Tevhid Dininin Tahrifi
Abdulvahid Gökşenoğlu
Özellikle eski medeniyetlere bir bakıldığında bu toplumların
(Sümeler, Asurlar, Mısırlılar, Eski Yunanlar, Hititliler, Romalılar) çoktanrılı
bir inanç sistemine sahip oldukları görülür.
19. yüzyılın sonlarına doğru din üzerine çalışma yapan
çoğunluk bilim adamlarının görüşlerine göre dinin kaynağı ya animizme ya
natüralizme ya da totemizme dayanıyordu. Darwin ve Lamarck’ın biyolojide açmış
olduğu evrim fikrinin Leibniz ve Hegel gibi yazarlarca sosyal bilimlere uygulanması
sonucunda güç kazandı ve 19. ve 20. yüzyıllarda sistemleştirildi.
Darwin teorisiyle batıda evrimcilik sosyal bilimlere uygulandı.
Dinlerin kökeni korku, sevgi ve dehşeti içine alan birtakım teorilerle açıklanmak
istendi. Başlıca animizm, totemizm, natüralizm ile açıklanmaya çalışılan din, bu
teorilere göre evrim yoluyla muhtelif safhalara gelmiştir. Sonuçta tanrıların
içinden en üstün birinin seçildiği monoteist aşamaya geçilmiştir.
19. yüzyılda bu teoriler primitif topluluklarda araştırma yapan
antropologlarca ispat edilmeye çalışıldı. Bu çalışmalar daha sonra 20.
yüzyıldaki sosyolog, antropolog ve tarihçilerin teorilerin temelini oluşturdu.
Amerikalı etnolog L.H. Morgan’ın
başlattığı ”Toplumların evrimi” fikri Mark ve Engels tarafından da benimsenir.
Evrimci ekolun en önemli simalarından biri E.B. Taylor’dur. 1817’de yayınlanan
“Pirimitive Culture” adlı eseri, evrimci görüş açısının enine boyuna konduğu
klasik bir eserdir. Taylor mitoloji ve büyü hakkında geniş araştırmalar yapmış,
dinin başlangıcını animizmde açıklamıştır. Bundan sonra sıra ile animatizm
(tabiata canlılık atfetme), manizm (atalar kültürü), politeizm (çok tanrıcılık)
ve son basamak monoteizm (tek tanrıcılık) gelir. Ancak bu teori artık geçersizdir.
İslamın dinlere bakış açısına ters olan evrimci ekol teorileri
aynı zamanda diğer monoteist dinlerin (Hıristiyanlık ve Yahudilik) bu husustaki
görüşlerine de aykırıdır. İslam ve öteki monoteist dinlere göre, dinlerde evrim
değil dejenerasyon söz konusu olabilir, seremoniler de bozulmuş ibadetlerdir.
Kuran’ın çizdiği din dejenerasyonuna temel prensiplerine, sistemli
ve benzer bir yaklaşım, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyılın ilk yarısında Alman Kültür
Tarihi Ekolünden Wilhelm Schmidt tarafından çizilir.
Schmidt’in eseri "Ursprung der Gott Idee" uzun uzun bir tek
Allah inancından çok tanrılı anlayışa nasıl geçildiğini anlatır. Bu ekolde
ağırlık sosyo-psikolojik hadiselere verilir.
Dinlerin dejenerasyonuna geçmeden önce dejenerasyonun oluşmasına
meydan veren insanın sosyo-psikolojik durumunun incelenmesi gereklidir.
İnsan yaratılışı itibarıyla eksik bir yaratıktır. Bu nedenle
her zaman yardıma muhtaçtır. İnsan tabiatı itibarıyla genelde somut şeyleri
algılamaya meyleder. İnsan somut şeyleri kavradıktan sonra, yarı somut ve nihayet
soyut şeyleri anlama idrak etme yolları ona açılır. Yani insan ilk önce somut
şeyleri anlar, bunların yardımlarıyla somut şeyleri kavrar ve nihayet tüm bunların
yardımıyla soyut şeyleri anlaması mümkün olur.
Ne demek istediğimizi örneklerle açıklamaya çalışalım:
İnsanlık tarihi boyunca insanın kendini ve çevresini
tanımlamasında küçük ve büyük kainat ayrımı ve bunlar arasındaki ilişki büyük
rol oynamıştır. İnsan herhangi yeni bir şeyi tanımlarken çok iyi tanıdığı
kendinden ya da çevresindeki varlıklardan hareket eder.
Örneğin; Kızılderili dilinde, en çok bilinen hayvanların adı
”geyik, köpek ve tavşan”dır. Kızılderililer atı ilk kez gördüklerinde ona
”geyik köpek” adını vermişlerdir. Bu sembolik bir ifadedir.
Yine Kızılderili Arizona Athapaskan dillerinden olan Batı Apaçi
dilinde otomobillerin çeşitli kısımlarını belirtmek için anatomik sözlerden
yararlanmıştır. Meselâ farlara göz anlamında ”inda”, aküye karaciğer
manasında ”zik” vb. adını takmışlardır. Her bilinen kavramdan sonra üretilen
yeni bir kavram, sembol adını alır.
Rakamlar insan zihninin oluşturabildiği enzor sembollerdir. Sayılar
insanların ulaşabildiği kavramların en soyutları arasında yer alır. Nitekim
çocuklara sözcüklerin, ve rakamların öğretilmesi arasında, en geniş zaman
aralığına, ve en büyük çabaya ihtiyaç gösteren şüphesiz rakamlardır.
Rakamların ortaya çıkışı oldukça geç bir zaman dilimine
rastlar. İnsanların hayatında, ilk dönemler de rakamlar pek rol oynamıyordu. Neolitik
dönemin hemen başlarındaki dönemde insanlar rakamlardan en fazla 1 ve 2`yi
kavrayabiliyorlardı.
Günümüzdeki primitiv halkları incelediğimizde onların asalsayı
olarak sadece 1 ve 2`yi tanıdıklarını görürüz. Örneğin; Sommerfele göre
Avustralya’ daki Aranda kabilesi sadece iki sayı biliyorlardı. Bir için ”ninta”
ve iki için ”tara” diyorlardı. Yine başka bir ilkel kabile halkı (Torres
Boğazının batısında) bir için ”urapun”, iki için ”okasa”, üç için
”okasa unapun”, dört için ”okasa okasa” ve ötesi için çok manasına gelen
”ras” diyorlardı.
Bu konuda genel olarak kabul gören antropologların açıklanması
şöyledir: Tabiatta var olan her şey birdir. İkinin karşılığı da tabiatta
mevcuttur. Tıpkı iki göz, kuşun iki kanadı gibi. Fakat tabiatta üçün
karşılığı yoktur. Bu nedenle üçü bazı ilkel kabileler ”çok” manasına gelen
kelimelerle ifade etmişler, bazılarıda onu 2 ve 1 in yardımıyla
gerçekleştirmişlerdir. Örneğin: Çocuk konuşmayı ve bütün asal sayılar
adlandırmayı öğrenir öğrenmez, başlangıçta genel olarak ”üç sayısını”
simgeleştirmekte büyük bir güçlükle karşılaşılır. Bir ile ikiden başlayarak,
üçüncü sayıyı unutarak sayar. ”Bir, iki, dört” Çocuk bir, iki ve dördü
tabiatta hemen hemen zihninde tasarlayamaz.
Bugün kullandığımız 10´lu taban sisteminin kökeni parmak
sayısına dayanmaktadır.
On parmağıyla sayı saymayı öğrenen insanlığı genel olarak onlu
öbeklemeleri yeğleyişinde etkili olan doğanın rastlantısıdır. Bu da iki elimizin
anatomisidir. Eğer insanların dört parmağı olsaydı sayma sistemlerinin çoğunluğu
8 tabanına dayalı olurdu.
İlk insanın yaradılışıyla birlikte çeşitli zamanlarda
Allah’ın dinini insanlığa vaaz eden peygamberler gönderilmişti. Her bozulmanın
ardından yeni peygamber geliyordu. Özellikle Mezolotik döneme girildiğinde insanlık
relatif bir gelişim sürecine girdi. Kültür anı olarak değişmeye başlayınca,
düşünceler çok hızlı gelişmekte olan kültüre ayak uyduramadılar. Kültürel
gelişmeye paralel olarak dil de büyük bir gelişim göstermek zorunda kaldı.
İnsanların zihinlerindeki eski imajlar ve semboller yeni gelişen kültüre cevap
veremez oldu. Mezolotikten sonraki evre olan Neolotik dönemde zihinler daha da kompleks
yapılarla karşılaştılar. Neolotik, insanoğlunun tarıma ve yerleşime geçtiği
dönemdir. Paleoltik dönemde insanoğlunun zihni kültürüne hükmedebiliyordu.
Zihnindeki her imaj bu çerçeve dahilindeydi. Bu, insanın var ettiği (ürettiği) her
şeyi bilmesi demektir.
Kültürel değişme ile dilde bir değişim sürecine girdi. Eski
insanların dili bizim anladığımızdan farklı gramer yapısına sahipti. Meselâ eski
dillerde iyelik eki yoktu. Çünkü özel mülkiyet kavramı oluşmamıştı. İnsanlar o
zaman yeryüzünde herhangi bir şeye sahip çıkacağını akıllarına bile
getirmemişlerdi. Çünkü her şeyin geçici olduğunun idrakindeydiler.
Eski dillerde ve eski İbranîcide Adem toprak demektir. İnsan
topraktan geliyordu ve yine toprağa dönüyordu. Meselâ eski İbranîcide ve hititcede
”benim”, ”senin” kelimeleri yoktu. Bunların yerine ”bana”, ”sana”
kelimeleri vardı. ”Bu benim evim” değil ” bu bana ev” diyorlardı.
Her peygamber içinde bulunduğu toplumların dilinde vaaz vermiştir.
Dolayısıyla Allah’ın dinini o dilin mantığı içinde verir. Din her kavme onların
dillerinin yapısı olarak onlar arasında yaygın olan sembollerle vaaz edilmek
durumundaydı. Sembolik ifadelendirmenin başlangıçlarında yani dillerin yalın olduğu
dönemlerde, Allah’ın dini kolayca anlaşılabiliyordu. Fakat kültürler ilerledikçe
buna paralel olarak lisanlar ve onları oluşturan semboller iyice girift hale gelmeye
başladı. Allah’ın dinini vaaz eden peygamber dünyadan ayrıldıktan sonra
Allah’ın sıfatları tabiat güçleriyle sembollerle nesilden nesile geçti.
Allah besleyiciydi, üreticiydi, rahmandı, rahimdi , eşi bulunmazdı,
yoktan var edendi. Şimdi onu düşünebilmek için insanın tabiatta bulunan nesnelere
yollamalar yaparak yani O`nun sıfatlarını tabiatta sembolize edebilecek nesneler
bularak tahayyül etmeleri gerekiyordu. Binlerce sene önce baba çocuğuna şimdide
olduğu gibi şöyle açıklamalarda bulundu. ”Allah, toprak gibidir, tarla gibidir.
Sana güzel nimetler verir, seni doyurur. Allah güneş gibidir, gökte tek başına
şaşalı, hahim ve kudretli, iyileri ısıtan kötüleri yakan. Allah gök gibidir,
verir, bereket yağdırır v.b. ” Bu tip semboller henüz tehlikeli değildi. Zira
semboller benzetmelere dayanıyordu.
Fakat bir müddet sonra benzetmelerin yerini özdeşleştirmeler aldı.
Benzetmelerin arasından, eğer önlem alınmazsa özdeşleştirmenin geleceği
aşikârdır. Bu hem dilin kompleksleşmesinin hemde psikolojik bir sürecin sonucu hasıl
olmuştur. Zamanla benzetmeler kalkarak özdeşleştirmeler başladı. Artık Allah
toprak olmuştu, tarla olmuştu, güneş olmuştu. Böylece ilahi güç seküler
kavramlarla izah edilmeye çalışılırken, ilahi güç resmen seküler bir güç
olmuştur.
Arkeolojinin de yardımıyla biz dejenerasyonun bu safhasında, tevhid
inancının ilk kez somut yahut toprak ile özelleştirildiğini sanıyoruz. Böylece ilk
önce ana tanrıça kültürü oluştu. Toprak kadın gibi doğurgandı, ürün verendi,
tıpkı yavrusuna süt veren ana gibiydi. Özellikle Hititlerde kadın yahut dişilik
toprağı, yani yaratıcıyı sembolize ediyordu . ”Toprak ana” olunca ikisi birlikte
”Toprak ana” yahut ”Ana tanrıça” oldu. Fakat insanların özdeşleştirme
sevdaları ile yeni bir ilahi güç ortaya çıktı. ”Ana Tanrıça” olunca, bir
”Baba Tanrı” nın da olması gerekiyordu. Toprak Ana olduğuna göre, gökte baba
olmalıydı.
Toprak Ana ile Gök Baba’nın aşk macerası sonucunda daha küçük
önemde talii tanrılar oluşmaya başladı. Muhtemelen dejenerasyonun bundan sonraki
safhasında animizm (tabiata canlılık atfetme) görülmeye başlanacaktır. Her şeye
”Toprak Ana” ve ”Gök Baba”nın ilahi gücünden kaynaklanan canlılık sıfatı
yakıştırılacaktır. Bu yakıştırma doğa güçlerine yapıldığında naturalizm
denen doğa topraktan çıkan taşlara, ağaca v.s tapınmaya yol açacaktır. Bundan
sonrada kimi yerlerde totemizm ortaya çıkacaktır.
Bu oluşum sürecinde, gerçekte oluşan yeni şey dinin bozulmuş hali
ve yeni üretilen binlerce tanrı ve ruh idi. Din bozulurken onun kavramlarının ve
öğretisinin getirdiği sistematik yapıda bozuldu. Ama tüm bunlara rağmen hala
bozulmuş dinin içerisinde küçükte olsa hakikatin çeşitli kalıntıları vardır.
|