Şeriat, Hilafet İçin Belirli Bir Şahıs Tayin Etmedi -4-


1-   Bu ayet, Veda Haccında inmedi. Hudeybiye Antlaşmasının yapıldığı sene, Fetih suresinden sonra indirildi. Zira bu ayet Maide süresindendir. Maide süresi, Fetih süresinden sonra indirildi. Fetih süresi ise, Rasul (u)’in Hudeybiye Antlaşmasından dönerken indirildi. Mushaf’a  bir bakışla kişi basitçe ve açıkça ayetin iniş vaktinin Fetihten sonra olduğunu görür. Buna göre ayet, Veda Haccından dört sene önce indirilmiş olur ki, bu durumda, bütün rivayetlerine rağmen Gadir Humm hadisi ile alakası yoktur. Çünkü Gadir Humm hadisinin bütün rivayetleri bu hadisin Veda Haccında hasıl olduğunu söylerler. Bu tek başına hadisin red edilmesine ve onda vasilik ve halife tayin etmek hususunda iddia edenlerin batıllığının kesinliğine yeterlidir.

Ayetin manası, mantuku ve mefhumu bakımından gayet açıktır. O da; Resul’ün Rabbisinden kendisine indirileni tebliğ etmekle emrolunmasıdır. Ona Rabbisinden indirilen ise, İslâm risaletidir. Bunu belirleyen ve kastedilen tek mana kılan, aynı ayetin şu bölümüdür: “Eğer onu yapmazsan, O’nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın.” Yani, ‘sana indirileni tebliğ etmezsen, O’nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın’ demektir. Bu Allahu Teâlâ’nın şu; ما أنزل إليك “sana indirilen” sözü ile kast olunanın, başka bir şey değil Allah’ın risaleti olduğunu belirleyen bir nasstır. Ayrıca, بلغ “tebliğ et” kelimesi Kur'an’da nerede geçerse, ondan kast olunan ancak Allah’ın risaletinin tebliğidir.Kur'an’da bu  manadan başkası kesinlikle geçmemiştir. Zira Allahu Teâlâ şöyle demiştir:

 يُبَلِّغُونَ رِسَالاتِ اللَّهِ “Allah’ın risaletlerini tebliğ ederler.”[1]

 أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاتِ رَبِّي “Size rabbimin risaletlerini tebliğ ediyorum.”[2]

 وَأُبَلِّغُكُمْ مَا أُرْسِلْتُ بِهِ “Size kendisi ile gönderildiğim hususu tebliğ ediyorum.”[3]

لِيَعْلَمَ أَنْ قَدْ أَبْلَغُوا رِسَالاتِ رَبِّهِمْ “Ta ki o, rablerinin risaletlerini tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın.”[4]

أَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبِّي “Ben size rabbimin risaletini tebliğ ettim.”[5]

 أَبْلَغْتُكُمْ مَا أُرْسِلْتُ بِهِ “Ben size benimle gönderileni tebliğ ettim.”[6]

Aynı şekilde ما أنزل إليك “sana indirilen” kelimesinden Kur'an’da geçtiği her yerde kastedilen Şeriattır. Bu kelime de Kur'an’da bu mananın dışında kesinlikle geçmemiştir. Allahu Teâlâ, şöyle dedi:

 وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ “Sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler.”[7]

نُؤْمِنُ بِمَا أُنزِلَ عَلَيْنَا “Bize indirilene iman ediyoruz.”[8]

 آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ “Biz, bize ve İbrahime.... indirilene iman ettik.”[9]

 آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ “Resul, rabbisinden kendisine indirilene iman etti.”[10]

قُلْ آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ “De ki: Allah’a iman ettik. Bize indirilene, İbrahime.... indirilene iman ettik.”[11]

وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ “Muhakkak ki Ehli Kitap’tan öyleleri vardır ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene .... iman ederler.”[12]

هَلْ تَنقِمُونَ مِنَّا إِلا أَنْ آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلُ “Sizin bizi ayıplamanızın Allah’a, bize indirilene, daha önce indirilenlere iman etmemizden başka bir sebebi var mı?”[13]

 وَلَوْ أَنَّهُمْ أَقَامُوا التَّوْرَاةَ وَالإنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِمْ مِنْ رَبِّهِمْ “Ve eğer onlar Tevratı, İncili ve rablerinden kendilerine indirileni gereği gibi uygulasalardı...”[14]

حَتَّى تُقِيمُوا التَّوْرَاةَ وَالإنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا “... siz Tevratı, İncili ve rabbinizden size indirileni gereği gibi uygulamadıkça bir şey üzere değilsiniz. And olsun ki rabbinden sana indirilen onlardan çoğunun küfür ve tuğyanını elbette arttıracaktır.”[15]

وَإِذَا سَمِعُوا مَا أُنزِلَ إِلَى الرَّسُولِ تَرَى أَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنْ الدَّمْعِ “Peygambere indirileni işittiklerinde, hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.”[16]

İşte Kur'an’daki bütün ayetler böyledir. بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ “Rabbinden indirileni tebliğ et...”[17] ayetinden önceki ayette de مَا أُنزِلَ “indirilen” kelimesi bir tek mana ile zikredilmiştir, o da Şeriattır. Hatta bu ayetten sonraki ayette (Maide: 68’de) aynı lafız مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ “Sana rabbinden indirilen” lafzı vardır. Bütün bunlar, بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “Sana indirileni tebliğ et” sözünde geçen مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “sana indirilen” kelimesinin manasının İslâm Şeriatı olduğunu belirlemektedir. Bu, بَلِّغْ “tebliğ et” ve مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “sana indirilen” kelimelerini Kur'an ayetlerinin tamamında takip eden/inceleyen kimse için gayet açıktır.

3- مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “sana indirilen” sözündeki مَا أُنزِلَ “indirildi” kelimesi, meçhul için bina olmuş mazi bir fiildir (yani pasif mazi fiil). Bu demektir ki; bununla kast olunan, Allah’tan kendisine daha önce indirileni yani daha önce vahyin getirdiğini ve Resule indirileni tebliğ etmesidir. Buna göre Allahu Teâlâ, Resule, daha önce kendisine indirileni insanlara tebliğ etmesini emretmektedir. Böyle mana; o ayetin inişinden önce indirilmiş bir şeyin tebliği olmaktadır, ayetin inişiyle hasıl olan belirli bir emrin tebliği değil. Ayetin hakkında inip resulün tebliğ etmekle emredildiği, Resulün de onu, vasilik ve istihlaf/yerine halife bırakmak olarak tefsir ettiği bir emrin tebliği değildir. Bundan dolayı bu hadisi o ayetin nüzul sebebi için şerh olarak almak sonucu çıkmaz. Çünkü hadis, ayetin nüzul sebebi olmakta, ayet ise, hadisin zikrettiği hadise/olay hakkında inmiş olmaktadır. Böylece ayet bir şey hakkında o şeyin meydana geldiği vakitte inmektedir. Bu ayet ise, ayetin inmesinden önce meydana gelmiş bir şeyin tebliği hakkında olduğu gayet açıktır. Bundan dolayı o hadis bu ayet için nüzul sebebi olmaya uygun değildir.

4- مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “sana indirilen” sözündeki مَا “mâ” kelimesi ismi mevsüldür yada maksadı belirsiz isimdir. Bu kelime, “ona indirilenin” bir tek emir ve bir tek hüküm olduğunu belirtmeye uygun düştüğü gibi, çeşitli emirler ve birçok hüküm olduğunu belirtmeye de uygun düşmektedir. Yani ayetin manasının; ‘sana indirilen hükmü tebliğ et’ şeklinde olmasına uygun olduğu gibi, ‘emir ve hükümlerden sana indirilenlerin hepsini tebliğ et’ şeklinde olmasın da uygun düşmektedir. Bunlardan birisini belirleyen ise karinedir. Ayetin, dakik inceleme yapmaksızın mücerred okunmasından açığa çıkıyor ki; فما بلغت رسالته “risaletini tebliğ etmiş olmazsın” sözündeki رسالته “risaleti” kelimesi ما “mâ” kelimesinin manasının, ‘sana indirilenlerin hepsi’ yani Allah’ın risaleti demek olduğunu belirlemektedir. Bu, ayette geçen ما “mâ” kelimesinin manasının ‘sana indirilen hüküm’ olmasını kesin olarak nefyetmektedir. Ayrıca, رسالته “risaleti” kelimesinin olması, مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “sana indirilen” kelimesinin manasının, ‘Allah’ın risaleti’ olduğunu açıklamaktadır.

5- Ayetin sonunda Allahu Teâlâ’nın şu; إِنَّ اللَّهَ لا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Allah seni insanlardan korur. Allah kafirler topluluğuna hidayete erdirmez.”[18] sözü, Allah’tan resüle bir sakinleştirme ve risaletini tebliğ esnasında kendisine isabet edecek eziyetten bir güvencedir. Bu sakinleştirme, belirli bir hükmü tebliğden dolayı kendisine isabet edecek bir eziyetten dolayı olmaz. O ancak, risaletin tamamını kafirlere tebliğinden dolayı, -özellikle risaletin tebliği yanında kıtal/şavaş da olduğunda– kendisine isabet edecek eziyetten dolayı sakinleştirmektedir. Böylece ayetin sonunun manası, ‘cihad vasıtası ile bu risaleti tebliğde seni insanların eziyetinden Allah korur’ olmaktadır. Çünkü bu ayet indirildiği sıralarda risaletin tebliğ yolu cihad idi yani kılıçla kıtal/savaş idi. Kastedilenin; ‘seni hilafeti kendisine verdiğin için Ali’ye hased edenlerden korur, yani onların sözlerine göre Ali’yi Ebu Bekir’den, Ömer’den, Osman’dan v.b.’den korur’ şeklinde olması mümkün değildir. Çünkü ayetteki “korumak” insanlardan korumadır. Mü’minlerden koruma değil, insanlardan kast olunanın kafirler olduğunu ayetin sonundaki Allah’ın şu sözü belirtmektedir: إِنَّ اللَّهَ لا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Allah kafirler topluluğuna hidayete erdirmez.”[19] Buna binaen; Allah’ın, Resule kendisine indirileni tebliğde kafirlerin ezasından koruması hususundaki vaadi, ayetteki tebliğden kast olunanın İslâm risaletini tebliğ olduğunu belirlemektedir.

Şöyle denilebilir: ‘Resul, bu ayet indirilemeden önce, risaleti daha önceden tebliğ etti. Şu halde بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “sana indirileni tebliğ et” sözünün manası, o tebliğde kaim iken, risaleti tebliğ et, şeklinde olmaz.’

Buna cevap şöyledir: Tebliğ ile ilgili bu emir, şu iki husustan birisi dışına çıkmaz: 1- Ya Resul, tebliğ etmeyerek risaleti ketmeder/gizler. 2- Ya da risaletin henüz kendilerine tebliğ edilmediği birtakım insanlar vardır. Onlara tebliğ edilmemesi, risaletin aleme tebliğ edilmemesi sayılır.

1. Bu hususun yani kendisine indirilen belirli bir hükmü tebliğ etmeyerek ketmetmesi mümkün değildir. Risaletin ancak kendisi ile tamamlandığı bir hükmün tebliğ edilmemesi de mümkün değildir. Çünkü bir tek hükmün gizlenmesi Resulün nübüvvetini ve risaletini risaletinin tamamını gizlemesi gibi yaralar, lekeler. O halde belirli bir hükmün gizlenmesi imkansızdır. Çünkü ayette deniliyor ki: فما بلعت رسالته “risaletini tebliğ etmiş olmaksızın”.  Ayet tebliği nefyetmekte/yok saymaktadır. Bu ise, belirli bir hükmü değil risaleti tebliğ etmedi demektir. Ayrıca bir tek hükmün tebliği, risalet için tebliğ sayılmaktadır. Resul, ilk günden itibaren, hükümleri inişine göre kaynak olarak tebliğ ediyordu. Her hükmü tebliğ etmesini, tebliğ sayıyordu. Bunun için mananın, “belirli bir hükmü tebliğ etmedi” şeklinde olması mümkün değildir. Bilâkis, cümleye verilen mana, “risaleti tebliğ etmemek” olmaktadır.

2. Resulün tebliğ etmemesi mümkün olmadığına göre ve bu ayetin indirilişinden önce tebliğ ediyor olması sabit olduğuna göre, ayetin indirilişinin manası, risaletin henüz kendilerine tebliğ edilmemiş olduğu birtakım insanların varlığı olmaktadır. Onlara tebliğin yapılmaması, risaletin aleme tebliğ edilmemesi sayılmaktadır. Risalet tebliğ, aleme tebliğ olmadıkça, tebliğ sayılmamaktadır. Onun için Allah, resule, tebliğ sayılması için, risaleti kendilerine tebliğ edilmemiş insanlara tebliğ etmeyi yani aleme tebliğ etmeyi ve bu tebliğin cihad yoluyla olmasını emretmiştir. Ayetin resule Hudeybiye Antlaşmasından sonra inmiş olması bunu teyit etmektedir. Bu tarihe kadar, davetin neşri için kendisi ile savaştığı baş düşman Kureyş idi. Onların anlaşması ile cihadda tebliğin  konumu belki anlaşılır. Zira Allah resule, tebliğinin, bu evrensel risaletin tebliği sayılması için, risaletin aleme tebliği olasıya kadar, kendilerine tebliğ edilmeyen Arap, Rum, Kıbtî ve diğer insanlara cihad yoluyla tebliğde devam etmesini emretmiştir. Bu ise bilfiil hasıl olan husustur. Zira bu ayetin indirilmesinden sonra, Rasul (u) Hayber’de yahudilerle savaştı, Mute savaşına hazırlandı. Rum ile savaşmak için büyük bir ordu içinde Tebük’e gitti. Mekke’yi fethetti. Fars, Kıbti, Rum ve diğer krallara, بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “sana indirileni tebliğ et”, فما بلعت رسالته “risaletini tebliğ etmiş olmazsın”, والله يعصمك من الناس “Allah seni insanlardan korur”, إن الله لا يهدي القوم الكافرين “Allah kafirler topluluğunu hidayete erdirmez” sözlerinin manasını açığa çıkaran mektuplar yazdı.

Kenzül-Ummâl’ın rivayet ettiği ve Nehçül-Belâga’nın şerh ettiği El-Dâr hadisine gelince: Onda geçen husus şöyle özetlenir: وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”[20] ayeti indirilince, Rasul (u) Ali’yi çağırdı ve onu yemek hazırlayıp Abdulmuttalip oğullarını davet etmekle sorumlu kıldı. Ali emredilen hususları yerine getirdi. Topluluk yeyip içtikten sonra Rasul (u) onların önünde durup onlara şöyle hitap etti: “Ey Abdulmuttalip oğulları, Vallahi ben, Araplar içinde kavmine benim getirdiğimden daha faziletli/üstün bir şey getiren bir gencin var olduğunu bilmiyorum. Muhakkak ki ben, dünya ve ahiretin hayrını getirdim. Allah bana, sizi kendisine davet etmemi emretti. Hanginiz, içinizde benim kardeşim, vâsim ve halifem olması karşılığında bu işte bana yardımcı olur?” Ali hariç topluluk bu davetten çekindi. Ali yaş bakımından onların en genç erkeği idi. O şöyle cevap verdi: ‘Ben, ey Allah’ın resulü, sana yardımcı olurum.’ Fakat Nebi, sözünü tekrarladı, topluluk halen çekingen davranıyordu. Ali ise, yardım etmeyi kabul ettiğini ilan ediyordu. O zaman Nebi (u) Ali’nin boynundan tutup orada hazır olanlara şöyle dedi: “Bu, içinizde benim kardeşim, vâsim ve halifemdir. Onu dinleyin ve itaat edin.” Topluluk, Nebi ve daveti ile alay ediyorlardı. Nitekim, Nebi’nin evinden çıkarken Ebu Talib’e şöyle diyorlardı: ‘O, sana oğlunu dinleyip itaat etmeni emretti’. Kendisiyle delil getirenlerin rivayet ettiklerine göre El-Dâr hadisinin özeti işte budur.

وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”[21] ayetinin indirildiği günkü hadiseyi/olayı Buhari, yemek hazırlanmasını rivayet etmeksizin, Resul Safâ’ya çıktı şeklinde rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel Müsned’inde iki hadis rivayet etmiştir. Hadisin birisi, bu ayetin indirildiği gün olduğu zikredilmeksizin yemek verilmesi hakkındadır. Diğeri ise, ayetin indirildiği gün yemek verildiğinin zikredildiği hadistir. Önce bu nassları ortaya koyup sonra onlarda geçen hususu açıklayacağız.

Buhari, İbn Abbâs (t)’dan şöyle dediğini rivayet etti: “وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”[22] ayeti indirilince, Nebi (u) Safâ tepesine çıktı. Şöyle çağırmaya başladı: “Kureyş’in ana kabileleri oldukları için toplanasıya kadar, Ey Fahroğulları, Ey Ady oğulları” diye çağırmaya başladı. Rasul (u) onlardan bazılarını dışarı çıkaramadığında ne olduğuna bakması için bir elçi gönderiyordu. Ebu Leheb ve Kureyş gelince, onlara şöyle dedi: أَرَأَيْتَكُمْ لَوْ أَخْبَرْتُكُمْ أَنَّ خَيْلاً بِالْوَادِي تُرِيدُ أَنْ تُغِيرَ عَلَيْكُمْ أَكُنْتُمْ مُصَدِّقِيَّ قَالُوا نَعَمْ مَا جَرَّبْنَا عَلَيْكَ إِلا صِدْقًا قَالَ فَإِنِّي نَذِيرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ “Size, şu vadide saldırmak isteyen bir atlı olduğunu haber versem ne yaparsınız? Beni tasdik eder misiniz?” onlar: ‘evet, senden ancak doğruluk gördük’ dediler. O da şöyle dedi: “Muhakkak ben, sizi şiddetli bir azaba karşı uyarıyorum.” Bunun üzerine Ebu Leheb: ‘Günün arta kalanında kahrolasın! Bunun için mi bizi topladın?’ dedi. Bunu üzerine şu ayetler indirildi: تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ (1) مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ “Ebu Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları onu kurtaramadı.”[23]

Bu, yemek verme olayının وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”[24] ayetinin indiği günde olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü o olay, hadisin metninde geçen hususla örtüşmemektedir.

Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde şunu rivayet etti: “Bize Affân anlattı. Ona da Ebu Avâne, Osman b. Muğire’den o da Ebu Sâdık’tan, o da Rebia b. Nâciz’den, o da Ali’den rivayetle Ali’nin şöyle dediğini anlattı: “Rasulullah (u) Abdulmuttalip oğullarını bir araya topladı yada davet etti. Onların içinde, tıka basa yiyen ve boğulasıya içen bir genç topluluk vardı. Dedi ki: Onlara bir yemek verdi. Onlar doyasıya kadar yediler. Dedi ki: Yemek, sanki, ona hiç dokunulmamış gibi kaldı. Sonra su getirttirdi. Onlar ondan da kanasıya kadar içtiler. İçecek, sanki hiç içilmemiş ve hiç dokunulmamış gibi kaldı daha sonra Rasul (u) şöyle dedi: يَا بَنِي عَبْدِ الْمُطَّلِبِ إِنِّي بُعِثْتُ لَكُمْ خَاصَّةً وَإِلَى النَّاسِ بِعَامَّةٍ وَقَدْ رَأَيْتُمْ مِنْ هَذِهِ الآيَةِ مَا رَأَيْتُمْ فَأَيُّكُمْ يُبَايِعُنِي عَلَى أَنْ يَكُونَ أَخِي وَصَاحِبِي قَالَ فَلَمْ يَقُمْ إِلَيْهِ أَحَدٌ قَالَ فَقُمْتُ إِلَيْهِ وَكُنْتُ أَصْغَرَ الْقَوْمِ قَالَ فَقَالَ اجْلِسْ قَالَ ثَلاثَ مَرَّاتٍ كُلُّ ذَلِكَ أَقُومُ إِلَيْهِ فَيَقُولُ لِي اجْلِسْ حَتَّى كَانَ فِي الثَّالِثَةِ ضَرَبَ بِيَدِهِ عَلَى يَدِي “Ey Abulmuttalip oğulları! Muhakkak ki ben, özel olarak size, genel olarak insanlara gönderildim. Bu ayetten/mucizeden göreceğinizi gördünüz. Benim kardeşim ve arkadaşım olması karşılığında hanginiz bana biat ediyor?” Ali dedi ki: Kimse ona yönelerek bakmadı. Topluluğun en küçüğü olduğum halde ben ayağa kalktım. O bana, “otur” dedi. O üç defa sorusunu tekrarladı. Her seferinde ben ayağa kalkıyordum o bana “otur” diyordu. Üçüncüsünde ise elini elimin üstüne koydu.”[25] Metin burada bitiyor.

Bundan anlaşılıyor ki; bu hadis, وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”[26] ayetinin nüzul olayını zikretmiyor. Resul onlara İslâm’ı anlatmıştır. Müslüman olan da Resulün kardeşi ve arkadaşı olmaktadır. Ali’ye bir şey söylemiyor.

İkinci rivayete gelince; Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde şunu rivayet etti: “Bize Eesved b. Amir, Şerik, El-A’meş’ten o da El-Menhâl’dan, o da Ibâd b. Abdullah El-Esedî’den, o da Ali’den şöyle dediğini anlattılar: ‘لَمَّا نَزَلَتْ هَذِهِ الآيَةُ ( وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ ) قَالَ جَمَعَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ أَهْلِ بَيْتِهِ فَاجْتَمَعَ ثَلاثُونَ فَأَكَلُوا وَشَرِبُوا قَالَ فَقَالَ لَهُمْ مَنْ يَضْمَنُ عَنِّي دَيْنِي وَمَوَاعِيدِي وَيَكُونُ مَعِي فِي الْجَنَّةِ وَيَكُونُ خَلِيفَتِي فِي أَهْلِي فَقَالَ رَجُلٌ لَمْ يُسَمِّهِ شَرِيكٌ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَنْتَ كُنْتَ بَحْرًا مَنْ يَقُومُ بِهَذَا قَالَ ثُمَّ قَالَ الآخَرُ قَالَ فَعَرَضَ ذَلِكَ عَلَى أَهْلِ بَيْتِهِ فَقَالَ عَلِيٌّ رَضِي اللَّه عَنْهم أَنَاYakın akrabanı uyar.[27] ayeti indirilince, Nebi (u) ehli beytinden olan kimseleri bar araya topladı. Otuz kişi toplandı. Yiyip içtiler. Sonra Nebi (u) onlara şöyle dedi: Cennette benimle olması ve ehlimde de halifem olması karşılığında kim benim borçlarıma ve vaatlerime kefil olur? Bunun üzerine –Şerik’in ismini söylemediği– bir adam şöyle dedi: “Ey Allah’ın resulü, sen bir denizsin, kim yapar bunu?” Dedi ki: Daha sonra başkası da aynı şeyi dedi. Bunun üzerine Resul, bunu ehli beytine teklif etti. Bunun üzerine Ali (t) “ben” dedi.[28]” Metin burada bitiyor.

Bundan anlaşılıyor ki: Resul, ehlinden bir kişiye, borçlarına ve vaatlerine kefil olmasını talep ediyor. Bunun karşılığının ise “cennette onunla beraber olmak” ve “ehlinde halifesi olmak” olduğunu bildiriyor. Bunun üzerine Ali “ben” diyor.

Bu iki metinde وصيي “Vâsim” ve mutlak olarak خليفتي “halifem” kelimeleri yok. Ancak خليفتي “halifem” kelimesi ehil ile sınırlandırılmış olarak geçmektedir. Ehilde/ailede halife olmak; yönetim ve imamet makamında halife olmaktan başkadır, onunla alakası yoktur.

Sahih kitaplarda geçen nasslar işte bunlardır. Bu nasslar, birbirine yakın lafızlarla, tek bir mana olarak çeşitli rivayetlerle geçmiştir. Bunların hepsinde de; وصيي “vâsim” ve خليفتي “halifem” kelimeleri mutlak olarak geçmemektedir. Bütün sahih sahiplerinden bir kişi, güvenilir yollardan bir yolla وصيي “vâsim” ve خليفتي “halifem” kelimelerinin Ali’ye veya başkasına nispetle geçtiği bir tek hadis rivayet etmemiştir. Böylece, sahihlerde hakkında delil olmamasından dolayı bu hususta delil düşmektedir/geçersiz olmaktadır.

Ali’nin halife tayin edildiğine delil getirenlerin rivayet ettikleri ve kendisine “El-Dâr hadisi” ismini verdikleri metine gelince; Bu rivayetle bu metin, dirayet açısından ret olunur. Bir hadis, mana bakımından dirayetten, senet bakımından da rivayetten ret olunur. Rivayetten yada dirayetten ret olununca itibarı düşer ve onunla delil getirmek geçersiz olur. Söz konusu olan hadisin dirayetten ret olunması şu birkaç husustan dolayıdır:

1- Bu hadiste görülmektedir ki: Resul, Abdulmuttalib Oğullarından, kendisinden sonra yönetimini onlara ait olmasını şart koşarak kendisine yardımcı olmalarını talep etmiştir. Bu iki yönden batıldır:

Birincisi: Bir kabilenin, müslüman olduklarında kendisinden sonra yönetimin kendilerine ait olması talebini ret etmesi olayında Resulün ortaya koyduğu kavli ve fiili ile çelişiyor olmasıdır. Zira Resul o olayda şöyle demişti: “Yönetim, Allah’a aittir. Onu dilediğine verir.”

Nitekim İbn Hişâm, “Siret-ün-Nebi (u)” kitabında şunu rivayet etmiştir: İbnü İshak dedi ki: Zühri bana anlattı ki, ‘Âmir b. Sa’sa’a geldi. Rasulullah (u), onları Allah’a Azze ve Celle davet etti. Onlara kendisini takdim etti. Onlardan, kendisine Bîcretü b. Ferâs denilen bir adam şöyle dedi: ‘Vallahi, eğer bu genci Kureyş’ten alırsam, onunla Arapları bitiririm’ sonra da Resule şöyle dedi: “Eğer biz emrinde/davanda sana tâbi olursak, sonra Allah sana muhalif olanlara karşı seni üstün kılarsa, senden sonra yönetim bize ait olacak mı, ne dersin?” Bunun üzerine Rasul (u) şöyle dedi: “Yönetim Allah’a aittir. Dilediğine verir.” O adam buna cevaben dedi ki: “Biz senin için Araplara karşı boyunlarımızı ortaya koyacağız. Allah seni üstün kılınca yönetim bizden başkasının olacak, öyle mi? Senin emrine/davana bizim ihtiyacımız yoktur.” Böylece Resulün teklifini ret etmiş oldular.”

Şu halde, Rasul (u); “Emr/yönetim Allah’a aittir, dilediğine verir” –yani kendisinden sonra hilafet ve yönetim işini kastediyor– derken, Abdulmuttalib Oğullarına nasıl; “O halde, hanginiz içinizde benim kardeşim, vâsim ve halifem olması karşılığında bu işte bana yardımcı olur?” der. Bu açıkça bir çelişki değil midir? Şu halde bu iki sözden birisi kesinlikle reddedilmesi gerekmektedir. El-Dâr hadisinin “Yakın akrabalarını uyar” ayeti indirildiğinde yani resule risaletin gönderilmeye başlayışının üçüncü yılında vukuu bulduğu söylendiğine göre; “Emr/yönetim Allah’a aittir, dilediğine verir” hadisi ise Resulün kendisini kabilelere takdim etmesinde yani risaletin gönderilmeye başlayışının onuncu yılında, yani El/Dâr hadisinden sonra hasıl olduğuna göre, El-Dâr hadisi ret olunur.

İkincisi: Bu hadiste Resul, müslüman olmaları için kâfirlere bir şey veriyor. Hatta onlara, İslâm’a girmelerine bedel olarak, kendisinden sonra bütün müslümanlar üzerinde halife olmaları gibi en büyük bir işi veriyor. Bu ise, Rasulün davetindeki işiyle çelişmektedir. Şeriatın hükümleriyle de çelişmektedir. Zira Resul, insanları İslâm’a hak din olduğu için davet ediyordu. İslâm’a girmesine karşılık kafire az veya çok bir şey verdiğine dair Resul’den zayıf da olsa bir hadis rivayet edilmemiştir. Müellefetülkulûbe (kalpleri ısındırılanlara) gelince; onlar, kendileriyle devletin güçlenmesi için, kendilerine zekâttan verilen müslümanlardır. Onlar, İslâm’a girmeleri için kendilerine mal verilen kâfirler değildirler. İslâm’a girmelerine karşılık kâfirlere bir şey verilmesi caiz değildir.

2- Hadis; Resul’ün, İslâm’a davet etmek maksadı ile kâfirler için yemek hazırlatarak bir yemek verdiğini ve İslâm’a girmelerine davet için onları yemekte bir araya getirdiğini zikrediyor. Yemek müslüman olan Ali için hazırlanmadı. Onlar İslâm’ı ret ettiklerinde, müslüman olmaları karşılığında Resulden sonra yönetimin kendilerine ait olmasını ret etmiş oldular. Bu husus Ali ile ilgili değildir ki, cevap vermek için girişimde bulunsun. Çünkü o İslâm’a çağrılan değildi. Zira o müslüman idi. Hitap ona yönelik değildi. Bu toplantı onunla ilgili değildir ki Resul ona: “Bu, benim kardeşim, vâsim ve aranızda halifemdir. Onu dinleyin ve itaat edin” desin. Zira o, hitabın ve görüşmenin mahalli değildir.

3- Hadis; topluluğun İslâm’ı ret ettiğini, Resulün teklifini onlara tekrar etmesine rağmen küfürlerinde ve İslâm’a girmelerine karşılık Resulden sonra yönetimin kendilerine ait olmasını ret etmelerinde ısrar ettiklerini, kafir olarak kaldıklarını zikretmektedirler. O halde Resul, onların İslâm’ı ret etmiş kâfirler olduklarını bildiği halde onlara hitaben; هذا خليفتي فيكم “Bu, aranızda benim halifemdir” der, onlara onu dinleyip itaat etmelerini emreder?... Onlar kâfir oldukları halde, aralarında nasıl bir halife olur?...

4- Onların rivayet ettikleri rivayette deniliyor ki: “Bu, benim kardeşim, vâsim ve aranızda halifemdir. Onu dinleyin, itaat edin.” Bu, Abdulmuttalib Oğullarına bir hitaptır. Zira kelam, “Ey Abdulmuttalib Oğulları” diye başlayarak sadır olmuştur. O halde bu, onlara hastır. Zira Ali’yi onlar arasında bir halife yapmıştır, müslümanlar için halife değil. Çünkü; خليفتي فيكم “aranızda benim halifemdir” diyor. O halde, metinden açıkça görüldüğü gibi o, müslümanlar için bir halife olmaz. Burada, “İtibar lafzın genelliğinedir, sebebin özelliğine değil” denilmez. Çünkü, bu vakıanın bizzat kendisidir, sebep değildir. Üstelik lafız da özeldir, genel değil. Zira lafız: يا بني عبدالمطلب “Ey Abdulmuttalb Oğulları!” خليفتي فيكم “aranızda benim halifemdir” tabirleri lafzın hususiliğini/özelliğini ortaya koymaktadır. Böylece, hadisenin/olayın sebep değil, vakıanın bizzat kendisi olmasından dolayı ve lafzın genel olmayışından dolayı, hitabın hususi olması zorunlu olmaktadır.

Bu dört husustan birisi dahi, bu hadisin yalanını, çelişkisini ve ret edilmesinin gerekliliğini ortaya koymaya yeterlidir. Bu izahla açığa çıkıyor ki: Rasul (u), Ali’yi kendisinden sonra halife olarak atamamıştır.

Bütün bunlardan açığa çıkıyor ki; Rasul (u)’in kendisinden sonra hilafet için bir kişi tayin ettiğine/atadığına delil getirenlerin rivayet ettikleri hadisler, merdud/ret olunan hadislerdir, delil getirmeye uygun değildirler, dolayısıyla geçersizdirler. Şu halde; Resulün, kendisinden sonra hilafeti üstlenecek bir kişi tayin ettiğine dair herhangi bir delil kalmamaktadır. Bilâkis, bunun tersine delil getirilir. Yani Resulün, yönetim işini, istediklerini seçmeleri bakımından müslümanlara terk ettiğine, fakat onlara halifeyi belirleme yolu tayin ettiğine dair delil getirilir.

Resulün, kendisinden sonra halife olmaları için belirli kişiler tayin ettiğine dair söylenen sözün yanlışlığına gelince; bu, Ali’nin tayin edildiğini söyleyenlerin ileri sürdükleri hadislerde buna dair delâletin olmayışından açığa çıkmaktadır. Hilafet onlara aittir diyenler, bunu ancak onlar Ali’nin oğulları oldukları için diyorlar. Onların delilleri, Ali bakımından düşünce/ geçersiz olunca, doğal olarak onun çocukları bakımından da düşer. Ayrıca, Allah ve Resulünden nassla Ali’nin çocuklarının halife olmalarına dair delil olarak itibar edip rivayet ettikleri hadisler Âli Beyt’le ilgili hadislerdir. Hepsi de methi içermektedir, bundan fazlasını değil. Sakaleyn/iki değer hadisi yani Gadir Hum hadisi bu hadislere bir örnek sayılırlar. Bu hadis ile delil getirmenin düşüşü/geçersizliği gayet açık bir şekilde ortaya konmuştur. Diğer hadisler buna tâbi olurlar. 

 



[1] Ahzâb: 39

[2] A’raf: 62

[3] El-Ahkâf: 23

[4] Cin: 28

[5] A’raf: 79

[6] Hûd: 57

[7] Bakara: 4

[8] Bakara: 91

[9] Bakara: 136

[10] Bakara: 285

[11] Ali İmran: 84

[12] Ali İmran: 199

[13] Maide:59

[14] Maide: 66

[15] Maide: 68

[16] Maide: 83

[17] Maide: 67

[18] Maide: 67

[19] Maide: 67

[20] Şuara: 214

[21] Şuara: 214

[22] Şuara: 214

[23] Tebbet: 1-2, Buhari, K. Tefsîru’l Kur’ân, 4397

[24] Şuara: 214

[25] Ahmed b. Hanbel, M. Aşaratü’l Mübeşşirîn, 1300

[26] Şuara: 214

[27] Şuara: 214

[28] Ahmed b. Hanbel, M. Aşaratü’l Mübeşşirîn, 841