüz Müslümanlar
arasında yayılmadığını ve herkesin elde edebileceği
şekilde bulunmadığını gördüler. Çünkü Kur'an'ın
nassları, Rasülün ve bazı Sahabelerin evinde özel
sayfalarda yazılmış bir şekilde bir arada bulunuyordu. Sünnet
ise henüz bir araya toplanmış değildi. Sahabe Kur'an ve Sünnetin
teşrii sırasında meydana gelen birtakım olaylar hakkında
hükümler koyduğunu, olması muhtemel varsayıma dayalı
olaylar hakkında ise hükümler koymadığını gördüler.
Müslümanlar Rasulullah (s.a.v.) zamanında vuku bulmayan
birtakım olaylar ve problemlerle karşılaştılar. Bu
olaylar ve problemler hakkında da Rasül (s.a.v.)'in açıkça
nasslar bırakmadığını gördüler. Aynı zamanda Müslümanların
tamamının da Kur'an ve sünnetin nasslarından kendi
başlarına hüküm çıkarabilecek güçte olmadığını da
gördüler. Çünkü insanlar bu nassları ancak, onlara
bunları anlatacak kimseler aracılığı ile
anlayabilmektedirler. Dolayısıyla da insanlara bu nassları
anlatabilecek şahısların bulunması gerekmektedir. Bu
nedenle, Müslümanlar arasında Kur'an-ı
Kerimi ve Rasülün hadislerini yaymanın kendilerine ait bir
görev olduğunu idrak ettiler. Bu amaçla Kur'an-ı toplama
ve toplanan nüshadan birçok nüshalar çoğaltarak Müslümanlar
arasında yayma işini yerine getirdiler. Sünnetin
rivayetinde, bunu nakleden ravilerin
güvenilir kimseler olmasını sağlayacak gerekli ihtiyati
tedbirleri aldılar. Aynı zamanda, Kitap ve Sünnetin nassları
ile ilgili olarak Müslümanların muhtaç oldukları tefsir
ve açıklamaları yapmanın da onların üzerine düşen bir
görev olduğunu idrak ettiler. Ve insanlara dinlerini öğretmeye
başladılar. Sonra da insanların, hakkında nass bulunmayan
olaylarla karşılaştıklarında insanlara fetva vermek
zorunda olduklarını gördüler. Bu amaçla da ortaya çıkan
meselelerde gerekli hükümleri istinbat etmeye, dinin en
güzel bir emrini yerine getirmeye başladılar.
Şer'i hükümler konusunda Sahabenin takip
ettikleri metod şöyle idi: Karşılaştıkları olaya
delalet eden Kur'an'da ve sünnette bir nass buldukları zaman
buldukları nassdan öteye geçmezler ve nassı olaya doğru
bir şekilde tatbik edebilmek için bütün gayretlerini bu
nasslardan kastedilen manayı anlamaya harcarlardı.
Karşılaştıkları olaya delalet edecek Kur'an'da ve Sünnette
bir delil bulamadıkları zaman ise, hükmü istinbat için
ictihad ederlerdi. İctihadlarında şer'i nassları iyi bir
şekilde anlamaya ve şifahen Rasülden öğrendikleri
bilgilere, inen ayetlerin olaylara tatbik edilmesinde şahit
olarak sahip oldukları bilgilere dayanıyorlardı. Onların
yaptıkları ictihadları inceleyenler, hakkında nass olmayan
olayı, hakkında nass bulunan olaya kıyas ettiklerini görürler.
Doğru olmasa da "Maslahatı celb ve mefsedeti def
etmeyi" hükümler için bir illet sayıyorlardı.
Hakkında nass bulunmayan maslahatları, hakkında nass
bulunan maslahatlara kıyas ediyorlardı. Maslahatı
tesbit hakkında kendi görüşlerini söylemiyorlardı.
Çünkü kişisel görüşe dayanarak söz söylemekten men
olunmuşlardı. Tarihçiler, muhaddisler ve fakihler Sahabeden
birçok ictihad nakletmişlerdir. Bunlardan, onların şeriata
ne kadar bağlı oldukları ve şeriatı ne kadar
anladıkları anlaşılmaktadır. Bir kadın, dostu ile
kocasının oğlunu öldürmek üzere anlaşmış ve onu
öldürmüştü. Olay Ömer'e intikal edince Ömer: Bir kişiye
karşılık iki kişi öldürülebilir mi diye tereddüt etti.
Bunun üzerine Ali (r.a.) şöyle dedi:
"Söyle bakalım, bir grup bir
deveyi beraberce çalsalar ve deveyi kesip aralarında
paylaşsalar her biri bir parça alsa, herbirine hırsızlık
cezasını uygular mıydın?
deyince Ömer: "Evet" diye cevap verdi. Ali: "İşte
bu da öyledir"
dedi. Bunun üzerine Ömer Ali'in görüşü
ile amel etti ve amiline ikisini de öldürmesini emrederek: "Eğer
San'a halkının tamamı bu cinayete katılmış olsaydı
hepsini öldürürdüm" diye yazdı. Yine bir gün
ortak bir meselede ihtilaf ettiler: Bir kadın ölmüş ve
geride kocası, anası, ana bir kardeşleri ve öz erkek kardeşleri
kalmıştı. Ömer kocaya 1/2, anneye 1/6 ana bir kardeşlere
1/3 verdi ve öz kardeşlere hiçbir şey kalmadı. Bunun
üzerine öz kardeşler ona: Diyelim ki babamız eşekti. Biz
aynı anneden değil miyiz? Ömer görüşünü değiştirdi
ve onları da mirasa ortak etti. Eğer maslahat bizzat nassın
kendisinden anlaşılıyorsa, Sahabe nassın kendisi için
geldiği maslahatı yakalayıp anlamaya çalışıyorlardı.
Allahu Teâla'nın şu ayeti buna örnektir:
"Sadakalar, Allah'tan bir
farz olarak; ancak fakirler, miskinler, sadaka üzerinde memur
olanlar, kalpleri ısındırılanlar.."
Allahu Teâla, kalpleri İslâm'a
ısındırılanları zekât verilecek kimseler arasında
saymaktadır. Nebi (s.a.v.)'in de kalpleri İslâm'a
ısındırılmak istenen bazı kimselere sadaka verdiği
sabittir. Rasülün vefatından sonra Ömer'in onlara zekât
vermediği ve onlara: "Allah İslâm'ı güçlendirdi
ve artık İslâm'ın size ihtiyacı kalmadı. Eğer İslâm
üzere devam ederseniz ne ala. Eğer devam etmek istemezseniz
sizin ile bizim aramızda kılıç vardır." dediği
rivayet edilir. Ömer kalplerin ısındırılmasının
devletin güçsüz olması nedeniyle yapılan bir hareket
olduğunu ve "telif" kelimesinin de bu anlama
geldiğini söyler. Zira kalplerin ısındırılması ancak
onlara ihtiyaç olduğu zaman geçerlidir. İslâm'ın güçlenmesi
ile ise artık onlara ihtiyaç kalmadığını, ihtiyacın
ortadan kalkması ile de, kalplerin ısındırılmasına neden
olan illet de ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla bununla
ilgili bu hüküm de kalkmıştır.
Sahabe bilmedikleri nassları öğrenmek
maksadıyla insanlara soruyorlar ve araştırıyorlardı.
Sahabe (r.anhum) hicaz da toplanarak Kitap ve sünneti araştırıyorlardı.
Kitap ve Sünnette bir mesele ile ilgili hükmü bulamadıkları
zaman, Rasulullah (s.a.v.)'in böyle bir mesele hakkında bir hükümde
bulunduğunu bilen bir kimsenin olup olmadığını
araştırmak üzere Müslümanlara soruyorlardı. Bu nedenle
birbirlerine müracaat ediyorlar ve sordukları mesele
hakkında görüş belirtebilmek amacıyla bir araya gelip
meseleyi soruşturuyorlardı. Ebu Bekir ve Ömer hükümleri
istinbat ederken halka müracaat ediyorlardı. el- Bağavi
"Mesabihi's Sünne" isimli eserinde şöyle
demektedir: Kendisine bir dava geldiği zaman Ebu Bekir,
Allah'ın kitabına bakar. Eğer orada bir hüküm bulursa
onunla hükmederdi. Kitapta bulamazsa, bu konu ile ilgili
olarak Rasulullah (s.a.v.)'in sünnetinden bildiği ile hükmederdi.
Eğer bu ikisinde de bulamazsa çıkıp Müslümanlara sorar
ve şöyle derdi: Bana şöyle şöyle bir dava geldi. Eğer
bu konuda Rasulullah (s.a.v.)'in verdiği bir hükmü biliyorsanız
bana söyleyin. Bazen ashabdan bir cemaat yanına gelerek
Rasulullah (s.a.v.)'in o konudaki hükmünü bildirirlerdi de bunun
üzerine Ebu Bekir şöyle derdi: "Nebi (s.a.v.)'in uyguladığı hükümleri
ezberleyen insanları aramızda bulunduran Allah'a hamd
olsun" Eğer o meselenin hükmünü
peygamber (s.a.v.)'in sünnetinde de bulamazsa halkın ileri
gelenlerini toplar ve onların seçkinleri ile istişare
ederdi. Eğer onların görüşleri bir hüküm üzerinde
birleşirse ona göre
hükmederdi. Ömer (r.a.)'in de bildiği
halde ashab ile istişare ettiği rivayet edilir. Hatta
kendisine bir olay getirildiği zaman: "Bana Ali'yi
çağırın ve bana Zeyd'i çağırın" derdi.
Onlarla istişare eder sonra da ittifak ettikleri ile karar
verirdi. Sahabenin birbirlerine müracaat ettiği bu metodla,
aralarında görüş ayrılıkları nadiren görülmekteydi.
Çünkü onlardan her biri kendinde var olan görüşü diğerine
açıklıyor ve görüşünü hangi delille delillendirdiğini
gösteriyordu. Böylece onların tamamı hak ve doğru olana yöneliyorlar
ve bir kısmı diğerinin görüşüne rucu ediyordu. Onlar
her ne kadar bazı hükümlerle ilgili görüşlerinde ihtilaf
ediyorlarsa da onların ihtilafları nadiren görülmekteydi
ve ihtilafları, anlama metodunda değil anlamada oluyordu.
Fetihlerin
genişlemesiyle Sahabe çeşitli şehirlere dağılınca
hakkında nass bulunmayan bir olayla karşılaşıldığı
zaman bu Sahabeleri bir araya toplamak kolay olmadı.
Şehirlerin birbirinden uzak olması ve yaşadıkları
şehirde karşılaştıkları olay hakkında hemen hüküm
verme zaruretinden dolayı, görüşünü diğerlerine açmaya
veya başkasının görüşüne dönmeye imkân bulamadılar
ve bulundukları yerde her Sahabe gösterdikleri görüşte
yalnız kaldılar. Müslümanların yaşadığı şehirlerin
her birinde bir veya daha fazla Sahabe bulunuyordu.
Bulundukları yerlerde meseleler hakkında şer'i hükmün
sorulduğu kimselerdi. Hakkında nass bulunmayan meselelerde hükümler
istinbat ediyorlar, insanlara Kitap ve Sünneti öğretme görevini
üstlendikleri gibi nassların açıklanması işini de
üstlenmişlerdi. O dönem, Sünnet henüz biraraya
getirilmemişti. Bu nedenle de tek olay hakkında Sahabenin görüşleri
de farklı oluyordu. Onlardan herbirinin istinbat ettiği ve
fetva verdiği, görüşüne göre bir delili vardı. Bununla
beraber bu görüşlerin tamamı, onların tamamı tarafından
kabul görmüş şer'i hükümlerdi. Çünkü onlar yalnızca
nassı anlama konusunda ihtilaf etmişlerdi. İctihad
metodları ise, Kur'an ve Hadisle ilgili nassı esas alarak
önce bunları araştırmaya dayanan tek bir metodları
vardı. Onlara göre maslahatlar ancak şeriatın delalet
ettiği maslahatlardır. Meseleleri ve maslahatları da
kıyaslıyorlardı. İctihad metodlarının tek olması,
anlayıştaki bu farklılık üzerinde herhangi bir etki
meydana getirmiyordu. Tam tersine gelişmesi ve büyümesine
bir sebep teşkil ediyordu. Ortaya çıkan olaylar ve
problemler kadar fetvalar vermişlerdir. Aralarındaki
ihtilaflar önemli bir yer işgal etmediği gibi furuu da
aşmamıştır. Sahabe arasında furuat konusundaki ihtilaf
iki sebebe dayanmaktadır.
1. Kur'an'ın ve
sünnetin nasslarının büyük bir bölümü manaya
delaletleri açısından katiyyet değil zannilik ifade
etmekteydi. Bir nass şu manaya delalet edeceği gibi nass lügat
açısından iki veya daha fazla anlama gelebilen müşterek
manaya da delalet etmesi nedeniyle bir başka manaya da
delalet etmekte veya lafız tahsis ihtimali olan genel bir
lafız olabilmektedir. Onlardan her müctehid kendinde var
olan karinelere göre belli bir anlamı tercih ediyordu.
2. Sünnet henüz
bir araya toplanmamıştı. Bütün hadisler bir kitapta
toplanmadığı gibi bütün Müslümanların aynı seviyede
istifade edebileceği şekilde Müslümanlar arasında yaygın
da değildi. Sünnet henüz rivayet ve ezber yoluyla
intikalini sürdürüyordu. Bazen Mısır'daki bir müctehidin
bildiği bir hadisi Şam'daki bir müctehid bilemiyordu. Daha
önceden bilmediği bir sünneti başkasından öğrendiği
zaman bazı müctehidler çoğu kez verdikleri fetvadan dönüyorlardı.
Bu da furuat konusunda ihtilaflara neden oluyordu. Ancak
deliller ve usul değişmiyordu. Bu nedenle de ictihad
metodunda farklılık olmuyordu.
Özetle Sahabe, -Allah onlardan razı olsun- şeriatı
biliyorlardı. Kur'an'ı öğrendiler ve hadisi peygamber (s.a.v.)'den aldılar. Risalet sahibi efendimiz Muhammed
(s.a.v.)'le
olan beraberliklerinden dolayı kendilerini İslâm
hükümlerini uygulamaya vakfettiler. İnsanların arasında hükmediyorlar,
meseleleri belli bir hükme bağlıyorlar ve onlara dinlerini
öğretiyorlardı. İkamet ettikleri belde insanları için
bir nur ve şeriat için güvenilir bekçi idiler. İslâm'a
davette mümin ve sadık kimselerdi. İnsanlara Kur'an'ı
okuyorlar, şeriatı ve hükümleri öğretiyorlardı.
İnsanlara İslâm'ın öğretilmesinde nazari yolu değil
pratik bir yolu takip ediyorlardı. İnsanlara, İslâm'ı ve
hükümlerini, bu hükümlere göre hayatın probleminin
nasıl çözüleceğini ve onlardan yararlanma metodunu da öğretiyorlardı.
Onlar, idareci kimselerdi. Aynı zamanda da öğretici
kimselerdi. İnsanlar, kendilerinden İslâm kültürünü,
İslâm'ı almak ve hükümleri anlamak için Sahabeye doğru
koşuyorlardı. Şer'i hükümler hakkında açıkladıkları
görüşler fetvalar
olarak isimlendirildi. Kadın erkek
Rasulullah (s.a.v.)'in ashabından 130 civarında fetva
ezberlenmiştir. Bunların içerisinde ilim ve görüş
belirtmede yedi kişi ön plana çıkmaktadır. Ve bunlar EL-MÜKSİRUN
diye isimlendirilmiştir. Bu yedi kişi şunlardır: Ömer,
Ali, İbni Mesud, Aişe, Zeyd b. Sabit, İbni Abbas ve İbni
Ömer. Halifeler, valiler ve diğer idareciler şer'i hükümler
konusunda fakih kimselerdi. Akılları İslâm kültürü ile
dolu idi. Düşünceleri bu kültürden kaynaklanmaktaydı.
Doğruladıkları mefhumları bu düşüncelerin anlamları
idi. Bu emirleri, yasakları ve hükümleri onlar infaz
ediyorlardı. Halife ve vali düşünüyor, düşündüğü
ile amel ediyor, anlıyor ve anladığı ile de hükmediyordu.
Bu nedenle amelleri isabetli, işleri dosdoğru, şahsiyetleri
üstün, insanlara karşı konuşmalarında doğru sözlü ve
verdikleri hükümler bütün incelikleri ile İslâm
çizgisine tamamen bağlı kimselerdi. Tabiinden bir grup
Sahabenin izini takip ederek, onlardan Kur'an'ı aldılar, Sünneti
onlardan rivayet ettiler, onların fetvalarını ezberlediler
ve hükümleri istinbat metodlarını anladılar. Sahabenin
hayatında iken fetva veren Tabiinin ileri gelenlerinden,
Medine'de Said b. el-Müseyyeb'i Kufe'de de Said b. Cübeyr'i
zikredebiliriz. Bu nedenle Sahabe dünyadan göçtüğünde fıkıhta
ve istinbatta onların yerini Tabiinin doldurduğunu görmekteyiz.
Tabiin de ictihadlarına göre hükümler istinbat ediyorlardı.
Onlar bir mesele hakkında hüküm vermek istedikleri zaman
cevabını önce Allah'ın Kitabı'nda ve Rasülünün
sünnetinde arıyorlardı. Bu ikisinde bulamazlarsa Sahabenin
fetvalarını inceliyorlardı. Onlar fıkhi açıdan Sahabenin
fetvaları arasında tercih yapıyorlar, onlardan bir
kısmının görüşünü alıyorlar, bazen de Sahabeye
muhalefet ediyorlardı. Hüküm istinbatında Tabiin de
Sahabenin metodunu uyguluyordu. Bu nedenle verdikleri
fetvalar, herhangi bir varsayıma göre değil ortaya çıkan
olaylar ve problemler kadardı. Yani olaylar kadar fetvalar
bulunmaktaydı. Yine onlar arasındaki ihtilaflar da pek fazla
değildi. Aynı zamanda ihtilaf sebepleri, Sahabenin
ihtilaflarını da aşmıyordu. Bu ihtilaflar şer'i deliller
üzerinde değil, nassların anlaşılması konusunda idi. Bu
nedenle onların ihtilafları Müslümanlar arasında hayatta
herhangi bir etkisi olmamıştır.
|