besmele.gif (4401 bytes)

M İ N H A C

HİZB-ÜT TAHRİR’İN DEĞİŞTİRME METODU

**********************************************************************************

BU KİTAP, H. 24 CUMADEL’ULA 1410, M. 22 ARALIK 1989 TARİHİNDE HİZB-ÜT TAHRİR TEMSİLCİSİNİN AMERİKA’NIN MİSSURİ EYALETİNDE MÜSLÜMAN ÖĞRENCİLER BİRLİĞİ TARAFINDAN DÜZENLENEN KONFERANSTA YAPTIĞI KONUŞMA METNİDİR.

**********************************************************************************

Birinci Bölüm

Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun. Salat ve selam peygamberlerin efendisi ve müttakilerin imamına, onun âli ve ashabına, onun davetini yüklenip yolunu takip eden, düşüncelerine İslâmi akideyi esas alan, amellerinde şer'i hükümleri ölçü ve kaynak kabul edenlerin üzerine olsun.

Aziz Kardeşlerim,

Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun diyerek İslâm'ın selamı ile sözlerime başlamak isterim. Allah'tan bu toplantımızı halis kılıp, İslâm ve müslümanların hayrına vesile kılmasını dilerim.

Yine Allah'tan basiret ve ferasetlerimizi açmasını, bize hakkı hak olarak gösterip hakka tabi olmayı, batılı batıl olarak gösterip ondan kaçmamızı ihsan etmesini dilerim.

Aziz Kardeşlerim,

Gerçek şu ki; tüm dünya müslümanları için ölüm kalım derecesindeki en önemli mesele; küfür sistemlerini yıkıp İslâmi hükümleri tatbik mevkine getirmek, İslâm topraklarını Dar-ı İslâm'a, bu topraklarda yaşayan toplumları İslâm toplumuna dönüştürmek, davet ve cihad yolu ile İslâm risaletini dünyaya taşıması için Allah'ın Kitabı ve Rasülünün Sünneti üzere kendisine biat edecekleri bir Halife belirleyip Hilâfet yolu ile tüm dünyada Allah'ın hükümlerini yeniden hayata döndürmektir. Özetle Hilâfetin yeniden kurulması yoluyla küfrün nizamlarını yıkmak ve İslâm'ın hükümlerini tatbik makamına getirmektir. Ancak bu hedefe ulaşıldığında İslâm toprakları Daru'l İslâm'a ve üzerinde yaşayan toplumlar da İslâm toplumuna dönüşecektir. İslâm'ı tüm dünyaya davet ve cihad yoluyla bir risalet olarak taşımak için Allah'ın Kitabı ve Rasülünün sünneti üzerine kendisine tüm müslümanların biat edeceği bir Halife'nin seçilip atanması ile Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeye tekrar dönmek mümkün olur.

Müslümanların ölüm-kalım derecesindeki hedefleri belli olunca artık partisel, kitlesel ve cemaat olarak tüm İslâm davetçilerinin gerçekleştirmeye çalışacakları hedef ve bu hedefe ulaşmak için takibi vacib olan metod da belirlenmiş olur.

Ancak müslümanların hedef ve metodu kavrayabilmeleri için; ümmetin içinde bulunduğu durumu, İslâm beldelerinin fiili durumunu, İslâmi beldelere ilişkin "Dar" (ülke) kavramının gerçeğini, günümüzde müslümanların yaşadıkları toplumların halini ve tüm bunlara ait şer'i hükümleri bilmek gerekir.

Müslümanların durumuna gelince; ne yazık ki bugün müslümanlara, İslâm'ın fikirleri yanında batıya ait fikirler, Sosyalizm, milliyetçilik vatancılık, bölgecilik, mezhepçilik gibi bir takım fikir ve duyguları kapsayan karma karışık fikirler hakim durumdadır.

Başta Arap ülkeleri olmak üzere İslâmi beldelere şöyle bir göz attığımızda üzülerek diyebiliriz ki hepsine küfür rejimleri ve küfür kanunları hakimdir.

Bazı ülkelerde evlenme, boşanma, nafaka, miras, evlatlık gibi fer'i meselelerde İslâm'ın hükümlerinin bir kısmının tatbiki ya da "şer'i mahkemeler" adı verilen özel mahkemelerin bulunmasına, Suud ve İran gibi bazı müslüman beldelerdeki mahkemelerde bir takım şer'i hükümlerin uygulanmasına rağmen tüm İslâm beldelerinde genel olarak küfür rejimlerinin hükümleri uygulanmaktadır.

Dünyada müslümanların yaşadığı bölgelere "Dar" kavramı çerçevesinde baktığımız da görürüz ki ne yazık ki bu bölgelerin hiç biri Daru'l İslâm değildir, aksine Daru'l Küfürdür.

Bu sonuca ulaşabilmek ve bu gerçeği görebilmek için şer'i birer kavram olarak “Daru'l İslâm” ve "Daru'l Küfür" kavramlarının içeriğini bilmemiz gerekir.

Şer'i bir kavram olarak Daru'l İslâm; İslâm'ın hükümleri ile yönetilen, iç ve dış güvenliği müslümanların otoritesi ve gücü ile sağlanan yerdir. Hatta burada yaşayan insanların çoğu müslüman olmasa da söz konusu şartlara sahip her yer Daru'l İslâm' dır.

Şer'i bir kavram olarak Daru'l Küfür ise; küfür hükümleri ile yönetilen güvenliği müslümanların otorite ve gücüne dayanmayan yerlerdir. Bu şartlara sahip bölgelerde yaşayan halkın çoğunluğunun müslüman olması yukarıdaki şartlar devam ettiği sürece bölgenin Daru'l küfür olması gerçeğini değiştirmez.

Görüldüğü gibi bir bölgenin Daru'l İslâm ya da Daru'l küfür olmasında esas olan bölgenin ya da orada yaşayanların kimliği değildir. Asıl ölçü o yörede uygulanan hükümlerle, bölge güvenliğinin kimlerce sağlandığıdır. Eğer uygulanan hükümler İslâmi, iç ve dış güvenlik müslümanlara aitse o bölge, Daru'l İslâm'dır. Eğer uygulanan hükümler küvür hükümleri, iç ve dış güvenlik gayri müslimlere aitse o bölge ya Dası'l Küfür ya da Daru'l Harptir.

Bu şartları Süleyman b. Büreyde'den rivayet edilen şu hadis belirlemektedir:

"...Onları İslâm'a davet et. Eğer bu davetini kabul ederlerse onların bu cevaplarını kabul et ve onların üzerinden elini kaldır. Sonra onlara bulundukları beldeden Daru'l Muhacirine (yani Daru'l İslâm'a) göç etmelerini söyle. Bunu yaptıklarında hicret edenlerin, sorumlu oldukları ile de sorumlu olacaklarını onlara haber ver." (Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3261)

Bu hadisin mefhumundan şu sonuçlar çıkarılır: Eğer insanlar yaşadıkları bölgeyi bırakıp Muhacirlerin yaşadığı Daru'l İslâm'a gelmeyecek olurlarsa Muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olamayacaklardır. Bu hadisten aynı zamanda Muhacirlerin yanına hicret edip buraya yerleşenlerle, bulunduğu yeri terketmeyen insanlara uygulanacak hükümlerin de farklı olacağı sonucu çıkarılabilmektedir. Rasulullah (SAV) döneminde Muhacir'lerin yaşadığı bölge Daru'l İslâm, dışında kalan bölgeler ise Daru'l küfürdü.

Bu çerçevede Daru'l İslâm, Daru'l küfür ve Daru'l Harb kavramları gündeme geldi "Dar" kelimesinin İslâm'a, küfre ya da harbe izafeti bir bakıma otoritenin kime ait olduğu noktasında düğümlenir.

Buradan hareketle bir yere "Dar" (ülke) diyebilmek için orada yaşayanların bağlandığı bir otoritenin bulunması şarttır diyebiliriz. Bu şartta ancak iki unsurun bulunması ile gerçekleşir.

1- O ülkede yaşayan insanların çıkarlarının belirli hükümlerle güdülmesi gereği.

2- Ülkedeki insanların her türlü hak ve hukukunu koruyacak ve hükümleri uygulayacak yöre halkının güvenliğini sağlayacak bir gücün bulunması gereği.

"Dar" meselesine ait bu iki şarta ek olarak bu ülkede uygulanacak hükümlerle ilgili olarak şu deliller de verilebilir:

"Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerdir." (Maide 44)

Şerli imamlar (yöneticiler) hakkında bize ulaşan Avf b. Malik hadisinde de şu mesaj verilmektedir. "Denildi ki; Ya Rasulallah, zalim idarecilere karşı silahla savaşmayalım mı? Peygamber; Hayır onlar aranızda namazı uyguladıkları müddetçe bunu yapamazsınız" (Müslim, İmare, 3447)dedi Yine Ubade b. Samit'in biat konusunda geçen hadisinde de şöyle denilmektedir: "Biz ulu'l emre karşı çıkmamak üzere biat ettik. Ancak onda açık bir küfür görürseniz o takdirde Allah katında kesin bir delil olacağından ona karşı koyabilirsiniz."   (Buhari, Fitne, 6632 )

Taberi'nin rivayetinde ise; "açık küfür" kaydı yer almaktadır. Bu hadisler İslâm dışı hükümlerle hükmetmenin, devlet başkanına silahla karşı koyup, onunla savaşarak mücadele etmenin vucubiyetine delalet etmektedir. Ayrıca söz konusu deliller, bir bölgenin Daru'l İslâm olabilmesinin şartlarından birinin de İslâm hükümlerinin tatbik edilmesi olduğunu ve İslâmi hükümler uygulanmadığında imama karşı savaşla mücadele ve silah kullanmanın vacibliğine dair bir delildir.

Daru'l İslâm'da yaşayanların güvenliği İslâmi olarak sağlanmalıdır. Yani o bölgede güvenlik müslümanların otoritesi ile sağlanmalıdır. Bu kural Allahu Teâla'nın:

"Allah hiç bir zaman kâfirlere müminler üzerinde hâkimiyet vermez" (Nisa 141)

meâlindeki ayetinden alınmıştır. Yani kâfirlerin müminlerin üzerinde bir otorite kurmaları hiç bir zaman caiz değildir. Zira kâfirlere hâkimiyet sağlayıcı bir otorite vermek, müslümanların güvenliğini İslâm'ın güvenliği olmaktan çıkararak küfrün güvenliğine dönüştürür.

Hz peygamber (SAV) müslümanların otoritesini kabul etmeyen ve bu otoriteye boyun eğmeyen ülkelere karşı savaşmayı emretmiştir. Buralarda yaşayan halk ister müslüman olsun ister olmasın onlarla savaşmıştır. Bu ülkelerde yaşayanların müslüman olmaları durumunda müslümanları öldürmekten nehy ettiğine dair Enes'ten rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir:

"Rasulullah (SAV) bir kavimle savaşacağı zaman sabaha kadar bekler ve eğer ezan sesini işitirse saldırmaktan vaz geçerdi. Ezan sesi işitmezse sabaha kadar bekler ondan sonra saldırırdı." (Buhari, Cihad, ve's-Seyr 2725)

Üsame el-Müzni'den rivayet edildiğine göre Nebi (SAV) bir yere askeri bir birlik gönderirken onlara şöyle derdi:

"Siz bir mescit görürseniz veya bir müezzin sesi işitirseniz oradaki hiç kimseyi öldürmeyin"  (Ahmed b. Hambel, Mukessirin 15156)

Mescit ve ezan İslâm'a ait görüntü ve nişanelerdir. Bir beldede mescitlerin ve ezan sesinin duyulması o yörede yaşayanların müslüman olduğuna delalet etse de o bölge halkı ile savaşmayı engellememektedir.

Bu şu anlama gelmektedir. Mescit ve ezan bulunduğu halde o bölge Daru'l Harp yani Daru'l Küfür olarak kabul edilmiştir. Her ne kadar orada İslâm'ın görüntü ve işaretleri bulunsa da. Çünkü onlar Hz. Peygamberin otoritesine ve güvenliği altına yani İslâm'ın otoritesi ve güvenliği altına henüz girmemişlerdir. Bu nedenle Daru'l Harp olarak kabul edilmiş ve kendilerine savaş açılmıştır.

Buradan da görülmektedir ki günümüzde İslâmi beldelerin çoğunun güvenliği müslümanlar tarafından sağlandığı halde İslâm'ın hâkimiyeti şartı gerçekleşmediğinden halkı müslüman olan bu beldeler ne yazık ki ikinci şartı taşımadıklarından Daru'l İslâm olarak kabul edilmezler.

Günümüzde İslâm beldelerindeki toplumlara bu çerçevede bakıldığında gerçekte hepsinin gayri İslâmi toplum olduğu görülür.

Zira toplum; fertler, fikirler, duygular ve nizamlardan müteşekkil bir varlıktır. Görüldüğü üzere toplum sadece fertlerden ibaret değildir ki halkı müslüman diye bir topluma "İslâm toplumu" denilsin.

Toplum; aralarında sürekli ilişkiler bulunan insanlar topluluğudur. Tıpkı bir gemi, uçak ya da otobüste seyahat edenlerin ilişki biçimi gibi insanlar arasında süreklilik arz eden bir ilişki biçimi sözkonusu değilse, bu kalabalıklar toplum değil herhangi bir topluluğu oluşturmuş sayılırlar.

İnsanlar arasındaki ilişkiyi sürekli kılan aralarında fikir, duygu ve nizam birliğinin bulunmasıdır. Bu üç unsuru içermeyen insan topluluğu asla toplum tanımına girmez.

Bu temelden hareketle diyebiliriz ki toplum, insan, fikir, duygu ve nizamlardan oluşur. O halde toplumlar fikir, duygu ve nizamların değişmesi ile değişirler.

Fertlerinin çoğunluğu, müslüman olmasına rağmen, bugün müslüman beldelerin tümündeki toplumlara çeşit çeşit fikir, duygu ve nizamlar hakimdir. Bu nedenle müslümanlar arasında fikri ve duygusal açık çelişkilerin bulunması yadırganacak bir hal değildir. Bir yandan İçlerinde İslâm özlemi ile tutuşan müslümanların, diğer taraftan idarecilerinin kâfir olabileceğini kabul ettiklerini ve kendilerine uygulanan küfür rejimlere ve onların kanunlarına ses çıkartmadıklarını görebilirsiniz. Bu kişiler bir yandan tekrar İslâmiyete dönüşü arzularken diğer yandan kavmiyetçilik, vatancılık ve mezhepçilik gütmektedirler. Müslümanlar bir yandan Amerika İngiltere, Fransa ve Rusya'yı düşman kabul etmekte diğer yandan ise bu devletlerden yardım istemekte, onlardan hayati problemlerini ve sıkıntılarını çözmelerini beklemektedirler.

Bir yandan "Müminler ancak kardeştir" perensibine inanmakta, diğer yandan Arapların arapçılığa, Türklerin turancılığa, İranlı'ların farslılığa hatta daha dar anlamda Iraklı'nın Iraklılığa, Şamlı'nın, Şamlılığa ve Mısırlı'nın Mısırlı'lığa sıkı sıkı ve körü körüne bağlandıkları görülmektedir. İslâmi hükümlerle çelişen örnekler bunlarla da bitmemekte, müslümanlar bir taraftan İslâm'a inanmakta diğer taraftan demokrasi havarisi kesilip "hürriyet" ve "eşitlik" gibi nameler okumakta hatta "halkın egemenliği" ve "Sosyalizm" gibi İslâm'la taban tabana zıt fikirlerin propagandasını bile yapabilmektedirler.

Bütün bunlara ilave olarak tüm İslâm beldelerinde yargı, eğitim, ekonomi dış siyaset ve medeni hukuk uygulamalarının tümünü küfür kanunları ve nizamları oluşturmaktadır.

İşte İslâm beldelerindeki toplumların tamamını gayri İslâmi kılan bu gerçeklerdir.

Tüm bu ortaya koyulanlardan görülmektedir ki bugün İslâm beldelerinde yaşayanlar her ne kadar müslümanlarsa da gayri İslâmi bir toplum içinde yaşamaktadırlar ve bu beldeler de Daru'l İslâm tanımı içerisine girmemektedirler.

Yine açık bir gerçektir ki -Hilâfet Devleti yıkılıp İslâm hayat ve devlet sahasında uygulamadan kaldırıldıktan sonra- İslâm'ı tekrar hayata, devlete ve topluma hakim kılmak, müslümanlar için artık ölüm-kalım meselesi haline gelmiştir. İslâm'ı tekrar uygulamak ise ancak müslümanların dinleyip itaat etmek üzere biat edecekleri bir Halife seçmeleri ve Hilâfetin kurulmasıyla olacaktır. Seçilecek Halifeye düşen görevler ise şunlar olacaktır:

- Küfür hükümleri ile yönetilen rejimleri yıkıp yerine İslâm rejimi ve hükümlerini getirmek.

- İslâm beldelerini Daru'l İslâm'a, bu beldelerdeki toplumları ise İslâmi topuma çevirmek.

- Müslümanlar arasında Allah'ın kitabı ve Rasulullah'ın sünneti ile amel etmek

- Tüm İslâm beldelerini Hilâfet devleti çatısı altında toplamak .

- Davet ve cihad yolu ile İslâm risaletini tüm dünyaya taşımak.

İşte Ancak tüm bu sorumlulukları gerçekleştirmeyi yüklenen Halife müslümanlardan biat alabilir.

Müslümanların Hilâfet Devletini kurmaları, İslâm hükümlerinin tamamı ile amel etmeleri ve üzerlerindeki ölüm-kalım derecesindeki bu sorumluluktan kurtularak İslâm'ın hayat, devlet ve toplum üzerine tatbiğini sağlamalarının farziyeti aşağıdaki şer'i hükümlere dayanmaktadır:

"Rasül size neyi getirdi ise onu alın, sizi neden nehy etti ise ondan kaçının."  (Haşr 7)

Bu ayette geçen sözcüğü genelleme içeren bir sözcüktür. Ve Peygamberin getirdiği her şeyi kabul edip uygulamanın vacibliğini ifade ederken, yasakladığı şeylerden kaçınmanın vacibliğini de ifade etmektedir. Allahu Teâla buyurdu ki:

"Onların arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni alıkoymalarından sakın." (Maide 49)

Bu ayet peygamberlere ve müslümanlara Allah'ın indirdiklerinin tümü ile hükmetmelerini farz kılan bir emirdir. Zira ayette geçen sözcüğü, genelleme ifade eden bir anlam taşımaktadır. Ve Allahın indirdiği tüm hükümleri kapsamaktadır.

"Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir." (Maide 44)

Yani kim Allah'ın indirdiği tüm hükümlerle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. Ayette geçen lafzı genellik ifade eden lafızlardan olup Allah'ın indirdiği tüm hükümleri kapsamaktadır.

Bu ve benzeri ayetlerle, Allah'ın indirdiği tüm hükümlerle amel etmenin farzlığı açıklığa kavuşmuştur. Yine çok açıktır ki günümüzde ki İslâm beldelerinde böyle kapsamlı bir uygulama söz konusu değildir. Sonuçta İslâm'ı hayatın her sahası ile devlet ve toplumda tekrar uygulanır hale getirmek müslümanlar için kaçınılmaz bir sorumluluktur.

Bu kaçınılmaz sorumluluk İslâmca bir ölüm-kalım mücadelesi olarak ele alınmıştır. Nitekim Müslimden rivayet edilen Avf. b. Malik'in hadisinde Peygamber (SAV) şöyle buyurmaktadır:

"İleride hoşunuza gidecek veya gitmeyecek bir çok idarecileriniz olacaktır. Kim kötü idarecilerin uygulamalarına buğz ederse suçsuz olur. Eğer eli ve dili ile onun zulümlerine karşı koyarsa kurtulmuş olur. Ancak bu uygulamalara rıza gösterip ona uyanların durumu ayrıdır." Orada bulunanlar: Ya Rasulullah biz bu tür idarecilere silahla karşı koymayalım mı? dediler. Rasulullah (SAV): "Aranızda namazı ikame ettikleri (Allah'ın indirdikleri ile hükmettikleri) sürece kılıçlarınızla onlara karşı koymayın." buyurdu (Müslim, İmare, 3446).

Buhari'nin Ubade b. Samit'ten naklettiği bir hadiste ise şöyle denilmektedir:

"Rasulullah (SAV) bizi davet etti. Biz de ona biat ettik. Sevinçte, sıkıntıda, rahatlık ve zorlukta velhasıl her durumda onu dinleyip itaat edeceğimize dair söz verdik. Ayrıca onu kendi nefsimize tercih edeceğimize, emir sahiplerinde, Allah katında yanımızda delil olarak gösterebileceğimiz açık küfür görmemizin dışında karşı çıkmayacağımıza, açık küfür gördüğümüzde ise karşı koyacağımıza dair söz verdik." (Buhari, Fitne, 6532)

Buhari'de geçen hadiste "açık küfür" tabiri şeklinde geçtiği halde Taberani de bu tabir şeklinde geçmektedir.

Avf b. Malik'in rivayet ettiği hadiste "namaz kılma" tabiriyle kasd edilen dinin tüm hükümlerini uygulamaktır. Bu hadiste "namaz kılma" tabiri ile cüz zikredilip bütün kastedilmektedir. Yani İslâm hükümleri ile hükmetmeye açık bir kinaye vardır.

Ubade b. Es-Samit 'in hadisinde yer alan tabiri ise devlet başkanının amellerinde açıkça küfürle hükmetmesini kastetmektedir. Söz konusu iki hadisin mefhumundan çıkan sonuç şudur: İdareciler eğer İslâm hükümleri ile hükmetmez ve İslâm'ın hükümlerini açıkça ilan etmezlerse onlarla kılıçla mücadele edileceğidir. Eğer idareciler küfür nizamlarını uygulamaya kalkışırlarsa ya da ulu'l emirde açık küfür görülürse onlarla mücadeleye girişilir.

Yöneticilere karşı koymakla kasd edilen ise, onları yönetimden uzaklaştırıp İslâmi bir yönetimin geri getirilebilmesi için onlarla savaşmaktır.

Buraya kadar bahsettiğimiz delilerden; İslâm'la hükmetmenin farziyeti ve küfür hükümleri ile hükmedilmesine engel olmanın, müslümanlar için bir ölüm-kalım meselesi olduğu açıklığa kavuşmuştur.

 

Aziz kardeşlerim;

Toplumda meydana gelen şiddetli iç sarsıntılar, doğal olarak ümmette bir canlılığın doğmasını sağlar. Sonuçta ümmetin fertleri arasında ortak bir duyarlılık ve anlayış doğar. Bu uyanış, kurtuluşa götürecek bir çözümü doğuracağı gibi sarsıntının sebeplerinin derinlemesine tefekkürünü ve sebeplere ilişkin fikri incelemeyi de doğuracaktır.

Sonuçta karşılaştırmalar ve üstünlük mukayesesi ile birlikte, ümmetin geçmişini, bu gününü ve geleceğini, halk ve ümmetlerin tarihini ve kalkınma yollarını kapsayacak olan fikri çalışma; aklın doğruyu bulmasına yol açacak ve yapılan incelemelerden çare ve çözümler üreyecektir.

Müslümanlar; yüzyılın başında tüm varlıklarını derinden sarsan, ülkelerini paramparça eden, toplumları fırkalara ayıran, Hilâfet Devletini ortadan kaldıran çok şiddetli bir sarsıntı geçirdiler. Bu sarsıntı sonucu İslâm; hayat, devlet ve toplumda uygulama sahasından uzaklaştırıldı, müslümanlar ruhlarını kaybederek adeta ceset haline geldiler. Hilâfet devleti yıkıldıktan sonra İslâm devleti çeşitli yeni oluşumlarla küçük devletçiklere bölündü. Bu devletçikler önce doğrudan doğruya küfür devletlerinin boyunduruğuna girdiler. Daha sonra kâfir devletlerle işbirliği halindeki müslüman kökenli ajanların yönetimine geçtiler. Sonuçta bütün İslâm beldelerinde küfür rejimleri eliyle küfür hükümleri uygulanmaya başlandı.

Bu şiddetli sarsıntıyı bir başkası takip etti. Küfür devletleri ve işbirlikçileri Arap idarecilerle bir araya gelip Filistin aleyhine çevirdikleri entrika ve hilelerle İslâm toprakları üzerine İsrail Devletini kurdular.

Bu iki büyük sarsıntı müslümanların nefislerinde büyük tesirler bıraktı ve her biri kendi dertlerine düştüler. Kurtulmak amacı ile İslâmi, hatta gayri İslâmi hareketlere giriştiler Ancak bu iki büyük beladan kurtulamadılar.

İkinci sarsıntıyı takiben Hizb-üt Tahrir teşkilatı kuruldu Müslümanların içine düştüğü felaketlerin önemini hisseden bir kısım müslümanlar İslâm ümmetinin bu gününü ve geçmişini gerçekçi bir şekilde ele alarak müslümanların uğradığı felaketleri, komploları, yenilgileri ve bunların nedenlerini incelediler.

Bunlara ilaveten müslümanların ve İslâm beldelerinde yaşayan toplumların durumunu, bu beldelerde yaşayan ümmetin idarecileri ile ve idarecilerin ümmetle olan ilişkilerini, bu coğrafyalarda uygulanan hükümleri, rejimleri, ve müslüman toplumlarda hakim fikir ve duyguları tafsilatlı bir şekilde ele alıp incelediler.

Bütün bu hususları inceden inceye araştırdıktan ve müslümanların kurtuluşu için girişilen İslâmi ve gayri İslâmi tüm hareketleri de gözden geçirip inceledikten sonra elde ettikleri tüm bilgileri İslâm'ın hükümleri ile karşılaştırdılar.

Tüm bu yoğun araştırma ve incelemeler sonucunda sınırları belli, açık ve anlaşılır bir fikre ulaştılar ve sonuçta Hizb-üt Tahrir hareketini oluşturdular.

Bu araştırma ve incelemelerden sonra Hizb-üt Tahrir; İslâm Ümmetinin ölüm kalım meselesinin; İslâm'ı hayata, topluma ve devlete tatbik etmek, davet ve cihad yolu ile İslâm risaletini tüm dünyaya taşımak olduğu sonucuna ulaştı.

Bu temelden hareketle Hizb-üt Tahrir amacını; İslâmi hayatı yeniden başlatmak ve İslâmi daveti yüklenme ilkesi ile sınırlandırdı. Ümmet içerisinde de bu amaca ulaşmak için çalışmalarına başladı.

İslâmi hayata yeniden başlamakla kastedilen, müslümanların; tekrar akide ibadet, ahlak, muamelat, yönetim, ekonomi toplumsal yasaklar, eğitim, diğer halk, ümmet ve devletlere karşı takip edilecek olan dış politikada İslâm'ın tüm hükümlerin uygulanması, müslümanların yaşadığı ülkelerin Daru'l İslâm'a, buralarda yaşayan toplumların da İslâmi toplumlara dönüştürülmesidir.

İslâmi hayata yeniden başlamak ancak, Allah'ın kitabı ve Rasulullah'ın sünneti üzerine itaat edilmek üzere biat edilen müslümanların Halifesinin seçilerek Hilâfetin yeniden kurulması ile gerçekleşebilir.

İncelemeleri sonucunda müslümanların ölüm-kalım meselesini belirleyen Hizb-üt Tahrir, müslümanların bütün güçlerini harcayacakları hedefi ve bu hedefi gerçekleştirmelerindeki amacı da belirledi.

Aynı şekilde, amacını gerçekleştirmek ve hedefe ulaşabilmek için takip etmeleri gereken metodu da belirledi. Bu metod; Allahu Teâla'nın kendisini elçi olarak göndermesinden, Medine'de İslâm devletini kurmasına kadar Rasulullah (SAV)'in izlediği ve titizlikle üzerinde hareket ettiği yoldur.

İslâmi hayatı yeniden başlatmak amacıyla başlatılacak bir hareketin verimliliği için bu hareketin ferdi bir hareket olarak kalması caiz değildir. Aksine kitlesel bir çalışma olmalıdır. Zira ferdi çalışma İslâmi hayatı yeniden başlatma hedefini gerçekleştirme gücünden yoksundur. Ayrıca akli ve düşünsel kabiliyetleri ne kadar yüksek olsa da ferdin tek başına böyle bir hedefi gerçekleştirmesi mümkün değildir. İşte bu sebeplerden hareketle amacın bir cemaatla gerçekleştirilmesi gerekir.

Hilâfetin kurulup yönetimin tekrar Allah'ın indirdikleri ile olması için yapılacak çalışmanın bir kitle, parti ya da cemaat içinde kitlesel ve siyasi bir çalışma şeklinde yapılması gerekir. Siyasi olmaması caiz değildir. Zira Hilâfetin kurulması ve Halifenin seçilip atanması siyasi bir çalışmadır. Aynı şekilde Allah'ın indirdikleri ile hükmetmek de bir siyasi çalışmadır. Bu nedenle siyasi çalışma dışında bir çalışma ile bu amacın gerçekleşmesi mümkün değildir.

Siyasi niteliği olmayan işlerin peşinde koşan kitlelerin, müslümanların ölüm-kalım meselesine hiç bir katkıları yoktur. Siyasi olmayan kitlelerin Hilâfeti kurup Allah'ın hükümleri ile hükmedilmesini tekrar başlatmak gibi farz olan bir amacı gerçekleştirmeleri de mümkün değildir.

Aşağıda tanımlayacağımız kitleler siyasi hedefleri olmayan kitlelere örnektirler.

A- Okul ve hastane yaptırmak, fakirlere, yetimlere ve düşkünlere yardım gibi hayır işleri ile uğraşan kitleler: Her ne kadar İslâm, hayır işleri yapmak noktasında müslümanları teşvik etmişse de bu tür işlerin, müslümanların ölüm-kalım meselesini çözme noktasında bir katkıları olmamıştır. Bu tür çalışmalarla müslümanların üzerine farz olan amacı gerçekleştirmeleri mümkün de değildir. Aynı zamanda hayır işleri ile uğraşan cemaatlar; fertleri, Allahın hükümleri ile hükmetmek gibi ölüm-kalım derecesindeki bir farzı yerine getirmekten alıkoyarlar.

Ayrıca kitlelerin uğraştıkları süreklilik arz eden hayır işleri, daimi bir şekilde gözetilmesi gereken işlerdendir. Süreklilik arz eden işlerin gerçekleştirilmesi ise fertler ve cemaatlarca değil devletçe üstlenilmesi gereken sorumluluklardandır.

Ancak devamlılık gerektirmeyen türden hayır işleri devletin sorumluluk alanına germediğinden fertlerce yapılması meşrudur. Hatta şer'i hükümlerde buna teşvik vardır. Ancak bu hali ile bile hayır-hasenat yapma işi müslümanların ölüm-kalım meselesi değildir.

B- İbadetlere ve sünnetlere sarılmaya çağıran gruplar: İbadet ve sünnetlere sahip çıkmak İslâmca teşvik edilen fiillerdendir. Zira bu tür fiiller İslâm'ın bütününden birer parça olduğu gibi Allah tarafından müslümanlara vacib kılınan "hayır" dan da birer parçadır. Nitekim Cenab-ı Allah buyurmuştur ki; "Sizden hayra davet eden bir ümmet (grup) bulunsun" (Ali İmran 104)

                                                                        2.bölüm   >>>>>>>>>>