İslâm, Allah'ın
emirlerini bilmek ve onları ikame etmek, münkerleri tanıyıp
onlardan kaçınmak ve onları izale etmekten ibarettir.
“Ma’ruf”un en başta
geleni ve en yücesi Allahu Teâla’ya ve İslâm akidesinin diğer
erkanına iman etmektir.
“Münker”in en başta
geleni ve en kötüsü de şüphesiz bütün yönleriyle küfrün ta
kendisidir ki Allah Sübhanehu ve Teâla ondan kaçınmayı ondan
nefret etmeyi isteyerek onun tuzaklarına karşı bizi uyarmıştır.
Ma’ruf konusunda “iman”dan
sonra “takva” gelir. Takva, Allah’a ve Rasulü’ne itaatla
tahakkuk eder. O, imanın meyvesi ve kemale ermesinin gereğidir.
Allah’tan sakınmak, takva O’nun gazabından kaçınmak demektir.
Bu da ancak ve ancak Allah'ın şeriatına bağlanmakla mümkün olur.
Bu bağlılık ise “iman” ile irtibatlıdır. Mü’minin imanı
kuvvet kazandıkça itaatı da kuvvetlenir. İmanı zayıfladıkça bağlılığı
da zayıflar. Zira müslüman “iman”la, Allah’a ve Rasulü’ne
“itaat”la, küfrün her tarzından ve masiyetin her çeşidinden
kaçınmakla emrolunmuştur.
Gerçek şu ki; müslümanın
imanı, takvası ve masiyetten uzak durması ancak ve ancak daveti yüklenmekle
hayatiyet kazanır ve yayılır. Akidesini ve takvasını koruyacak
durumların meydana getirilmesiyle Müslüman, küfür ve masiyetin ağına
düşme tehlikesine karşı korunmuş olur. Rasul (s.a.v.)’in
yaptığı işler de bunu göstermektedir. Zira Rasul (s.a.v.)
mü'minlerden sadece iman etmeyi ve takvalı olmayı değil,
etrafındaki Müslümanlarla birlikte ferdî ve içtimai takvanın
hayatiyet kazanacağı, işlerin, iman ve takvaya göre yürüyeceği
iman ve takva ortamını oluşturmak için çalışmıştır. Bütün
bunlar Rasul (s.a.v.)’in Medine'de “İslâm Devleti”ni kurduğu
zaman tahakkuk etmiştir.
Toplumda bulunması gereken
ma’rufların varlığı için, insanların ma’rufları
taşımaları ve ona çağırmaları gereklidir. Ma’rufu koruyacak
durumların oluşturulması da “davet” ile gerçekleşir.
Uzaklaştırılması gereken münker de ancak münkerle mücadele ile,
ondan nefret ettirmekle, onu işleyeni hesaba çekmekle, onun
kaynaklandığı durumları ortadan kaldırmakla ve bu durumların
oluşmasını sağlayanların ortadan kaldırmasıyla mümkün olacaktır.
İşte “ma’rufu
emretmek münkerden sakındırmak” bunun için müslümana
gereklidir. Bunun içindir ki davetçilerin ma’rufu emretmeden önce
amellerinin ma’ruf olmaları, münkerden sakındırmadan önce
münkerden uzak durmuş olmaları gerekmektedir.
BİRİNCİ AÇIDAN:
Ma’rufu Kendi Hayatında
Gerçekleştirmek ve Münkerden
Sakınmak
Öncelikle müslümanın
Allah ve Rasulü'ne iman ile birlikte İslâm akidesinin bütün
esaslarına inanması şarttır. Yani; Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, onun
hayrının ve şerrinin Allah'tan geldiğine, Kitap ve Sünnet'te
geçen bütün kat’î hususlara inanması farzdır.
Ne var ki “iman” bizzat
her müslümana farzdır. İcmali olarak iman edilmesi gerekenlere
inanması yanında kişiden, her şeyin yaratıcısı olan eşi ve
benzeri bulunmayan, kemal sıfatların tümü ile muttasıf ve noksan
sıfatların tümünden de münezzeh olan, Allah'ın varlığına
inanması istenir. Hayatın üzerine kurulduğu, insanın ihtiyaç
duyduğu, kısacası hayatta var olan her şey kadir olan Allah
tarafından yaratılmıştır. Gökte ve yerde O’nu aciz bırakacak,
O’nun iradesi ve ilmi dışına çıkacak hiç bir şey asla mevcut
değildir. O, Kendisinden başka boyun eğilecek, sığınılacak
olmayan yegane hak mabuttur. O’nun rızasıyla ancak rahata erilir.
İşte müslüman bu akideye haiz olduğu zaman kendisinde iman hasıl
olur. Aynı zamanda Müslümanın; Muhammed (s.a.v.)’in Allah'ın
Rasulü olduğuna, getirdiği “İslâm Dini”nin kendi dehası ve
zekasının bir ürünü olmadığına, Allah'tan bir vahiy olduğuna
ve Rasul (s.a.v.)’in onu tebliğ etmekte asla kusur etmediğine ve
bu yönüyle masum olduğuna da inanması gereklidir. Allah'ın diğer
peygamberlerine, kitaplarına icmali olarak inanmak, ayrıca
meleklerin mevcudiyetine, Ahiret gününe, kaza ve kadere inanmak da
böyledir. İşte bütün bunlar imanın esaslarıdır. Bunları ikrar
eden, böyle olduklarına kanaatını ifade eden kişi bir takım
tafsilatlardan haberdar olmasa da mü'min olur. Ancak bu tafsilatlar
imanı ortadan kaldıran türden olmamalıdır. Kaldı ki bu iman,
gereklerine bağlanma hissinin kuvvetli olmasıyla ve amelde tutulan
istikametin doğruluğuyla artar ve güç kazanır. Allah'ın münzel
ve kevni ayetlerini çokça tefekkür etmekle ve onları hayatın
vakıalarına indirgemekle imanın tesir kuvveti ve insan üzerinde
etkinliği arttıkça artar. Müslüman Allah'ın yarattıklarını ve
bu yaratıkların nelerden meydana geldiklerini tefekkür ettiğinde
her defasında yaratıcısının kuvvet ve kudretini, hikmetini ve
ilmini müşahede ederek imanı güç kazanacak ve azim olan yaratıcısını
daha ziyade takdis etmeye yönelecektir. İnsan Allah'ın
sayılmayacak kadar çok olan nimetini düşündükçe cömert olan bu
ilaha hamd ve şükür ile itaata koşacaktır. Yine insan Allah
dışındaki şeylerin eksikliklerini, muhtaç ve aciz olduklarını düşündükçe
boyun eğmeye, itaat etmeye, tapınmaya, müstahak olanın yalnız ve
yalnız Allah olduğuna kesin kanaat getirecektir.
Aynı şekilde Rasul
(s.a.v.)’e olan iman da güçlenir ve zayıflar niteliktedir. Müslümanların
Kur’an’a ait bilgileri ve kavrayışları arttıkça, Kur’an’ın
Allah'tan başkasına ait olmasının imkansızlığına olan kesin
kanaatı ve Muhammed (s.a.v.)’in Allah'ın Rasulü olduğuna dair
inancındaki kesinlik de kuvvet kazanacaktır. Rasul (s.a.v.)’in
siretini, hayatını, Allah yolunda sarf ettiği çabayı ve maruz
kaldığı zorlukları ve bu zorluklar karşısındaki tutumunu düşündükçe,
ona olan muhabbeti, yüce şahsiyetine bağlılığı daha da
artacaktır. Böylece kişinin onu razı etmeye, ona itaat etmeye ve
hayatı boyunca yüklendiği davayı daha bir hırsla yüklenecektir.
Ahirete olan imanın
yansımaları da böyledir. Olup bitenlerin korkusundan insanların
sarhoş olduğu, her hamilenin taşıdığını düşürdüğü, her
emzirenin emzirdiğini elinden attığı ve her genci ak saçlı
ihtiyar haline getiren ahiret gününü müslüman düşündükçe,
Allah'ın haber verdiği bu gaybi manzarayı tasavvur ettikçe bu
günün korkusundan onu emin kılacak sebeplere başvurmaya yönelir.
Diğer taraftan müslüman ayet ve hadislerde cennetin güzelliğini
ve Allah'ın ona hazırladığı nimeti ve ebedî saadeti tefekkür
ettikçe dünya ve içindekiler gözünde küçülür. Va’d edilen
cennete kavuşmak için şevki artar. Yine bunun gibi müslüman ayet
ve hadislerde geçen cehennem tasvirlerini, Allah'ın orada kâfirler
için hazırladığı elem verici ateşi ve ebedî azabı düşündükçe
cehennemden daha çok korkar. Dünyadaki korku, eziyet ve acılar gözünde
küçülür. Onu cehenneme sokacak amellerden kaçınır. Bu kaçındığı
şeyler onu dünyada zalimlerin zindanlarına girmesine sebep olsa da
buna aldırmaz. Hatta sırtında kamçılar şaklasa bile bundan vazgeçmez.
Kalbi imanla dolu olduğu zaman diğer uzuvlar da o nispette Allah'a
itaat edecektir. Mü'minin gönlünde Ahirete olan sevgi büyüdükçe
dünya ve içindekiler küçülür, değersizleşir. İman
kuvvetlendikçe de imanın gereklerine olan bağlılığı artar. Ne
kadar çok zorluklarla karşılaşsa bile imanı sayesinde doğru sözde
ve sahih amelde sebat gösterecektir.
Kaldı ki Allah'a iman,
heykel ve benzeri şekillerde de olsa resim şeklinde de olsa, put
şeklinde veya düşünce şeklinde de olsa küfrün her çeşidinden
el etek çekmeyi gerektirir. Zira Kur’an putlara ibadeti de, küfür
fikirlerini de reddeder. Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:
“Yonttuklarınıza mı
tapıyorsunuz? Sizi de (ellerinizle) yaptığınız (putları) da
Allah yaratmıştır.”
“Lat ve Uzza’yı ve
diğer üçüncüsünü görüyor musunuz? Size erkekler de ona dişiler!!
O zaman bu adâletsiz bir taksim olur.”
“Dediler ki bu dünya
hayatından bize başka bir hayat yoktur. Ölürüz ya da yaşarız.
Bizi zamandan başkası helak etmez. (Aslında) onların bu konuda bir
bilgileri yoktur. Onlar ancak zannediyorlar. Apaçık ayetlerimiz
onlara okunduğunda, onların öne sürdükleri tek hüccet doğru sözlü
iseniz babalarınızı (tekrar dünyaya) getirin demekten başka
değildir. Onlara de ki; dirilten sonra sizi öldüren sonra
kendisinden şüphe olmayan Kıyamet gününde toplayacak olan Allah’tır.
Fakat insanların çoğu (bunu) bilmez.”
İslâm akidesi dışında
kalan her şey batıldır. Onun reddedilmesi ve inkâr edilmesi
vaciptir. Güçlü bir iman sağlam bir bakış açısına sahip
olmayı ve aydın düşünmeyi gerektirdiği gibi küfrü tanımak da
aydın bir şekilde düşünmeyi gerektirir. Yukarıdaki ayetler,
batıl olduğuna kesin olarak kanaat getirmeleri için insan aklını
harekete geçirmekte ve insanlardan düşünmelerini istemektedir.
Böylece tağutu gerçek manâda inkâr etsinler ve reddetsinler.
Nitekim Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır:
“Kim tağutu inkâr edip
Allah'a inanırsa kopması (söz konusu) olmayan bir kulpa tutunmuştur.
Allah (her şeyi) işiten ve bilendir.”
Düşünceye dayalı
bakış açısı imana götürücü olduğu gibi küfrün küfür olduğunu,
tağutun inkâr ve reddedilmesi gerektiğini gösteren de odur. Sağlam
kulpa tutunmayı sağlayan ve sahih akide ve hidayete erdiren de selim
akıldır.
İşte bu evsafta bir iman,
müslümanı yalnızca akidesiyle mukayyed kılacaktır. Kim Allah'a
inanır ve bu akidenin dışındaki inançların tümünden uzak
durursa kendini, her şeye gücü yeten, yaratıcı ve ulu olan bu
ilaha yönelir halde bulur. O’nu sever ve O’ndan korkar. O’nun
rahmetini umar, O’na tapar ve O’nun emirlerine bağlanır. Böylece
Müslüman Allah'ın sevdiğini sever, buğzettiğine de buğzeder.
Neticede Müslüman, Allah'ın verdiği nimetlere hamd etmek üzere
hayatı boyunca Allah'a yönelir. İşlerini düzenleyene muhtaç,
aciz ve zayıf insanın yaratıcısına yönelmesi kadar tabii ne
olabilir? Allah göstermeseydi hidayete eremez, istikameti bulamaz ve
işleri düzelmezdi. Allah'ın emirlerine tabi olmakla huzurlu bir
hayat, Allah'ın dininden yüz çevirmekle de dar geçimli bir hayat
yaşar. Dolayısıyla hem dünyada hem de Ahirette hüsrana uğrar.
İman mutlak surette takvanın gereklerine götürür. Her müslümanın
halikine itaat ve ibadet etme sonucunu doğurur. Allah'ın
buğzettiği şeylerden kaçınma ve razı olduğu şeylere yönelme hırs
ve arzusunu meydana getirir. Öyleyse Allah'ı razı eden ve
kızdıran davranışlar nelerdir? Allah'ı razı edecek olan
davranışlar, O’na olan itaatlardır. Bunlar Müslümanlar için
şari' tarafından belirlenen ve Müslümandan yapılması istenen ma’ruflardan
meydana gelmektedir. Allah'ın buğz ettiği şeyler ise günah sayılan
amellerdir. Müslümanın uzak durması istenilen ve yine şari'
tarafından belirlenen bu münkerler de çok sayıdadır.
En Önemli Farzı
Kifayeler
Örneğin, İslâm Devleti’ni
kurmak, farzı kifayeler arasında en başta gelenidir ifadesini biz,
Kur'an ve sünnetteki nasslara dayanarak söylüyoruz.
Zira Allah'ın hükmüyle
hükmetmeyi farz kılan ayeti kerimeler pek çoktur. İşte onlardan
bazıları:
“Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmeyen kâfirlerin ta kendileridir.”
Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen
zalimlerin ta kendileridir.”
Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen
fasıkların ta kendileridir.”
“İnkar etmekle
emrolundukları tağuta (gidip) muhakeme olmak istiyorlar.”
“Hayır! Rabbına and
olsun ki aralarında çıkan her anlaşmazlıkta seni hakem kılmadıkça...”
“Onların aralarında
Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların hevalarına uyma.”
“Cahiliye hükmünü mü
istiyorlar?! Yakinen inanan bir kavim için Allah'tan daha güzel
hüküm sahibi kim olabilir?”
İşte bu ve bu manayı
taşıyan daha bir çok ayetler ve hadisler Allah'ın indirdiğiyle hükmedecek
olan İslâm Devleti’ni ikame etmeyi en öncelikli ve önemli farzı
kifaye kılmaktadır.
Diğer taraftan hadleri
ikame etmeyi emreden ayetler de pek çoktur. Bazıları şunlardır:
“Erkek olsun kadın olsun
hırsızın elini kesin.”
“Zina eden kadın ve
erkeğe yüzer değnek vurun.”
“İffetli kadınlara
iftira atıp da dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun.”
“Haksız yere
öldürülenin velisine bir hak tanımışızdır.”
“Allah ve Rasulü ile
savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası ya
öldürülmeleri, ya asılmaları, ya çaprazlama elleri ve ayaklarının
kesilmeleri ya da oradan sürülmeleridir.”
Bunun gibi içki içenin
dövülmesi, evli olarak zina yapanların recm edilmesi, dişe diş
cezasının uygulanması, yaralamalarda kısasın uygulanması ve
kısasın uygulanamayacağı durumlar için diyet alınması ve
şeriatın ceza miktarını belirtmediği konularda tazir cezasının
uygulanması v.b. konularda pek çok hadis mevcuttur. İşte bütün
bu hükümler ve hadler Allah'ın vazettiği ve ancak Allah'ın
indirdiğiyle hükmedecek bir İslâm Devleti’nin mevcudiyetiyle
ikame edilebilmeleri mümkün olan farzlardır.
Allah yolunda cihadı
emreden ayetler de pek çoktur. Örnek olarak bir kısmını buraya
alalım:
“Ağır veya hafif
(silahlarla Allah yolunda savaşmaya) çıkın ve canınızla
malınızla Allah yolunda cihad edin.”
“Allah'a ve Ahiret gününe
inanmayan, Allah ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayan
ve hak dini din edinmeyen ehli kitapla, küçülerek kendi elleriyle
cizye verene kadar onlarla savaşın.”
“Toptan sizinle
savaştıkları gibi sizden toptan müşriklerle savaşın.”
“Yeryüzünde fitne
kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla
savaşın.”
“Kendisiyle Allah'ın ve
sizin düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz
diğer (düşman)ları korkutmak için besili atlardan müteşekkil
kuvvet hazırlayın.”
Bu ayetler ve aynı anlamı
taşıyan diğer ayetlerin gösterdiği amellere ancak ve ancak
Allah'ın indirdikleriyle hükmeden bir devletin varlığıyla
muvaffak olunur. Zira hadislerde cihadın Kıyamete kadar devam
edeceği, asla ondan vaz geçilmeyeceği, ne adaletle hükmedenin
adaletinin ne de zalimin zulmünün onu durduramayacağı ifade
edilmiştir. Yani cihada çağrıldığında İslâm Devleti’nin
mevcudiyetine bakılmaksızın icabet edilir. Daha açık bir ifadeyle
cihad, zalim emirle de takvalı emirle de ikame edilir. Ne var ki
facir olan emirler zaten ne cihad ederler ne de Allah yolunda cihadı
emrederler. Herhangi bir savaş emrini verecekleri zaman ancak Müslümanların
kendi aralarında savaşmalarını emrederler. Bu davranışlarına,
Allah'a ve Ahiret gününe inanan, küfür devletlerini yıkıp yerine
Allah'ın indirdikleri ile hükmeden İslâm Devleti'ni kuracak olan
yiğitlerin uyanmalarına kadar da devam edeceklerdir.
Bütün bunlarla beraber
İslâm ümmetinin, ilahi risaleti aleme taşıyan ümmetler arasında
en hayırlı ümmet olduğunu ifade eden ayetler de oldukça fazladır.
İşte bunlardan bazıları:
“Siz insanlar için çıkarılmış
ma’rufu emreden, münkeri yasaklayan en hayırlı ümmetsiniz.”
“İzzet Allah'a, Rasulü'ne
ve müminlere aittir.”
“Allah mü'minler
üzerinde kâfirler için bir yol kılmamıştır (ki onlara hükmetsin).”
“İşte böylece biz sizi
vasat (en üstün) ümmet kıldık ki siz insanlara, Rasul de size
şahit olsun.”
Şöyle bir düşünelim:
Müslümanlar izzetlerini yeniden nasıl kazanırlar? Kâfirlerin
Müslümanlar üzerindeki hakimiyetleri nasıl sona erer? Neden Müslümanların
Devleti yoktur? Müslümanlar can evlerinden vurulmuş bir halde iken
diğer halklara ve milletlere nasıl iyiliği emredecekler ve münkerden
nehyedecekler? Şüphe yok ki bu sorunların tamamı ancak, Allah'ın
indirdikleriyle hükmedecek İslâm Devleti'nin kurulması ile sona
erer.
Ayrıca müslümanlara,
Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün Sünnetini tatbik edecek bir imama
biat etmelerini emreden hadisler de mevcuttur. Mesela;
“Kim boynunda biat
olmadan ölürse cahiliye ölümü üzere ölmüştür.”
“İmam bir kalkandır.
Onun koruması altında savaşılır ve onunla korunulur.”
“Kim emirinde
hoşlanmadığı bir şey görürse sabretsin. Zira kim sultanın bir
karış dışına çıkar da ölürse cahiliye ölümü üzere ölmüştür.”
Gerçek şu ki; sahabe
(r.a.) Rasulullah (s.a.v.)’in vefatından sonra ona bir halife seçmenin
gerekliliği üzerinde icma etmişlerdir. Sonra Hz. Ebu Bekir’i,
sonra Hz. Ömer’i, sonra Hz. Osman’ı, sonra da Hz. Ali’yi
vefatlarından sonra halife seçmişlerdir. Sahabe kimin halife seçileceği
konusunda ihtilafa düşmüşse de Hilâfet’in gerekliliği
konusunda ihtilafa düşmemiştir.
Diğer taraftan Müslümanların
İslâmi bir toplumda yaşamaları esnasında ihtiyaç duydukları
sanat, tıp, hastanelerin yapılması, fabrikaların kurulması
laboratuvarların açılması, düşmana karşı kuvvet hazırlama
v.b. diğer farzı kifayelerin temini hususunda Müslümanlar aralarında
iş bölümü yaparlar. Ne var ki, bir yönden Allah'a ubudiyeti eşsiz
bir şekilde gerçekleştirecek İslâmi bir hayatın, diğer taraftan
davetin yayılması için Müslümanların kuvvet hazırlamalarının
kamil bir şekilde tamamlanması ancak, fiilen bu farzları yapmaya
teşebbüs edecek, İslâm’ın gayesi ve gerçeği ile uyumlu İslâmi
bir devletin gözetimi altında gerçekleşir.
İşte böylece şeriat, yöneticiye,
şeriatın yüklediği vecibeleri yerine getirmeleri hususunda
insanları zorlama vekaletini vermiştir. İslâm Devleti’nin mevcut
olmayışı, yöneticiye bağlı bulunan bütün hükümlerin iptaline
sebep olur. İnsanlar, hayatlarına taalluk eden hükümleri ihmal
ettiklerinde onlara bu hükümleri uygulayacak yöneticiyi de
bulamayacaklardır. Neticede pek çok şer’i hüküm ortadan kalkmış
olacaktır. İşte bu noktada İslâm Devletinin varlığı, Müslümanların
hayat mücadelesinde İslâm'ın pratik varlığının üzerine oturduğu
esaslardan birini oluşturmaktadır. Bu esas yıkıldığında İslâm
ahkamının çoğu ortadan kaldırılmış, İslâmi nassların büyük
bir bölümü yürürlükten kalkmış olur. Sonuç olarak
Müslümanlar hüviyetlerini, izzetlerini, kaybetmiş, memleketleri
ellerinden çıkmış, ülkelerinde kâfirlerin hegemonyası hakim
olmuş ve günümüzde olduğu gibi aralarında münker yaygınlaşmış
olur.
İslâm Devleti Olmadan İslâm Uygulanamaz
Ne gariptir ki, kimileri
İslâm Devletini kurma yönünde var gücüyle gayret sarf etmeksizin
İslâm’ı uygulamaya çalışmaktadırlar.
Yine ne gariptir ki, Müslümanlar
arasında İslâm Devleti’ni kurma farziyetine, sair şer’i hükümlere
üstünlüğü olmayan herhangi bir amel gibi bakılmaktadır.
İlginç ve garip diğer
bir durum da, içerisinde yaşadığı sistemin kuralları
çerçevesinde, şer’i hükümlerin tatbiki için çalışmanın,
şeriatın gerektirdiği gibi bir bütün olarak İslâm’ı ikame
edecek olan İslâm Devleti’nin kurulması için yapılan çalışmayla
aynı değerde görülmesidir.
İşte bütün bunlardan
dolayı farzı kifayeler içinde en önemlisi, en gereklisi ve en
öncelikli olanın Allah'ın hükümleriyle hükmedecek olan İslâm
Devleti'nin ikame edilmesi olduğunu söyleyebiliyoruz. Şu anda Müslümanlardan
bir kısmı bunu ikameye çalışmaktadır. Fakat bir kısım Müslümanın
çalışması farzın ikamesine yetmemektedir. Zira şu ana kadar henüz
İslâm Devleti kurulmamıştır. İşte bu bakımdan bu farzın
ikamesi bir farzı ayın niteliğini kazanmıştır ki bununla ilgili
uzun açıklama yukarıda geçmiştir. Öyleyse bütün Müslümanlar
güçleri yettiği kadar İslâm Devleti'nin kurulmasına talib olmak
zorundadırlar.
Bu noktadan hareketle Rasul
(s.a.v.)’e tabi olmanın en sahih ve dakik olanı Müslümanın
Allah'ın kendisine vacip kıldığı aynı farzları gözetmesi ve
topyekün haramlardan kaçınması -zira bütün haramlar aynidir-
sonra da Allah'ın emrettiği farzı kifayeleri ikameye yönelmesi
veya onları ikameye yönelenlere gücü nispetinde iştirak
etmesidir. Kaldı ki Allah, farzı ayın veya farzı kifaye olsun İslâm
ahkamının büyük bir kısmını hayata geçirmenin metodu olan İslâm
Devleti’ni ikame etme işine bizi yönlendirmiştir.
Böylece Müslüman
kendini, yaptığı ve yapmadığı şeylerden sorgulanacağı gün
için hazırlamış olur. Aynı farzları muhakkak surette ifa ederek
haramlardan sakınır -ki zaten bütün haramlar aynidir.- Bununla
beraber bir çok farzın ikamesinin bağlı bulunduğu en öncelikli
farzı kifayeyi ikame eder. İşte ancak bu haliyle Müslüman bütün
yönleriyle hakikate sarılmış olur. Böylece hem İslâm’ın
ferdi olarak ona yüklediği farzları ikame etme hem de cemiyet
hayatında ikame edilmesi gereken ahkamı gerçekleştirme yönünde
adım atmış olur. Geriye, yapıları gereği bireysel olarak
yapılması gereken; selamı almak, aksırana “yerhamukellah”
demek ve cenaze namazını kılmak gibi az bir kısım farzı kifaye
kalır.
Dini İkamenin Bağlı
Bulunduğu Durumlar
Bu konuyu tafsilatıyla ele
almadan önce şer’i ahkamın yürürlüğe girmesinin kimlerin
mevcudiyetine bağlı bulunduğunun bilinmesi gerekir. Çünkü
ümmet, fertler, yöneticiler ve cemaatlardan müteşekkildir. Şer'i
hükümlerin bunların her birine yüklediği ayrı ayrı
sorumluluklar vardır. Dolayısıyla bunlar, sorumlu oldukları şer’i
hükümleri yerine getirip getirmedikleri hususunda nasihate, hesaba
çekilmeye ve güçlendirilmeye muhtaçtırlar. Şer’i hükümlerin
hangilerinin kimlerin sorumluluğu altına girdiği hususu bizde
netleştiği zaman doğal olarak emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l
münker farziyetini yerine getirmemiz söz konusu olacaktır. Bu
nedenle şunları söylüyoruz:
Şer'i hükümlerden bir kısmı,
“emir”in veya “halife”nin varlığını gerektirmektedir.
Bunlardan başkasının ilgili şer’i hükümleri infaz etmeleri
caiz değildir. Diğer taraftan fertlerle bağlantısı olan ancak
fertler yerine getirmedikleri zaman halifenin ikame ettiği şer’i hükümler
vardır. Bazı şer’i hükümler de vardır ki, halifeye bağlı
kılınmakla beraber bazı durumlarda ferdin onu uygulaması caizdir.
Bazı şer’i hükümler de bir cemaatın mavcudiyetini gerektirir.
Ferde bağlı bulunan hükümler;
namaz, oruç, zekat gibi farzların edası, içki, kumar, faiz, hırsızlık,
adam öldürme, zina, yalan, hile, gıybet v.b. haramlardan da kaçınmaktır.
Müslümanlar ister İslâm diyarında ister küfür diyarında
bulunsunlar her halükarda bu türden farzları eda edip haramlardan
sakınmaları gerekir. Bu hususta Rasul (s.a.v.)’in ve sahabe (r.anhüm)’nin
sadece Mekke’deki veya sadece Medine’deki amellerine bakmak doğru
değildir. Zira ibadet, muamelat, yeme-içme, giyinme, ahlâk ve İslâm
akidesini ilgilendiren konulardan fert fert tüm müslümanların
yapmaları gereken şer’i hükümler vardır. Her Müslüman, velisi
bulunduğu ailesinin fertlerinden sorumludur. Küfür diyarında
bulunan Müslüman bir kimsenin ferdi olarak yerine getirmesi gereken
farzlar, yaşadığı ülkedeki küfür yönetimi tarafından
engelleniyorsa, İslâm diyarı olup olmamasına bakmadan bir başka
ülkeye hicret etmesi gerekir. Bu hususta Allahu Teâla şöyle
buyuruyor:
“Nefislerine
zulmedenlerin canlarını aldıklarında melekler; Ne işte idiniz?
diye sorarlar! Onlar; Biz yeryüzünde zayıf bırakılmıştık,
dediklerinde, melekler de; Allah'ın arzı geniş değil miydi?
(başka yere) hicret etseydiniz ya! Onların gireceği yer
cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Ancak (gerçekten) zayıf olan
erkek kadın ve çocuklardan göç etmeye imkan ve yol bulamayanlar
müstesnadır.”
Bir takım ferdi hükümleri
yapabilse dahi müstehab olan, kişinin küfür diyarından İslâm
diyarına hicret etmesidir. Ancak yaşadığı ortamdaki dâru’l
küfrü dâru’l İslâm'a çevirmek için çalışıyorsa orada
kalabilir. Bilindiği gibi dâru’l İslâm, İslâm ahkamıyla hükmedilen,
yönetilen ve güvenliği Müslümanlarca sağlanan ülkeye denir.
Fertlere bağlı olmakla
beraber fertler onu ikamede yetersiz kaldığında halifenin ikame
edeceği vecibelere gelince: Bunlar nafakalarını temin etmede aciz
kalanlara nafakalarını temin etmek, nahiyelerde ve köylerde
mescitler bina etmek gibi fertlerin görüp gözetmede aciz kaldıkları
hususlarda fertlerin işlerini görüp gözetmektir. Bu ve benzeri
şeyler gerektiğinde halife tarafından ikame edilir.
Yalnız halifeye
hasredilen, ancak onun tarafından ikame edilebilecek hükümlere
gelince: Bunlar, hadlerin uygulanması, düşmana harp ilanı veya
onunla barış antlaşmasının akdedilmesi, bağlayıcı kanunların
benimsenip uygulanması veya yapılması gereken bazı işlerin gözetilmesidir.
işte bütün bu ve benzeri işlerin uygulanmasını şeriat sadece ve
sadece halifeye münhasır kılmıştır. Onun mevcudiyetine ve
sorumluluğuna vermiştir. Başkası bunları yürürlüğe koyamaz.
Diğer bir takım hükümler
de vardır ki, şari’ onu halifeye bağlamakla birlikte bazı
durumlarda fertlerin onunla amel etmesi caizdir. Mesela cihad aslında
halifenin sorumluluğundadır. Onun işlerindendir. Ancak düşman
aniden müslümanlara saldırırsa halifenin emri ve izni olmadan da
cihad edilir. Hatta Müslümanların halifesi olmadığında ve cihad
yapmak gerektiğinde, günahkâr yönetici ile de hatta ve hatta
Müslüman bir topluluğun “emiri” ile de cihad yapılır. Fakat
asıl olan Müslümanların son iki duruma razı olmamalarıdır. Yani
Müslümanların halifesiz ve zalim bir yöneticinin emri altında
yaşamaya razı olmamalarıdır.
İkamesi cemaata hasredilen
hükümlere gelince: Bunlar da Hilâfet’i ikame etmek için çalışmak,
yöneticiyi muhasebe etme ve onun hak üzere devamını sağlamak gibi
işlerdir. İşte her İslâmi parti, cemaat, teşekkül veya kitlenin
bu çerçevede faaliyet göstermesi gerekir.
Gerçek şu ki; şer’i
ahkamın bağlı bulunduğu durumların ve şartların beyan edilmesi
pek önemlidir. Bu konudaki bilgisizlik ve gaflet müslümanları şer’i
hükümleri uygulamada dengesiz ve boşa kürek çeken hareketler ve
bireyler haline getirecektir. Sonuçta Müslümanlarda derin kavrayış
ve sahih tatbikat kaybolur. Müslümanlar kendilerine düşen
farzları ihmal edip kendilerince bir takım mendublara yönelirler.
Bununla da kalmaz, cemaatlar fertle alakalı şer’i hükümleri öğretip,
bir cemaatın bireyleri olarak kendilerini ilgilendiren hükümleri
hiç dikkate almaz ya da ihmal ederler. Ya da şeriatın yaptığı
taksimatı gözetmemiz gerekirken bu taksimat gözetilmeyip İslâm
Devleti'nin yapması gereken işler yapılmaya kalkışılır. Alimler
namaz, zekat oruç gibi bir kısım farzı ayınları anlatırken
alış-veriş hükümleri gibi Müslümanların sosyal hayatını
ilgilendiren hükümleri bu arada özellikle de farzı kifayelerin en
önemlisi olan İslâm Devleti'ni kurma farziyetini anlatmayı terk
eder hale gelirler. Ümmetin problemleri ile ilgilenen ve onlara
çözümler getiren siyasi bir alim görünümü kazanmaları
gerekirken abid bir alim görüntüsünü verirler.
Müslümanlar, yapması
gereken sorumluluklardan herhangi birsini yapmada kusur gösterdiği
zaman "emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker" gereğince
uyarılırlar. Kim olursa olsun sorumlu olmadığı hususlardan
dolayı sorgulanmaz. Şeriatın bir bütün olarak tatbik edilmesi
çok yönlü bir meseledir. Her değişik cihet yüklenildiği fert
veya cemaat tarafından ikame edilir. Daha açık bir ifade ile
şeriatın bütün yönleriyle tatbikinden bütün ümmet sorumludur.
Onu bir bütün halinde ikame etmekle yükümlüdürler. Müslümanlar
birer fert olarak kendine düşeni yapmaları yanısıra her cemaat da
kendilerine yükleneni, halife de kendine bağlı olan kısmı ikame
ettiklerinde İslâm bir bütün olarak tüm yönleriyle tatbik edilmiş
olur.
Müslüman ferdin İslâm'a
mücmel ve kamil bir şekilde iman etmesi gerektiğine dikkat çekmek
istiyoruz. Fakat Müslüman hem fert olması bakımından fert olarak
kendisinden istenenleri, hem de birlikte çalıştığı bir
cemaatın, kitlenin ve partinin üyesi olması bakımından
kendisinden isteneni yapabilmesi için gerekenleri detayları ile
bilmesi gereklidir. Zira kusur ettiği hususlarda Allah tarafından
hesaba çekilecektir. Halife de üzerine düşen görevleri
yapabilmesi için gerekenleri bilmesi açısından fertler gibi
sorumludur. Örneğin fert olarak; namaz kılar, oruç tutar, hacca
gider, ebeveynine iyilikte bulunur, zina, riba v.b. haramlardan sakınır.
Diğer taraftan halife olması bakımından şeriatın kendisinden
talep ettiği yükümlülükleri de ikame eder. Kanunları benimser ve
yürürlüğe koyar, cihadı ilan eder. Müslümanların yurdunu ve
yuvasını himaye eder. Allah'ın indirdikleriyle hükmeder, hadleri
ikame eder. Mükellef olduğu hususların hepsinde kusur gösterirse
Allahu Teâla Ahirette ümmetin bu dünyada kusur gösterdiği
hususlarda halifeyi hesaba çekecektir.
Denetleme esnasında
denetlemesi gereken hususları birbirinden ayırt etmesi için
müslümanın bunları bilmesi gereklidir. Kişi, cemaat veya halife
sorumlu olmadığı bir husustan dolayı muhasebe edilemez.
Şeriat bütün
Müslümanlardan bilgileri ve güçleri nisbetinde “ma’rufu
emretme, münkerden sakındırma” farziyetini ikame etmelerini
istemektedir. Müslümanlar -fert, cemaat ve yöneticiler- aracılığı
ile her halükarda bu farzın yapılması istenmektedir. İslâm
Devleti olmuş olmamış, müslümanlara tatbik edilen hükümler İslâmi
hükümler olmuş veya küfür hükümleri olmuş veya İslâm
hükümleri iyi tatbik edilmiş, kötü tatbik edilmiş hiç fark
etmez. "Emri bi'l ma’ruf ve nehyi ani'l münker" farizası
hem Rasul (s.a.v.) zamanında hem sahabeler döneminde hem Tabiin ve
Tabii’t Tabiin döneminde yerine getirilmiş olup Kıyamete kadar
da hükmü geçerlidir.
Fert, cemaat veya İslâm
Devleti ma’rufu emretme münkerden sakındırma farziyeti ile
karşı karşıya kaldıkları zaman öncelikle aşağıdaki
hususları yapmaları gerekir:
Müslümanlardan; emri bi'l
ma’ruf ve nehyi ani'l münker farziyetini yerine getirmeleri gereken
bir durumla karşılaştıkları zaman, bilgileri ve güçleri oranında
birer fert olarak eda ettikleri ma’rufu emretmeleri, sakındıkları
münkerlerden de sakındırmaları istenir. Bu haliyle ma’rufu
emretme münkerden sakındırma farziyeti, yerine getirmek için koşturmadığı
zaman günahkâr sayılacağı ve terkinden dolayı da özürlü sayılmayacağı
farzı ayın niteliğini kazanır. Her Müslüman günlük hayatında
eşi, çocukları, akrabaları, yakın komşuları, uzak komşuları,
tanıştığı tanışmadığı karşılaştığı her kim olursa
olsun onlarla birlikteliği esnasında, kusur veya masiyete düştüklerinde
onlara nasihat etmesi gerekir. Ondan başka işlenmekte olan o
masiyete müdahale edecek kimse yokken nasıl olur da müdahale etmez.
Bulunduğu mecliste, önünde günahı işleyen kimse ile kendisinden
başka kimse yokmuş gibi düşünecektir. Şu halde başkası buna
şahit olmadığından yalnız kendisi günahkâr olur. Ondan başkasının
bundan haberi olmadığından ancak onun engellemesi söz konusu
olabilir. Onun ihmalini kimse bertaraf edemez. Onun sorumluluğundaki
alan içinde cereyan eden her münkerden kendisi sorumludur, başkası
değil.
Ferdi olarak Allah'ın
kendisine yönelik bütün emirlerini yerine getiren yani kendisiyle
ilgili ma’rufa uyup münkerlerden sakınan bir Müslüman, kendisi
için geçerli olanları başkasına aktarabilir. İfa ettiği hükümlerin
ilmine ve detayına sahipse, başkasına da aynı şekilde nakletmesi
gerekir. Eda ettiği emirleri bir tabi olarak yerine getiriyorsa tabi
seviyesinde, cahil bir kimse durumda ise o hal üzere nakletmesi
gerekir. Cahil bir kimse olması durumunda kendisinde karşı tarafı
ikna etme gücü bulunmazsa bile, düşüncesine ve kavrayışına güvendiği
dava taşıyan bir alim, müftü veya bir genç gibi ikna etme
gücüne sahip bir kimseyi götürebilir veya tavsiye edebilir. Zira
Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Mü'min erkek ve kadınlar
birbirlerinin velileridir, ma’rufu emreder ve münkere de engel olup
namazı kılarlar.”
“İyilik ve (Allah’ın
yasaklarından) sakınrma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık
üzerinde yardımlaşmayın.”
Bununla beraber Rasul (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
“Bir ayet dahi olsa
benden bir şey tebliğ edin.”
“Sözümü işitip onu
kavrayıp başka birine ulaştıranın yüzünü Allah ak etsin. Fakih
olmadığı halde kendisinden daha anlayışlı kimselere fıkhı
taşıyan nice insanlar vardır..”
İşte bütün bu nasslar
bir fert olarak her Müslümanın ma’rufa uyması ve münkerden sakınması
gerektiği gibi ma’rufu emretmesi ve münkere de engel olması bir
vecibe olmaktadır.
İlmin Önemi
İlmin ve alimlerin,
yaşadıkları dönemdeki ma’ruf olan fikirleri açıklamada ve münkere
ait fikirlerin bertaraf edilmesinde, insanları ma’rufa bağlanmaya
ve münkeri terk etmeye teşvik etmede büyük etkinliği göz ardı
edilemez.
Ulema her ne kadar
vecibelerine ait bilgilerden çok daha fazlasını elde etmiş olsalar
da onlar ümmetin sair fertleri gibi bir takım farzı ayınlarla yükümlüdürler.
Başkalarının ihtiyaç duyduğu ilimleri tahsil etmek ümmete farzı
kifayedir. Bunu ikame edenler ayrıca sevabını alırlar. Alimlerin
ilim sahibi olmaları kendilerini mükellef oldukları hiç bir
farzdan muaf tutmaz. Ümmetin herhangi bir ferdinden istenilen her
şey onlardan da istenir. Meselâ; halifeliği ikame etme vecibesi böyledir.
Birinin İslâm'ın miras ahkamını çok iyi bilmesi diğerinin
tefsir ilminde ilerlemesi diğer birinin de evlenme boşanma gibi
ahkam konusunda kadı olması, onlara fert olarak yapmaları gereken
farzı ayınlardan veya bütün ümmete farz olan farzı kifayelerden
muaf olmalarını asla sağlamaz. Bu hususlarda onların konumu
herhangi bir ferdin konumu gibidir. Günümüzde ulemanın kendine düşen
farzları ikame yolunda hiç bir çaba harcamadan oturmaları herhangi
bir şer’i dayanağı ve hücceti olmayan kabul edilmesi imkansız
bir tavırdır. Bu hususlarda gösterdikleri kusurlardan dolayı Allah
onları hesaba çekecektir. Ümmetin önünde de muhasebe edilmeleri
gerekmektedir.
İlim itaat ve ibadet içindir.
İlim takvanın gerektirdiği şeylere götürendir. “Takva” ise
Allah'tan korkmak demektir. Allah'ın şu sözünde olduğu gibi:
“Allah'ın kullarından
ancak alimler gereğince Allah'tan korkar.”
Namazda, cihadda, İslâm
davetini yüklenmede, yöneticileri muhasebe etmede, küfür
fikirlerini ve kavramlarını bertaraf etmede de velhasıl her konuda
ilk safta yer alan mücahit ulemanın ortaya çıkıp yeşerip büyüdüğü
zemin işte budur. Onları, insanları sahih ilme ve gereğince amel
etmeye yönlendirmede ilk safta yer almış halde bulursun.
İslâm’da ulemanın
resmi makamlarının, derecelerinin yahut imtiyazlı durumlarının
olabileceği düşünülemez. Ya da onların ilimleri ile emredip
başkalarının infaz ettikleri de düşünülemez. Bilakis onlar her
Müslüman fert gibi İslâm'ın yükümlülüklerini ifaya
memurdurlar. Allah'ın hitabı Rasul (s.a.v.) ve sahabesine şamil
olduğu gibi ulemayı da kapsamaktadır.
Hakkın tanınması ve
ikamesinin ilim ve alimler vasıtasıyla gerçekleştiğini göz
önünde tutarak şeriat onların mevcudiyetini vacip kılmıştır.
Zira Müslümanlar onlarla Rablerini hakkıyla tanımaya imkan
bulurlar. Onların İslâm toplumunda bulunmaları, yoksa
bulundurulmaları farzı kifayedir. Öyle ki bunlar mevcut olmadıklarında
bütün ümmet günahkâr olmuş olur. Çünkü yaşadıkları dönemle
ilgili konularda Allah (C.C.)’ın hükümlerini bilmede cehalete düşeceklerdir.
İctihadın her asırda bir farzı kifaye olması ve ictihadsız bir sürecin
yaşanmasının caiz olmaması bundandır. Aksi takdirde bütün bir
ümmet günahkâr olacaktır.
İnsanların büyük bir
çoğunun fıtraten alimlere yönelmeleri ve onlardan ilim almayı
sevmelerinin nedeni de budur. Önemli olan alimin mevki makam ve maddi
menfaati gözetip ilminin fitnesine düşmemesi, heva ve hevesine
uyarak insanlara bilgisizce fetva vermemesidir. Yöneticiyi memnun
etmek için şer’i hakikatları saptırmamasıdır. Şeriatın
herhangi bir husustaki hükmü bilindikten sonra onu inkâr edip
gizlemek gerçekten riya, başta olma sevdası, ilmini az bir paha
karşılığında satmanın ta kendisidir. Yöneticilerin alimleri
kullanmaları Özellikle de günümüzdeki yöneticilerin alimleri
siyasi emellerine alet ederek onları istihdam etmeleri, onların gücünü
istismar ederek kendi hesaplarına ajan gibi kullanmaları, bunun için
de onlara yığınlarla servet bahşederek onları halkın önünde
pek büyük alimlermiş gibi iltifata mazhar kılarak onlar lehinde güçlü
propagandalar yapmalarının nedeni budur. Böylelikle önemli
meselelerde halkın kendilerine danıştıkları, fetvalar verdikleri
kişiler haline geliyorlar. Yöneticileri memnun edecek, Allah'ı
kızdıracak şekilde fetvalar veriyorlar. Onların beğenilerini
kazanmak için nassları eğip büküyorlar. Yöneticiler faizi helâl
sayınca onlar da faizi helâl kabul ediyorlar. Yöneticilerin görüşlerinin
doğruluğunu ispatlamak için şer’i nasslara dönerek, nassları
evire çevire onları memnun etmeye koşuşturuyorlar. Yöneticiler
kâfir bir devletten yardım istemenin helâl olduğunu söylediğinde
onlara muvafakat ediyorlar. Yahudilerle barış yapmanın helâl olduğunu
ileri sürdüklerinde onlara icabet ediyorlar. İşte böyle alimler uşaklık
yapan, ajanlık yapan alimlerdir. Bunlar kötülük taraftarıdırlar
ki, nasihat edilmeleri gerekir. Müslümanlar onlara nasihat işinde
sert davranmalıdırlar ki halk onlardan kopsun ve şeriat hesabına
onlara tabi olunamayacağını anlasın. Yöneticilere bu şekilde
destek veren, şeriat adına yardım elini uzatan alimlere Rasul
(s.a.v.)’in şu sözü tamı tamına uygun düşmektedir:
“Ümmetimin selameti
hususunda en çok, münafık olduğu halde halk arasında alim
bilinenlerden korkuyorum.”
Bu ve buna benzer alimler
teşhir edilmelidirler ki başka insanlar onların verdiği
fetvaların tuzağına düşmesinler. İşte bunlar Ahirete
karşılık dünya hayatını satın alanlardır. Cehennem azabına
acaba nasıl tahammül edecekler?!
Evet işte böylece gerektiği
gibi ma’rufa uyup onu emretseler ve münkerden sakınıp ona engel
olsalar onların ferdi hayatlarındaki işleri salaha erer. Müslüman
evinde ve evinin dışında komşuluğunda ve insanlarla olan
alakalarında ve bütün çevresinde kendine düşeni yerine
getirdiğinde dinin mühim bir tarafını ikame etmiş olacağı
muhakkaktır. Fakat daha önce dediğimiz gibi dinin esas gayesi
Allah'a itaattir ki cemiyetin bir bütün olarak ma’rufa bürünerek
münkeri terk etmesi, ferdi olsun içtimai olsun her açıdan en ufak
bir ayrıntının İslâm ahkamının dışına çıkmaması gerekir.
Gerçek şu ki cemiyet sadece fertlerden müteşekkil değildir.
Cemiyet; fertlerden ve onları bir araya getiren akideden ve
hayatındaki bütün işlerin akidesinden çıktığı nizamlardan müteşekkildir.
Meseleye fert olarak bakıldığı zaman toplumu oluşturan yalnızca
bir unsur gerçekleşmiş, İslâm ahkamıyla hükmedilmesi muhakkak
surette gerekli olan bir çok taraf ihmal edilmiş olacaktır.
Üstelik fertler hayatlarına İslâm ahkamını tatbik edecek bir
halifeyi seçmekle emir olunmuşlardır. Öyle ki Müslümanlarda
bulunmayan Allah'ın dinini kılıçla müdafaa edecek gücü halife
teşkil etsin. “Allah, Kur’an’la dağıtmadığını sultanla
dağıtır.” İşte şeriat bizzat bu akidenin mevcudiyetini ve
muhafazasını, bütün insanlığa götürülmesini emretmektedir.
Bunun metodu ise İslâm Devletidir. Şeriat, bu sistemi, uygulama ve
hayata geçirme keyfiyetini açıklamış, İslâm şeriatının
etkili bir şekilde uygulanması ve hayata geçirilmesi için İslâm
Devleti'nin varlığına önem vermiştir. İslâm’ı aleme hakim
kılma yolunda gösterilen gayretin en yüksek zirvesi olan cihad ve
davetin taşınması, İslâm Devleti'nin mevcudiyetiyle en güzel bir
şekilde ikame edilir. İmam Gazali’nin şu sözü bunu ne kadar da
beliğ bir şekilde ifade etmektedir: “Kur’an ve onu infaz
edecek sultan bir bütündür. Zira Kur’an esas, sultan ise onun
korumasıdır. Temel olmayınca bina yıkılır, sultan olmayınca da
bina zayi olur.”
Yöneticilerin Denetlenmesi
Allahu Teâla, gönderdiği
ve apaçık beyan ettiği şeriatın sadece açık seçik fikirler
olmasından ziyade, bizzat somut vakıalar halinde olmasını murad
etmiştir. İndirdiği ameli hükümlerin varlığının
korunabilmesini, yasakladığının devamını sağlamak üzere
devleti metod olarak belirlemiştir. Dolayısı ile şeriatın
korunması için devletin her zaman için var olmasını emretmiştir.
Onu yönetecek halifeye de bir takım şer’i yükümlülükler ve
yasaklar vazetmiş, dinin mütekamilen ikamesini, uyanık olmasını,
üzerine titremesini istemiş, ümmete de ona itaat etmesini, yanlış
yaptığında ise fert veya hizb olarak hesap sormalarını
istemiştir. Bu konuda Rasul (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Şehitlerin efendisi
Hamza b. Ebu Talib ve zalim sultana karşı çıkıp ona ma’rufu
emredip kötülükten sakındırarak öldürülendir.”
“Cihadın en faziletlisi
zalim sultan karşısında hak söz söylemektir."
“Muhakkak ma’rufla
emredip münkerden sakındıracak, zalimin zulmüne engel olacak, onu
hakka yöneltecek, onun şeriatla yetinmesini sağlayacaksınız.”
Bilindiği gibi zalim yöneticiyi
hakka yöneltmek, onun şer’i ahkama bağlanmasını sağlamak büyük
bir iştir. Ferdi olarak yapılacak bir iş değil, bir cemaat veya
bir hizbin yapacağı bir vecibedir.
Geçmişte sahabe ve
fukahanın İslâm Devleti'nin bir güç ve kudret kaynağı
olduğunu, onun mevcudiyetiyle İslâm'ın tatbik edildiğini, onun
yok olmasıyla İslâm ahkamının zayi edileceğini çok iyi kavramışlardı.
Bunun içindir ki Ebu Bekir (r.a.) İslâm hakimiyetinin nasıl devam
edeceği şeklindeki bir soruya; "Yöneticiler doğruluktan
ayrılmadıkları sürece" diye cevap vermiştir. Şeyhü'l
İslâm İbni Teymiye, Fadıl'dan o da İyaz'dan ve Ahmed b.
Hanbel'den ikisinin şöyle dediğini rivayet eder: "Kabul
olunacak bir duamız olsaydı duaya sultanı çağırırdık."
İslâm sadece tek bir
kavme inmiş bir din olmayıp, bünyesinde hayrı ve salahı taşıyan
bütün insanlığı kuşatan bir dindir. Akidesi de nizamı da
evrenseldir. Aynı zamanda İslâm, bünyesinde kendini dünyaya taşıyacak
metodu da taşımaktadır. İşte bunun için içte İslâm’ı
tatbik edecek, aynı zamanda onu aleme taşıyacak bir devletin
mevcudiyeti farzdır. Öyleyse üzerine düşen görevi yapabilmesi
için İslâm Devletinin görevinin ne olduğu bilinmelidir. İslâm
Devleti'nin görevi nedir? İslâm Devleti olmadığı zaman onu var
edecek kimdir? Yolunu şaşırdığı zaman onu doğrultacak olan
kimdir?
Allah'ın İslâm
Devleti'ne yüklediği görev, bir bütün olarak dini uygulamaktır.
İslâm Devleti, ister bireysel ve toplumsal hükümler olsun, ister
farzı ayınlar ve farzı kifayeler olsun tüm İslâmi hükümleri
uygulamakla sorumludur. O, dinin ikamesinden yani ma’rufun bilfiil
hayatiyet kazanmasından ve münkerin izalesinden sorumludur. Herhangi
bir Müslüman namaz kılmadığında devlet bunu ona emreder, ısrar
ederse cezalandırır. Zekat vermediğinde, haccetmediğinde ve oruç
tutmadığında da durum aynıdır. Bununla beraber İslâm devleti bu
v.b. farzı ayınların kolaylıkla eda edilebilmeleri için zemin hazırlar
ve edasında kusur gösterenleri muhasebe eder. Farzı kifayeler için
de durum aynıdır. Ümmetin maslahatı gereği ihtiyaç duyduğu
tıp, hastane, eğitim ve bunlardan başka siyaset intizam ve mühimmatın
dağıtımının bağlı bulunduğu ihtiyaçları temin edememişse,
kusurundan dolayı muhasebe edilir. Zira şari bunların mevcudiyetini
halifenin mevcudiyetine bağlamıştır. Bunların var kılınmasını
ona emretmiştir. Bu görevlerin yerine getirilmesinde ümmetin
halifeyi muhasebe etmeleri ve eksikliklerini tamamlamaya zorlamaları
gereklidir. Unutulmamalıdır ki şari bu mevzuda ince ve ayrıntılı
hükümler vazetmiştir. Halifede açık küfür görülmedikçe karşı
çıkmayı müslümanlara haram kılmıştır.
İslâm Devleti'nde asıl
olan yöneticinin işleri şeriat hükümleri ile idareye kadir olmasıdır.
Ayrıca bir fertten veya bir grup insandan hasıl olmasına
bakmaksızın bütün münkerlere engel olmasından sorumludur. Rasul
(s.a.v.)'in;
“İmam çobandır, yönetimi
altında bulunanlardan sorumludur.”
diyerek bunu göstermiştir. Fert olsun cemaat olsun Allah'ın
kendilerine yüklediği tüm sorumlulukları yerine getirmeleri için
insanları teşvik etme, yönlendirme görevini imama yüklemiştir.
Ümmeti vecibelerini edaya mecbur ederken güç kullanması
gerekiyorsa kullanır. Allahu Teâla halifeye bunları emrettiği gibi
aynı zamanda insanları Allah'ın yasakladıklarını işlemekten
alıkoymayı, bunu yerine getirmek için güç kullanması
gerektiğinde ise güç kullanmasını farz kılmıştır. Zira münkeri
ortadan değiştirmede ve eliyle izale etmede asıl görev
devletindir. İslâm'ı tatbikten ve insanların hükümlerine uymasından
devlet şeran sorumludur.
Ancak zulüm, başkalarının
mallarını haksız yere yeme, hakları men etme, tebasına ait
işleri ihmal etme veya görevlerini yerine getirmede kusur etme, İslâm
dışındaki hükümlerle hükmetme v.b. münkerler yöneticide ortaya
çıkınca, halifeyi muhasebe ederek ona engel olmak bütün
müslümanlara farz olur. Fert veya cemaat olarak karşı karşıya
kaldıkları münkeri değiştirmek için çalışmaları gerekir. Münkere
karşı susan, onu değiştirmek için çalışmayan kimse ise günahkâr
olur.
Yöneticinin münker olanı
irtikap etmesi halinde ilk etapta sözlü olarak engel olmak için
muhasebe edilir. Müslim'in Ümmü Seleme'den rivayet ettiği hadis
buna işaret etmektedir:
“Öyle emirleriniz olacak
ki, onları tanıyıp onlara karşı geleceksiniz. Kim onları
tanırsa, günahından beri olur. Kim de onlara karşı gelirse,
kurtulur. Ancak kim de onlardan razı olup tabi olursa...”
İbni Mes’ud’dan
rivayet edilen hadis de böyledir:
“...Hayır! Vallahi
muhakkak ma’rufu emredecek münkerden nehyedecek zalimin elinden
tutarak zulmüne engel olacak haktan sapanı hakka döndürecek, hakla
hükmetmesini sağlayacaksınız.”
Bir başka rivayette de
hadisi şerif şu ifadelerle son bulmaktadır:
“Yoksa Allah
bazılarınızın kalbini diğerleri aleyhine kılacak veya yöneticilerin
size lânet ettikleri gibi siz de onlara lânet edeceksiniz.”
Rasulullah (s.a.v.)'in
zalim sultana karşı söylenen hak sözü cihadın en efdalı
kılması da böyledir. Hani bir sahabi hangi cihad daha efdaldir,
diye sormuştu da Rasul (s.a.v.) de;
“Zalim sultan karşısında söylenen hak sözdür.”
diye cevap vermişti. Yönetici hakkında gelen hadisler tek halin
-Allah katında delil olarak gösterilebilecek şekilde yöneticide
açık küfür görülmesi hali- dışında yöneticiye silahla karşı
çıkmayı yasaklamaktadır. Yani yönetici Allah'ın indirdiği hükümleri
terk edip küfür hükümleri ile hükmettiği apaçık ortaya çıkınca
silahla karşı çıkılır.
Avf b. Malik el-Eşcai'den
Rasulullah (s.a.v.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“En hayırlı
imamlarınız sizin onları sevdiğiniz, onların da sizi sevdikleri,
sizin onlara dua ettiğiniz, onların da size dua edenleridir. En
şerlileri de onların size buğz ettiği ve sizin de onlara buğz
ettiğiniz, onların size lânet okudukları, sizlerin de onlara lânet
okuduğunuz imamlarınızdır."
Dediler ki; "Ey Allah'ın Rasulü onlara silahla karşı çıkmayalım
mı? Dedi ki:
“Aranızda namazı (yani dini) ikame ettiği müddetçe hayır.”
Hadiste geçen "namazı
ikame" ifadesinden kasıt İslâm ile yönetmektir. Diğer bir
ifade ile bir bütün olarak küçük büyük şer’i hükümleri
uygulamaktır. Ümmü Seleme Rasul (s.a.v.)'in şu sözü söylediğini
rivayet eder:
“Bir takım emirlerinizi
olacaktır. Kim onları tanırsa günahtan beri olur, kim onlara karşı
çıkarsa (sözle) kurtulur. Kim de onlardan razı olup peşlerinden
giderse!”
Dediler ki; “Onlarla savaşmayalım mı?” Dedi ki:
“Namazı ikame ettikleri müddetçe hayır.”
Burada da durum aynıdır.
Yani şeriat ahkamını tatbik ettiği müddetçe ki bunlardan biri de
namazdır. Bir parçanın zikredilerek bütünün kastedilmesi gibi.
Übade b. Samit (r.a.)'dan; o dedi ki:
“Biz zor olsun kolay
olsun, hoşumuza gitsin gitmesin, başkaları bize tercih edilse de
dinlemek ve itaat etmek üzere Rasulullah (s.a.v.)'e biat ettik. Ayrıca
iş yöneticiyle tartışmayacağımıza da biat ettik. Rasulullah
dedi ki: Allah katından kesin bir delile dayanarak onda açık bir küfür
görürseniz başka! Bununla beraber Allah için her nerede olursak
olalım kınayıcının kınamasından çekinmeden hak sözü
söyleyeceğimize dair de biat ettik.”
Bu hadisten anlaşılan
odur ki; halifeye silahla karşı çıkılmaz. Ancak Allah'ın
indirdiği hükümlerle hükmetmediği zaman, diğer bir deyişle açıktan
açığa küfür hükümleriyle hükmettiği zaman ve bunun böyle
olduğu şüphe götürmeyen bir delille ortaya konduğunda silahla
ona karşı çıkılır.
Unutulmamalıdır ki; bütün
bunlar Müslüman yöneticinin (Daru’l İslâm'ın) mevcut olduğu
ve kusur işlediği durumlar içindir. Tek bir hükümde olsa dahi
Müslüman bir yöneticinin küfür hükümleriyle hükmettiği kesin
bir şekilde ortaya çıktığında fertleriyle, cemaatlarıyla bütün
ümmet ona karşı çıkarak onu bundan men eder ve gerektiğinde
silaha baş vurur. Ancak Müslüman yöneticinin bulunmadığı ve söz
konusu yer Daru'l İslâm olmadığında durum ne olacaktır? Bunun
tabii bir sonucu olarak yöneticinin mevcudiyetine bağlı olan bütün
hükümler yürürlükten kalkacak, ortalığı fesat kaplayacak,
rezillikler yayılacak, kötü ahlak açığa çıkacak, bozuk
ilişkiler egemen olacak, münker dolup taşacak ve yayılacak, ma’ruf
ise gizlenip ortadan kalkacaktır. Buna karşılık Müslümanlar zayıf
düşecek, heybetleri azalacak, güçleri yumuşayacaktır. Bu durumda
müslümanlar, tıpkı görüntüsü ile insanı doyurmayan, resmi ile
insanı korkutmayan dişsiz ve pençesiz aslan durumuna düşecekler,
gerçeği olmayan bir resim gibi olacaklardır.
İşte böyle bir durumda
-ki günümüzdeki durumumuz zaten böyledir- ümmetin öncelikle
Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmedecek halifeyi mevcut kılmaları
gerekir. Zira onun mevcut olması farzdır. Ancak onu kim var edecek
ve onun var edilmesi nasıl olacak? İşte bu soruların cevabını
vermek üzere bu konudan sonra yegane işi ma’rufu emretmek ve münkeri
nehyetmek olan bir cemaatın mevcudiyetinin vücubundan
bahsedilecektir.