Buraya kadar olan
        bölümlerde herhangi bir İslâmi parti veya cemaatın nasıl olması
        gerektiğini programlı bir şekilde kâmil manada göstermeye çalıştık.
        Riayet edilmesi gereken temel esasları vererek ayrıntılara takılıp
        kalmadık. Ayrıntıları cemaatların müçtehitlerine bıraktık.
        Şimdi ise çalışma sahasında sahih ve doğru esaslar üzerine ikame
        edilmeyen öneriler ve kendisine cemaat denilmesi için şer’i
        şartları taşımayan bir çok hareketlerden bahsedeceğiz.
        Müslümanlardan müteşekkil bu gruplar ümmetin küçük problemlerini
        dahi çözmekten uzak basit çalışmalara razı olmakta, mütekâmil
        bir İslâmi görüşten gafildirler. Bunlar, bir bütün olarak hayata
        tatbik etmek için İslâm’ı yüklenmiş değillerdir. Ayrıca bu
        cemaatların sayısı her ülkede yüzlerle ifade edilmektedir. Değişik
        isimler altında vakıf ve dernekler olarak Müslümanların ceht ve
        gayretlerini tüketmektedirler. Müslümanlardan bir çoğu bunlara yönelse
        de bunlar İslâmi hedefleri gerçekleştirme basiretinden mahrumdurlar.
        Bu, ufak tefek vakıf, dernek ve grupları bir tarafa bırakıp
        bakışlarımızı sadece ileri görüşlü ve tam teşekküllü çalışan
        cemaatlara çevirdiğimizde, karşı karşıya kaldığımız vakıanın
        şeriatça makbul olup olmadığına bakmamız gerekmektedir. Acaba
        şeriat istenilen gayeyi gerçekleştirecek bütün iş ve çalışmaları
        kuşatan tek bir cemaatın olmasını mı istiyor yoksa şer’i usul
        çerçevesinde mevcut vakıayı İslâm’a göre değiştirmek için
        çalışan birden fazla cemaatın olması caiz midir? İslâm’ın veya
        Müslümanların problemlerinin bir parçasını veya sorunları
        kuşatıcı ve dengeli bir bütünlük içinde çözmek için çalışmanın
        hükmü nedir? Ayrıca yöresel, bölgesel veya evrensel boyutlarda
        faaliyet göstermenin hükmü nedir? Bunlarla ilgili sahih düşünce
        hangisidir.
        İslâmi çalışmanın
        vahdeti veya birden fazla şekilde olabileceği konusu tartışmaya açıktır.
        İslâmi çalışmanın bir vahdet içinde olmasını vacip sayanlar
        olduğu gibi, birden fazla İslâmi hareketin bu çalışmayı yüklenmesinin
        caiz olduğunu söyleyenler de vardır. Teferruatlardan usullere doğru
        konuyu taşıdığımızda şer’i delillerin ön gördüğü ve diğer
        gereklilikleri bir birinden ayırabiliriz. Bu sayede özü kabuktan ayırmış
        olacağız.
        İslâmi çalışmanın tek
        bir birliktelik ve vahdet içinde yürütülmesinin vacip olduğunu
        söyleyenlere baktığımızda, onların görüşlerini iki ana başlık
        altında toplayabileceğimizi görürüz.
        Birinci Başlık: İslâmi
        çalışmanın vahdeti şer’i bir farzdır.
        İkinci Başlık: İslâmi
        çalışmanın vahdeti hareket gereğidir.
                1-
        Şeriata göre İslâmî hareketin tek olmasının farz olduğunu ileri
        sürenlerin delilleri şunlardır:
                “Şüphesiz sizin şu
        ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim ,
        Bana ibadet edin.” 
        
        “Şüphe yok ki sizin bu
        ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Benden korkun.” 
        
                
        “Mü'minlerin sevgide
        şefkat ve merhamette, birlik ve beraberlikteki misali bir vücut
        gibidir. Bir organ hastalandığında diğer organlar uykusuzluk ve
        ateşle ona katılırlar.” 
        
        
        “Kendilerine apaçık
        beyanatlar gelmesinden sonra ihtilafa düşenler gibi paramparça olmayınız.
        Zira onlar için büyük bir azap vardır.” 
        
        “Dinlerini parça parça
        yapıp, bölük pörçük olanlardan mesul değilsin, onların işleri
        Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara ne yaptıklarını bildirecektir.” 
        
        “Bir toplum oldukları
        halde bir ümmetin yönetimini parçalamak isteyen kim olursa olsun
        boyunlarını kılıçla vurunuz.” 
        
        
        “Nebî (s.a.v.)
        bizi çağırdı, biz de gittik ve ona biat ettik. Biz ona darlıkta ve
        genişlikte, kolaylıkta ve zorlukta başkalarının bize tercih
        edilmesinde de onu dinleyip itaat edeceğimize dair biat ettik. Ayrıca
        yönetim hususunda emîr ile tartışmayacağımıza söz verdik. Rasul
        (s.a.v.) şöyle dedi:    Ancak Allah'a karşı
        göstereceğiniz kesin bir delil ile yöneticinin küfre düştüğünü
        görürseniz karşı çıkabilirsiniz.” 
        
        
        2-
        İslâm'a davet ameliyesinin hareket ve beşeri zorunluluk olarak
        sayılması bir çok nedene dayanmaktadır. Bunlar:
                a-
        Toplumda İslâmi değişimi meydana getirmek pek zor bir iştir.
        Cahiliye kuvvetlerini bulundukları yerlerden kovup def etmek kolay bir
        iş değildir. İslâmi mukavemetin (fikrî olarak, metot olarak ve
        nizam olarak) topluma hakim olması, tek bir metot çerçevesinde yek
        vücut olmuş bir gücü gerektirmektedir.
        b-
        Devletlerin İslâm üzerindeki ve İslâmi hareket üzerindeki baskısı
        neticede tek bir İslâmi hareketi gerekli kılmaktadır ki buna engel
        olunsun. Bütün İslâm alemine söz geçirecek tek bir İslâmi
        mukavemet gücü olsa, Müslümanlar kendi aralarında her konuda yardımlaşarak tek bir cephe oluştururlar, Müslümanların
        saf dışı edilmemeleri, helak olmamaları ve kâfir güçlere kolayca
        yutulan bir lokma olmamaları için bütün İslâmi kuvvetleri tek bir
        güç olmaya çağırmak doğru ve güzel olan değil midir?
        Akide açısından
        eğer İslâmi çalışmanın bir vahdet içinde yürütülmesi şeriatça
        farz olmasaydı, işlerin İslâm'a göre yürütülmesi ve İslâmca
        bir gidişatın muhafazası söz konusu olmayacak, İslâmi gidişat
        engellenmiş, tatil edilmiş ve hayattan uzaklaştırılmış olacaktı.
                c- Şüphesiz
        mahalli İslâmi partiler ve güçler bugün İslâm alemine değişik
        cephelerden yardım etmek için küçük çapta gruplar oluşturmuşlardır.
        Bu küçük çaplı oluşumlar ısrarla çalışıp her açıdan gözlemler
        yapıp planlar çizerek her sahada topyekün bir başarıyı elde edecek
        durumda değildirler. İslâmi kuvvetlerin bu vakıadan kurtulup ümmeti
        çözüme kavuşturacak tek bir topluluk olmaları güzel değil midir?
        Yoksa onun tek bir cemaat olmasını gerektiren bu kadar sebebe rağmen
        ve sırf vahdet ve kaynaşma içinde olmadığı için bu kadar
        güçlüklerle karşı karşıya kalması mı daha güzel? Daha iyi olan
        bu mu?
        İşte bu saydığımız
        gerekçeler ve diğerleri bütün dünyada tek bir İslâmi hareketin
        olması gerektiği hususunda hiç şüpheye yer bırakmamaktadır.
        Fikren olsun, nizam açısından olsun,
        hazırlık ve planlama açısından olsun bütün yönelişlerin en
        doğrusu budur.
        Yukarıda saydığımız
        gerekçeler, İslâmi çalışmanın vahdetini vacip sayıp birden fazla
        cemaatın bulunmasını haram kabul eden kimselerin delilleridir.
        Delilleri vakıaya indirebilmek için içtihadımızı da İslâmi
        metoda göre yürütmemiz gerekmektedir.
        Daha önce Müslümanların içinde
        yaşadıkları vakıanın dâr-ül küfür olduğuna ve Müslümanların
        bunu dâr-ül İslâm'a çevirmelerinin vacip olduğunu söylemiştik.
        Ayrıca bu işi Rasul (s.a.v.)'in Sünnetini
        adım adım takip ederek yapacak olan bir cemaatın olması gerektiğini
        de ifade etmiştik.
        Şimdi de ikinci görüşe
        sahip olanların delillerine geçmeden önce bu işi ikame edecek
        cemaatın vakıasını tahlil edip açmamız gerekmektedir. Bu işi
        yapacak olan cemaat Müslümanların cemaatı mıdır yoksa Müslüman
        cemaatlar mıdır? Diğer bir ifadeyle Müslümanlardan bir cemaat mıdır?
        Bunu öğrenmek için şöyle
        diyoruz: Allah, Müslümanlar yerine getirsin diye bazı farzları
        emretmiştir. Bu farzlardan bazıları ferdidir. Yani Müslüman kişi
        bunu bireysel olarak elde etme kudretine maliktir ve onu ikame etmediği
        sürece o farz ondan düşmez. Diğer bir takım farzlar da vardır ki,
        onun ikamesi bir cemaatın varlığına ihtiyaç gösterir. İslâm
        Devleti'nin kurulması ve ikamesi bu ikinci grup farzlardan bir
        farzdır. Allah'ın şeriatıyla hükmetme ameliyesi vaciptir. Ancak bu,
        Müslüman kişinin diğer Müslüman kişilerden ayrı olarak tek
        başına ikame edeceği bir farz değildir. Bilakis iradelerin ve güçlerin
        birleştirilmesini gerektiren bir ameliyedir. Bu gereklilik; "vacibin
        ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir."
        kaidesi mucibincedir.
        İşte bu farz; ikamesi
        gereken farzı kifayelerdendir. Bu farzı ikame etmeyip oturana büyük
        bir günah vardır. Ancak bu farzın tabiatı bütün Müslümanlara
        ihtiyaç göstermemek bakımından farzı kifayedir. Diğer bir ifadeyle
        bütün Müslümanlar içinde onu ikame edecek bir cemaata ihtiyaç vardır.
        Bu cemaatın varlığı ve bu farzı ikameye çalışması cemaat
        fertlerinin üzerinden günahı düşürür. Fakat onu ikameye çalışmayanın
        üzerinden günah kalkmaz.
        Bu farzı gerçekleştirmek
        üzere Müslümanlardan oluşan cemaat, çalışmaya başladığında
        benimsediği ve kendisine lazım olan fikirlerin doğruluğunu veya
        yanlışlığını denetleyebilmelidir.
        Bu Müslümanların
        topluluğu değildir. çünkü kendileriyle beraber çalışmayan,
        onların dışında kalan daha bir çok Müslüman fertler vardır.
        Bunlardan bazıları ileride birden çok cemaatın bulunmasının caiz
        olduğunu işlerken açıklayacağımız gibi başkalarıyla beraber
        çalışmaktadırlar. Bazıları da hiç bir cemaatla beraber çalışmamaktadırlar.
        Diğer taraftan bu cemaatlar
        halife olmadıkları gibi onun yerini de tutamazlar. çünkü Halifeyi
        ilgilendiren hükümler nedeniyle halifeyle alakalı hiç bir ameli veya
        yetkiyi kullanamazlar.
        Bu cemaat sadece Müslümanlardan
        bir cemaattır. İslâm ümmeti, bütün fertleriyle Müslümanlar
        topluluğudur. İşte bir bütün olarak İslâm ümmeti bağrında
        cemaatleri fertleri ve halifeyi barındırmaktadır.
        Müslümanlar topluluğu;
        aralarında bağ oluşturan İslâm akidesinin bir araya getirdiği ve
        kardeş yaptığı İslâm Ümmetinin ta kendisidir. Zira Müslümanlar
        feri meselelerde ihtilaf içinde olsalar da bu, onların kardeşliğine
        bir zarar getirmemekte, onları bir birinden ayırmamaktadır.
        Kardeşliğin ölçüsü şer’i ahkam olduğu sürece Müslüman
        Müslümanın kardeşidir. Yani bir fert veya cemaat İslâm akidesinden
        dışarı çıkınca İslâm ümmetinden de çıkar ve cehennemlik olur.
        Rasul (s.a.v.)'in şu hadis de bunu göstermektedir:
        “...Ümmetim yetmiş üç fırkaya
        ayrılacaktır. Biri dışında hepsi cehennemliktir. Dediler
        ki: O fırka kimdir? ya Rasulullah! Dedi
        ki: Ben ve ashabımım üzerinde olduğu üzere
        olanlardır.” 
        
        İslâm toplumu veya İslâm
        ümmeti diğer insanlardan ayrı olarak tek bir ümmettir. Bu ümmet
        içinde Müslümanlar birbirlerinin malından ve canından
        sorumludurlar. Birinin malı ve kanı diğerinin malı ve kanıdır. En
        uzaktakini yakındaki bir komşu gibi değerlendirir. Bütün
        Müslümanlar onlara zarar vermek isteyenlere karşı tek yumruk ve tek
        kuvvettir. Bazı ayrıntılarda içtihat ve kavrayışları muhtelif
        olsa da bu birliktelik değişmez.
        “Şüphesiz sizin bu
        ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, sadece benden
        korkun.” şeklindeki kavli kerimini ve Rasul (s.a.v.)’in;
 şeklindeki kavli kerimini ve Rasul (s.a.v.)’in;
        “Müslümanların sevgide,
        şefkatte, birlik ve beraberlikteki misalleri bir vücuda benzer. Ondan
        bir organ şikayet ederse diğer organlar da ateş ve uykusuzlukla ona
        katılmaya çağrılırlar.” tarzındaki
        sözü hep bir aile olarak İslâm ümmeti için söylenmiştir. Yoksa Müslümanlardan
        bir cemaat için söylenmemiştir. Buna göre hangi cemaat bunları
        yanlış değerlendirip kendini tek İslâm cemaatı olarak kabul ederse
        sakıncalı ve hatalı bir yargıya varmış olur. Bu hatalı ve
        yanlış anlayış, kendileriyle beraber olmayanları, dinlerini terk
        etmiş olanlar gibi değerlendirmelerine ve kendilerine kardeş
        saymamaları neticesine götürecektir. Hatta onları cehennemlik olarak
        değerlendireceklerdir.
        tarzındaki
        sözü hep bir aile olarak İslâm ümmeti için söylenmiştir. Yoksa Müslümanlardan
        bir cemaat için söylenmemiştir. Buna göre hangi cemaat bunları
        yanlış değerlendirip kendini tek İslâm cemaatı olarak kabul ederse
        sakıncalı ve hatalı bir yargıya varmış olur. Bu hatalı ve
        yanlış anlayış, kendileriyle beraber olmayanları, dinlerini terk
        etmiş olanlar gibi değerlendirmelerine ve kendilerine kardeş
        saymamaları neticesine götürecektir. Hatta onları cehennemlik olarak
        değerlendireceklerdir.
        “Kendilerine hidayet
        geldikten sonra parça parça olup ihtilafa düşenler gibi olmayın.
        Zira onlara büyük bir azap vardır.” 
        
        “Dinlerini bölük
        pörçük yaparak parça parça olanlardan sorumlu değilsin. Onların
        işi Allah'a kalmıştır. Allah onların ne yaptıklarını onlara
        haber verecektir.” şeklindeki
        ayeti kerimeler mevzuya mutabık değildirler. Bu alanda
        kullanılamazlar.
        şeklindeki
        ayeti kerimeler mevzuya mutabık değildirler. Bu alanda
        kullanılamazlar.
        Gerçek şu ki bu iki ayetin
        birden fazla İslâmi cemaatın olması mevzusuyla yakından bir
        alakası yoktur. Çünkü bu iki ayetin konusu akidedir. Şer'i ahkam
        değildir. Bu ayetlerin açıklaması şöyledir: Kendilerine hidayet
        geldikten sonra yani vazıh akide ve kati delil geldikten sonra
        dinlerini parça parça yapıp ihtilafa düşenler gibi olmayın. Ayette
        kastedilen topluluk, Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Zira ayette geçen
        "Onlara büyük bir azap vardır"
        ifadesi, onlara yöneliktir. Hatta İmam Beydavi:  "...ayrılığa
        düşenler gibi olmayın" ayetinin
        tefsirinde şöyle demektedir: "Tevhitte, tenzihte ve Ahiret
        hayatının ahvali konusunda ihtilafa düşen Yahudiler ve
        Hıristiyanlar gibi olmayın. "Kendilerine
        apaçık deliller geldikten sonra" Üzerinde
        ittifak etmeleri gereken haktan gelen apaçık    hüccetler gelmişti.
        Ayette nehyedilen ayrılık ve ihtilaftan maksat akidede ihtilaftır.
        Ayette, teferruattaki ihtilaf kastedilmemektedir. Bunun delili de Rasul
        (s.a.v.)'in şu sözüdür: “Kim ictihad
        edip isabet ederse ona iki sevap, hata ederse bir sevap vardır." "Onlara büyük bir azap vardır"
        Allah (C.C.) akidede ayrılığa düşenlere
        azabı vaad ederek onlara benzeyenleri tehdit ediyor."
        (Beyzavi'ni sözü burada sona erdi.)
          "Onlara büyük bir azap vardır"
        Allah (C.C.) akidede ayrılığa düşenlere
        azabı vaad ederek onlara benzeyenleri tehdit ediyor."
        (Beyzavi'ni sözü burada sona erdi.)
        Mevcut fasit vakıayı
        değiştirmeye çalışan cemaat, şer’i hükümler muvacehesinde diğerlerinden
        ayrılmaktadır. Şer'i hükümlerde diğerlerine muhalefet etmiştir
        veya diğerleri ona muhalif düşmüşlerdir. Buna rağmen o cemaat Müslümandır
        ve akidesi de İslâm’dır. Birbirlerine olan ihtilafları şer’i
        ahkamdadır, akide üzerine değildir. Öyle ise
        yukarıda geçen ayetler İslâm akidesine muhalefet edenleri
        kastetmektedirler, ahkamda ihtilafa düşenlerle asla bir ilgisi ve
        alakası yoktur.
        Ayetin lafzı geneldir.
        Sebebin hususi olmasına değil hükmün umumiliğine itibar edilir
        şeklinde bir itiraz ileri sürülebilir. Buna cevaben, buradaki
        genellik, hakkında indiği konunun dışına çıkmaz deriz. Ayet akide
        ilgili konulara muhalefet etmede geneldir. Fakat akidenin dışındaki
        konularda genel değildir. Diğer taraftan bunun aksine bir yaklaşım,
        içtihattaki ihtilafı caiz gören hadislere ters düşer. Bu meselenin
        üçüncü boyutu da vardır ki o da eğer yanlış değerlendirilecek
        olursa her ihtilaf başka bir dini ortaya çıkaracaktır. Bu da ancak
        akidede bir ihtilaf için söz konusu olabilir.
        Yukarıda geçen ikinci ayeti
        kerimeyi ele alalım.
                “Dinlerini parça parça
        edip bölük pörçük olanlardan sen sorumlu değilsin.
        Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra Allah onların ne
        yaptıklarını onlara haber verecektir.” İbni
        kesir şöyle diyor: (Mücahit, Katede, Dahhak ve Süddi dediler ki; Bu
        ayet Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında indi. Aişe (r.anha)'dan rivayet
        edildiğine göre Rasul (s.a.v.) şöyle demişti:
 İbni
        kesir şöyle diyor: (Mücahit, Katede, Dahhak ve Süddi dediler ki; Bu
        ayet Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında indi. Aişe (r.anha)'dan rivayet
        edildiğine göre Rasul (s.a.v.) şöyle demişti:
        “Onlar bid’at ehlidirler
        (onlar parça parça olmuştu).” Yani milel ve nihal ehli gibi
        veya dalalet ehli gibi ayrılığa düşenler kast edilmiştir. Allah (C.C.)
        Rasul (s.a.v.)'i, onların düştükleri bu
        dalaletten korumuştur. Ali b. Ebu Talib (r.a.)'den rivayetle
        gelen Kesai ve Hamza (r.a.)'ın kıraatında; "Dinlerini
        tek edenler" yani Hıristiyan ve
        Yahudilerden Allah'ın onlara inzal buyurduğu dinlerini terk
        edenlerdir. "Sen onlardan sorumlu
        değilsin") (Beydavi diyor ki:
        "Yani dinlerini dağıttılar, bir kısmına iman edip bir
        kısmını inkâr ettiler, böylece dinlerini terk etmiş oldular.)
        Evet gerçekte akidede
        ihtilafın meydana gelmesi teferruattan farklıdır. Bu ve benzeri bir
        çok ayeti kerime bizi bundan men etmiştir ki, Yahudi ve
        Hıristiyanların düştükleri duruma düşmeyelim. Öyle ki onlar
        nebiler hususunda bile ihtilafa düşüp dinlerini terk ederek, bid'at
        ve dalaletlere düşerek param parça oldular. Ayrı ayrı akidelere
        sahip millet, grup ve mezhepler haline geldiler.
        Allahu Teâla'nın şu sözü de bunu açıklamaktadır: "Fakat
        onlar ihtilafa düştüler. Kimileri inandı kimileri de küfre düştü." Görüldüğü gibi konu küfür ve iman konusudur. Kaldı ki akidenin
        dışında kalan ameli konulara gelince, deliller; nassların içerdiği
        mana ve delalet ettiği şeyin dışına çıkmaksızın farklı
        kavrayışların olabileceğini göstermektedir. Bu durum Müslüman
        alimlerce bilinmesi
 zorunlu olan hususlardandır.
        Cemaatlar, şer’i hükümler çerçevesinde kurulu oldukları müddetçe,
        akidede ihtilafın caiz olmadığına delalet eden nassların birden
        çok İslâmi hareketlerin de caiz olmadığına delil olarak kullanmak
        basit bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.
        Görüldüğü gibi konu küfür ve iman konusudur. Kaldı ki akidenin
        dışında kalan ameli konulara gelince, deliller; nassların içerdiği
        mana ve delalet ettiği şeyin dışına çıkmaksızın farklı
        kavrayışların olabileceğini göstermektedir. Bu durum Müslüman
        alimlerce bilinmesi
 zorunlu olan hususlardandır.
        Cemaatlar, şer’i hükümler çerçevesinde kurulu oldukları müddetçe,
        akidede ihtilafın caiz olmadığına delalet eden nassların birden
        çok İslâmi hareketlerin de caiz olmadığına delil olarak kullanmak
        basit bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.
        “Şöyle şöyle belalar
        olacaktır! Bir birlik iken kim onların bu birliğini bozmaya çalışırsa,
        kim olursa olsun kılıçla boynunu vurun.” Ayrıca; “Kim
        ayrılırsa bizden değildir.” Ayrıca şu hadis de mevcuttur:
 Ayrıca; “Kim
        ayrılırsa bizden değildir.” Ayrıca şu hadis de mevcuttur:
                Ne var ki bu deliller
        halifeye yapılacak biatla, itaat etmekle halifede açık bir küfür
        görülmediği ana kadar ona karşı çıkmanın caiz olmadığına
        dairdirler.
        "Size gelip sizinle
        tartışan, birliğinizi bozan kim olursa    olsun boynunu
        vurun" delili, halifenin yerini tutma
        durumunda olmayan cemaatlerle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
        Aksine halifenin belirlenmesi ve onu hesaba çekme konusunda
        delildirler.
        Diğer taraftan akli olarak
        tek bir cemaatın olmasındaki gereklilik ve birden fazla cemaatın
        olmasının hedefe ulaşmada engel teşkil ettiğinin ortaya konmasına
        gelince: Gerçek şu ki bunlar birden fazla İslâm cemaatının
        bulunmasına ne engel olur ne onu haram kılar ve ne de tek bir
        cemaatın olmasını farz kılar. Kaldı ki haram ve farz kılan ancak
        şer’i delildir, şeriattır. Ümmetin içinde yaşadığı kötü vakıa
        tamamen doğru anlaşılıp ortaya konmalı, vakıa hakkında sağlam
        bir teşhise varılmalı, sonra şeriata yönelip bu vakıa ile alakalı
        delile tespit edilmeli, sonra bu şer’i delillerle neyin farz neyin
        haram olduğu ortaya konmalıdır. Çözüm böyle üretilir. Yoksa vakıadan
        herhangi bir hükmü istinbat etmemiz, almamız söz konusu bile
        olamaz.
        
        
            Bulunmasının Caizliği
         
            
            
             
         
        
        Birden fazla İslâmi
        hareketin bulunmasının caiz olmadığını, tek bir hareketin
        olmasının farz olduğunu iddia edenlerin ortaya koydukları delillerin
        delil olmadıkları açık seçik belli olması, bir şeyin
        yasaklanması onun zıddının ispatlandığını göstermez. Yani
        Allah'ın hükümleriyle hükmetmek için çalışan birden fazla
        cemaatın olmasının meşruluğu buna dayandırılamaz. Zira bunun caiz
        olduğunu gösteren sağlıklı delillerden dikkatlice istinbat edilmiş
        sağlam hükümlerin bulunması lazımdır. Bu deliller nelerdir?
        Esaslarda yani akidede değil
        de amelde ve teferruatta ihtilafın caiz olduğunun delilleri
        sayılmayacak kadar çoktur. Gerçek şu ki; Sünnet, furüda ihtilafın
        olmasını caiz kılmaktadır. Sahabelerin kendi aralarındaki
        ihtilaflar da böyledir. Tabilerin ve geçmiş ulemanın ihtilafları da
        bu niteliktedir. Yasaklanan ihtilaf, kâfirlerin kendi aralarında düştükleri
        ihtilaftır. Kâfirlerin düştükleri ihtilaf dinin esaslarındandır,
        teferruatından değildir. Örneğin peygamberlere olan muhalefetleri ve
        Ahirette tekrar dirilme, haşır ve neşir konusunda, Allah'tan
        indirilen kitaplar hakkındaki ihtilafları ve böylece grup, hizip,
        millet ve fırka olmaları hep bu kabildendir. Allah (C.C.)'ın
        nebilerine inzal buyurduğu haktan saptılar ve kendilerine tabi
        olanları da saptırdılar.
        
        “Hizipler kendi aralarında
        ihtilafa düştüler. Herkesin toplanacağı o büyük günde vay o
        kâfirlerin haline.” ayetiyle Allahu Teâla, bu
        nitelikteki bir ihtilaftan sakındırmaktadır.
        ayetiyle Allahu Teâla, bu
        nitelikteki bir ihtilaftan sakındırmaktadır.
        Hendek Savaşı günü; Rasul
        (s.a.v.)'in:
        
        “Kim bu sözüme kulak
        verip itaat ediyorsa İkindi Namazanı, Beni Kureyza yurdunda kılsın” sözünü sahabenin farklı şekilde
        anlamalarını Allah'ın Rasulünün ikrarı ile Rasul (s.a.v.)'in:
        “Hakim ictihad edip isabet ederse iki sevap, hata ederse
        bir sevap alır.”
        sözünü sahabenin farklı şekilde
        anlamalarını Allah'ın Rasulünün ikrarı ile Rasul (s.a.v.)'in:
        “Hakim ictihad edip isabet ederse iki sevap, hata ederse
        bir sevap alır.” hadislerinden
        yapılan istidlaller şunlardır:
        hadislerinden
        yapılan istidlaller şunlardır:
        
        1- Müctehid
        hata da eder, isabet de eder. Müctehid olması hata etmeyeceği
        anlamına gelmez.
        
        2- Müçtehidin
        istinbat ettiği hüküm hatalı da olsa şer’i hükümdür.
        
        3- Müctehid
        hata yaptığında bunu bilemez. Kaldı ki hata yaptığını bilse o görüşte
        kalması caiz olmayacaktır. Böylece kavrayışının doğru bulduğu
        başka bir görüşe varacaktır.
        
        4-
        Hata da yapsa isabet de etse müçtehid Allah katında mükafat kazanır.
        Ancak isabet ettiğinde alacağı ecirle hata ettiğinde alacağı ecir
        arasında fark vardır.
        Zanni meseleler kapsamına
        giren şer’i hükümlerdeki ihtilaflarından dolayı Müctehidlerden
        günahın kaldırıldığında imamlar arasında ittfakın var olduğu
        fıkhın bilinen konularındandır.
        Kurtubî
        rahmehullah, tefsirinde şöyle demektedir: "Binlerce kişi
        olsalar da sahabelerin hadiseler hakkındaki ihtilafları hep
        olagelmiştir." Bunun gibi "Fakih ve Mütefakkih" adlı
        eserinde el-Bağdadi, Ömer b. Abdü'l Aziz'in şöyle dediğini rivayet
        eder: "Muhammed (s.a.v.)'in ashabı
        şer’i nassları anlamada dolayısıyla da şer’i hükümlerde
        ihtilaf etmeseydi bu durum beni sevindirmezdi. Zira onlar ihtilaf
        etmeselerdi, ruhsat durumu da olmayacaktı."
        
        Diğer taraftan büyük İslâm
        ulemasından müellifler, ihtilafın sebebini açıklayan bir çok eser
        kaleme almışlardır. Tespit ettikleri sebeplerden bazıları şöyledir:
        - Bir insanın diğer bir
        insandan bazı açılardan daha üstün veya aşağı olması söz
        konusudur. Güçler anlayışlar, muhakeme gücü v.b. yeteneklerin
        farklı olması neticesinde ictihadlar ve delillerden hüküm
        istinbat etme işi de muhtelif olmaktadır. Bu durum
        sahabe döneminden zamanımıza kadar böyle devam edegelmiş ve
        Kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Ayrıca şeriatın yapısı
        itibarıyla şer’i nassları anlamada dolayısıyla da şer’i hükümlerde
        müslümanların farklı görüşler ortaya koymalarına elverişlidir.
        Bu da onun rahmet olan karakterinin bir neticesidir.
        - Muhtelif kıraatlar
        muhtelif anlayışlara götürür. Her müctehit kıraatının
        doğruluğunda ayeti anlar. Abdest ile ilgili ayette durum böyledir. Kıraatın
        farklı olmasından dolayı iki ayağın yıkanacağı mı yoksa mesh
        edileceği mi konusunda ihtilaf olmuştur.
        - Fıkıh alimlerinin bazı
        hadiseler üzerindeki ihtilafları da mevcuttur. Bazen olur ki hadis
        falanca alim veya fakihin kanaatına göre
        sahih olur, fakat diğer bir fakihin hadisi kabul ve red kriterlerine göre
        o hadis zayıftır. Örnek olarak mürsel hadisleri bu bakımdan ele
        alabiliriz. Gerçek şu ki, bu ümmetin fakih imamları, mürsel
        hadislerin hüccet olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
        Onlardan bazıları mürsel hadisi hüccet kabul etmelerine rağmen
        bazıları da hüccet kabul etmemişlerdir. Munkatı hadisler mevzusu da
        böyledir.
        - Öyle olmuş ki bazen
        deliller birbirlerine muarız olabilmiştir. Örneğin, bir kısım nass
        necis olan şeyle tedavi olmayı pis olması sebebiyle nehyetmiştir.
        
        “Allah çeşit çeşit
        hastalık ve onların devasını vermiştir. Her hastalığa bir ilaç
        ihsan etmiştir. Öyle ise tedavi olunuz. Ancak haram olan şeyle tedavi
        olmayınız.” Buna karşılık diğer bir nass, necis olan
        şeyle veya haram olan şeyle tedavi olmayı mübah kılmıştır. Meselâ;
        hadiste şöyle geçmektedir: “Nebî (s.a.v.) Abdurrahman b.
        Avf ve Zübeyr için ipek giyme ruhsatı verdi. Zira
        onların vücutlarında bir kaşıntı vardı.”
 Buna karşılık diğer bir nass, necis olan
        şeyle veya haram olan şeyle tedavi olmayı mübah kılmıştır. Meselâ;
        hadiste şöyle geçmektedir: “Nebî (s.a.v.) Abdurrahman b.
        Avf ve Zübeyr için ipek giyme ruhsatı verdi. Zira
        onların vücutlarında bir kaşıntı vardı.”  Buna
        benzer bir hadis de şöyledir: “Müslümanlar, devenin sidiğiyle
        tedavi oluyorlardı. Bunda bir beis görmezlerdi.”
        Buna
        benzer bir hadis de şöyledir: “Müslümanlar, devenin sidiğiyle
        tedavi oluyorlardı. Bunda bir beis görmezlerdi.”  Bu şekilde
        olan durumlar ihtilafa sebep olmuştur.
        Bu şekilde
        olan durumlar ihtilafa sebep olmuştur.
        - Diğer
        taraftan sarih bir nassın bulunmadığı meselelerde Allah'ın hükmünün
        bilinmesi ictihadla olacağından ve ictihadın da ihtilafa açık bir
        nitelikte olup zann ifade ettiğinden muhtelif ictihadların olması pek
        tabiidir.
        - Ayrıca lafızların
        delaleti bakımından Arapça lisanının pek geniş olması, hakiki,
        mecazi, mutlak-mukayyed, âmm-hass gibi ifadelerin mevcudiyeti de
        ihtilafa sebep olmuştur. Gerçek şu ki vahyin taşıyıcısı olan
        Arapça lisanının karakteri böyledir. Yani Allah'tan inen vahyi taşıyan
        lafızlar ve terkipler farklı mana ve birden çok şeye delalet
        edebilmektedir. Allah (C.C.)'ın boşanmış
        hanımlar hakkındaki şu ayetini ele alalım:
        
        “...Kendi kendilerine üç
        kuru beklerler.” İşte bu ayetteki "kuru"
        sözcüğü bazen temizlik müddeti bazen de hayızlı olma hali
        anlamına gelebilmektedir. Buna göre kast edilen mana hangisidir.
        İşte bu durum bu mevzuda ihtilafın meydana gelmesindeki haklı
        nedendir.
 İşte bu ayetteki "kuru"
        sözcüğü bazen temizlik müddeti bazen de hayızlı olma hali
        anlamına gelebilmektedir. Buna göre kast edilen mana hangisidir.
        İşte bu durum bu mevzuda ihtilafın meydana gelmesindeki haklı
        nedendir.
        Yukarıda
        sıraladıklarımız şeriat hakkında umumi manada söylenecek
        şeylerdir. Esas konumuza dönersek acaba durum aynı mı olacaktır?
        Yoksa farklı mı olacaktır? Yani şeriatın hüküm koyduğu ve hükmü
        ikrar ettiği şer’i hükümler konusunda ihtilafın meydana
        gelmesinin caiz olması birden fazla İslâmi hareketin olmasını de
        caiz kılar mı, yoksa bu çerçevenin dışına çıkaracak bu konunun
        özel bir takım delilleri mi vardır?
        Kaldı ki cemaat ve hizipler
        farklı biçimde şeriatı anlama gerçeği üzerine kaimdirler. Onların
        durumu tıpkı herhangi bir şer’i anlayış gibidir. Ancak subutu ve
        manaya delaleti kati bir nass varsa o başka. Bir cemaatın
        benimseyeceği şer’i hükümler, yanılma veya isabet etme ihtimali
        olan ictihadi şer’i hükümlerdir. Buna göre bir müslümanın birçok
        hatasını gördüğü bir cemaatla beraber çalışması caiz
        değildir. Böyle bir cemaatla karşılaştığı zaman nasihatta
        bulunması gerekir. Bunun yanında, Allah katında sorumluluktan
        kurtulması için beraber çalışacağı bir cemaatı da aramalıdır.
        Yukarıda insanların, alimlerin ve şeriatın inzal olduğu dilin
        tabiatının ihtilafa müsait olduğunu belirtmiştik. İşte bütün
        bunlar birden fazla İslâm cemaatının mevcudiyetini temize çıkaran
        delillerdir. Şeriatı anlamada ihtilaf söz konusu olduğu sürece
        bunda bir zarar yoktur. Böylece doğruya en yakın olan cemaat veya
        hizip ile birlikte çalışmak vacip olmaktadır.
        Allahu Teâla'nın şu sözü
        de böyle değerlendirilmelidir:
        
        “Sizden hayra davet eden,
        marufu emredip münkerden alıkoyan bir cemaat
        bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.” Bu
        ayet, görevi hayra davet etmek, marufu emretmek ve münkerden de sakındırmak
        olan en azından bir cemaatın bulunmasını emretmektedir. Ayette
        sadece bir cemaatın bulunması da kastedilmemektedir. Maksat öyle
        olsaydı, muhtemelen ayette, "tek bir ümmet" ifadesi de yar
        alacaktı. Ayet; olması istenen cemaatın çeşidini ortaya koymak için,
        görevi hayra davet, marufu emir, münkerden nehiy olan bir cemaatın
        bulunmasını istemektedir. Zira bu öyle bir farzı kifayedir ki sadece
        bir cemaatın bulunmasıyla da varlığı tahakkuk etmiş olur. Ancak
        birden fazla anlayıştan kaynaklanan birden çok cemaatın
        bulunmasında bir sakınca yoktur. Bu ayetteki ifade biçimi daha
        bir çok ayet ve hadiste mevcuttur. Meselâ; şu
        hadise bu açıdan bir bakalım, Hadis şöyledir:
 
        Bu
        ayet, görevi hayra davet etmek, marufu emretmek ve münkerden de sakındırmak
        olan en azından bir cemaatın bulunmasını emretmektedir. Ayette
        sadece bir cemaatın bulunması da kastedilmemektedir. Maksat öyle
        olsaydı, muhtemelen ayette, "tek bir ümmet" ifadesi de yar
        alacaktı. Ayet; olması istenen cemaatın çeşidini ortaya koymak için,
        görevi hayra davet, marufu emir, münkerden nehiy olan bir cemaatın
        bulunmasını istemektedir. Zira bu öyle bir farzı kifayedir ki sadece
        bir cemaatın bulunmasıyla da varlığı tahakkuk etmiş olur. Ancak
        birden fazla anlayıştan kaynaklanan birden çok cemaatın
        bulunmasında bir sakınca yoktur. Bu ayetteki ifade biçimi daha
        bir çok ayet ve hadiste mevcuttur. Meselâ; şu
        hadise bu açıdan bir bakalım, Hadis şöyledir:
        
        “Sizden kim bir münker
        görürse onu eliyle değiştirsin...” Burada
        maksat bir tek münker değildir. Bilakis münker bir cinsi ifade
        ediyor.
 Burada
        maksat bir tek münker değildir. Bilakis münker bir cinsi ifade
        ediyor.
        Ebu'l A'la
        el-Mevdudi "Din ve Devlet Ekseninde İslâmi Kavramlar" adlı
        kitabında, marufu emretmek ve münkerden alıkoymak farziyeti adlı
        başlık altında şöyle demektedir: "Sizden
        hayra davet eden bir ümmet bulunsun"
        ayetindeki "kısımlandırma" emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker
        farziyetinin ümmet içinde belli bir cemaata hasredildiği, özel kılındığı
        anlamında değildir. Bilakis öyle bir farziyettir ki durum ne olursa
        olsun her halükarda bunu ifade edecek bir cemaatın bulunmasını vacip
        kılmaktadır. Yani hiç olmazsa bir cemaat bunu eda etsin. Bu
        farziyetin eda edilişi sayesinde hak ve    hayır yolu aydınlansın ve
        insanların ona tutunmaları kolaylaşsın. Ayrıca batıl ve karanlık
        şer yolu da böylece engellensin. Unutulmamalıdır ki, bu farziyet
        ümmet tarafından eda edilmediğinde ve bir cemaat boyutunda olsa da bu
        farziyet yerine getirilmediği takdirde Allah'ın lanetine düçar
        olunmuş olur. İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet   
        olmanın
        yerine şiddetli bir azabı haketmiş olacaktır.
        
        Buraya kadar
        anlattıklarımızdan şu neticeler ortaya çıkmaktadır:
        - Şeriatı vazedenin onu
        rahmet kıldığını iyice bilmemiz gerekmektedir. Onu rahmetten
        zahmete çeviren faktör yalnızca, Müslümanların kötü kavrayışlarıdır.
        Örnek olarak şu kadri yüce İslâm fıkhının iki büyük fakihi
        olan İmam Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel'i bu ümmetin birer imamları
        olarak nasıl görüşe sahip olduklarına bir bakalım: "Görüş
        Farklılıkları" adlı kitapta anlatıldığına göre; İmam
        Şafiî'nin öğrencileri İmam Şafiî'ye gelerek, farklı görüşlerine
        sahip oldukları için Ahmed b. Hanbel'in öğrencileri ile
        tartıştıkları halde Ahmed b. Hanbel'in nasıl olur da kendisini
        ziyaret edebildiğinden şikayetlenirler. Bunun üzerine Şafiî (r.a.)
        şöyle der:
        
        Diyorlar ki, Ahmed seni
        ziyaret ediyor sen de onu,
        Ben de diyorum ki, faziletin
        ait olduğu yer değişmiyor,
        O beni ziyaret etse,
        üstünlük ondadır.
        Ben onu ziyaret etsem
        üstünlük yine ondadır.
        Her iki durumda da
        üstünlük ona aittir.
        
        Buna benzer bir olay Ahmed b.
        Hanbel ve öğrencileri arasında vukuu bulmuştur. O da şöyle demiş:
        
        Her ne kadar ihtilaf etsek
        de,
        İlim bir ana gibi bizi
        uzlaştırır,
        Pınarların suyu tek bir
        kapta bize sunulsa da
        Tadı bize muhtelif
        gelecektir.
        
        - Bunun içindir ki kim
        bütün Müslümanları tek bir İslâmi hareket içinde tutmaya çalışıyorsa
        onun şeriat vakıasından da haberi yoktur. Ayrıca insanın gerçeğinden
        ve vakıasından haberi yoktur. Biz böyle bir tutum içinde olanlara
        İmam Malik'in, Harun er-Raşîd'e dediğini diyoruz. Harun er-Raşîd
        İmam Malik'in mezhebini tek başına topluma kabul ettirmeye karar
        verip diğer mezhepleri engellemeye çalıştığında İmam Malik ona
        şöyle dedi: "Allah'ın kendilerine geniş kıldığı şeyi
        (dini) müslümanlara daraltma."
        
        - Diğer taraftan kâfir
        devletler ve ona tabi olan sistemlerin sahipleri ne zaman yeryüzünde
        Allah'ın hükmüyle hükmetmek için çalışan bir cemaat veya
        cemaatları görseler çok kötü uslüplarla iftira ve yaygara
        kopararak bu cemaatları kendi gaye ve amaçlarına ulaşma yolunda akim
        bırakmaya çalışıyorlar. Bu konuda çok uyanık olmamız
        gerekmektedir. Birden fazla İslâmi hareket, hizip veya cemaatın
        olması caiz değildir dersek bu demektir ki her cemaat kendi
        dışındakilerle birleşmelidir. Bu da kendisi ve diğerlerini
        birbirine karıştırmak demektir. Ne var ki bunun aksi bizden
        istenmektedir. Diğer bir ifadeyle diğerlerinin kendi halinde
        bırakılması ve insana faydalı olan özün geriye bırakılması
        makbul olanıdır.
        - Madem ki birden fazla İslâmi
        hareketin bulunmasını caiz kabul etmeyen ve yalnızca bir tane İslâmi
        hareketin bulunması gerektiğini öngören bu görüş, şeriatın,
        insanın ve şeriatın inzal olunduğu lügata muhaliftir. Öyle ise bu
        tezin tahakkuk etmesi asla mümkün değildir. En önemli işin yerine
        getirilmesiyle ilgili bir kaç söz kaldı. O önemli iş Hilâfet'in
        ikamesi meselesidir. Müslümanlar birleşmedikçe "Allah onlara
        yardım etmez" demek doğru ve makbul değildir. Aslında şöyle
        denilmelidir: "Müslümanlar Allah'ın ipine sımsıkı
        sarılıp onun emrini yerine getirme işinde şer’i hükümle
        kendilerini kayıtlı kılmadıkça    Allah onlara yardım etmez."
        
        Şer'i hükme bağlananların
        sayısı az da olsa Allah onlara yardım edecektir. Hak üzere olan bir
        tek kişi bile çok büyük bir güce sahiptir. Batıl üzere olanların
        sayısı çok olsa da her zaman “hiç”
        hükmündedirler.
        Bu konuda şunu da
        belirtirsek sözü tamamlamış oluruz. Gerçekten halifenin mevcudiyeti
        ve İslâm Devleti'nin varlığı Müslümanların birlik ve
        beraberliğinin en belirgin vasfıdır. Bu siyasi birlik ve bütünlüğün
        dışında ittihat söz konusu değildir. Muhtelif anlayışlarla
        karşı karşıya kalsak da bize düşen itaattır. Siyasi birliği
        muhafaza edecek hükümleri ortaya koyacak olan veya müctehidlerin
        ictihadlarından hüküm benimseyerek bunu sağlayacak olan kişi
        halifedir. Böylece ihtilaf ortadan kalkar. Halife bu hususta men
        edilemez. Zira onun emri zahiren ve batınen Müslümanlar üzerine
        tatbik edilir, icra ve infaz edilir. Fakat herhangi bir hizbin emrine
        gelince, onun buyruğu cemaat içindeki ihtilafı bertaraf eder. Cemaat
        organlarının birliğini sağlar. Bütün Müslümanlar arasındaki
        ihtilafı gideremez.
        
         
        
        
        Evrensel Hareket mi?
        Yöresel Hareket mi?
        
        
         
        İslâm’ın evrensel
        olmasını öne süren Müslümanlar, bunu İslâm dininin evrenselliğine
        bağlamışlardır. çünkü Muhammed (s.a.v.)
        bütün insanlara gönderilmiş bir Rasuldür. Buna göre İslâmi
        hareketin bütün dünyaya yayılmış evrensel bir hareket olması
        gerekmektedir. İslâmi değişimin yüklendiği devasa sorumluluklar da
        hareketin evrenselliğini zorlamaktadır. Yani tüm dünyanın İslâmi
        nasslara göre değiştirilmesi hareketin evrensel olmasını
        gerektirmektedir. Bu görüş sahipleri Kur'an'dan da delil
        getirmektedirler. Örneğin:
        
        “Ve işte böylece Rasul
        üzerinize şahit, sizde insanlar üzerine şahit olasınız diye sizi
        üstün bir ümmet kıldık.” 
        
        “De ki; ey insanlar, şüphesiz
        hepinize gönderilmiş bir Rasûlüm.” 
        
        “Biz seni bütün insanlara
        bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” v.b.
        ayetleri delil getiriyorlar. Diğer taraftan Rasul (s.a.v.)
        de davetini bütün insanlığa en güçlü kavimlere yöneltmiştir.
        Bütün ve askeri mülki amirlere ulaştırmıştır. Meselâ; Habeş
        Kralı Necaşi'ye, Rum'un büyüğü Heraklit'e, Kıbti Prensi
        Mukavkıs'a, Fars Kisrası'na davetini elçi ve mektuplarla tebliğ
        etmiştir. Bunun içindir ki İslâmi çalışmanın şurada veya burada
        mahalli küçük dernek ve gruplar şeklinde olması caiz değildir.
        Aksi takdirde İslâmi gayret ve çalışma boş vadide yankılanan bir
        ses olmaktan öteye gitmez.
 
        v.b.
        ayetleri delil getiriyorlar. Diğer taraftan Rasul (s.a.v.)
        de davetini bütün insanlığa en güçlü kavimlere yöneltmiştir.
        Bütün ve askeri mülki amirlere ulaştırmıştır. Meselâ; Habeş
        Kralı Necaşi'ye, Rum'un büyüğü Heraklit'e, Kıbti Prensi
        Mukavkıs'a, Fars Kisrası'na davetini elçi ve mektuplarla tebliğ
        etmiştir. Bunun içindir ki İslâmi çalışmanın şurada veya burada
        mahalli küçük dernek ve gruplar şeklinde olması caiz değildir.
        Aksi takdirde İslâmi gayret ve çalışma boş vadide yankılanan bir
        ses olmaktan öteye gitmez.
        Evet şüphesiz İslâm,
        akidesiyle, nizamıyla evrenseldir.
        Allah C.C.
        her şeyin halikıdır. Her şeyi O düzenler. O, Alim ve Habirdir. Bir
        basit sudan yaratılmış aciz ve zayıf bir mahluk olarak insanın O'na
        sığınması kaçınılmazdır. Allah insanın yaratıcısı ve bütün
        insanların Rabbıdır. İnsanın varlık sebebi ve yaratılış gayesi
        Allah'a kulluktur. Ayrıca insanın varlığının hayat sonrasıyla da,
        tekrar dirilme, hesap, cennet veya cehennemle de bağlantısı vardır.
        İmana ve küfre, itaata ve isyana karşılık öbür dünyada mükafat
        ve azap vardır. Akidenin gerçek yapısının bütün insanlara ulaştırılması
        gerekmektedir.
        
        “Ta ki hayat bulan bir
        delil beyanat üzere hayat bulsun, helak olan da delile rağmen helak
        olsun.” ayetinin gereği onlara
        ulaştırılmalıdır.
 
        ayetinin gereği onlara
        ulaştırılmalıdır.
        Ayrıca bu akideden
        fışkırmış olarak Allah'ın Rasulü'ne inzal buyurduğu nizam,
        insanların renk, ırk ve mevkisine bakmaksızın sadece insan olması
        hasabiyle bütün insanlar için gelmiş bir nizamdır.
        Evet, İslâm dini evrensel
        bir dindir. Bu din, İslâm devletini inşa edecek çekirdeğin evrensel
        nitelikte olmasını gerektirmektedir. Bu nedenle İslâm, bu önemli
        görevi üstlenen cemaatın kendisini buna hazırlamasını
        gerektirmektedir. Bu bakımdan esasen bir cemaatın ne çalışmasını
        ve ne de bakışını dar bir açıda tutmaması gereklidir. Çalışmasının
        hacmini içinde yaşadığı ülkenin hacmiyle sınırlandırmamalıdır.
        Hakkın parça parça kabul edilmesini gerektiren tedriciliği ve
        yamalı bohça önerilerini kabul etmemelidirler. Çünkü bu türden
        öneriler, hakkın kökleşmesini zayıflatmaktadır. Cemaat, şekli ne
        olursa olsun eskiden müşrikler bir takım putlara, heykellere
        tapıyor, onlardan zararı defetmesini ve fayda sağlamasını
        bekliyorlardı. Şu andaki müşrikler de put ve heykeller yerine bir
        takım muayyen fikir ve kavramlardan fayda bekliyorlar. Bütün beşeriyeti
        küfrün bataklığından ve şirkin batıl akidesinden kurtarmaktan ve
        tek hakka döndürmekten sorumlu hissetmelidirler. Bakışlarını ve
        benimseyecekleri kültürü bu bakış açısında
        yoğunlaştırmalıdır. Bu sayede yapacağı çalışma ve izleyeceği
        yolun resmen çizilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Böylece
        şer’i hükümlerle oturup koyduğu metotla yoluna devam ederken
        karşılaşacağı her türlü zorluk ve meşakkate taviz vermeden ve
        sapmadan sabretmelidir. Şer'i hükmün gösterdiği ısrarla, ikame
        etme hususunda bir gevşekliğe ve bir sapmaya veya bir korkuya düşmemelidir.
        Böyle olursa Allah sübhanehu Teâla bu işin evrensel olarak zafer
        bulması, başarıya ulaşması için yardım edecektir. Kaldı ki İslâm
        akidesinin evrensel hakimiyetinin sağlanması işi İslâm Devleti'nin
        kurulmasıyla ancak gerçekleşebilir. İslâm'ın bir akide ve fikir
        olarak her halükarda evrensel olması yanında, İslâm’ın bir
        devlet halinde varlığının sağlanması için yapılacak çalışmanın
        Hilâfet Devleti'nin kurulacağı yer ile bağlantılı olduğu gerçeği
        de inkâr edilemez. Netice itibariyle kurulacak olan Hilâfet Devleti
        çok büyük bir önem arz etmektedir.
        Vurgulamamız gereken bir
        nokta kaldı: Müslümanların ülkesi birçok devlete -ki maksat buydu-
        bölündü. Bu devletlerde yaşayan Müslümanlar
        genel manada aynı durumda yaşamaktalar. Bazı ufak tefek durumlar
        farklılık arz etse de bir cemaatın tek metotla her yerde aynı
        şekilde örgütlenip çalışması ve yayılmasına engel değildir.
        Bir ülkede bunu başarabileceği gibi birden fazla ülkede de bunu başarabilir.
        Bu imkan cemaata yüzünü ve yönünü daha büyük ve daha faal olmaya
        çevirme kudretini vermektedir. Kuracağı Hilâfet Devleti'ni büyüme
        ve yayılmaya elverişli olan bölgelerin birinde ikame etmeye
        yönelmelidir. Bunu elbette ki İslâm Devleti'ni ikame etmek için bu
        önemli işe atılacak cemaat tayin edecektir. Devleti, evrensel bir mücadeleye
        girmek üzere hazırlayacaktır. Hem Devletin kurulma hem de onu
        evrensel boyutta hakim konuma gelmesi ise Allah (C.C.)'ın
        yardımıyla olacaktır. O'nun yardımına bağlıdır.
        
        
        Bütün Olarak mı Olacak?
        
        
         
        Müslümanlardan bazıları
        İslâmi çalışmanın bir bütünlük ve denge içinde yürütülmesi,
        tezini savunuyorken, buna karşılık bazıları da İslâmi çalışmanın
        cüzler ve parçalar halinde kısım kısım yürütülmesi tezini
        savunuyorlar. Her biri kendi tezinde direnmektedir.
        Bir bütün olmasını
        isteyenler bu bütünlükle diğer yönler ve cüzler terk edilerek çalışmanın
        sadece bir yöne veya İslâm'ın bir cüzüne hasredilmesinin caiz
        olmadığını kastetmektedirler. Zira İslâm sisteminin
        özelliklerinden biri de onun ibadet, iktisat, ictimai, siyasi, askeri
        nizama sahip olmasıdır. Ayrıca nübüvvet döneminde İslâmi çalışma
        mütekâmilen tam bir bütünlük içinde yürüdü. İşleri farklı yönleriyle
        tek başına Rasul (s.a.v.) güdüyor ve takip
        ediyordu. Terbiye etme noktasında bir mürebbi, eğitim noktasında bir
        öğretmen, cihad noktasında bir komutan plan ve strateji noktasında
        bir uygulayıcı idi. Bütün işler bu minval üzere yürüdü. Demek
        ki İslâmi çalışma hangi yerde ve zamanda olursa olsun Rasul (s.a.v.)'in
        izinde yürütülecektir. Şu veya bu metotla yürütme serbestiyeti
        yoktur.
        Buna karşılık İslâmi
        çalışmanın İslâm'ın bazı kısımlarıyla alakalı olması, İslâmi
        çalışmanın bazı cüzlere hasredilmesi ve
        onlara bağlanması ve onun dışına çıkmaması, çalışmasının
        hasredildiği cüze inanılması ve itibar edilmesi ve onun dışında
        kalan kısımların terk edilmesi manasına gelmektedir. Ayrıca İslâm'ın
        bir cüzü ile uğraşmak müteaddit gruplara ve gücün dağıtılmış
        olmasına sebep olacaktır. Kaldı ki Kur'an İsrail oğullarının
        kitaplarının bir kısmını alıp bir kısmını almamalarını tenkit
        etmiş, kötü göstermiştir.
        
        “Yoksa siz kitabın bir
        kısmına inanıyor bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz. Sizden bunu
        yapanın cezası dünya hayatında hüsrandır. Kıyamet gününde azabın
        en şiddetlisine döndürülecektir.” Ardından
        cahiliyeye topyekün meydan okuyarak İslâmi çalışmada tekamülün
        olmasını emretmektedir.
 
        Ardından
        cahiliyeye topyekün meydan okuyarak İslâmi çalışmada tekamülün
        olmasını emretmektedir.
        Bir bütünlük ve denge
        içerisinde çalışan Müslümanlar, İslâm'ın her yönüne tam bir
        önem verilerek, her yön ne kadar ve nasıl uğraşılmaya değerse o
        kadar uğraşmak gerektiğini savunuyorlar. Böyle yapılmadığı
        takdirde karışıklığa meydan verilmiş olur. Kaldı ki dengeli ve
        ölçülü olmanın bir gereği olarak mantıki verilere itibar
        etmektir.
        Sözün özü bir bütünlük
        içinde çalışmakla İslâm'ın bir bütün olarak ele alınması
        kastedilmektedir. İslâmi çalışma içinde olan cemaatın kuşatıcı
        bir tez ile çalışmayı sınıflandırması gerekir. Şüphesiz denge,
        her üniteye taşıdığı değer düzeyinde önem vermeyi
        gerektirmektedir. Taşıdığı değerden az veya çok önemseyip
        öylece mesai harcanırsa neticede karışıklığa ve kargaşaya meydan
        verilmiş olur ve neticesiz kalır.
        Gerçek şu ki tekamül ve
        ölçü kanunları eşyanın ve fiillerin tabiatına hükmeden kanunlardır.
        Onları Müslüman olan da olmayan da kavrayabilir. İnsanlar
        hayatlarında onların varlıklarını ve gerçekleştirmek istedikleri
        şeylere olan etkilerini hissederler ve onları dikkate alarak
        davranışta bulunurlar.
        Ancak, eşyanın tekamülünün
        ve dengesinin sağlanması üzerindeki hüküm fiillerin aksine akla
        dayanmaktadır. Zira fiiller hakkında
        verilecek hüküm şeriata dayanmaktadır.
        Beşer aklı, eşyanın
        vakıasını ve eşyayı oluşturan unsurları kavrayabilir. Bu alan,
        işin erbabı olan kişilerin alanı olup Rasulullah (s.a.v.)'in
        söylediği şu hadisin kapsamına giren hususlardandır:
        
        “Siz dünya işlerinizi
        daha iyi bilirsiniz.” 
        
        
        Çiftçi, doktor, mühendis,
        makinist gibi sahasında mütehassıs olan herkes ilgili olduğu işin
        uzmanıdır. Yaptığı işi ve kanunlarını bilir. Çalışmalarında
        bildiği bu kanunlara riayet eder.
        Fakat fiillere gelince, durum
        değişir. Onların sınırlandırılması Allahu Teâla'ya aittir. Bu
        sahaya da Rasul (s.a.v.)'in; “Bizim işimize
        uymayan her iş reddedilir.” tarzındaki
        sözü tatbik edilir. Diğer bir ifade ile şu şer’i kaide bu sahaya
        tatbik edilir:
 
        tarzındaki
        sözü tatbik edilir. Diğer bir ifade ile şu şer’i kaide bu sahaya
        tatbik edilir:
        
        “Fiillerde asıl olan şer’i
        hükümle kayıtlı olmaktır.” Çünkü fiillere verilen
        hüküm o fiilin iyiliği veya kötülüğünü niteleyecektir. Bu da
        insanların o fiili nasıl gördüklerine bağlıdır. Yoksa fiilin
        zatından dolayı değildir. Öyle ise Müslüman olan kişi inandığı
        fikirler çerçevesinde fiillerin kıymet derecelerini takdir edecektir.
        Ayrıca fiil dediğimiz şey Allah (C.C.)'ın
        emirlerine ve yasaklarına göre güzeldir veya çirkindir. İşte şu
        şer’i kaide de böyledir:
        
        “Güzel, şeriatın güzel
        kıldığıdır, çirkin de şeriatın çirkin kıldığıdır.”
        
        Binaenaleyh Müslüman, eşyalarda
        dengeyi ve tekamülü gerçekleştirmek istediği zaman diğer insanlar
        gibi aklını kullanır. Ancak bu dengeyi ve tekamülü fiillerde sağlamak
        istediği zaman şer'î hükümlere göre hareket etmesi gerekir.
        Diğer taraftan denge ve
        tekamül yasaları, şeriatça istenen fiilin hacmini aşmaz. Fakat bu
        durum aşağıdaki açıklamaları gerektirmektedir:
        İslâm mütekâmildir.
        Kemale ermiştir. Bütün Müslümanlar İslâm'ın bütününü ikame
        edeceklerdir. Bütün Müslümanlardan maksat da bütün bir Müslüman
        ümmettir.
        İslâm ümmetinin
        bünyesinde fertler, cemaatlar ve halife vardır.
        Şeriat bunların her biri
        ile ilgili hükümler koymuştur.
        Buna göre her Müslüman
        fert fert olması dolayısıyla şeriatın
        kendisinden istediği şeyi ikame eder. Müslüman cemaat da cemaat
        olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediğini ikame eder.
        Halife, halife olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediğini
        yerine getirir.
        Müslümanlar birer
        fert olarak, halife de halife olarak şeriatın kendilerinden
        istediklerini tam olarak yerine getirdiklerinde yapılması gereken iş
        tam kapsamlı bir tarzda yerine getirilmiş olur. Fert, cemaat veya
        halife dediğimizin her biri kendisinden isteneni yerine getirmekte
        kusur gösterirse, yapılması şeriatça istenen iş o nispette eksik
        bırakılmış olur ve günah kazanılmış olur.
        Gerçek şu ki İslâm,
        kemale ermiş bir dindir. Onun kemaliyeti, halifenin mevcudiyeti
        olmaksızın tam anlamıyla hayata aksetmez. Çünkü dinin bir
        çok hükmünün varlığı halifenin varlığına
        bağlıdır. Aslında halifenin mevcudiyeti şer’i bir farziyettir.
        Onu var kılmak için çalışmak da şer’i bir farziyettir. Netice
        olarak onu var kılmak için çalışacak bir cemaatın mevcudiyeti de
        şer’i bir farziyet olmaktadır. Öyle ise cemaat, Raşid Hilâfet
        Devleti metoduyla dini uygulamak için şeriatın kendisinden istediği
        her ameli yerine getirmek zorundadır. Bu farziyet ise; "İslâmi
        hayatı yeniden başlatmak için çalışma" farziyetidir.
        Şeriatın bir bütün olarak cemaattan istediği şey de budur.
        Cemaattan istenen cemaatın takat getiremediği ve şeriatın da ona
        bağlı kılmadığı şeyler değildir. Üstelik cemaat, halifenin
        yapması gereken şeyleri yapamaz. Bilakis o halifeyi var kılmak için
        çalışır. Zira şeriat cemaattan bunu istemektedir. Bu konuda
        Rasul (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
        
        “İnsanlar üzerine atanan
        emir çobandır ve güttüğünden sorumludur.” 
        
        “...Şüphesiz Allah kim
        neyi güdüyorsa ondan onu soracaktır.” 
        
        
        İslâm'a mütekâmilen iman
        eden Müslüman bir ferdin durumuna şöyle bir göz attığımızda ilk
        etapta ondan istenenin icmali bir iman olduğunu görürüz. Fakat
        şeriat tarafından kendisinden istenen ve lazım olun hususların
        tafsilatını bilmesi gereklidir. Ayrıca beraber çalıştığı
        cemaattan biri olmakla şeriatın kendisinden ne istediğini de
        bilmelidir. İlgili olduğu bu iki amel türünden hangisinde kusur
        ederse Allah'ın onu hesaba çekeceğini de bilmelidir. Halifenin durumu
        da tıpkı böyledir. O ilkin bir fert olarak şeriatın kendisinden
        istediği şeyleri ikame eder. Namaz kılar, oruç tutar, hacca gider,
        zekat verir, ebeveynine iyilikte bulunur. Ayrıca şeriat onu da her
        fert gibi zinadan, faizden, yalan ve hileden men etmiştir. O bunlardan
        sakınır. Bütün bunlarla beraber o bir halifedir. Halife olarak
        şeriat ondan bir takım şeyler talep etmektedir. O kanun yapar yani hüküm
        benimser veya cihad eder. Cihadı ilan eder. Müslümanların
        yuvasını, yurdunu korur. Allah'ın indirdikleri ile
        hükmeder. Allah'ın hadlerini uygular. Bütün bunlar şeriatın
        halifeden istediği farzlardır. O bunların hangisinde kusur ederse
        Allah onun hesabını sorar.
        İşte bu anlatılan durum
        şer’i hükümlerin indiği vakıaları göstermektedir. Bunun
        içindir ki İslâmi çalışma için teşekkül eden cemaatın,
        şeriatın kendisinden istediği ve istemediği şeyin ne olduğunu açık
        seçik bilecek durumda olmalıdır. Şeriatın halifeden istediği
        şeyleri kendisinden isteniyormuş gibi görmemelidir. Bir cemaat olarak
        kendi mevcudiyetinin vakıasını belirlerse, kendisinden istenenin
        hacmini de belirleme gücüne malik olur. Netice de bir bütün olarak
        İslâm'ın ikamesi istenmektedir. İşte bu, İslâmi çalışmanın
        bir bütünlük ve kuşatıcılık karakteriyle yürütülmesinin
        ifadesidir.
        Cemaat, kendisinden
        isteneni sınırlandırdıktan sonra kendisinden istenenlerin bir
        kısmını yapıp bir kısmını yapmazsa veya kendisini aşan yönlere
        yönelirse ya da işlerin öncelik olanlarına riayet etmezse hata
        etmiş ve kendisinden istenen dengeyi kaybetmiş olur. Bu durumdaki
        cemaata hangi amelin daha öncelikli olduğunun akıl tarafından değil
        şeriat tarafından belirlendiğinin hatırlatılması gerekir. Zira
        cemaatın görevi siyasi çalışma yapmaktır. İslâm’ı ümmete
        tatbik etme esası üzerine kurulmuştur. Davette İslâm akidesini
        merkez olarak seçmiştir. Çünkü İslâm akidesi her şer’i
        ahkamın bağlandığı temeldir. İslâm devletini kurmaya çalışmak
        bu akideden çıkan bir çok şer’i hükmü içine alan bir iştir. Bu
        nedenle bu farz, "farzların tacı" olarak
        isimlendirilmiştir.
        Binaenaleyh
        cemaat, dengeyi bu bakış açısının dışında gerçekleştirmeye
        çalışıyorsa, Allah'ın kendisini sorumlu kılmadığı bir alanda
        çabasını harcıyor demektir. Böyle bir durumda cemaat sayısının
        çokluğundan şikayet edeceği gibi, eksiklikten ve karışıklıktan
        da şikayet edecektir. Neticede her halinden şikayet eden ve acı içinde
        ağlayıp sızlanıp duran bir cemaata dönüşür. Yolunu kaybeder.
        Zira o hidayetine vesile olan şeyi kaybetmiş olacaktır.
        Diğer taraftan bünyesinde
        ibadetle, iktisat, sosyal ilişkilerle, siyasi ve askeri konularla
        ilgili sistemi barındırması İslâmi metodun özelliklerindendir. Bu
        nedenle cemaatın bütün bunlarla ilgili durumu nedir? Ne olacaktır?
        Cemaatın varlık sebebi,
        Allah'ın hükmünü hakim kılmaktır. Allah'ın hükmü hakim olunca
        İslâmiyetin muhtelif nizamları da ikame edilmiş olur.
        İktisadi nizamın bünyesinde
        araziyle, mülklerle, fabrikalarla, harici ve dahili ticaretle ilgili
        şer’i hükümler mevcuttur. Ne var ki bu ve benzeri bütün şer’i
        hükümleri şeriat, halifenin mevcudiyetine bağlamıştır. Bunların
        çekip çevrilmesi işi cemaatın değil halifenin görevidir.
        Siyasi sistemde devlet; şari‘in
        belirlediği temel unsurlar üzerine kurulur. Bu sistem; halifeden ve
        iki yardımcısından, valilerden, kadılardan, idari
        mekanizmadan ve ümmet meclisinden müteşekkildir.
        Ayrıca halifenin ve yardımcılarının ve valilerin yetkileri vardır.
        Ordunun da önemli bir konumu, idari mekanizmanın da kendine göre işleri
        vardır. Cemaat bütün bunların neresinde yer alır?
        Hatta İslâm ordusu varlık
        gayesini gerçekleştirmek için hazırlanır. Bu gaye, İslâm'ın bütün
        dünyaya egemen kılınmasıdır. Gayenin gerçekleştirilebilmesi için,
        ordunun dünya düzeyinde donatılması gereklidir. Sadece müslümanın
        makineli tüfeği nasıl kullanacağı veya sökeceğini, topu nasıl
        ateşleyeceğini öğrenmesi gibi hareket bazında konuların bilinmesi
        yeterli değildir. Zira fertlerin sahip olabileceği türden silahlar
        olduğu gibi yalnızca devletlerin sahip olabileceği türden silahlar
        da vardır. Bunlar ise (Top, tank, uçak, nükleer v.b.) dünya
        düzeyinde uzmanlık eğitimini gerektirir. Bu konu ile ilgili
        laboratuarların, silah fabrikalarının, havaalanlarının inşasını
        ve eğitim alanlarına sahip olmayı gerektirir. Bütün bunlar karşısında
        cemaatın konumu nedir? Rasul (s.a.v.)
        sahabesini hazırlayıp yetiştirdiğinde bütün bu yukarıda
        saydıklarımızla alakasız bir cemaat sorumlusu boyutunda değildi.
        Fakat o, bir devlete hükmeden bir yönetici boyutunda bunlarla ilgili
        ve alakadar idi. Bu bağlamda Rasul (s.a.v.)'in
        bu tutumu örnek alınması gerekmektedir. Bu bakış açıdan
        sapılması doğru değildir.
        Diğer taraftan cemaata düşen
        yukarıda sıraladığımız bir devlet için gerekli olan şeyleri
        hazırlamak değildir. Bilakis ona düşen bunları gerçekleştirecek
        halifeyi var kılmaktır. Zira cemaat bundan sorumludur. Şayet cemaat
        halifeyi var kılmak olan esas vazifesini ihmal edip halifenin yapması
        gereken işlere yönelirse, onlarla uğraşırsa şeriatı tahrif etmiş
        olur.
        Kaldı ki cemaata düşen,
        Allah kendilerini muvaffak kıldığında insanlara hükmedecek nizamları
        fikrî planda oluşturmaktır. Cemaat İslâm nizamını, şemasını ve
        benimsediği kanunları ortaya koyar. Böylece insanlara İslâm
        hükümlerinin görüntüsünü genel manada gösterir ki insanlar bu
        nizamın onların her türlü sorunlarını çözmeye muktedir olduğuna
        ve bu nizamlar kendilerine tatbik edildiğinde Allah'a topyekün
        ubudiyet içerisinde bütün bir ümmetin şeriatın gölgesinde Allah'ın
        sonsuz nimetlerine hem dünyada hem de Ahirette kavuşacaklarına tam
        tamına inansınlar.
        İslâmiyetin bir cüzü ile
        uğraşılmasını isteyen ve bunu savunanlara gelince, bunlar ya hayr
        cemaatlarıdır ya vaaz ve irşad cemaatlarıdır ya da Kur'an okumayı
        öğreten cemaatlar gibi bir şer’i hükmü ikame etmek üzere teşekkül
        eden cemaatlardır. Bu cemaatların üyeleri sadece tek bir şer’i hükmü
        ikame etmek üzere bir araya geldikleri sürece bir şey ifade etmezler.
        Fakat bu tip cemaatlar yaptıkları bu çalışmayla bütün dini ikame
        edeceklerini iddia ediyorlarsa o zaman biz de diyoruz ki, onlar resmen
        belli başlı İslâmi metodun dışına çıkıyorlar. Buna bağlı
        olarak cüzi olarak yaptıkları bir takım davranışları da
        bir mana ifade etmez.
        Fakat bir cemaat ortaya çıkıp
        halifenin yapması gereken işlere yönelmeden ve kendini tek İslâmi
        cemaat olarak değil bilakis İslâm ümmetinden bir İslâmi cemaat
        olarak görürse, Allah'ın hükmüyle hükmederek İslâmi hayatı
        yeniden başlatma hedefini kendine hedef edinirse ve onu hedefine
        ulaştıracak gerekli bütün işlerle ilgili şer’i hükümleri oluşturursa,
        İslâm akidesini sahih bir kavrayışla mefhumlaştırıp onunla ilgili
        fikirleri ortaya koyarsa ve gençlerini bu oluşturduğu sahih fikir ve
        şer’i hükümlerle güzel bir şekilde yetiştirip hazırlarsa ve onu
        hedefine götürecek sahih ilahi metodu ortaya koyarsa, ayrıca Allah
        onu muvaffak kıldığında insanlara uygulayacağı şer’i hüküm ve
        kanunları benimseyip gösterirse bu cemaat, tekrar Allah'ın
        indirdiğiyle hükmetmek için gerekli olan hazırlıklarını
        tamamlamış olur. Bunun için çalışan gerçek manada bir cemaat
        olur. Hatta bu cemaat Müslümanların arasında dolaşıp duran düşük,
        ve batıl fikirleri etüt ederek içyüzlerini ümmete göstermeli,
        bozulmuş İslâm mefhumlarını düzeltmeli, kendisiyle beraber çalışan
        fertlere İslâm'ın fertten yerine getirmesini istediği şeyleri
        istemeli ki fertler birer sağlam Müslüman olsunlar. Bunlar akide,
        ibadet, muamelat veya ahlâk bazında olabilirler. Bu fertler güç ve
        gayretlerini, başta halife olduğu halde bütün sosyal münasebetlerin
        İslâm'a göre düzenlendiği bir toplumu meydana getirmek için sarf
        etmelidirler. Bu gençler yöneticilerin hareketlerini çok dikkatli
        izleyerek müslümanlara yönelik planlarını keşfederek buna mukabil
        müslümanları bu plandan nasıl emin kılacaklarının hesabını
        yaparlar. Şer'i hükümler çerçevesinde çözümler gösterirler. Ayrıca
        müslümanlara karşı hak ve Hukuk tanımayan bu tağutlardan bizzat yönetimi
        almak için çalışırlar. İşte bütün bu özelliklere sahip olan
        cemaat yukarıda dediğimiz gibi Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyi
        tekrar gerçekleştirmek için her hazırlığı yapmış olacaktır. Dört
        başı mamur meşru siyasi bir hizip olacaktır.
        Gerçek şu ki, bu evsaftaki
        bir cemaatın kültürü bol, hareket alanı geniş neticede kendisinden
        şeriatça istenen her şeyi çoğunlukla yapmaya muktedir olacaktır.
        Bunları bu denge içinde yaparken teorik bir cemaata veya ahlakla uğraşan
        ya da iktisadi bir müessese olmaya dönüşmeden yoluna devam
        edecektir. Öyle ki bu cemaat siyasi olan tezini ve onu gerçekleştirmek
        için yine siyasi olan çalışmasını muhafaza ederek onda ısrar eder
        ve onu devam ettirir. Zira onun fikirleri halkın işlerini düzenleyen
        ve maslahatlarını celbeden fikirler olarak bina edilmiştir.
        Binaenaleyh İslâm'ın
        sadece cüzüyle ilgili çalışmayı savunanların tezleri biraz önce
        ortaya koyduğumuz üzere kabule değer değildir. Bunun gibi
        kendisinden isteneni yerine getirmeye muktedir olacak olan kuşatıcı
        özellikteki cemaatın yapacağı kabule şayandır. Aynı şekilde
        şeriatın cemaattan istemediği şeylere yönelmek de kabul edilmez bir
        hatadır.