Buraya kadar olan
bölümlerde herhangi bir İslâmi parti veya cemaatın nasıl olması
gerektiğini programlı bir şekilde kâmil manada göstermeye çalıştık.
Riayet edilmesi gereken temel esasları vererek ayrıntılara takılıp
kalmadık. Ayrıntıları cemaatların müçtehitlerine bıraktık.
Şimdi ise çalışma sahasında sahih ve doğru esaslar üzerine ikame
edilmeyen öneriler ve kendisine cemaat denilmesi için şer’i
şartları taşımayan bir çok hareketlerden bahsedeceğiz.
Müslümanlardan müteşekkil bu gruplar ümmetin küçük problemlerini
dahi çözmekten uzak basit çalışmalara razı olmakta, mütekâmil
bir İslâmi görüşten gafildirler. Bunlar, bir bütün olarak hayata
tatbik etmek için İslâm’ı yüklenmiş değillerdir. Ayrıca bu
cemaatların sayısı her ülkede yüzlerle ifade edilmektedir. Değişik
isimler altında vakıf ve dernekler olarak Müslümanların ceht ve
gayretlerini tüketmektedirler. Müslümanlardan bir çoğu bunlara yönelse
de bunlar İslâmi hedefleri gerçekleştirme basiretinden mahrumdurlar.
Bu, ufak tefek vakıf, dernek ve grupları bir tarafa bırakıp
bakışlarımızı sadece ileri görüşlü ve tam teşekküllü çalışan
cemaatlara çevirdiğimizde, karşı karşıya kaldığımız vakıanın
şeriatça makbul olup olmadığına bakmamız gerekmektedir. Acaba
şeriat istenilen gayeyi gerçekleştirecek bütün iş ve çalışmaları
kuşatan tek bir cemaatın olmasını mı istiyor yoksa şer’i usul
çerçevesinde mevcut vakıayı İslâm’a göre değiştirmek için
çalışan birden fazla cemaatın olması caiz midir? İslâm’ın veya
Müslümanların problemlerinin bir parçasını veya sorunları
kuşatıcı ve dengeli bir bütünlük içinde çözmek için çalışmanın
hükmü nedir? Ayrıca yöresel, bölgesel veya evrensel boyutlarda
faaliyet göstermenin hükmü nedir? Bunlarla ilgili sahih düşünce
hangisidir.
İslâmi çalışmanın
vahdeti veya birden fazla şekilde olabileceği konusu tartışmaya açıktır.
İslâmi çalışmanın bir vahdet içinde olmasını vacip sayanlar
olduğu gibi, birden fazla İslâmi hareketin bu çalışmayı yüklenmesinin
caiz olduğunu söyleyenler de vardır. Teferruatlardan usullere doğru
konuyu taşıdığımızda şer’i delillerin ön gördüğü ve diğer
gereklilikleri bir birinden ayırabiliriz. Bu sayede özü kabuktan ayırmış
olacağız.
İslâmi çalışmanın tek
bir birliktelik ve vahdet içinde yürütülmesinin vacip olduğunu
söyleyenlere baktığımızda, onların görüşlerini iki ana başlık
altında toplayabileceğimizi görürüz.
Birinci Başlık: İslâmi
çalışmanın vahdeti şer’i bir farzdır.
İkinci Başlık: İslâmi
çalışmanın vahdeti hareket gereğidir.
1-
Şeriata göre İslâmî hareketin tek olmasının farz olduğunu ileri
sürenlerin delilleri şunlardır:
“Şüphesiz sizin şu
ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim ,
Bana ibadet edin.”
“Şüphe yok ki sizin bu
ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Benden korkun.”
“Mü'minlerin sevgide
şefkat ve merhamette, birlik ve beraberlikteki misali bir vücut
gibidir. Bir organ hastalandığında diğer organlar uykusuzluk ve
ateşle ona katılırlar.”
“Kendilerine apaçık
beyanatlar gelmesinden sonra ihtilafa düşenler gibi paramparça olmayınız.
Zira onlar için büyük bir azap vardır.”
“Dinlerini parça parça
yapıp, bölük pörçük olanlardan mesul değilsin, onların işleri
Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara ne yaptıklarını bildirecektir.”
“Bir toplum oldukları
halde bir ümmetin yönetimini parçalamak isteyen kim olursa olsun
boyunlarını kılıçla vurunuz.”
“Nebî (s.a.v.)
bizi çağırdı, biz de gittik ve ona biat ettik. Biz ona darlıkta ve
genişlikte, kolaylıkta ve zorlukta başkalarının bize tercih
edilmesinde de onu dinleyip itaat edeceğimize dair biat ettik. Ayrıca
yönetim hususunda emîr ile tartışmayacağımıza söz verdik. Rasul
(s.a.v.) şöyle dedi: Ancak Allah'a karşı
göstereceğiniz kesin bir delil ile yöneticinin küfre düştüğünü
görürseniz karşı çıkabilirsiniz.”
2-
İslâm'a davet ameliyesinin hareket ve beşeri zorunluluk olarak
sayılması bir çok nedene dayanmaktadır. Bunlar:
a-
Toplumda İslâmi değişimi meydana getirmek pek zor bir iştir.
Cahiliye kuvvetlerini bulundukları yerlerden kovup def etmek kolay bir
iş değildir. İslâmi mukavemetin (fikrî olarak, metot olarak ve
nizam olarak) topluma hakim olması, tek bir metot çerçevesinde yek
vücut olmuş bir gücü gerektirmektedir.
b-
Devletlerin İslâm üzerindeki ve İslâmi hareket üzerindeki baskısı
neticede tek bir İslâmi hareketi gerekli kılmaktadır ki buna engel
olunsun. Bütün İslâm alemine söz geçirecek tek bir İslâmi
mukavemet gücü olsa, Müslümanlar kendi aralarında her konuda yardımlaşarak tek bir cephe oluştururlar, Müslümanların
saf dışı edilmemeleri, helak olmamaları ve kâfir güçlere kolayca
yutulan bir lokma olmamaları için bütün İslâmi kuvvetleri tek bir
güç olmaya çağırmak doğru ve güzel olan değil midir?
Akide açısından
eğer İslâmi çalışmanın bir vahdet içinde yürütülmesi şeriatça
farz olmasaydı, işlerin İslâm'a göre yürütülmesi ve İslâmca
bir gidişatın muhafazası söz konusu olmayacak, İslâmi gidişat
engellenmiş, tatil edilmiş ve hayattan uzaklaştırılmış olacaktı.
c- Şüphesiz
mahalli İslâmi partiler ve güçler bugün İslâm alemine değişik
cephelerden yardım etmek için küçük çapta gruplar oluşturmuşlardır.
Bu küçük çaplı oluşumlar ısrarla çalışıp her açıdan gözlemler
yapıp planlar çizerek her sahada topyekün bir başarıyı elde edecek
durumda değildirler. İslâmi kuvvetlerin bu vakıadan kurtulup ümmeti
çözüme kavuşturacak tek bir topluluk olmaları güzel değil midir?
Yoksa onun tek bir cemaat olmasını gerektiren bu kadar sebebe rağmen
ve sırf vahdet ve kaynaşma içinde olmadığı için bu kadar
güçlüklerle karşı karşıya kalması mı daha güzel? Daha iyi olan
bu mu?
İşte bu saydığımız
gerekçeler ve diğerleri bütün dünyada tek bir İslâmi hareketin
olması gerektiği hususunda hiç şüpheye yer bırakmamaktadır.
Fikren olsun, nizam açısından olsun,
hazırlık ve planlama açısından olsun bütün yönelişlerin en
doğrusu budur.
Yukarıda saydığımız
gerekçeler, İslâmi çalışmanın vahdetini vacip sayıp birden fazla
cemaatın bulunmasını haram kabul eden kimselerin delilleridir.
Delilleri vakıaya indirebilmek için içtihadımızı da İslâmi
metoda göre yürütmemiz gerekmektedir.
Daha önce Müslümanların içinde
yaşadıkları vakıanın dâr-ül küfür olduğuna ve Müslümanların
bunu dâr-ül İslâm'a çevirmelerinin vacip olduğunu söylemiştik.
Ayrıca bu işi Rasul (s.a.v.)'in Sünnetini
adım adım takip ederek yapacak olan bir cemaatın olması gerektiğini
de ifade etmiştik.
Şimdi de ikinci görüşe
sahip olanların delillerine geçmeden önce bu işi ikame edecek
cemaatın vakıasını tahlil edip açmamız gerekmektedir. Bu işi
yapacak olan cemaat Müslümanların cemaatı mıdır yoksa Müslüman
cemaatlar mıdır? Diğer bir ifadeyle Müslümanlardan bir cemaat mıdır?
Bunu öğrenmek için şöyle
diyoruz: Allah, Müslümanlar yerine getirsin diye bazı farzları
emretmiştir. Bu farzlardan bazıları ferdidir. Yani Müslüman kişi
bunu bireysel olarak elde etme kudretine maliktir ve onu ikame etmediği
sürece o farz ondan düşmez. Diğer bir takım farzlar da vardır ki,
onun ikamesi bir cemaatın varlığına ihtiyaç gösterir. İslâm
Devleti'nin kurulması ve ikamesi bu ikinci grup farzlardan bir
farzdır. Allah'ın şeriatıyla hükmetme ameliyesi vaciptir. Ancak bu,
Müslüman kişinin diğer Müslüman kişilerden ayrı olarak tek
başına ikame edeceği bir farz değildir. Bilakis iradelerin ve güçlerin
birleştirilmesini gerektiren bir ameliyedir. Bu gereklilik; "vacibin
ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir."
kaidesi mucibincedir.
İşte bu farz; ikamesi
gereken farzı kifayelerdendir. Bu farzı ikame etmeyip oturana büyük
bir günah vardır. Ancak bu farzın tabiatı bütün Müslümanlara
ihtiyaç göstermemek bakımından farzı kifayedir. Diğer bir ifadeyle
bütün Müslümanlar içinde onu ikame edecek bir cemaata ihtiyaç vardır.
Bu cemaatın varlığı ve bu farzı ikameye çalışması cemaat
fertlerinin üzerinden günahı düşürür. Fakat onu ikameye çalışmayanın
üzerinden günah kalkmaz.
Bu farzı gerçekleştirmek
üzere Müslümanlardan oluşan cemaat, çalışmaya başladığında
benimsediği ve kendisine lazım olan fikirlerin doğruluğunu veya
yanlışlığını denetleyebilmelidir.
Bu Müslümanların
topluluğu değildir. çünkü kendileriyle beraber çalışmayan,
onların dışında kalan daha bir çok Müslüman fertler vardır.
Bunlardan bazıları ileride birden çok cemaatın bulunmasının caiz
olduğunu işlerken açıklayacağımız gibi başkalarıyla beraber
çalışmaktadırlar. Bazıları da hiç bir cemaatla beraber çalışmamaktadırlar.
Diğer taraftan bu cemaatlar
halife olmadıkları gibi onun yerini de tutamazlar. çünkü Halifeyi
ilgilendiren hükümler nedeniyle halifeyle alakalı hiç bir ameli veya
yetkiyi kullanamazlar.
Bu cemaat sadece Müslümanlardan
bir cemaattır. İslâm ümmeti, bütün fertleriyle Müslümanlar
topluluğudur. İşte bir bütün olarak İslâm ümmeti bağrında
cemaatleri fertleri ve halifeyi barındırmaktadır.
Müslümanlar topluluğu;
aralarında bağ oluşturan İslâm akidesinin bir araya getirdiği ve
kardeş yaptığı İslâm Ümmetinin ta kendisidir. Zira Müslümanlar
feri meselelerde ihtilaf içinde olsalar da bu, onların kardeşliğine
bir zarar getirmemekte, onları bir birinden ayırmamaktadır.
Kardeşliğin ölçüsü şer’i ahkam olduğu sürece Müslüman
Müslümanın kardeşidir. Yani bir fert veya cemaat İslâm akidesinden
dışarı çıkınca İslâm ümmetinden de çıkar ve cehennemlik olur.
Rasul (s.a.v.)'in şu hadis de bunu göstermektedir:
“...Ümmetim yetmiş üç fırkaya
ayrılacaktır. Biri dışında hepsi cehennemliktir. Dediler
ki: O fırka kimdir? ya Rasulullah! Dedi
ki: Ben ve ashabımım üzerinde olduğu üzere
olanlardır.”
İslâm toplumu veya İslâm
ümmeti diğer insanlardan ayrı olarak tek bir ümmettir. Bu ümmet
içinde Müslümanlar birbirlerinin malından ve canından
sorumludurlar. Birinin malı ve kanı diğerinin malı ve kanıdır. En
uzaktakini yakındaki bir komşu gibi değerlendirir. Bütün
Müslümanlar onlara zarar vermek isteyenlere karşı tek yumruk ve tek
kuvvettir. Bazı ayrıntılarda içtihat ve kavrayışları muhtelif
olsa da bu birliktelik değişmez.
“Şüphesiz sizin bu
ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, sadece benden
korkun.”
şeklindeki kavli kerimini ve Rasul (s.a.v.)’in;
“Müslümanların sevgide,
şefkatte, birlik ve beraberlikteki misalleri bir vücuda benzer. Ondan
bir organ şikayet ederse diğer organlar da ateş ve uykusuzlukla ona
katılmaya çağrılırlar.”
tarzındaki
sözü hep bir aile olarak İslâm ümmeti için söylenmiştir. Yoksa Müslümanlardan
bir cemaat için söylenmemiştir. Buna göre hangi cemaat bunları
yanlış değerlendirip kendini tek İslâm cemaatı olarak kabul ederse
sakıncalı ve hatalı bir yargıya varmış olur. Bu hatalı ve
yanlış anlayış, kendileriyle beraber olmayanları, dinlerini terk
etmiş olanlar gibi değerlendirmelerine ve kendilerine kardeş
saymamaları neticesine götürecektir. Hatta onları cehennemlik olarak
değerlendireceklerdir.
“Kendilerine hidayet
geldikten sonra parça parça olup ihtilafa düşenler gibi olmayın.
Zira onlara büyük bir azap vardır.”
“Dinlerini bölük
pörçük yaparak parça parça olanlardan sorumlu değilsin. Onların
işi Allah'a kalmıştır. Allah onların ne yaptıklarını onlara
haber verecektir.”
şeklindeki
ayeti kerimeler mevzuya mutabık değildirler. Bu alanda
kullanılamazlar.
Gerçek şu ki bu iki ayetin
birden fazla İslâmi cemaatın olması mevzusuyla yakından bir
alakası yoktur. Çünkü bu iki ayetin konusu akidedir. Şer'i ahkam
değildir. Bu ayetlerin açıklaması şöyledir: Kendilerine hidayet
geldikten sonra yani vazıh akide ve kati delil geldikten sonra
dinlerini parça parça yapıp ihtilafa düşenler gibi olmayın. Ayette
kastedilen topluluk, Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Zira ayette geçen
"Onlara büyük bir azap vardır"
ifadesi, onlara yöneliktir. Hatta İmam Beydavi: "...ayrılığa
düşenler gibi olmayın" ayetinin
tefsirinde şöyle demektedir: "Tevhitte, tenzihte ve Ahiret
hayatının ahvali konusunda ihtilafa düşen Yahudiler ve
Hıristiyanlar gibi olmayın. "Kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra" Üzerinde
ittifak etmeleri gereken haktan gelen apaçık hüccetler gelmişti.
Ayette nehyedilen ayrılık ve ihtilaftan maksat akidede ihtilaftır.
Ayette, teferruattaki ihtilaf kastedilmemektedir. Bunun delili de Rasul
(s.a.v.)'in şu sözüdür: “Kim ictihad
edip isabet ederse ona iki sevap, hata ederse bir sevap vardır."
"Onlara büyük bir azap vardır"
Allah (C.C.) akidede ayrılığa düşenlere
azabı vaad ederek onlara benzeyenleri tehdit ediyor."
(Beyzavi'ni sözü burada sona erdi.)
Mevcut fasit vakıayı
değiştirmeye çalışan cemaat, şer’i hükümler muvacehesinde diğerlerinden
ayrılmaktadır. Şer'i hükümlerde diğerlerine muhalefet etmiştir
veya diğerleri ona muhalif düşmüşlerdir. Buna rağmen o cemaat Müslümandır
ve akidesi de İslâm’dır. Birbirlerine olan ihtilafları şer’i
ahkamdadır, akide üzerine değildir. Öyle ise
yukarıda geçen ayetler İslâm akidesine muhalefet edenleri
kastetmektedirler, ahkamda ihtilafa düşenlerle asla bir ilgisi ve
alakası yoktur.
Ayetin lafzı geneldir.
Sebebin hususi olmasına değil hükmün umumiliğine itibar edilir
şeklinde bir itiraz ileri sürülebilir. Buna cevaben, buradaki
genellik, hakkında indiği konunun dışına çıkmaz deriz. Ayet akide
ilgili konulara muhalefet etmede geneldir. Fakat akidenin dışındaki
konularda genel değildir. Diğer taraftan bunun aksine bir yaklaşım,
içtihattaki ihtilafı caiz gören hadislere ters düşer. Bu meselenin
üçüncü boyutu da vardır ki o da eğer yanlış değerlendirilecek
olursa her ihtilaf başka bir dini ortaya çıkaracaktır. Bu da ancak
akidede bir ihtilaf için söz konusu olabilir.
Yukarıda geçen ikinci ayeti
kerimeyi ele alalım.
“Dinlerini parça parça
edip bölük pörçük olanlardan sen sorumlu değilsin.
Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra Allah onların ne
yaptıklarını onlara haber verecektir.”
İbni
kesir şöyle diyor: (Mücahit, Katede, Dahhak ve Süddi dediler ki; Bu
ayet Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında indi. Aişe (r.anha)'dan rivayet
edildiğine göre Rasul (s.a.v.) şöyle demişti:
“Onlar bid’at ehlidirler
(onlar parça parça olmuştu).” Yani milel ve nihal ehli gibi
veya dalalet ehli gibi ayrılığa düşenler kast edilmiştir. Allah (C.C.)
Rasul (s.a.v.)'i, onların düştükleri bu
dalaletten korumuştur. Ali b. Ebu Talib (r.a.)'den rivayetle
gelen Kesai ve Hamza (r.a.)'ın kıraatında; "Dinlerini
tek edenler" yani Hıristiyan ve
Yahudilerden Allah'ın onlara inzal buyurduğu dinlerini terk
edenlerdir. "Sen onlardan sorumlu
değilsin") (Beydavi diyor ki:
"Yani dinlerini dağıttılar, bir kısmına iman edip bir
kısmını inkâr ettiler, böylece dinlerini terk etmiş oldular.)
Evet gerçekte akidede
ihtilafın meydana gelmesi teferruattan farklıdır. Bu ve benzeri bir
çok ayeti kerime bizi bundan men etmiştir ki, Yahudi ve
Hıristiyanların düştükleri duruma düşmeyelim. Öyle ki onlar
nebiler hususunda bile ihtilafa düşüp dinlerini terk ederek, bid'at
ve dalaletlere düşerek param parça oldular. Ayrı ayrı akidelere
sahip millet, grup ve mezhepler haline geldiler.
Allahu Teâla'nın şu sözü de bunu açıklamaktadır: "Fakat
onlar ihtilafa düştüler. Kimileri inandı kimileri de küfre düştü."
Görüldüğü gibi konu küfür ve iman konusudur. Kaldı ki akidenin
dışında kalan ameli konulara gelince, deliller; nassların içerdiği
mana ve delalet ettiği şeyin dışına çıkmaksızın farklı
kavrayışların olabileceğini göstermektedir. Bu durum Müslüman
alimlerce bilinmesi
zorunlu olan hususlardandır.
Cemaatlar, şer’i hükümler çerçevesinde kurulu oldukları müddetçe,
akidede ihtilafın caiz olmadığına delalet eden nassların birden
çok İslâmi hareketlerin de caiz olmadığına delil olarak kullanmak
basit bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.
“Şöyle şöyle belalar
olacaktır! Bir birlik iken kim onların bu birliğini bozmaya çalışırsa,
kim olursa olsun kılıçla boynunu vurun.”
Ayrıca; “Kim
ayrılırsa bizden değildir.” Ayrıca şu hadis de mevcuttur:
Ne var ki bu deliller
halifeye yapılacak biatla, itaat etmekle halifede açık bir küfür
görülmediği ana kadar ona karşı çıkmanın caiz olmadığına
dairdirler.
"Size gelip sizinle
tartışan, birliğinizi bozan kim olursa olsun boynunu
vurun" delili, halifenin yerini tutma
durumunda olmayan cemaatlerle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Aksine halifenin belirlenmesi ve onu hesaba çekme konusunda
delildirler.
Diğer taraftan akli olarak
tek bir cemaatın olmasındaki gereklilik ve birden fazla cemaatın
olmasının hedefe ulaşmada engel teşkil ettiğinin ortaya konmasına
gelince: Gerçek şu ki bunlar birden fazla İslâm cemaatının
bulunmasına ne engel olur ne onu haram kılar ve ne de tek bir
cemaatın olmasını farz kılar. Kaldı ki haram ve farz kılan ancak
şer’i delildir, şeriattır. Ümmetin içinde yaşadığı kötü vakıa
tamamen doğru anlaşılıp ortaya konmalı, vakıa hakkında sağlam
bir teşhise varılmalı, sonra şeriata yönelip bu vakıa ile alakalı
delile tespit edilmeli, sonra bu şer’i delillerle neyin farz neyin
haram olduğu ortaya konmalıdır. Çözüm böyle üretilir. Yoksa vakıadan
herhangi bir hükmü istinbat etmemiz, almamız söz konusu bile
olamaz.
Bulunmasının Caizliği
Birden fazla İslâmi
hareketin bulunmasının caiz olmadığını, tek bir hareketin
olmasının farz olduğunu iddia edenlerin ortaya koydukları delillerin
delil olmadıkları açık seçik belli olması, bir şeyin
yasaklanması onun zıddının ispatlandığını göstermez. Yani
Allah'ın hükümleriyle hükmetmek için çalışan birden fazla
cemaatın olmasının meşruluğu buna dayandırılamaz. Zira bunun caiz
olduğunu gösteren sağlıklı delillerden dikkatlice istinbat edilmiş
sağlam hükümlerin bulunması lazımdır. Bu deliller nelerdir?
Esaslarda yani akidede değil
de amelde ve teferruatta ihtilafın caiz olduğunun delilleri
sayılmayacak kadar çoktur. Gerçek şu ki; Sünnet, furüda ihtilafın
olmasını caiz kılmaktadır. Sahabelerin kendi aralarındaki
ihtilaflar da böyledir. Tabilerin ve geçmiş ulemanın ihtilafları da
bu niteliktedir. Yasaklanan ihtilaf, kâfirlerin kendi aralarında düştükleri
ihtilaftır. Kâfirlerin düştükleri ihtilaf dinin esaslarındandır,
teferruatından değildir. Örneğin peygamberlere olan muhalefetleri ve
Ahirette tekrar dirilme, haşır ve neşir konusunda, Allah'tan
indirilen kitaplar hakkındaki ihtilafları ve böylece grup, hizip,
millet ve fırka olmaları hep bu kabildendir. Allah (C.C.)'ın
nebilerine inzal buyurduğu haktan saptılar ve kendilerine tabi
olanları da saptırdılar.
“Hizipler kendi aralarında
ihtilafa düştüler. Herkesin toplanacağı o büyük günde vay o
kâfirlerin haline.”
ayetiyle Allahu Teâla, bu
nitelikteki bir ihtilaftan sakındırmaktadır.
Hendek Savaşı günü; Rasul
(s.a.v.)'in:
“Kim bu sözüme kulak
verip itaat ediyorsa İkindi Namazanı, Beni Kureyza yurdunda kılsın”
sözünü sahabenin farklı şekilde
anlamalarını Allah'ın Rasulünün ikrarı ile Rasul (s.a.v.)'in:
“Hakim ictihad edip isabet ederse iki sevap, hata ederse
bir sevap alır.”
hadislerinden
yapılan istidlaller şunlardır:
1- Müctehid
hata da eder, isabet de eder. Müctehid olması hata etmeyeceği
anlamına gelmez.
2- Müçtehidin
istinbat ettiği hüküm hatalı da olsa şer’i hükümdür.
3- Müctehid
hata yaptığında bunu bilemez. Kaldı ki hata yaptığını bilse o görüşte
kalması caiz olmayacaktır. Böylece kavrayışının doğru bulduğu
başka bir görüşe varacaktır.
4-
Hata da yapsa isabet de etse müçtehid Allah katında mükafat kazanır.
Ancak isabet ettiğinde alacağı ecirle hata ettiğinde alacağı ecir
arasında fark vardır.
Zanni meseleler kapsamına
giren şer’i hükümlerdeki ihtilaflarından dolayı Müctehidlerden
günahın kaldırıldığında imamlar arasında ittfakın var olduğu
fıkhın bilinen konularındandır.
Kurtubî
rahmehullah, tefsirinde şöyle demektedir: "Binlerce kişi
olsalar da sahabelerin hadiseler hakkındaki ihtilafları hep
olagelmiştir." Bunun gibi "Fakih ve Mütefakkih" adlı
eserinde el-Bağdadi, Ömer b. Abdü'l Aziz'in şöyle dediğini rivayet
eder: "Muhammed (s.a.v.)'in ashabı
şer’i nassları anlamada dolayısıyla da şer’i hükümlerde
ihtilaf etmeseydi bu durum beni sevindirmezdi. Zira onlar ihtilaf
etmeselerdi, ruhsat durumu da olmayacaktı."
Diğer taraftan büyük İslâm
ulemasından müellifler, ihtilafın sebebini açıklayan bir çok eser
kaleme almışlardır. Tespit ettikleri sebeplerden bazıları şöyledir:
- Bir insanın diğer bir
insandan bazı açılardan daha üstün veya aşağı olması söz
konusudur. Güçler anlayışlar, muhakeme gücü v.b. yeteneklerin
farklı olması neticesinde ictihadlar ve delillerden hüküm
istinbat etme işi de muhtelif olmaktadır. Bu durum
sahabe döneminden zamanımıza kadar böyle devam edegelmiş ve
Kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Ayrıca şeriatın yapısı
itibarıyla şer’i nassları anlamada dolayısıyla da şer’i hükümlerde
müslümanların farklı görüşler ortaya koymalarına elverişlidir.
Bu da onun rahmet olan karakterinin bir neticesidir.
- Muhtelif kıraatlar
muhtelif anlayışlara götürür. Her müctehit kıraatının
doğruluğunda ayeti anlar. Abdest ile ilgili ayette durum böyledir. Kıraatın
farklı olmasından dolayı iki ayağın yıkanacağı mı yoksa mesh
edileceği mi konusunda ihtilaf olmuştur.
- Fıkıh alimlerinin bazı
hadiseler üzerindeki ihtilafları da mevcuttur. Bazen olur ki hadis
falanca alim veya fakihin kanaatına göre
sahih olur, fakat diğer bir fakihin hadisi kabul ve red kriterlerine göre
o hadis zayıftır. Örnek olarak mürsel hadisleri bu bakımdan ele
alabiliriz. Gerçek şu ki, bu ümmetin fakih imamları, mürsel
hadislerin hüccet olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Onlardan bazıları mürsel hadisi hüccet kabul etmelerine rağmen
bazıları da hüccet kabul etmemişlerdir. Munkatı hadisler mevzusu da
böyledir.
- Öyle olmuş ki bazen
deliller birbirlerine muarız olabilmiştir. Örneğin, bir kısım nass
necis olan şeyle tedavi olmayı pis olması sebebiyle nehyetmiştir.
“Allah çeşit çeşit
hastalık ve onların devasını vermiştir. Her hastalığa bir ilaç
ihsan etmiştir. Öyle ise tedavi olunuz. Ancak haram olan şeyle tedavi
olmayınız.”
Buna karşılık diğer bir nass, necis olan
şeyle veya haram olan şeyle tedavi olmayı mübah kılmıştır. Meselâ;
hadiste şöyle geçmektedir: “Nebî (s.a.v.) Abdurrahman b.
Avf ve Zübeyr için ipek giyme ruhsatı verdi. Zira
onların vücutlarında bir kaşıntı vardı.”
Buna
benzer bir hadis de şöyledir: “Müslümanlar, devenin sidiğiyle
tedavi oluyorlardı. Bunda bir beis görmezlerdi.”
Bu şekilde
olan durumlar ihtilafa sebep olmuştur.
- Diğer
taraftan sarih bir nassın bulunmadığı meselelerde Allah'ın hükmünün
bilinmesi ictihadla olacağından ve ictihadın da ihtilafa açık bir
nitelikte olup zann ifade ettiğinden muhtelif ictihadların olması pek
tabiidir.
- Ayrıca lafızların
delaleti bakımından Arapça lisanının pek geniş olması, hakiki,
mecazi, mutlak-mukayyed, âmm-hass gibi ifadelerin mevcudiyeti de
ihtilafa sebep olmuştur. Gerçek şu ki vahyin taşıyıcısı olan
Arapça lisanının karakteri böyledir. Yani Allah'tan inen vahyi taşıyan
lafızlar ve terkipler farklı mana ve birden çok şeye delalet
edebilmektedir. Allah (C.C.)'ın boşanmış
hanımlar hakkındaki şu ayetini ele alalım:
“...Kendi kendilerine üç
kuru beklerler.”
İşte bu ayetteki "kuru"
sözcüğü bazen temizlik müddeti bazen de hayızlı olma hali
anlamına gelebilmektedir. Buna göre kast edilen mana hangisidir.
İşte bu durum bu mevzuda ihtilafın meydana gelmesindeki haklı
nedendir.
Yukarıda
sıraladıklarımız şeriat hakkında umumi manada söylenecek
şeylerdir. Esas konumuza dönersek acaba durum aynı mı olacaktır?
Yoksa farklı mı olacaktır? Yani şeriatın hüküm koyduğu ve hükmü
ikrar ettiği şer’i hükümler konusunda ihtilafın meydana
gelmesinin caiz olması birden fazla İslâmi hareketin olmasını de
caiz kılar mı, yoksa bu çerçevenin dışına çıkaracak bu konunun
özel bir takım delilleri mi vardır?
Kaldı ki cemaat ve hizipler
farklı biçimde şeriatı anlama gerçeği üzerine kaimdirler. Onların
durumu tıpkı herhangi bir şer’i anlayış gibidir. Ancak subutu ve
manaya delaleti kati bir nass varsa o başka. Bir cemaatın
benimseyeceği şer’i hükümler, yanılma veya isabet etme ihtimali
olan ictihadi şer’i hükümlerdir. Buna göre bir müslümanın birçok
hatasını gördüğü bir cemaatla beraber çalışması caiz
değildir. Böyle bir cemaatla karşılaştığı zaman nasihatta
bulunması gerekir. Bunun yanında, Allah katında sorumluluktan
kurtulması için beraber çalışacağı bir cemaatı da aramalıdır.
Yukarıda insanların, alimlerin ve şeriatın inzal olduğu dilin
tabiatının ihtilafa müsait olduğunu belirtmiştik. İşte bütün
bunlar birden fazla İslâm cemaatının mevcudiyetini temize çıkaran
delillerdir. Şeriatı anlamada ihtilaf söz konusu olduğu sürece
bunda bir zarar yoktur. Böylece doğruya en yakın olan cemaat veya
hizip ile birlikte çalışmak vacip olmaktadır.
Allahu Teâla'nın şu sözü
de böyle değerlendirilmelidir:
“Sizden hayra davet eden,
marufu emredip münkerden alıkoyan bir cemaat
bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.”
Bu
ayet, görevi hayra davet etmek, marufu emretmek ve münkerden de sakındırmak
olan en azından bir cemaatın bulunmasını emretmektedir. Ayette
sadece bir cemaatın bulunması da kastedilmemektedir. Maksat öyle
olsaydı, muhtemelen ayette, "tek bir ümmet" ifadesi de yar
alacaktı. Ayet; olması istenen cemaatın çeşidini ortaya koymak için,
görevi hayra davet, marufu emir, münkerden nehiy olan bir cemaatın
bulunmasını istemektedir. Zira bu öyle bir farzı kifayedir ki sadece
bir cemaatın bulunmasıyla da varlığı tahakkuk etmiş olur. Ancak
birden fazla anlayıştan kaynaklanan birden çok cemaatın
bulunmasında bir sakınca yoktur. Bu ayetteki ifade biçimi daha
bir çok ayet ve hadiste mevcuttur. Meselâ; şu
hadise bu açıdan bir bakalım, Hadis şöyledir:
“Sizden kim bir münker
görürse onu eliyle değiştirsin...”
Burada
maksat bir tek münker değildir. Bilakis münker bir cinsi ifade
ediyor.
Ebu'l A'la
el-Mevdudi "Din ve Devlet Ekseninde İslâmi Kavramlar" adlı
kitabında, marufu emretmek ve münkerden alıkoymak farziyeti adlı
başlık altında şöyle demektedir: "Sizden
hayra davet eden bir ümmet bulunsun"
ayetindeki "kısımlandırma" emri bi'l maruf ve nehyi ani'l münker
farziyetinin ümmet içinde belli bir cemaata hasredildiği, özel kılındığı
anlamında değildir. Bilakis öyle bir farziyettir ki durum ne olursa
olsun her halükarda bunu ifade edecek bir cemaatın bulunmasını vacip
kılmaktadır. Yani hiç olmazsa bir cemaat bunu eda etsin. Bu
farziyetin eda edilişi sayesinde hak ve hayır yolu aydınlansın ve
insanların ona tutunmaları kolaylaşsın. Ayrıca batıl ve karanlık
şer yolu da böylece engellensin. Unutulmamalıdır ki, bu farziyet
ümmet tarafından eda edilmediğinde ve bir cemaat boyutunda olsa da bu
farziyet yerine getirilmediği takdirde Allah'ın lanetine düçar
olunmuş olur. İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet
olmanın
yerine şiddetli bir azabı haketmiş olacaktır.
Buraya kadar
anlattıklarımızdan şu neticeler ortaya çıkmaktadır:
- Şeriatı vazedenin onu
rahmet kıldığını iyice bilmemiz gerekmektedir. Onu rahmetten
zahmete çeviren faktör yalnızca, Müslümanların kötü kavrayışlarıdır.
Örnek olarak şu kadri yüce İslâm fıkhının iki büyük fakihi
olan İmam Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel'i bu ümmetin birer imamları
olarak nasıl görüşe sahip olduklarına bir bakalım: "Görüş
Farklılıkları" adlı kitapta anlatıldığına göre; İmam
Şafiî'nin öğrencileri İmam Şafiî'ye gelerek, farklı görüşlerine
sahip oldukları için Ahmed b. Hanbel'in öğrencileri ile
tartıştıkları halde Ahmed b. Hanbel'in nasıl olur da kendisini
ziyaret edebildiğinden şikayetlenirler. Bunun üzerine Şafiî (r.a.)
şöyle der:
Diyorlar ki, Ahmed seni
ziyaret ediyor sen de onu,
Ben de diyorum ki, faziletin
ait olduğu yer değişmiyor,
O beni ziyaret etse,
üstünlük ondadır.
Ben onu ziyaret etsem
üstünlük yine ondadır.
Her iki durumda da
üstünlük ona aittir.
Buna benzer bir olay Ahmed b.
Hanbel ve öğrencileri arasında vukuu bulmuştur. O da şöyle demiş:
Her ne kadar ihtilaf etsek
de,
İlim bir ana gibi bizi
uzlaştırır,
Pınarların suyu tek bir
kapta bize sunulsa da
Tadı bize muhtelif
gelecektir.
- Bunun içindir ki kim
bütün Müslümanları tek bir İslâmi hareket içinde tutmaya çalışıyorsa
onun şeriat vakıasından da haberi yoktur. Ayrıca insanın gerçeğinden
ve vakıasından haberi yoktur. Biz böyle bir tutum içinde olanlara
İmam Malik'in, Harun er-Raşîd'e dediğini diyoruz. Harun er-Raşîd
İmam Malik'in mezhebini tek başına topluma kabul ettirmeye karar
verip diğer mezhepleri engellemeye çalıştığında İmam Malik ona
şöyle dedi: "Allah'ın kendilerine geniş kıldığı şeyi
(dini) müslümanlara daraltma."
- Diğer taraftan kâfir
devletler ve ona tabi olan sistemlerin sahipleri ne zaman yeryüzünde
Allah'ın hükmüyle hükmetmek için çalışan bir cemaat veya
cemaatları görseler çok kötü uslüplarla iftira ve yaygara
kopararak bu cemaatları kendi gaye ve amaçlarına ulaşma yolunda akim
bırakmaya çalışıyorlar. Bu konuda çok uyanık olmamız
gerekmektedir. Birden fazla İslâmi hareket, hizip veya cemaatın
olması caiz değildir dersek bu demektir ki her cemaat kendi
dışındakilerle birleşmelidir. Bu da kendisi ve diğerlerini
birbirine karıştırmak demektir. Ne var ki bunun aksi bizden
istenmektedir. Diğer bir ifadeyle diğerlerinin kendi halinde
bırakılması ve insana faydalı olan özün geriye bırakılması
makbul olanıdır.
- Madem ki birden fazla İslâmi
hareketin bulunmasını caiz kabul etmeyen ve yalnızca bir tane İslâmi
hareketin bulunması gerektiğini öngören bu görüş, şeriatın,
insanın ve şeriatın inzal olunduğu lügata muhaliftir. Öyle ise bu
tezin tahakkuk etmesi asla mümkün değildir. En önemli işin yerine
getirilmesiyle ilgili bir kaç söz kaldı. O önemli iş Hilâfet'in
ikamesi meselesidir. Müslümanlar birleşmedikçe "Allah onlara
yardım etmez" demek doğru ve makbul değildir. Aslında şöyle
denilmelidir: "Müslümanlar Allah'ın ipine sımsıkı
sarılıp onun emrini yerine getirme işinde şer’i hükümle
kendilerini kayıtlı kılmadıkça Allah onlara yardım etmez."
Şer'i hükme bağlananların
sayısı az da olsa Allah onlara yardım edecektir. Hak üzere olan bir
tek kişi bile çok büyük bir güce sahiptir. Batıl üzere olanların
sayısı çok olsa da her zaman “hiç”
hükmündedirler.
Bu konuda şunu da
belirtirsek sözü tamamlamış oluruz. Gerçekten halifenin mevcudiyeti
ve İslâm Devleti'nin varlığı Müslümanların birlik ve
beraberliğinin en belirgin vasfıdır. Bu siyasi birlik ve bütünlüğün
dışında ittihat söz konusu değildir. Muhtelif anlayışlarla
karşı karşıya kalsak da bize düşen itaattır. Siyasi birliği
muhafaza edecek hükümleri ortaya koyacak olan veya müctehidlerin
ictihadlarından hüküm benimseyerek bunu sağlayacak olan kişi
halifedir. Böylece ihtilaf ortadan kalkar. Halife bu hususta men
edilemez. Zira onun emri zahiren ve batınen Müslümanlar üzerine
tatbik edilir, icra ve infaz edilir. Fakat herhangi bir hizbin emrine
gelince, onun buyruğu cemaat içindeki ihtilafı bertaraf eder. Cemaat
organlarının birliğini sağlar. Bütün Müslümanlar arasındaki
ihtilafı gideremez.
Evrensel Hareket mi?
Yöresel Hareket mi?
İslâm’ın evrensel
olmasını öne süren Müslümanlar, bunu İslâm dininin evrenselliğine
bağlamışlardır. çünkü Muhammed (s.a.v.)
bütün insanlara gönderilmiş bir Rasuldür. Buna göre İslâmi
hareketin bütün dünyaya yayılmış evrensel bir hareket olması
gerekmektedir. İslâmi değişimin yüklendiği devasa sorumluluklar da
hareketin evrenselliğini zorlamaktadır. Yani tüm dünyanın İslâmi
nasslara göre değiştirilmesi hareketin evrensel olmasını
gerektirmektedir. Bu görüş sahipleri Kur'an'dan da delil
getirmektedirler. Örneğin:
“Ve işte böylece Rasul
üzerinize şahit, sizde insanlar üzerine şahit olasınız diye sizi
üstün bir ümmet kıldık.”
“De ki; ey insanlar, şüphesiz
hepinize gönderilmiş bir Rasûlüm.”
“Biz seni bütün insanlara
bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.”
v.b.
ayetleri delil getiriyorlar. Diğer taraftan Rasul (s.a.v.)
de davetini bütün insanlığa en güçlü kavimlere yöneltmiştir.
Bütün ve askeri mülki amirlere ulaştırmıştır. Meselâ; Habeş
Kralı Necaşi'ye, Rum'un büyüğü Heraklit'e, Kıbti Prensi
Mukavkıs'a, Fars Kisrası'na davetini elçi ve mektuplarla tebliğ
etmiştir. Bunun içindir ki İslâmi çalışmanın şurada veya burada
mahalli küçük dernek ve gruplar şeklinde olması caiz değildir.
Aksi takdirde İslâmi gayret ve çalışma boş vadide yankılanan bir
ses olmaktan öteye gitmez.
Evet şüphesiz İslâm,
akidesiyle, nizamıyla evrenseldir.
Allah C.C.
her şeyin halikıdır. Her şeyi O düzenler. O, Alim ve Habirdir. Bir
basit sudan yaratılmış aciz ve zayıf bir mahluk olarak insanın O'na
sığınması kaçınılmazdır. Allah insanın yaratıcısı ve bütün
insanların Rabbıdır. İnsanın varlık sebebi ve yaratılış gayesi
Allah'a kulluktur. Ayrıca insanın varlığının hayat sonrasıyla da,
tekrar dirilme, hesap, cennet veya cehennemle de bağlantısı vardır.
İmana ve küfre, itaata ve isyana karşılık öbür dünyada mükafat
ve azap vardır. Akidenin gerçek yapısının bütün insanlara ulaştırılması
gerekmektedir.
“Ta ki hayat bulan bir
delil beyanat üzere hayat bulsun, helak olan da delile rağmen helak
olsun.”
ayetinin gereği onlara
ulaştırılmalıdır.
Ayrıca bu akideden
fışkırmış olarak Allah'ın Rasulü'ne inzal buyurduğu nizam,
insanların renk, ırk ve mevkisine bakmaksızın sadece insan olması
hasabiyle bütün insanlar için gelmiş bir nizamdır.
Evet, İslâm dini evrensel
bir dindir. Bu din, İslâm devletini inşa edecek çekirdeğin evrensel
nitelikte olmasını gerektirmektedir. Bu nedenle İslâm, bu önemli
görevi üstlenen cemaatın kendisini buna hazırlamasını
gerektirmektedir. Bu bakımdan esasen bir cemaatın ne çalışmasını
ve ne de bakışını dar bir açıda tutmaması gereklidir. Çalışmasının
hacmini içinde yaşadığı ülkenin hacmiyle sınırlandırmamalıdır.
Hakkın parça parça kabul edilmesini gerektiren tedriciliği ve
yamalı bohça önerilerini kabul etmemelidirler. Çünkü bu türden
öneriler, hakkın kökleşmesini zayıflatmaktadır. Cemaat, şekli ne
olursa olsun eskiden müşrikler bir takım putlara, heykellere
tapıyor, onlardan zararı defetmesini ve fayda sağlamasını
bekliyorlardı. Şu andaki müşrikler de put ve heykeller yerine bir
takım muayyen fikir ve kavramlardan fayda bekliyorlar. Bütün beşeriyeti
küfrün bataklığından ve şirkin batıl akidesinden kurtarmaktan ve
tek hakka döndürmekten sorumlu hissetmelidirler. Bakışlarını ve
benimseyecekleri kültürü bu bakış açısında
yoğunlaştırmalıdır. Bu sayede yapacağı çalışma ve izleyeceği
yolun resmen çizilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Böylece
şer’i hükümlerle oturup koyduğu metotla yoluna devam ederken
karşılaşacağı her türlü zorluk ve meşakkate taviz vermeden ve
sapmadan sabretmelidir. Şer'i hükmün gösterdiği ısrarla, ikame
etme hususunda bir gevşekliğe ve bir sapmaya veya bir korkuya düşmemelidir.
Böyle olursa Allah sübhanehu Teâla bu işin evrensel olarak zafer
bulması, başarıya ulaşması için yardım edecektir. Kaldı ki İslâm
akidesinin evrensel hakimiyetinin sağlanması işi İslâm Devleti'nin
kurulmasıyla ancak gerçekleşebilir. İslâm'ın bir akide ve fikir
olarak her halükarda evrensel olması yanında, İslâm’ın bir
devlet halinde varlığının sağlanması için yapılacak çalışmanın
Hilâfet Devleti'nin kurulacağı yer ile bağlantılı olduğu gerçeği
de inkâr edilemez. Netice itibariyle kurulacak olan Hilâfet Devleti
çok büyük bir önem arz etmektedir.
Vurgulamamız gereken bir
nokta kaldı: Müslümanların ülkesi birçok devlete -ki maksat buydu-
bölündü. Bu devletlerde yaşayan Müslümanlar
genel manada aynı durumda yaşamaktalar. Bazı ufak tefek durumlar
farklılık arz etse de bir cemaatın tek metotla her yerde aynı
şekilde örgütlenip çalışması ve yayılmasına engel değildir.
Bir ülkede bunu başarabileceği gibi birden fazla ülkede de bunu başarabilir.
Bu imkan cemaata yüzünü ve yönünü daha büyük ve daha faal olmaya
çevirme kudretini vermektedir. Kuracağı Hilâfet Devleti'ni büyüme
ve yayılmaya elverişli olan bölgelerin birinde ikame etmeye
yönelmelidir. Bunu elbette ki İslâm Devleti'ni ikame etmek için bu
önemli işe atılacak cemaat tayin edecektir. Devleti, evrensel bir mücadeleye
girmek üzere hazırlayacaktır. Hem Devletin kurulma hem de onu
evrensel boyutta hakim konuma gelmesi ise Allah (C.C.)'ın
yardımıyla olacaktır. O'nun yardımına bağlıdır.
Bütün Olarak mı Olacak?
Müslümanlardan bazıları
İslâmi çalışmanın bir bütünlük ve denge içinde yürütülmesi,
tezini savunuyorken, buna karşılık bazıları da İslâmi çalışmanın
cüzler ve parçalar halinde kısım kısım yürütülmesi tezini
savunuyorlar. Her biri kendi tezinde direnmektedir.
Bir bütün olmasını
isteyenler bu bütünlükle diğer yönler ve cüzler terk edilerek çalışmanın
sadece bir yöne veya İslâm'ın bir cüzüne hasredilmesinin caiz
olmadığını kastetmektedirler. Zira İslâm sisteminin
özelliklerinden biri de onun ibadet, iktisat, ictimai, siyasi, askeri
nizama sahip olmasıdır. Ayrıca nübüvvet döneminde İslâmi çalışma
mütekâmilen tam bir bütünlük içinde yürüdü. İşleri farklı yönleriyle
tek başına Rasul (s.a.v.) güdüyor ve takip
ediyordu. Terbiye etme noktasında bir mürebbi, eğitim noktasında bir
öğretmen, cihad noktasında bir komutan plan ve strateji noktasında
bir uygulayıcı idi. Bütün işler bu minval üzere yürüdü. Demek
ki İslâmi çalışma hangi yerde ve zamanda olursa olsun Rasul (s.a.v.)'in
izinde yürütülecektir. Şu veya bu metotla yürütme serbestiyeti
yoktur.
Buna karşılık İslâmi
çalışmanın İslâm'ın bazı kısımlarıyla alakalı olması, İslâmi
çalışmanın bazı cüzlere hasredilmesi ve
onlara bağlanması ve onun dışına çıkmaması, çalışmasının
hasredildiği cüze inanılması ve itibar edilmesi ve onun dışında
kalan kısımların terk edilmesi manasına gelmektedir. Ayrıca İslâm'ın
bir cüzü ile uğraşmak müteaddit gruplara ve gücün dağıtılmış
olmasına sebep olacaktır. Kaldı ki Kur'an İsrail oğullarının
kitaplarının bir kısmını alıp bir kısmını almamalarını tenkit
etmiş, kötü göstermiştir.
“Yoksa siz kitabın bir
kısmına inanıyor bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz. Sizden bunu
yapanın cezası dünya hayatında hüsrandır. Kıyamet gününde azabın
en şiddetlisine döndürülecektir.”
Ardından
cahiliyeye topyekün meydan okuyarak İslâmi çalışmada tekamülün
olmasını emretmektedir.
Bir bütünlük ve denge
içerisinde çalışan Müslümanlar, İslâm'ın her yönüne tam bir
önem verilerek, her yön ne kadar ve nasıl uğraşılmaya değerse o
kadar uğraşmak gerektiğini savunuyorlar. Böyle yapılmadığı
takdirde karışıklığa meydan verilmiş olur. Kaldı ki dengeli ve
ölçülü olmanın bir gereği olarak mantıki verilere itibar
etmektir.
Sözün özü bir bütünlük
içinde çalışmakla İslâm'ın bir bütün olarak ele alınması
kastedilmektedir. İslâmi çalışma içinde olan cemaatın kuşatıcı
bir tez ile çalışmayı sınıflandırması gerekir. Şüphesiz denge,
her üniteye taşıdığı değer düzeyinde önem vermeyi
gerektirmektedir. Taşıdığı değerden az veya çok önemseyip
öylece mesai harcanırsa neticede karışıklığa ve kargaşaya meydan
verilmiş olur ve neticesiz kalır.
Gerçek şu ki tekamül ve
ölçü kanunları eşyanın ve fiillerin tabiatına hükmeden kanunlardır.
Onları Müslüman olan da olmayan da kavrayabilir. İnsanlar
hayatlarında onların varlıklarını ve gerçekleştirmek istedikleri
şeylere olan etkilerini hissederler ve onları dikkate alarak
davranışta bulunurlar.
Ancak, eşyanın tekamülünün
ve dengesinin sağlanması üzerindeki hüküm fiillerin aksine akla
dayanmaktadır. Zira fiiller hakkında
verilecek hüküm şeriata dayanmaktadır.
Beşer aklı, eşyanın
vakıasını ve eşyayı oluşturan unsurları kavrayabilir. Bu alan,
işin erbabı olan kişilerin alanı olup Rasulullah (s.a.v.)'in
söylediği şu hadisin kapsamına giren hususlardandır:
“Siz dünya işlerinizi
daha iyi bilirsiniz.”
Çiftçi, doktor, mühendis,
makinist gibi sahasında mütehassıs olan herkes ilgili olduğu işin
uzmanıdır. Yaptığı işi ve kanunlarını bilir. Çalışmalarında
bildiği bu kanunlara riayet eder.
Fakat fiillere gelince, durum
değişir. Onların sınırlandırılması Allahu Teâla'ya aittir. Bu
sahaya da Rasul (s.a.v.)'in; “Bizim işimize
uymayan her iş reddedilir.”
tarzındaki
sözü tatbik edilir. Diğer bir ifade ile şu şer’i kaide bu sahaya
tatbik edilir:
“Fiillerde asıl olan şer’i
hükümle kayıtlı olmaktır.” Çünkü fiillere verilen
hüküm o fiilin iyiliği veya kötülüğünü niteleyecektir. Bu da
insanların o fiili nasıl gördüklerine bağlıdır. Yoksa fiilin
zatından dolayı değildir. Öyle ise Müslüman olan kişi inandığı
fikirler çerçevesinde fiillerin kıymet derecelerini takdir edecektir.
Ayrıca fiil dediğimiz şey Allah (C.C.)'ın
emirlerine ve yasaklarına göre güzeldir veya çirkindir. İşte şu
şer’i kaide de böyledir:
“Güzel, şeriatın güzel
kıldığıdır, çirkin de şeriatın çirkin kıldığıdır.”
Binaenaleyh Müslüman, eşyalarda
dengeyi ve tekamülü gerçekleştirmek istediği zaman diğer insanlar
gibi aklını kullanır. Ancak bu dengeyi ve tekamülü fiillerde sağlamak
istediği zaman şer'î hükümlere göre hareket etmesi gerekir.
Diğer taraftan denge ve
tekamül yasaları, şeriatça istenen fiilin hacmini aşmaz. Fakat bu
durum aşağıdaki açıklamaları gerektirmektedir:
İslâm mütekâmildir.
Kemale ermiştir. Bütün Müslümanlar İslâm'ın bütününü ikame
edeceklerdir. Bütün Müslümanlardan maksat da bütün bir Müslüman
ümmettir.
İslâm ümmetinin
bünyesinde fertler, cemaatlar ve halife vardır.
Şeriat bunların her biri
ile ilgili hükümler koymuştur.
Buna göre her Müslüman
fert fert olması dolayısıyla şeriatın
kendisinden istediği şeyi ikame eder. Müslüman cemaat da cemaat
olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediğini ikame eder.
Halife, halife olması dolayısıyla şeriatın kendisinden istediğini
yerine getirir.
Müslümanlar birer
fert olarak, halife de halife olarak şeriatın kendilerinden
istediklerini tam olarak yerine getirdiklerinde yapılması gereken iş
tam kapsamlı bir tarzda yerine getirilmiş olur. Fert, cemaat veya
halife dediğimizin her biri kendisinden isteneni yerine getirmekte
kusur gösterirse, yapılması şeriatça istenen iş o nispette eksik
bırakılmış olur ve günah kazanılmış olur.
Gerçek şu ki İslâm,
kemale ermiş bir dindir. Onun kemaliyeti, halifenin mevcudiyeti
olmaksızın tam anlamıyla hayata aksetmez. Çünkü dinin bir
çok hükmünün varlığı halifenin varlığına
bağlıdır. Aslında halifenin mevcudiyeti şer’i bir farziyettir.
Onu var kılmak için çalışmak da şer’i bir farziyettir. Netice
olarak onu var kılmak için çalışacak bir cemaatın mevcudiyeti de
şer’i bir farziyet olmaktadır. Öyle ise cemaat, Raşid Hilâfet
Devleti metoduyla dini uygulamak için şeriatın kendisinden istediği
her ameli yerine getirmek zorundadır. Bu farziyet ise; "İslâmi
hayatı yeniden başlatmak için çalışma" farziyetidir.
Şeriatın bir bütün olarak cemaattan istediği şey de budur.
Cemaattan istenen cemaatın takat getiremediği ve şeriatın da ona
bağlı kılmadığı şeyler değildir. Üstelik cemaat, halifenin
yapması gereken şeyleri yapamaz. Bilakis o halifeyi var kılmak için
çalışır. Zira şeriat cemaattan bunu istemektedir. Bu konuda
Rasul (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“İnsanlar üzerine atanan
emir çobandır ve güttüğünden sorumludur.”
“...Şüphesiz Allah kim
neyi güdüyorsa ondan onu soracaktır.”
İslâm'a mütekâmilen iman
eden Müslüman bir ferdin durumuna şöyle bir göz attığımızda ilk
etapta ondan istenenin icmali bir iman olduğunu görürüz. Fakat
şeriat tarafından kendisinden istenen ve lazım olun hususların
tafsilatını bilmesi gereklidir. Ayrıca beraber çalıştığı
cemaattan biri olmakla şeriatın kendisinden ne istediğini de
bilmelidir. İlgili olduğu bu iki amel türünden hangisinde kusur
ederse Allah'ın onu hesaba çekeceğini de bilmelidir. Halifenin durumu
da tıpkı böyledir. O ilkin bir fert olarak şeriatın kendisinden
istediği şeyleri ikame eder. Namaz kılar, oruç tutar, hacca gider,
zekat verir, ebeveynine iyilikte bulunur. Ayrıca şeriat onu da her
fert gibi zinadan, faizden, yalan ve hileden men etmiştir. O bunlardan
sakınır. Bütün bunlarla beraber o bir halifedir. Halife olarak
şeriat ondan bir takım şeyler talep etmektedir. O kanun yapar yani hüküm
benimser veya cihad eder. Cihadı ilan eder. Müslümanların
yuvasını, yurdunu korur. Allah'ın indirdikleri ile
hükmeder. Allah'ın hadlerini uygular. Bütün bunlar şeriatın
halifeden istediği farzlardır. O bunların hangisinde kusur ederse
Allah onun hesabını sorar.
İşte bu anlatılan durum
şer’i hükümlerin indiği vakıaları göstermektedir. Bunun
içindir ki İslâmi çalışma için teşekkül eden cemaatın,
şeriatın kendisinden istediği ve istemediği şeyin ne olduğunu açık
seçik bilecek durumda olmalıdır. Şeriatın halifeden istediği
şeyleri kendisinden isteniyormuş gibi görmemelidir. Bir cemaat olarak
kendi mevcudiyetinin vakıasını belirlerse, kendisinden istenenin
hacmini de belirleme gücüne malik olur. Netice de bir bütün olarak
İslâm'ın ikamesi istenmektedir. İşte bu, İslâmi çalışmanın
bir bütünlük ve kuşatıcılık karakteriyle yürütülmesinin
ifadesidir.
Cemaat, kendisinden
isteneni sınırlandırdıktan sonra kendisinden istenenlerin bir
kısmını yapıp bir kısmını yapmazsa veya kendisini aşan yönlere
yönelirse ya da işlerin öncelik olanlarına riayet etmezse hata
etmiş ve kendisinden istenen dengeyi kaybetmiş olur. Bu durumdaki
cemaata hangi amelin daha öncelikli olduğunun akıl tarafından değil
şeriat tarafından belirlendiğinin hatırlatılması gerekir. Zira
cemaatın görevi siyasi çalışma yapmaktır. İslâm’ı ümmete
tatbik etme esası üzerine kurulmuştur. Davette İslâm akidesini
merkez olarak seçmiştir. Çünkü İslâm akidesi her şer’i
ahkamın bağlandığı temeldir. İslâm devletini kurmaya çalışmak
bu akideden çıkan bir çok şer’i hükmü içine alan bir iştir. Bu
nedenle bu farz, "farzların tacı" olarak
isimlendirilmiştir.
Binaenaleyh
cemaat, dengeyi bu bakış açısının dışında gerçekleştirmeye
çalışıyorsa, Allah'ın kendisini sorumlu kılmadığı bir alanda
çabasını harcıyor demektir. Böyle bir durumda cemaat sayısının
çokluğundan şikayet edeceği gibi, eksiklikten ve karışıklıktan
da şikayet edecektir. Neticede her halinden şikayet eden ve acı içinde
ağlayıp sızlanıp duran bir cemaata dönüşür. Yolunu kaybeder.
Zira o hidayetine vesile olan şeyi kaybetmiş olacaktır.
Diğer taraftan bünyesinde
ibadetle, iktisat, sosyal ilişkilerle, siyasi ve askeri konularla
ilgili sistemi barındırması İslâmi metodun özelliklerindendir. Bu
nedenle cemaatın bütün bunlarla ilgili durumu nedir? Ne olacaktır?
Cemaatın varlık sebebi,
Allah'ın hükmünü hakim kılmaktır. Allah'ın hükmü hakim olunca
İslâmiyetin muhtelif nizamları da ikame edilmiş olur.
İktisadi nizamın bünyesinde
araziyle, mülklerle, fabrikalarla, harici ve dahili ticaretle ilgili
şer’i hükümler mevcuttur. Ne var ki bu ve benzeri bütün şer’i
hükümleri şeriat, halifenin mevcudiyetine bağlamıştır. Bunların
çekip çevrilmesi işi cemaatın değil halifenin görevidir.
Siyasi sistemde devlet; şari‘in
belirlediği temel unsurlar üzerine kurulur. Bu sistem; halifeden ve
iki yardımcısından, valilerden, kadılardan, idari
mekanizmadan ve ümmet meclisinden müteşekkildir.
Ayrıca halifenin ve yardımcılarının ve valilerin yetkileri vardır.
Ordunun da önemli bir konumu, idari mekanizmanın da kendine göre işleri
vardır. Cemaat bütün bunların neresinde yer alır?
Hatta İslâm ordusu varlık
gayesini gerçekleştirmek için hazırlanır. Bu gaye, İslâm'ın bütün
dünyaya egemen kılınmasıdır. Gayenin gerçekleştirilebilmesi için,
ordunun dünya düzeyinde donatılması gereklidir. Sadece müslümanın
makineli tüfeği nasıl kullanacağı veya sökeceğini, topu nasıl
ateşleyeceğini öğrenmesi gibi hareket bazında konuların bilinmesi
yeterli değildir. Zira fertlerin sahip olabileceği türden silahlar
olduğu gibi yalnızca devletlerin sahip olabileceği türden silahlar
da vardır. Bunlar ise (Top, tank, uçak, nükleer v.b.) dünya
düzeyinde uzmanlık eğitimini gerektirir. Bu konu ile ilgili
laboratuarların, silah fabrikalarının, havaalanlarının inşasını
ve eğitim alanlarına sahip olmayı gerektirir. Bütün bunlar karşısında
cemaatın konumu nedir? Rasul (s.a.v.)
sahabesini hazırlayıp yetiştirdiğinde bütün bu yukarıda
saydıklarımızla alakasız bir cemaat sorumlusu boyutunda değildi.
Fakat o, bir devlete hükmeden bir yönetici boyutunda bunlarla ilgili
ve alakadar idi. Bu bağlamda Rasul (s.a.v.)'in
bu tutumu örnek alınması gerekmektedir. Bu bakış açıdan
sapılması doğru değildir.
Diğer taraftan cemaata düşen
yukarıda sıraladığımız bir devlet için gerekli olan şeyleri
hazırlamak değildir. Bilakis ona düşen bunları gerçekleştirecek
halifeyi var kılmaktır. Zira cemaat bundan sorumludur. Şayet cemaat
halifeyi var kılmak olan esas vazifesini ihmal edip halifenin yapması
gereken işlere yönelirse, onlarla uğraşırsa şeriatı tahrif etmiş
olur.
Kaldı ki cemaata düşen,
Allah kendilerini muvaffak kıldığında insanlara hükmedecek nizamları
fikrî planda oluşturmaktır. Cemaat İslâm nizamını, şemasını ve
benimsediği kanunları ortaya koyar. Böylece insanlara İslâm
hükümlerinin görüntüsünü genel manada gösterir ki insanlar bu
nizamın onların her türlü sorunlarını çözmeye muktedir olduğuna
ve bu nizamlar kendilerine tatbik edildiğinde Allah'a topyekün
ubudiyet içerisinde bütün bir ümmetin şeriatın gölgesinde Allah'ın
sonsuz nimetlerine hem dünyada hem de Ahirette kavuşacaklarına tam
tamına inansınlar.
İslâmiyetin bir cüzü ile
uğraşılmasını isteyen ve bunu savunanlara gelince, bunlar ya hayr
cemaatlarıdır ya vaaz ve irşad cemaatlarıdır ya da Kur'an okumayı
öğreten cemaatlar gibi bir şer’i hükmü ikame etmek üzere teşekkül
eden cemaatlardır. Bu cemaatların üyeleri sadece tek bir şer’i hükmü
ikame etmek üzere bir araya geldikleri sürece bir şey ifade etmezler.
Fakat bu tip cemaatlar yaptıkları bu çalışmayla bütün dini ikame
edeceklerini iddia ediyorlarsa o zaman biz de diyoruz ki, onlar resmen
belli başlı İslâmi metodun dışına çıkıyorlar. Buna bağlı
olarak cüzi olarak yaptıkları bir takım davranışları da
bir mana ifade etmez.
Fakat bir cemaat ortaya çıkıp
halifenin yapması gereken işlere yönelmeden ve kendini tek İslâmi
cemaat olarak değil bilakis İslâm ümmetinden bir İslâmi cemaat
olarak görürse, Allah'ın hükmüyle hükmederek İslâmi hayatı
yeniden başlatma hedefini kendine hedef edinirse ve onu hedefine
ulaştıracak gerekli bütün işlerle ilgili şer’i hükümleri oluşturursa,
İslâm akidesini sahih bir kavrayışla mefhumlaştırıp onunla ilgili
fikirleri ortaya koyarsa ve gençlerini bu oluşturduğu sahih fikir ve
şer’i hükümlerle güzel bir şekilde yetiştirip hazırlarsa ve onu
hedefine götürecek sahih ilahi metodu ortaya koyarsa, ayrıca Allah
onu muvaffak kıldığında insanlara uygulayacağı şer’i hüküm ve
kanunları benimseyip gösterirse bu cemaat, tekrar Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmek için gerekli olan hazırlıklarını
tamamlamış olur. Bunun için çalışan gerçek manada bir cemaat
olur. Hatta bu cemaat Müslümanların arasında dolaşıp duran düşük,
ve batıl fikirleri etüt ederek içyüzlerini ümmete göstermeli,
bozulmuş İslâm mefhumlarını düzeltmeli, kendisiyle beraber çalışan
fertlere İslâm'ın fertten yerine getirmesini istediği şeyleri
istemeli ki fertler birer sağlam Müslüman olsunlar. Bunlar akide,
ibadet, muamelat veya ahlâk bazında olabilirler. Bu fertler güç ve
gayretlerini, başta halife olduğu halde bütün sosyal münasebetlerin
İslâm'a göre düzenlendiği bir toplumu meydana getirmek için sarf
etmelidirler. Bu gençler yöneticilerin hareketlerini çok dikkatli
izleyerek müslümanlara yönelik planlarını keşfederek buna mukabil
müslümanları bu plandan nasıl emin kılacaklarının hesabını
yaparlar. Şer'i hükümler çerçevesinde çözümler gösterirler. Ayrıca
müslümanlara karşı hak ve Hukuk tanımayan bu tağutlardan bizzat yönetimi
almak için çalışırlar. İşte bütün bu özelliklere sahip olan
cemaat yukarıda dediğimiz gibi Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyi
tekrar gerçekleştirmek için her hazırlığı yapmış olacaktır. Dört
başı mamur meşru siyasi bir hizip olacaktır.
Gerçek şu ki, bu evsaftaki
bir cemaatın kültürü bol, hareket alanı geniş neticede kendisinden
şeriatça istenen her şeyi çoğunlukla yapmaya muktedir olacaktır.
Bunları bu denge içinde yaparken teorik bir cemaata veya ahlakla uğraşan
ya da iktisadi bir müessese olmaya dönüşmeden yoluna devam
edecektir. Öyle ki bu cemaat siyasi olan tezini ve onu gerçekleştirmek
için yine siyasi olan çalışmasını muhafaza ederek onda ısrar eder
ve onu devam ettirir. Zira onun fikirleri halkın işlerini düzenleyen
ve maslahatlarını celbeden fikirler olarak bina edilmiştir.
Binaenaleyh İslâm'ın
sadece cüzüyle ilgili çalışmayı savunanların tezleri biraz önce
ortaya koyduğumuz üzere kabule değer değildir. Bunun gibi
kendisinden isteneni yerine getirmeye muktedir olacak olan kuşatıcı
özellikteki cemaatın yapacağı kabule şayandır. Aynı şekilde
şeriatın cemaattan istemediği şeylere yönelmek de kabul edilmez bir
hatadır.