Şeriat, Hilafet İçin Belirli Bir Şahıs
Tayin Etmedi -4- |
|
1-
Bu ayet, Veda Haccında
inmedi. Hudeybiye Antlaşmasının yapıldığı sene, Fetih
suresinden sonra indirildi. Zira bu ayet Maide süresindendir.
Maide süresi, Fetih süresinden sonra indirildi. Fetih süresi
ise, Rasul (u)’in
Hudeybiye Antlaşmasından dönerken indirildi. Mushaf’a
bir bakışla kişi basitçe ve açıkça ayetin iniş
vaktinin Fetihten sonra olduğunu görür. Buna göre ayet, Veda
Haccından dört sene önce indirilmiş olur ki, bu durumda, bütün
rivayetlerine rağmen Gadir Humm hadisi ile alakası yoktur.
Çünkü Gadir Humm hadisinin bütün rivayetleri bu hadisin
Veda Haccında hasıl olduğunu söylerler. Bu tek başına
hadisin red edilmesine ve onda vasilik ve halife tayin etmek
hususunda iddia edenlerin batıllığının kesinliğine
yeterlidir.
Ayetin manası,
mantuku ve mefhumu bakımından gayet açıktır. O da; Resul’ün
Rabbisinden kendisine indirileni tebliğ etmekle emrolunmasıdır.
Ona Rabbisinden indirilen ise, İslâm risaletidir. Bunu
belirleyen ve kastedilen tek mana kılan, aynı ayetin şu bölümüdür:
“Eğer
onu yapmazsan, O’nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın.” Yani,
‘sana indirileni tebliğ etmezsen, O’nun risaletini tebliğ
etmiş olmazsın’ demektir. Bu Allahu Teâlâ’nın şu; ما
أنزل إليك
“sana
indirilen” sözü ile kast olunanın,
başka bir şey değil Allah’ın risaleti olduğunu belirleyen
bir nasstır. Ayrıca, بلغ
“tebliğ et” kelimesi Kur'an’da nerede geçerse, ondan
kast olunan ancak Allah’ın risaletinin tebliğidir.Kur'an’da
bu manadan başkası
kesinlikle geçmemiştir. Zira Allahu Teâlâ şöyle demiştir:
يُبَلِّغُونَ
رِسَالاتِ
اللَّهِ “Allah’ın risaletlerini tebliğ ederler.”
أُبَلِّغُكُمْ
رِسَالاتِ
رَبِّي
“Size rabbimin risaletlerini tebliğ
ediyorum.”
وَأُبَلِّغُكُمْ
مَا
أُرْسِلْتُ
بِهِ “Size
kendisi ile gönderildiğim hususu tebliğ ediyorum.”
لِيَعْلَمَ
أَنْ قَدْ
أَبْلَغُوا
رِسَالاتِ
رَبِّهِمْ
“Ta ki o, rablerinin risaletlerini
tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın.”
أَبْلَغْتُكُمْ
رِسَالَةَ
رَبِّي
“Ben size rabbimin risaletini tebliğ
ettim.”
أَبْلَغْتُكُمْ
مَا
أُرْسِلْتُ
بِهِ “Ben
size benimle gönderileni tebliğ ettim.”
Aynı şekilde ما أنزل
إليك “sana
indirilen” kelimesinden Kur'an’da geçtiği her yerde
kastedilen Şeriattır. Bu kelime de Kur'an’da bu mananın dışında
kesinlikle geçmemiştir. Allahu Teâlâ, şöyle dedi:
وَالَّذِينَ
يُؤْمِنُونَ
بِمَا
أُنْزِلَ
إِلَيْكَ
وَمَا
أُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلِكَ
“Sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler.”
نُؤْمِنُ
بِمَا
أُنزِلَ
عَلَيْنَا
“Bize indirilene iman ediyoruz.”
آمَنَّا
بِاللَّهِ
وَمَا
أُنزِلَ
إِلَيْنَا
وَمَا
أُنزِلَ
إِلَى
إِبْرَاهِيمَ
“Biz, bize ve İbrahime....
indirilene iman ettik.”
آمَنَ
الرَّسُولُ
بِمَا
أُنزِلَ
إِلَيْهِ
مِنْ
رَبِّهِ
“Resul, rabbisinden kendisine
indirilene iman etti.”
قُلْ
آمَنَّا
بِاللَّهِ
وَمَا
أُنْزِلَ
عَلَيْنَا
وَمَا
أُنْزِلَ
عَلَى
إِبْرَاهِيمَ
“De ki: Allah’a iman ettik. Bize
indirilene, İbrahime.... indirilene iman ettik.”
وَإِنَّ
مِنْ
أَهْلِ
الْكِتَابِ
لَمَنْ
يُؤْمِنُ
بِاللَّهِ
وَمَا
أُنْزِلَ
إِلَيْكُمْ
وَمَا
أُنْزِلَ
إِلَيْهِمْ
“Muhakkak ki Ehli Kitap’tan öyleleri
vardır ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene
.... iman ederler.”
هَلْ
تَنقِمُونَ
مِنَّا
إِلا أَنْ
آمَنَّا
بِاللَّهِ
وَمَا
أُنزِلَ
إِلَيْنَا
وَمَا
أُنْزِلَ
مِنْ
قَبْلُ
“Sizin bizi ayıplamanızın
Allah’a, bize indirilene, daha önce indirilenlere iman
etmemizden başka bir sebebi var mı?”
وَلَوْ
أَنَّهُمْ
أَقَامُوا
التَّوْرَاةَ
وَالإنجِيلَ
وَمَا
أُنزِلَ
إِلَيْهِمْ
مِنْ
رَبِّهِمْ
“Ve eğer onlar Tevratı, İncili ve
rablerinden kendilerine indirileni gereği gibi uygulasalardı...”
حَتَّى
تُقِيمُوا
التَّوْرَاةَ
وَالإنجِيلَ
وَمَا
أُنزِلَ
إِلَيْكُمْ
مِنْ
رَبِّكُمْ
وَلَيَزِيدَنَّ
كَثِيرًا
مِنْهُمْ
مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
مِنْ
رَبِّكَ
طُغْيَانًا
وَكُفْرًا
“... siz Tevratı, İncili ve
rabbinizden size indirileni gereği gibi uygulamadıkça bir şey
üzere değilsiniz. And olsun ki rabbinden sana indirilen
onlardan çoğunun küfür ve tuğyanını elbette arttıracaktır.”
وَإِذَا
سَمِعُوا
مَا
أُنزِلَ
إِلَى
الرَّسُولِ
تَرَى
أَعْيُنَهُمْ
تَفِيضُ
مِنْ
الدَّمْعِ
“Peygambere indirileni işittiklerinde,
hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.”
İşte
Kur'an’daki bütün ayetler böyledir. بَلِّغْ
مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
مِنْ
رَبِّكَ
“Rabbinden indirileni tebliğ et...”
ayetinden önceki ayette de مَا
أُنزِلَ
“indirilen” kelimesi bir tek mana ile zikredilmiştir, o da
Şeriattır. Hatta bu ayetten sonraki ayette (Maide: 68’de)
aynı lafız مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
مِنْ
رَبِّكَ
“Sana rabbinden indirilen” lafzı vardır. Bütün bunlar, بَلِّغْ
مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
“Sana indirileni tebliğ et” sözünde geçen مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
“sana indirilen” kelimesinin manasının İslâm Şeriatı
olduğunu belirlemektedir. Bu, بَلِّغْ
“tebliğ et” ve مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
“sana indirilen” kelimelerini Kur'an ayetlerinin tamamında
takip eden/inceleyen kimse için gayet açıktır.
3- مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
“sana indirilen” sözündeki مَا
أُنزِلَ
“indirildi” kelimesi, meçhul için bina olmuş mazi bir
fiildir (yani pasif mazi fiil). Bu demektir ki; bununla kast
olunan, Allah’tan kendisine daha önce indirileni yani daha önce
vahyin getirdiğini ve Resule indirileni tebliğ etmesidir. Buna
göre Allahu Teâlâ, Resule, daha önce kendisine indirileni
insanlara tebliğ etmesini emretmektedir. Böyle mana; o ayetin
inişinden önce indirilmiş bir şeyin tebliği olmaktadır,
ayetin inişiyle hasıl olan belirli bir emrin tebliği değil.
Ayetin hakkında inip resulün tebliğ etmekle emredildiği,
Resulün de onu, vasilik ve istihlaf/yerine halife bırakmak
olarak tefsir ettiği bir emrin tebliği değildir. Bundan dolayı
bu hadisi o ayetin nüzul sebebi için şerh olarak almak sonucu
çıkmaz. Çünkü hadis, ayetin nüzul sebebi olmakta, ayet
ise, hadisin zikrettiği hadise/olay hakkında inmiş olmaktadır.
Böylece ayet bir şey hakkında o şeyin meydana geldiği
vakitte inmektedir. Bu ayet ise, ayetin inmesinden önce meydana
gelmiş bir şeyin tebliği hakkında olduğu gayet açıktır.
Bundan dolayı o hadis bu ayet için nüzul sebebi olmaya uygun
değildir.
4- مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
“sana indirilen” sözündeki مَا
“mâ” kelimesi ismi mevsüldür yada maksadı belirsiz
isimdir. Bu kelime, “ona indirilenin” bir tek emir ve bir
tek hüküm olduğunu belirtmeye uygun düştüğü gibi, çeşitli
emirler ve birçok hüküm olduğunu belirtmeye de uygun düşmektedir.
Yani ayetin manasının; ‘sana indirilen hükmü tebliğ et’
şeklinde olmasına uygun olduğu gibi, ‘emir ve hükümlerden
sana indirilenlerin hepsini tebliğ et’ şeklinde olmasın da
uygun düşmektedir. Bunlardan birisini belirleyen ise
karinedir. Ayetin, dakik inceleme yapmaksızın mücerred
okunmasından açığa çıkıyor ki; فما
بلغت
رسالته
“risaletini tebliğ etmiş olmazsın” sözündeki رسالته
“risaleti” kelimesi ما
“mâ” kelimesinin manasının, ‘sana indirilenlerin
hepsi’ yani Allah’ın risaleti demek olduğunu
belirlemektedir. Bu, ayette geçen ما
“mâ” kelimesinin manasının ‘sana indirilen hüküm’
olmasını kesin olarak nefyetmektedir. Ayrıca, رسالته
“risaleti” kelimesinin olması, مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
“sana indirilen” kelimesinin manasının, ‘Allah’ın
risaleti’ olduğunu açıklamaktadır.
5- Ayetin sonunda Allahu Teâlâ’nın
şu; إِنَّ
اللَّهَ لا
يَهْدِي
الْقَوْمَ
الْكَافِرِينَ
“Allah seni insanlardan korur. Allah kafirler topluluğuna
hidayete erdirmez.”
sözü, Allah’tan resüle bir
sakinleştirme ve risaletini tebliğ esnasında kendisine isabet
edecek eziyetten bir güvencedir. Bu sakinleştirme, belirli bir
hükmü tebliğden dolayı kendisine isabet edecek bir eziyetten
dolayı olmaz. O ancak, risaletin tamamını kafirlere tebliğinden
dolayı, -özellikle risaletin tebliği yanında kıtal/şavaş
da olduğunda– kendisine isabet edecek eziyetten dolayı
sakinleştirmektedir. Böylece ayetin sonunun manası, ‘cihad
vasıtası ile bu risaleti tebliğde seni insanların
eziyetinden Allah korur’ olmaktadır. Çünkü bu ayet
indirildiği sıralarda risaletin tebliğ yolu cihad idi yani kılıçla
kıtal/savaş idi. Kastedilenin; ‘seni hilafeti kendisine
verdiğin için Ali’ye hased edenlerden korur, yani onların sözlerine
göre Ali’yi Ebu Bekir’den, Ömer’den, Osman’dan
v.b.’den korur’ şeklinde olması mümkün değildir. Çünkü
ayetteki “korumak” insanlardan korumadır. Mü’minlerden
koruma değil, insanlardan kast olunanın kafirler olduğunu
ayetin sonundaki Allah’ın şu sözü belirtmektedir: إِنَّ
اللَّهَ لا
يَهْدِي
الْقَوْمَ
الْكَافِرِينَ
“Allah kafirler topluluğuna hidayete erdirmez.”
Buna binaen; Allah’ın, Resule
kendisine indirileni tebliğde kafirlerin ezasından koruması
hususundaki vaadi, ayetteki tebliğden kast olunanın İslâm
risaletini tebliğ olduğunu belirlemektedir.
Şöyle
denilebilir: ‘Resul, bu ayet indirilemeden önce, risaleti
daha önceden tebliğ etti. Şu halde بَلِّغْ
مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
“sana indirileni tebliğ et” sözünün manası, o tebliğde
kaim iken, risaleti tebliğ et, şeklinde olmaz.’
Buna cevap şöyledir:
Tebliğ ile ilgili bu emir, şu iki husustan birisi dışına çıkmaz:
1-
Ya Resul, tebliğ etmeyerek risaleti ketmeder/gizler. 2-
Ya da risaletin henüz kendilerine tebliğ edilmediği birtakım
insanlar vardır. Onlara tebliğ edilmemesi, risaletin aleme
tebliğ edilmemesi sayılır.
1. Bu hususun yani kendisine
indirilen belirli bir hükmü tebliğ etmeyerek ketmetmesi mümkün
değildir. Risaletin ancak kendisi ile tamamlandığı bir hükmün
tebliğ edilmemesi de mümkün değildir. Çünkü bir tek hükmün
gizlenmesi Resulün nübüvvetini ve risaletini risaletinin
tamamını gizlemesi gibi yaralar, lekeler. O halde belirli bir
hükmün gizlenmesi imkansızdır. Çünkü ayette deniliyor ki:
فما
بلعت
رسالته
“risaletini tebliğ etmiş olmaksızın”.
Ayet tebliği nefyetmekte/yok saymaktadır. Bu ise,
belirli bir hükmü değil risaleti tebliğ etmedi demektir. Ayrıca
bir tek hükmün tebliği, risalet için tebliğ sayılmaktadır.
Resul, ilk günden itibaren, hükümleri inişine göre kaynak
olarak tebliğ ediyordu. Her hükmü tebliğ etmesini, tebliğ
sayıyordu. Bunun için mananın, “belirli bir hükmü tebliğ
etmedi” şeklinde olması mümkün değildir. Bilâkis, cümleye
verilen mana, “risaleti tebliğ etmemek” olmaktadır.
2. Resulün tebliğ etmemesi
mümkün olmadığına göre ve bu ayetin indirilişinden önce
tebliğ ediyor olması sabit olduğuna göre, ayetin indirilişinin
manası, risaletin henüz kendilerine tebliğ edilmemiş olduğu
birtakım insanların varlığı olmaktadır. Onlara tebliğin
yapılmaması, risaletin aleme tebliğ edilmemesi sayılmaktadır.
Risalet tebliğ, aleme tebliğ olmadıkça, tebliğ sayılmamaktadır.
Onun için Allah, resule, tebliğ sayılması için, risaleti
kendilerine tebliğ edilmemiş insanlara tebliğ etmeyi yani
aleme tebliğ etmeyi ve bu tebliğin cihad yoluyla olmasını
emretmiştir. Ayetin resule Hudeybiye Antlaşmasından sonra
inmiş olması bunu teyit etmektedir. Bu tarihe kadar, davetin
neşri için kendisi ile savaştığı baş düşman Kureyş
idi. Onların anlaşması ile cihadda tebliğin
konumu belki anlaşılır. Zira Allah resule, tebliğinin,
bu evrensel risaletin tebliği sayılması için, risaletin
aleme tebliği olasıya kadar, kendilerine tebliğ edilmeyen
Arap, Rum, Kıbtî ve diğer insanlara cihad yoluyla tebliğde
devam etmesini emretmiştir. Bu ise bilfiil hasıl olan
husustur. Zira bu ayetin indirilmesinden sonra, Rasul (u)
Hayber’de yahudilerle savaştı, Mute savaşına hazırlandı.
Rum ile savaşmak için büyük bir ordu içinde Tebük’e
gitti. Mekke’yi fethetti. Fars, Kıbti, Rum ve diğer
krallara, بَلِّغْ
مَا
أُنزِلَ
إِلَيْكَ
“sana indirileni tebliğ et”,
فما
بلعت
رسالته
“risaletini tebliğ etmiş olmazsın”, والله
يعصمك من
الناس
“Allah seni insanlardan korur”, إن الله
لا يهدي
القوم
الكافرين
“Allah kafirler topluluğunu hidayete erdirmez”
sözlerinin manasını açığa çıkaran
mektuplar yazdı.
Kenzül-Ummâl’ın
rivayet ettiği ve Nehçül-Belâga’nın şerh ettiği El-Dâr
hadisine gelince: Onda geçen husus şöyle özetlenir: وَأَنذِرْ
عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ
“Yakın akrabanı uyar.”
ayeti indirilince, Rasul (u)
Ali’yi çağırdı ve onu yemek hazırlayıp Abdulmuttalip oğullarını
davet etmekle sorumlu kıldı. Ali emredilen hususları yerine
getirdi. Topluluk yeyip içtikten sonra Rasul (u)
onların önünde durup onlara şöyle hitap etti: “Ey
Abdulmuttalip oğulları, Vallahi ben, Araplar içinde kavmine
benim getirdiğimden daha faziletli/üstün bir şey getiren bir
gencin var olduğunu bilmiyorum. Muhakkak ki ben, dünya ve
ahiretin hayrını getirdim. Allah bana, sizi kendisine davet
etmemi emretti. Hanginiz, içinizde benim kardeşim, vâsim ve
halifem olması karşılığında bu işte bana yardımcı
olur?” Ali hariç topluluk bu
davetten çekindi. Ali yaş bakımından onların en genç erkeği
idi. O şöyle cevap verdi: ‘Ben, ey Allah’ın resulü, sana
yardımcı olurum.’ Fakat Nebi, sözünü tekrarladı,
topluluk halen çekingen davranıyordu. Ali ise, yardım etmeyi
kabul ettiğini ilan ediyordu. O zaman Nebi (u)
Ali’nin boynundan tutup orada hazır olanlara şöyle dedi: “Bu,
içinizde benim kardeşim, vâsim ve halifemdir. Onu dinleyin ve
itaat edin.” Topluluk, Nebi ve
daveti ile alay ediyorlardı. Nitekim, Nebi’nin evinden çıkarken
Ebu Talib’e şöyle diyorlardı: ‘O, sana oğlunu dinleyip
itaat etmeni emretti’. Kendisiyle delil getirenlerin rivayet
ettiklerine göre El-Dâr hadisinin özeti işte budur.
وَأَنذِرْ
عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ
“Yakın akrabanı uyar.”
ayetinin indirildiği günkü
hadiseyi/olayı Buhari, yemek hazırlanmasını rivayet
etmeksizin, Resul Safâ’ya çıktı şeklinde rivayet etmiştir.
Ahmed b. Hanbel Müsned’inde iki hadis rivayet etmiştir.
Hadisin birisi, bu ayetin indirildiği gün olduğu
zikredilmeksizin yemek verilmesi hakkındadır. Diğeri ise,
ayetin indirildiği gün yemek verildiğinin zikredildiği
hadistir. Önce bu nassları ortaya koyup sonra onlarda geçen
hususu açıklayacağız.
Buhari, İbn Abbâs
(t)’dan
şöyle dediğini rivayet etti: “وَأَنذِرْ
عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ
“Yakın akrabanı uyar.”
ayeti indirilince, Nebi (u)
Safâ tepesine çıktı. Şöyle çağırmaya başladı: “Kureyş’in
ana kabileleri oldukları için toplanasıya kadar, Ey Fahroğulları,
Ey Ady oğulları” diye çağırmaya
başladı. Rasul (u)
onlardan bazılarını dışarı çıkaramadığında ne olduğuna
bakması için bir elçi gönderiyordu. Ebu Leheb ve Kureyş
gelince, onlara şöyle dedi: أَرَأَيْتَكُمْ
لَوْ
أَخْبَرْتُكُمْ
أَنَّ
خَيْلاً
بِالْوَادِي
تُرِيدُ
أَنْ
تُغِيرَ
عَلَيْكُمْ
أَكُنْتُمْ
مُصَدِّقِيَّ
قَالُوا
نَعَمْ مَا
جَرَّبْنَا
عَلَيْكَ
إِلا
صِدْقًا
قَالَ
فَإِنِّي
نَذِيرٌ
لَكُمْ
بَيْنَ
يَدَيْ
عَذَابٍ
شَدِيدٍ “Size, şu vadide
saldırmak isteyen bir atlı olduğunu haber versem ne yaparsınız?
Beni tasdik eder misiniz?”
onlar: ‘evet, senden ancak doğruluk gördük’ dediler. O da
şöyle dedi: “Muhakkak
ben, sizi şiddetli bir azaba karşı uyarıyorum.” Bunun
üzerine Ebu Leheb: ‘Günün arta kalanında kahrolasın!
Bunun için mi bizi topladın?’ dedi. Bunu üzerine şu
ayetler indirildi: تَبَّتْ
يَدَا
أَبِي
لَهَبٍ
وَتَبَّ (1)
مَا
أَغْنَى
عَنْهُ
مَالُهُ
وَمَا
كَسَبَ
“Ebu Leheb’in elleri kurusun!
Kurudu da. Malı ve kazandıkları onu kurtaramadı.”
Bu, yemek verme
olayının وَأَنذِرْ
عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”
ayetinin indiği günde olmadığına
delâlet etmektedir. Çünkü o olay, hadisin metninde geçen
hususla örtüşmemektedir.
Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde
şunu rivayet etti: “Bize Affân anlattı. Ona da Ebu Avâne,
Osman b. Muğire’den o da Ebu Sâdık’tan, o da Rebia b. Nâciz’den,
o da Ali’den rivayetle Ali’nin şöyle dediğini anlattı:
“Rasulullah (u)
Abdulmuttalip oğullarını bir araya topladı yada davet etti.
Onların içinde, tıka basa yiyen ve boğulasıya içen bir genç
topluluk vardı. Dedi ki: Onlara bir yemek verdi. Onlar doyasıya
kadar yediler. Dedi ki: Yemek, sanki, ona hiç dokunulmamış
gibi kaldı. Sonra su getirttirdi. Onlar ondan da kanasıya
kadar içtiler. İçecek, sanki hiç içilmemiş ve hiç
dokunulmamış gibi kaldı daha sonra Rasul (u)
şöyle dedi: يَا
بَنِي
عَبْدِ
الْمُطَّلِبِ
إِنِّي
بُعِثْتُ
لَكُمْ
خَاصَّةً
وَإِلَى
النَّاسِ
بِعَامَّةٍ
وَقَدْ
رَأَيْتُمْ
مِنْ
هَذِهِ
الآيَةِ
مَا
رَأَيْتُمْ
فَأَيُّكُمْ
يُبَايِعُنِي
عَلَى أَنْ
يَكُونَ
أَخِي
وَصَاحِبِي
قَالَ
فَلَمْ
يَقُمْ
إِلَيْهِ
أَحَدٌ
قَالَ
فَقُمْتُ
إِلَيْهِ
وَكُنْتُ
أَصْغَرَ
الْقَوْمِ
قَالَ
فَقَالَ
اجْلِسْ
قَالَ
ثَلاثَ
مَرَّاتٍ
كُلُّ
ذَلِكَ
أَقُومُ
إِلَيْهِ
فَيَقُولُ
لِي
اجْلِسْ
حَتَّى
كَانَ فِي
الثَّالِثَةِ
ضَرَبَ
بِيَدِهِ
عَلَى
يَدِي “Ey Abulmuttalip oğulları! Muhakkak ki ben, özel olarak size, genel
olarak insanlara gönderildim. Bu ayetten/mucizeden göreceğinizi
gördünüz. Benim kardeşim ve arkadaşım olması karşılığında
hanginiz bana biat ediyor?” Ali
dedi ki: Kimse ona yönelerek bakmadı. Topluluğun en küçüğü
olduğum halde ben ayağa kalktım. O bana, “otur” dedi. O
üç defa sorusunu tekrarladı. Her seferinde ben ayağa kalkıyordum
o bana “otur” diyordu. Üçüncüsünde ise elini elimin üstüne
koydu.”
Metin burada bitiyor.
Bundan anlaşılıyor
ki; bu hadis, وَأَنذِرْ
عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”
ayetinin nüzul olayını
zikretmiyor. Resul onlara İslâm’ı anlatmıştır. Müslüman
olan da Resulün kardeşi ve arkadaşı olmaktadır. Ali’ye
bir şey söylemiyor.
İkinci rivayete
gelince; Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde şunu rivayet etti:
“Bize Eesved b. Amir, Şerik, El-A’meş’ten o da El-Menhâl’dan,
o da Ibâd b. Abdullah El-Esedî’den, o da Ali’den şöyle
dediğini anlattılar: ‘لَمَّا
نَزَلَتْ
هَذِهِ
الآيَةُ (
وَأَنْذِرْ
عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ
) قَالَ
جَمَعَ
النَّبِيُّ
صَلَّى
اللَّه
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
مِنْ
أَهْلِ
بَيْتِهِ
فَاجْتَمَعَ
ثَلاثُونَ
فَأَكَلُوا
وَشَرِبُوا
قَالَ
فَقَالَ
لَهُمْ
مَنْ
يَضْمَنُ
عَنِّي
دَيْنِي
وَمَوَاعِيدِي
وَيَكُونُ
مَعِي فِي
الْجَنَّةِ
وَيَكُونُ
خَلِيفَتِي
فِي
أَهْلِي
فَقَالَ
رَجُلٌ
لَمْ
يُسَمِّهِ
شَرِيكٌ
يَا
رَسُولَ
اللَّهِ
أَنْتَ
كُنْتَ
بَحْرًا
مَنْ
يَقُومُ
بِهَذَا
قَالَ
ثُمَّ
قَالَ
الآخَرُ
قَالَ
فَعَرَضَ
ذَلِكَ
عَلَى
أَهْلِ
بَيْتِهِ
فَقَالَ
عَلِيٌّ
رَضِي
اللَّه
عَنْهم
أَنَا
“Yakın
akrabanı uyar.
ayeti indirilince, Nebi (u)
ehli beytinden olan kimseleri bar araya topladı. Otuz kişi
toplandı. Yiyip içtiler. Sonra Nebi (u)
onlara şöyle dedi: Cennette
benimle olması ve ehlimde de halifem olması karşılığında
kim benim borçlarıma ve vaatlerime kefil olur? Bunun
üzerine –Şerik’in ismini söylemediği– bir adam şöyle
dedi: “Ey Allah’ın resulü, sen bir denizsin, kim yapar
bunu?” Dedi ki: Daha sonra başkası da aynı şeyi dedi.
Bunun üzerine Resul, bunu ehli beytine teklif etti. Bunun üzerine
Ali (t)
“ben” dedi.””
Metin burada bitiyor.
Bundan anlaşılıyor
ki: Resul, ehlinden bir kişiye, borçlarına ve vaatlerine
kefil olmasını talep ediyor. Bunun karşılığının ise
“cennette onunla beraber olmak” ve “ehlinde halifesi
olmak” olduğunu bildiriyor. Bunun üzerine Ali “ben”
diyor.
Bu iki metinde وصيي
“Vâsim” ve mutlak olarak خليفتي
“halifem” kelimeleri yok. Ancak خليفتي
“halifem” kelimesi ehil ile sınırlandırılmış olarak geçmektedir.
Ehilde/ailede halife olmak; yönetim ve imamet makamında halife
olmaktan başkadır, onunla alakası yoktur.
Sahih kitaplarda
geçen nasslar işte bunlardır. Bu nasslar, birbirine yakın
lafızlarla, tek bir mana olarak çeşitli rivayetlerle geçmiştir.
Bunların hepsinde de; وصيي
“vâsim” ve خليفتي
“halifem” kelimeleri mutlak olarak geçmemektedir. Bütün
sahih sahiplerinden bir kişi, güvenilir yollardan bir yolla وصيي
“vâsim” ve خليفتي
“halifem” kelimelerinin Ali’ye veya başkasına nispetle
geçtiği bir tek hadis rivayet etmemiştir. Böylece,
sahihlerde hakkında delil olmamasından dolayı bu hususta
delil düşmektedir/geçersiz olmaktadır.
Ali’nin halife
tayin edildiğine delil getirenlerin rivayet ettikleri ve
kendisine “El-Dâr hadisi” ismini verdikleri metine gelince;
Bu rivayetle bu metin, dirayet açısından ret olunur. Bir
hadis, mana bakımından dirayetten, senet bakımından da
rivayetten ret olunur. Rivayetten yada dirayetten ret olununca
itibarı düşer ve onunla delil getirmek geçersiz olur. Söz
konusu olan hadisin dirayetten ret olunması şu birkaç
husustan dolayıdır:
1- Bu hadiste görülmektedir
ki: Resul, Abdulmuttalib Oğullarından, kendisinden sonra yönetimini
onlara ait olmasını şart koşarak kendisine yardımcı
olmalarını talep etmiştir. Bu iki yönden batıldır:
Birincisi: Bir
kabilenin, müslüman olduklarında kendisinden sonra yönetimin
kendilerine ait olması talebini ret etmesi olayında Resulün
ortaya koyduğu kavli ve fiili ile çelişiyor olmasıdır. Zira
Resul o olayda şöyle demişti: “Yönetim,
Allah’a aittir. Onu dilediğine verir.”
Nitekim İbn Hişâm,
“Siret-ün-Nebi (u)”
kitabında şunu rivayet etmiştir: İbnü İshak dedi ki: Zühri
bana anlattı ki, ‘Âmir b. Sa’sa’a geldi. Rasulullah (u),
onları Allah’a Azze ve Celle davet etti. Onlara kendisini
takdim etti. Onlardan, kendisine Bîcretü b. Ferâs denilen bir
adam şöyle dedi: ‘Vallahi, eğer bu genci Kureyş’ten alırsam,
onunla Arapları bitiririm’ sonra da Resule şöyle dedi: “Eğer
biz emrinde/davanda sana tâbi olursak, sonra Allah sana muhalif
olanlara karşı seni üstün kılarsa, senden sonra yönetim
bize ait olacak mı, ne dersin?” Bunun üzerine Rasul (u)
şöyle dedi: “Yönetim
Allah’a aittir. Dilediğine verir.”
O adam buna cevaben dedi ki: “Biz senin için Araplara karşı
boyunlarımızı ortaya koyacağız. Allah seni üstün kılınca
yönetim bizden başkasının olacak, öyle mi? Senin
emrine/davana bizim ihtiyacımız yoktur.” Böylece Resulün
teklifini ret etmiş oldular.”
Şu halde, Rasul (u);
“Emr/yönetim
Allah’a aittir, dilediğine verir”
–yani kendisinden sonra hilafet ve yönetim işini
kastediyor– derken, Abdulmuttalib Oğullarına nasıl; “O
halde, hanginiz içinizde benim kardeşim, vâsim ve halifem
olması karşılığında bu işte bana yardımcı olur?”
der. Bu açıkça bir çelişki değil midir? Şu halde bu iki sözden
birisi kesinlikle reddedilmesi gerekmektedir. El-Dâr hadisinin “Yakın akrabalarını uyar”
ayeti indirildiğinde yani resule risaletin gönderilmeye başlayışının
üçüncü yılında vukuu bulduğu söylendiğine göre; “Emr/yönetim
Allah’a aittir, dilediğine verir”
hadisi ise Resulün kendisini kabilelere takdim etmesinde yani
risaletin gönderilmeye başlayışının onuncu yılında, yani
El/Dâr hadisinden sonra hasıl olduğuna göre, El-Dâr hadisi
ret olunur.
İkincisi: Bu
hadiste Resul, müslüman olmaları için kâfirlere bir şey
veriyor. Hatta onlara, İslâm’a girmelerine bedel olarak,
kendisinden sonra bütün müslümanlar üzerinde halife olmaları
gibi en büyük bir işi veriyor. Bu ise, Rasulün davetindeki işiyle
çelişmektedir. Şeriatın hükümleriyle de çelişmektedir.
Zira Resul, insanları İslâm’a hak din olduğu için davet
ediyordu. İslâm’a girmesine karşılık kafire az veya çok
bir şey verdiğine dair Resul’den zayıf da olsa bir hadis
rivayet edilmemiştir. Müellefetülkulûbe (kalpleri ısındırılanlara)
gelince; onlar, kendileriyle devletin güçlenmesi için,
kendilerine zekâttan verilen müslümanlardır. Onlar, İslâm’a
girmeleri için kendilerine mal verilen kâfirler değildirler.
İslâm’a girmelerine karşılık kâfirlere bir şey
verilmesi caiz değildir.
2- Hadis; Resul’ün, İslâm’a
davet etmek maksadı ile kâfirler için yemek hazırlatarak bir
yemek verdiğini ve İslâm’a girmelerine davet için onları
yemekte bir araya getirdiğini zikrediyor. Yemek müslüman olan
Ali için hazırlanmadı. Onlar İslâm’ı ret ettiklerinde, müslüman
olmaları karşılığında Resulden sonra yönetimin
kendilerine ait olmasını ret etmiş oldular. Bu husus Ali ile
ilgili değildir ki, cevap vermek için girişimde bulunsun.
Çünkü o İslâm’a çağrılan değildi. Zira o müslüman
idi. Hitap ona yönelik değildi. Bu toplantı onunla ilgili değildir
ki Resul ona: “Bu,
benim kardeşim, vâsim ve aranızda halifemdir. Onu dinleyin ve
itaat edin” desin. Zira o,
hitabın ve görüşmenin mahalli değildir.
3- Hadis; topluluğun İslâm’ı
ret ettiğini, Resulün teklifini onlara tekrar etmesine rağmen
küfürlerinde ve İslâm’a girmelerine karşılık Resulden
sonra yönetimin kendilerine ait olmasını ret etmelerinde ısrar
ettiklerini, kafir olarak kaldıklarını zikretmektedirler. O
halde Resul, onların İslâm’ı ret etmiş kâfirler olduklarını
bildiği halde onlara hitaben; هذا
خليفتي
فيكم “Bu,
aranızda benim halifemdir”
der, onlara onu dinleyip itaat etmelerini emreder?... Onlar kâfir
oldukları halde, aralarında nasıl bir halife olur?...
4- Onların rivayet ettikleri
rivayette deniliyor ki: “Bu,
benim kardeşim, vâsim ve aranızda halifemdir. Onu dinleyin,
itaat edin.” Bu, Abdulmuttalib
Oğullarına bir hitaptır. Zira kelam, “Ey Abdulmuttalib Oğulları”
diye başlayarak sadır olmuştur. O halde bu, onlara hastır.
Zira Ali’yi onlar arasında bir halife yapmıştır, müslümanlar
için halife değil. Çünkü; خليفتي
فيكم “aranızda
benim halifemdir” diyor. O halde, metinden açıkça görüldüğü
gibi o, müslümanlar için bir halife olmaz. Burada, “İtibar
lafzın genelliğinedir, sebebin özelliğine değil”
denilmez. Çünkü, bu vakıanın bizzat kendisidir, sebep değildir.
Üstelik lafız da özeldir, genel değil. Zira lafız: يا
بني
عبدالمطلب
“Ey Abdulmuttalb Oğulları!” خليفتي
فيكم “aranızda
benim halifemdir” tabirleri lafzın hususiliğini/özelliğini
ortaya koymaktadır. Böylece, hadisenin/olayın sebep değil,
vakıanın bizzat kendisi olmasından dolayı ve lafzın genel
olmayışından dolayı, hitabın hususi olması zorunlu
olmaktadır.
Bu dört husustan
birisi dahi, bu hadisin yalanını, çelişkisini ve ret
edilmesinin gerekliliğini ortaya koymaya yeterlidir. Bu izahla
açığa çıkıyor ki: Rasul (u),
Ali’yi kendisinden sonra halife olarak atamamıştır.
Bütün bunlardan
açığa çıkıyor ki; Rasul (u)’in
kendisinden sonra hilafet için bir kişi tayin ettiğine/atadığına
delil getirenlerin rivayet ettikleri hadisler, merdud/ret olunan
hadislerdir, delil getirmeye uygun değildirler, dolayısıyla
geçersizdirler. Şu halde; Resulün, kendisinden sonra hilafeti
üstlenecek bir kişi tayin ettiğine dair herhangi bir delil
kalmamaktadır. Bilâkis, bunun tersine delil getirilir. Yani
Resulün, yönetim işini, istediklerini seçmeleri bakımından
müslümanlara terk ettiğine, fakat onlara halifeyi belirleme
yolu tayin ettiğine dair delil getirilir.
Resulün,
kendisinden sonra halife olmaları için belirli kişiler tayin
ettiğine dair söylenen sözün yanlışlığına gelince; bu,
Ali’nin tayin edildiğini söyleyenlerin ileri sürdükleri
hadislerde buna dair delâletin olmayışından açığa çıkmaktadır.
Hilafet onlara aittir diyenler, bunu ancak onlar Ali’nin oğulları
oldukları için diyorlar. Onların delilleri, Ali bakımından
düşünce/ geçersiz olunca, doğal olarak onun çocukları bakımından
da düşer. Ayrıca, Allah ve Resulünden nassla Ali’nin çocuklarının
halife olmalarına dair delil olarak itibar edip rivayet
ettikleri hadisler Âli Beyt’le ilgili hadislerdir. Hepsi de
methi içermektedir, bundan fazlasını değil. Sakaleyn/iki değer
hadisi yani Gadir Hum hadisi bu hadislere bir örnek sayılırlar.
Bu hadis ile delil getirmenin düşüşü/geçersizliği gayet açık
bir şekilde ortaya konmuştur. Diğer hadisler buna tâbi
olurlar.
|