İslâm Devleti Teokratik Bir Devlet Değildir |
|
İslâm
Devleti Hilâfettir. Çünkü Hilâfet, yönetim yetkisi,
otorite ve şer’î hükümlerden benimseme yolu ile kanun
haline getirme yetkilerini elinde bulunduran kişinin bulunduğu
makamdır. Halifelik dünyada İslâm Şeriatının hükümlerini
uygulayıp ayakta tutmak için müslümanların tümünün genel
bir başkanlığıdır. Hilâfet; İslâm’ın getirmiş olduğu
fikirler ve koymuş olduğu hükümlerle, İslâm Şeriatının
hükümlerini uygulamak, insanlara İslâm’ı öğretmek,
onları İslâm’a davet etmek ve Allah yolunda cihadla İslâm
davetini dünyaya taşımak için yeryüzündeki tüm müslümanların
genel başkanlığıdır. Bu makama, "imamet" ve
"müminlerin emirliği" adları da verilir.
Halifelik,
beşeri bir makamdır, ilahi bir makam değildir. Varlık
sebebi, İslâm dinini beşere/insanlara uygulamak ve insanlar
arasında yaymaktır. Halifelik, nübüvvetten kesinlikle ayrı
ve farklıdır. Çünkü nübüvvet ve risalet, nebîler veya
Rasullerin, Allah'ın Şeriatını insanlara tebliğ etmek üzere
vahiy yoluyla aldığı makamın adıdır. Bu konuda Nebinin
vahiy yoluyla aldığı Şeriatı uygulamasına bakılmaksızın
tebliği öne çıkmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
وما
على الرسول
إلا البلاغ
المبين
"Rasule
düşen ancak apaçık tebliğdir."
فإنما
عليك
البلاغ
"Sana
düşen ancak tebliğdir."
ما
على الرسول
إلا البلاغ
"Peygambere
düşen, tebliğden başkası değildir."
Nübüvvet,
halifelikten farklı bir şeydir. Halifelik, yüce Allah'ın Şeriatını
insanlara uygulamaktır. Nebinin ve Rasul’ün, rasul
olabilmesi için Allah'ın kendisine bildirdiği vahiyleri
uygulaması şart değildir. Nebi ve Rasul olması için Allah'ın
kendisine Şeriat vahyetmiş olması ve bu Şeriatı tebliğ
etmekle emrolunması şarttır. Buna göre Musa, İsa, İbrahim
(hepsine selam olsun) efendilerimiz Nebi ve Rasul idiler. Fakat
bizzat kendileri, getirdikleri Şeriatı uygulama alanına geçiremediler
ve bunlar yönetici değillerdi.
Buna göre
nübüvvet ve risalet makamı halifelik makamından farklıdır.
Nübüvvet ilahi bir makamdır. Allah bu makamı dilediğine
verir. Halifelik ise beşeri bir makamdır. Müslümanlar bu
makama getirmek için diledikleri kimselere biat ederler. Müslümanlar
aralarında diledikleri kimseleri başlarına halife yaparlar.
Efendimiz Muhammed (u)
getirmiş olduğu Şeriatı uygulayan bir hakim/yönetici
idi. Hem nübüvvet ve risalet ile görevliydi hem de İslâm hükümlerini
uygulamak hususunda müslümanların başkanlık makamını yürütüyordu.
Allah ona risaleti emrettiği gibi yönetimi de emretmişti. Yüce
Allah ona şöyle buyurmaktadır:
وأن
احكم بينهم
بما أنزل
الله"Ve
onlar arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmet/yönet."
إنا
أنزلنا
إليك
الكتاب
بالحق
لتحكم بين
الناس بما
أراك الله
"Şüphesiz
biz sana kitabı insanlar arasında Allah'ın sana gösterdikleri
ile hükmedesin diye hak ile indirdik."
Böyle
buyurduğu gibi şöyle de buyurmaktadır:
يا
أيها
الرسول بلغ
ما أنزل
إليك من
ربك
"Ey
rasul Rabbinden sana indirileni tebliğ et."
وأوحي
إلي هذا
القرآن
لأنذركم به
ومن بلغ
"Bu
Kur'an bana, onunla sizleri ve kendilerine ulaştığı
kimseleri uyarayım diye vahyolundu."[7]
يا
أيها
المدثر (1) قم
فأنذر
"Ey
bürünüp sarınan kalk ve uyar."
Ancak
Rasul (u)
yüce Allah'ın; وأحل
الله البيع
وحرم الربا "Allah
alışverişi helal, faizi haram kılmıştır."
ayeti gibi risaleti sözlü olarak tebliğ etmekle görevli olduğu
gibi Hudeybiye antlaşmasında olduğu gibi ameli olarak tebliğ
etmekle de görevli idi. Tebliğe kesin olarak bağlı kalıyor,
bu işin yerine getirilmesi için kesin ve tartışılmaz
emirler veriyor, herhangi bir şekilde danışma yoluna
gitmiyordu. Aksine vahyin dışında ortaya atılan görüşleri
reddediyordu. Hakkında henüz vahyin nazil olmadığı bir hükme
dair kendisine soru sorulduğunda ise vahiy nazil oluncaya kadar
susup cevap vermiyordu. Fakat indirilen hükümleri uygulamakla,
insanlara tebliğ etmekle karşı karşıya kaldığında,
insanlarla istişarelerde bulunur, kendi görüşüne ters düşse
bile bazen uzmanların bazen çoğunluğun görüşüne göre
hareket ederdi. Verdiği hükmün olaya tıpatıp uygun olduğunu
kesin olarak söylemez, aksine verdiği hükmün konu ile ilgili
delillere uygun olduğunu söylerdi.
Tevbe
suresi nazil olunca Ebu Bekir'e (t)
yetişmek üzere Ali b. Ebi Talib'i (t)
arkasından gönderdi ve Hac mevsiminde bütün insanlara tebliğ
etmek üzere Tevbe Suresini herkesin önünde açıkça ilan
etmesini emir buyurdu. Ali de onlara Arafe'de bu sureyi okudu ve
onu tebliğ etmek amacıyla onları ayrı ayrı dolaştı.
Hudeybiye
Anlaşmasını yaptığında da ashab-ı kiramın tümünün görüşlerini
reddetti ve uygun gördüğünü kabul etmeye onları zorladı.
Çünkü bu Allah'tan gelmiş bir vahiydi.
Cabir,
“Malımı ne yapayım?” diye sorunca kendisine vahiy nazil
oluncaya kadar ona cevap vermedi. Buhari'nin Muhammed b. el-Münkedir'den
rivayetine göre o şöyle demiştir: "Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinledim: Hastalandım,
Rasulullah (u)
ile Ebu Bekir yürüyerek beni ziyarete geldiler. Yanıma
geldiklerinde baygın düşmüştüm. Rasulullah (u)
abdest aldı. Sonra abdest suyundan üzerime döktü, kendime
geldim. Ey Allah'ın Rasulü! Malım hakkında nasıl bir hükme
varayım, malım hakkında ne yapayım? dedim. Miras ayeti
ininceye kadar bana cevap vermedi."[10]
Rasulullah
(u)
risalet ve insanlara tebliğ yükümlülüklerini yerine
getirirken böyle davranırdı.
Yönetim
görevlerini omuzlarken ise başka bir yol izliyordu. Nitekim
Uhud savaşından önce müslümanları mescidde topladı ve
Medine'de mi savaşalım, yoksa dışarıya mı çıkalım diye
onlarla danıştı, çoğunluk Medine dışına çıkma görüşünü
belirtiyordu. Kendisi ise çıkmama görüşündeydi. Fakat çoğunluğun
görüşüyle amel ederek Medine'nin dışına çıktı ve
Medine dışında savaştı.
Aynı
şekilde insanlar arasında hüküm verirken, başkalarının
haklarına tecavüz etmemeleri hususunda onları uyarırdı.
Buhari'nin
Ümmü Seleme'den rivayetine göre Rasulullah (u)
odasının kapısında, hasımların davalaştığını işitti.
Yanlarına çıkıp şöyle dedi:
إِنَّمَا
أَنَا
بَشَرٌ
وَإِنَّهُ
يَأْتِينِي
الْخَصْمُ
فَلَعَلَّ
بَعْضَكُمْ
أَنْ
يَكُونَ
أَبْلَغَ
مِنْ
بَعْضٍ
فَأَحْسِبُ
أَنَّهُ
صَادِقٌ
فَأَقْضِي
لَهُ
بِذَلِكَ
فَمَنْ
قَضَيْتُ
لَهُ
بِحَقِّ
مُسْلِمٍ
فَإِنَّمَا
هِيَ
قِطْعَةٌ
مِنَ
النَّارِ
فَلْيَأْخُذْهَا
أَوْ
لِيَتْرُكْهَا
"Ben
ancak bir beşerim. Hasım bana gelir ve olur ki sizden biriniz
diğerinden daha beliğ konuşabilir. Ben de onun doğru sözlü
olduğunu sanırım da buna göre onun lehine hüküm veririm.
Her kime bir müslümanın hakkını verecek olursam aldığı
şey ancak ateşten bir parçadır. Bunu ister alsın isterse bıraksın.”
Yine
Enes (t)'den
rivayet edildiğine göre Peygamber (u)
ashabına şöyle buyurmuştur:
وَإِنِّي
لأرْجُو
أَنْ
أَلْقَى
اللَّهَ
وَلا
يَطْلُبُنِي
أَحَدٌ
بِمَظْلَمَةٍ
ظَلَمْتُهَا
إِيَّاهُ
فِي دَمٍ
وَلا مَالٍ
"Şüphesiz
ben, kanı veya malı hususlarında herhangi bir kimseye yaptığım
bir zulümden dolayı hakkını benden istemeksizin Aziz ve
Celil olan Allah'ın huzuruna çıkacağımı ümit ederim.”
İşte
bütün bunlar, Rasulün iki makamı şahsında birleştirdiğini
göstermektedir. Nübüvvet ve risalet makamı ile Allah'ın
kendisine vahiy yoluyla bildirmiş olduğu Şeriatını
uygulamak için dünyada müslümanların başkanlığı makamı.
O, her iki makamın yükümlülüklerini, o makamın gerektirdiği
şekilde kullanıyor ve tasarrufta bulunuyordu. Her bir makama
uygun olarak yaptığı tasarrufu ötekinden farklıydı.
İnsanlardan
yönetim hususunda biat aldığı gibi, bu biatı kadınlardan
da erkeklerden de almıştı. Fakat henüz ergenlik yaşına ulaşmamış
küçüklerden böyle bir biat almamıştı. İşte bu husus
onun aldığı biatın nübüvvet üzere bir biat değil de yönetim
kastıyla alınan biat olduğunu pekiştirmektedir. Bundan dolayıdır
ki, yüce Allah'ın risaleti tebliğ ve yükümlülüklerini ifa
hususunda herhangi bir sebep dolayısıyla ona sitem etmediğini
görüyoruz. Aksine çağrısına, insanların icabet etmemeleri
dolayısıyla rahatsız olmamasını istediğini görüyoruz.
Çünkü risaletin görevlerini yerine getirmek yalnızca tebliğden
ibarettir. Sana düşen tebliğden başkası değildir anlamında
yüce Allah ona şöyle hitap ediyordu:
فلا
تذهب نفسك
عليهم
حسرات
"O
halde nefsin onlar hakkında birtakım üzüntülere dalmasın."
ولا تحزن
عليهم ولا
تكن في ضيق
مما يمكرون
"Onlar
için üzülme ve kurmuş oldukları tuzaklardan dolayı kendini
sıkıntıya koyma."
إن عليك
إلا البلاغ
"Sana
düşen ancak tebliğdir."
Fakat
daha önce nazil olmuş ve tebliğ etmiş bulunduğu hükümleri
uygulamak kastıyla ve yönetimin mükellefiyetlerini/sorumluluklarını
yerine getirirken yapmış olduğu bir
takım fiillerden dolayı yüce Allah ona sitemde bulunmuştur.
Daha önceden inmiş bulunan hükümleri uygularken evla olanın
tersine hareket ettiği için Rasulüne sitem etmiş ve şöyle
demiştir:
ما
كان لنبي
أن يكون له
أسرى حتى
يثخن في
الأرض
"Hiçbir
nebiye yeryüzünde ağır basıp zaferler elde edinceye (düşmanı
iyice ezinceye) kadar esirler alması olacak bir şey değildir."
عفا الله
عنك لم
أذنت لهم
"Allah
seni affetti. Onlara niçin izin verdin?"
İşte
bütün bunlardan yönetim hususundaki başkanlık makamının nübüvvet/peygamberlik
makamından farklı olduğu, halifelik makamının ilahî bir
makam olmayıp beşerî bir makam olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Yine bu açıklamaların tümü, halifeliğin dünyada bütün
müslümanların genel başkanlığı olan beşerî bir makam
olduğunu göstermektedir. İlahi bir makam değildir. Çünkü
bu makam Rasulullah (u)'in
de üstlenmiş olduğu yönetim makamıdır. Bu makamı vefatı
ile bırakmış ve bu hususta kendisine müslümanlardan
birisinin halef olmasını farz kılmıştır. O halde
halifelik, yönetim hususunda Rasulullah (u)'e
halife olmak üzere onun yerine geçmektir. Hilâfet nübüvvet
hususunda Rasul’ün yerine geçmek değildir. Halifelik,
Allah'tan vahiy ve Şeriat almak hususunda değil, İslâm hükümlerini
uygulamak, İslâm davetini taşımak için müslümanların başkanlığı
alanında Allah Rasulü’nün yerine geçmektir.
Rasulullah
(u)'in
masumiyetine gelince; Onun masumiyeti nebî oluşu bakımından
söz konusudur. Yönetici olması açısından masum değildir.
Çünkü masumiyet, kendi Şeriatlarıyla insanlara hükmedip
etmediklerine, uygulayıp uygulamadıklarına bakılmaksızın tüm
nebilerin ve rasullerin taşıması gereken sıfatlardandır.
Musa, İsa ve İbrahim (hepsine selam olsun) masum rasullerdir.
Aynı şekilde efendimiz Muhammed (u)'de
masumdur. Bu masumiyet/ismet, yönetici olması dolayısıyla değil,
nübüvveti ve risaleti dolayısıyladır.
Ancak
Rasulullah (u)'in
yönetim yükümlülüklerini yerine getirirken haram bir fiil işlememesi
ve farz bir fiili yerine getirmeyi terk etmemesine gelince:
Bu, onun nübüvvet ve risalet bakımından masum oluşundan
dolayıdır. Yönetici oluşundan kaynaklanan bir sonuç değildir.
Buna göre yönetim işlerini ifa etmesi, ismet sıfatına sahip
olmasını gerektirmez. Fakat Rasul (u)
fiili konum olarak, Nebi ve Rasul oluşundan dolayı masumdu.
İşte bu sebepten dolayı beşer sıfatıyla yönetim işlerini
üstleniyor ve beşer olarak hüküm veriyordu. Kur'an-ı Kerim
onun bir beşer olduğuna dair açık ifadeler ihtiva
etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
قل
إنما أنا
بشر مثلكم
"De
ki; ben, ancak sizin gibi bir beşerim."
Daha
sonra yüce Allah'ın şu buyruğu onun diğer beşerden/insanlardan
farklı oluş yönünü şöylece açıklamaktadır:
يوحى
إلي
"Bana
vahyediliyor."
Onun
ayırıcı özeliği kendisine vahiy gelmesidir. Yani Rasul (u)
oluşudur. Bunun dışında ise o, diğer insanlar gibi bir beşerdir.
O halde yönetim hususunda da diğer insanlar gibidir, beşerdir.
Buna göre ona halife olacak olanın da elbette diğer insanlar
gibi beşer olacağından şüphe yoktur. Çünkü halife, nübüvvet
ve risalette değil ancak yönetim hususunda onun halifesidir.
Bundan dolayı halifelikte ismet sıfatı şart değildir. Zira
yönetimin gerektirdiği bir nitelik değildir. Bu nitelik ancak
nübüvvetin gereklerindendir. Halife ise yöneticiden başka
bir şey değildir. O halde halifelik görevine gelecek olanlara
ismeti şart koşmanın gereği de yoktur. Hatta bu göreve
gelecek olanlarda ismet şartının aranması caiz bile değildir.
Çünkü ismet, nebîlere, rasullere hastır. Nebîlerden başkası
hakkında ismetin söz konusu
olması caiz olmaz. Zira Nebide ve Rasulde bu sıfatın varlığını
tebliğ gerekli kılmaktadır. Bu da tebliğ ettiklerinde masum
olmaları demektir. Haramları işlememe hususunda masum olması
ise, tebliğde ismete bağlı bir konudur. Çünkü tebliğde
ismet, haramları işlemekten yana korunmuşluk olmadıkça
tamam olmaz. O halde ismeti gerekli kılan risaletin tebliğ
edilmesidir. İnsanların tasdik etmeleri veya etmeyişleri değildir.
Bu sıfatı gerektiren amellerde hata etmek ya da etmemek de değildir.
Bu sıfat, risaleti tebliğ etmek için gereklidir. Zira rasul,
Allah tarafından korunmuş (masum, ismet sıfatına sahip)
olmasaydı, risaleti gizlemesi yahut ona bir şeyler ilave
etmesi ya da ondan bir şeyler eksiltmesi ya da Allah'a karşı
söylemediği bir şeyi yalan söyleyip uydurması veya tebliğ
etmekle emredildiğinden başkasını tebliğ ederek hata etmesi
mümkün olurdu.
Bütün
bunlar, Allah tarafından nebî olarak gönderilmeye aykırıdır;
onun tasdik edilmesi farz olan nebî oluşuna uymamaktadır. O
bakımdan nebînin risaletinin tebliğ hususunda masum olmak sıfatına
sahip olması kaçınılmazdır. Buna bağlı olarak onun
haramları işlemekten yana masum olması da söz konusudur.
İşte bundan dolayı ilim adamları haramları işlemekten yana
nebîlerin korunmuşluğu hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Kimisi nebîler yalnızca büyük günahları işlemekten
yana korunmuşlardır, küçük günahları işlemesi caizdir
derken; kimisi de nebîler, büyük-küçük her türlü günahı
işlemekten yana korunmuştur derler. Onlar bu görüşleri,
fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru mudur değil midir? açısından
ele alarak söylemişlerdir. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı
unsuru ise tebliğde ismet bunları da kapsar ve nebî bunlardan
yana da korunmuş olur. Zira tebliğ bu fiillerden korunmuş
olmadıkça tamam olamaz. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı
unsuru değil ise tebliğde ismet bunları kapsamaz. Çünkü
bunlar olmadan da tebliğ tamamlanabilmektedir. Bundan dolayı
evla olana aykırı fiilleri işlemekten yana nebîlerin masum
olmadıkları hususunda bütün müslümanlar arasında ihtilaf
yoktur. Çünkü tebliğin tamam olması bunlara bağlı değildir.
Buna göre ismet, tebliğe hastır. O bakımdan ismet, ancak
Nebiler ve Rasuller hakkında söz konusudur. Onların dışında
mutlak olarak herhangi bir kimse hakkında varlığı caiz değildir.
Allahu Teâlâ’nın
şu sözüne gelince;
إِنَّمَا
يُرِيدُ
اللَّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمْ
الرِّجْسَ
أَهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيرًا “Ey Ehli Beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi
temizlemek ister.”
Bu ayetin manası:
‘Sizden şüphe ve töhmeti gidermek ister’ demektir. Bu
ayet şu üç ayetin bir cüzüdür:
يَانِسَاءَ
النَّبِيِّ
لَسْتُنَّ
كَأَحَدٍ
مِنْ
النِّسَاءِ
إِنْ
اتَّقَيْتُنَّ
فَلا
تَخْضَعْنَ
بِالْقَوْلِ
فَيَطْمَعَ
الَّذِي
فِي
قَلْبِهِ
مَرَضٌ
وَقُلْنَ
قَوْلاً
مَعْرُوفًا
(32) وَقَرْنَ
فِي
بُيُوتِكُنَّ
وَلا
تَبَرَّجْنَ
تَبَرُّجَ
الْجَاهِلِيَّةِ
الآولَى
وَأَقِمْنَ
الصَّلاةَ
وَآتِينَ
الزَّكَاةَ
وَأَطِعْنَ
اللَّهَ
وَرَسُولَهُ
إِنَّمَا
يُرِيدُ
اللَّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمْ
الرِّجْسَ
أَهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيرًا
(33)
وَاذْكُرْنَ
مَا
يُتْلَى
فِي
بُيُوتِكُنَّ
مِنْ
آيَاتِ
اللَّهِ
وَالْحِكْمَةِ
إِنَّ
اللَّهَ
كَانَ
لَطِيفًا
خَبِيرًا “Ey Nebî hanımları! Siz diğer kadınlardan herhangi gibi değilsiniz.
Eğer takvalı kimseler iseniz, edalı ve yumuşak söylemeyin.
O takdirde kalbinde hastalık bulunan kimseler umutlanır. Siz
hep uygun söz söyleyin.
Evlerinizde oturun, ilk cahiliyyede olduğu
gibi açılıp saçılarak salınıp yürümeyin. Namazı da
dosdoğru kılın, zekâtı verin. Allah ve Resulüne itaat
edin. Ey Ehli Beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamı
ile sizi temizlemek ister. Evlerinizde okunan, Allah’ın
ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Muhakkak Allah, her şeyin
inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır.”
Bu ayetin, ismet/günahtan
korunmuşluk ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. ليذهب
عندكم
الرجس
“sizden kiri gidermek....” sözünün ‘sizi masum/günahtan
korunmuş kılar’ şeklinde anlaşılması mümkün değildir.
Halbuki ‘kirin giderilmesi’ pisliğin giderilmesidir. Burada
kast olunan ise manevi pisliktir/kirliliktir. O da bu cümleden
önceki iki ayetin cümlelerinde açıkça görüldüğü gibi,
şüphe ve töhmettir. Burada “taharet/temizlik” şüphe ve
töhmetten arınmış olmaktır. Çünkü الرجس
–rics “kirlilik” kelimesinin manası maddi pislik ve
manevi pisliktir. Bir manası da azaptır. Bu kelime,
Kur'an’da bu manalarla şöyle geçmektedir:
فَاجْتَنِبُوا
الرِّجْسَ
مِنْ
الأوْثَانِ
“Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun.”
كَذَلِكَ
يَجْعَلُ
اللَّهُ
الرِّجْسَ
عَلَى
الَّذِينَ
لا
يُؤْمِنُونَ
“Allah, iman etmeyenlerin üzerine işte
böyle kirlilik/pislik çökertir.”
Bu iki ayette, الرجس
–rics “kirlilik/pislik” kelimesi
manevi pislik olarak geçmektedir.
Allahu Teâlâ şöyle
dedi: أَوْ
لَحْمَ
خِنزِيرٍ
فَإِنَّهُ
رِجْسٌ
“... Domuz eti – ki o pisliktir...”
Burada رجس
–rics “kirlilik/ pislik” kelimesi maddi pislik anlamında
geçmektedir.
Böylece, ayette
geçen; ليذهب
عندكم
الرجس
“Allah sizden kiri gidermek ister” sözü, töhmet olan
manevi pisliği giderir demektir. ويطهركم
تطهيراً
“sizi tam anlamı ile temizler” sözündeki يطهركم
ve تطهيراً
kelimelerinde kesinlikle “ismet/günahtan korunma” manası,
hem lügatte, hem Kur'an’da, hem de Hadiste geçmemektedir.
Zira lügatte; طهر
الشيء
“o şeyden necâsetin/pisliğin giderilmesi” demektir.
‘kadının, hayızdan, necâsetten ve kusurdan temizlendi’
derken de aynı kelime kullanılır. الطهارة
“taharet” Şeriatta ‘pisliği gidermek/kaldırmaktadır.’
Rasul (u)
şöyle dedi:
لا
يَقْبَلُ
اللَّهُ
صَلاةً
بِغَيْرِ
طُهُورٍ “Allah, temizliğin
olmadığı bir namazı kabul etmez.”
طهر
kelimesi Kur'an’da da bu mana ile geçmiştir. Allahu Teâlâ
şöyle demiştir:
وَثِيَابَكَ
فَطَهِّرْ “Elbiseni temizle”
مَاءً
لِيُطَهِّرَكُمْ
بِهِ “...
onunla sizi temizlemek için su (indirdi)”
وَلا
تَقْرَبُوهُنَّ
حَتَّى
يَطْهُرْنَ
“Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.”
Bu ayetlerde kast
olunan, necasetten ve hayızdan temizlenmektir. Allahu Teâlâ
şöyle demiştir:
اصْطَفَاكِ
وَطَهَّرَكِ “(Allah) seni seçti ve seni arındırdı.”
Yani kusurlardan temizledi demektir.
وَإِنْ
كُنْتُمْ
جُنُبًا
فَاطَّهَّرُوا
“Eğer cünüb iseniz, temizleniniz.” Yani
hadesten/pislikten temizleniniz demektir.
تطهير
–Temizlemek, kelimesi Kur'an’da mü’minler için de geçmiştir.
Allahu Teâlâ şöyle demiştir:
مَا
يُرِيدُ
اللَّهُ
لِيَجْعَلَ
عَلَيْكُمْ
مِنْ
حَرَجٍ
وَلَكِنْ
يُرِيدُ
لِيُطَهِّرَكُمْ
وَلِيُتِمَّ
نِعْمَتَهُ
عَلَيْكُمْ
“Allah size herhangi bir güçlük çıkarmaz, fakat sizi
tertemiz kılmak/arındırmak size nimetini tamamlamak
ister."
Bu nassların
hepsi de o Ehli Beyt ile ilgili ayette kast olunanın; Allah’ın
onları şüphe ve töhmetten arıtması olduğunu
belirlemektedir. Ayette kast olunanın; Allah’ın onları günahtan
koruması/onlara ismet sıfatı vermesi olduğunu
nefyetmektedir. Böylece o ayet ismete delâlet etmemektedir.
Buna binaen,
insanlardan birisi için ismetin/ günahtan korunmasının varlığına
dair bir nakli delil yoktur. Buna dair sadece akli delil vardır.
İsmet
sıfatının delili ise nakli değil, aklidir. Çünkü şer’î
nasslar arasında ne Kur'an'da ne de hadis-i şeriflerde Nebiler
hakkında da Rasuller hakkında da, başkaları hakkında da
herhangi bir kimsenin masum olduğuna dair bir nass yoktur.
Nebinin ve Rasul’ün tebliğde ismet sıfatına sahip olması
aklen gerekli bir özelliktir. Çünkü Nebi ve Rasul olmaları,
masum olmalarını gerektirmektedir. Aksi takdirde Nebi de
olamaz, Rasul de olamaz. Allah'tan aldığı risaleti tebliğ
etmekle mükellef olmayan bir kimsenin masum olmaması aklın
gereğidir. Çünkü böyle bir kimse insandır ve yüce Allah'ın
onu yaratmış olduğu fıtratı gereği hata da edebilir,
unutabilir de. Allah'tan aldığı risaleti tebliğ ile mükellef
olmadığı için de masum olmasını gerektirecek bir özellik
söz konusu değildir. Kendisinin masum olduğunu iddia etmesi
Allah'tan aldığı bir risaleti tebliğ etmekle mükellef olması
demektir. Bu da caiz değildir. Çünkü Allah'ın Rasulü
Muhammed (u)'den
sonra kesinlikle peygamber gelmeyecektir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: ولكن
رسول الله
وخاتم
النبيين
"Fakat o Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin
sonuncusudur."
O
halde masumiyet iddiasında bulunmak, risalet iddiasında
bulunmayı gerektirir. Rasul, Allah'tan aldıklarını tebliğ
eden olduğuna ve insan olması itibariyle de tebliğinde hata
ve sapma ihtimali bulunduğuna göre, Allah'ın risaletini tebliğde
değişiklikten ve değiştirmeden korunmasının zorunluluğu,
Rasul’ün hata ve yanılmadan da masum olmasını
gerektirmektedir. İşte yalnızca bu sebep dolayısıyla ismet,
peygamberlerin sıfatlarından bir sıfattır. İsmeti
gerektiren de yalnızca budur. Peygamberden başkasının bu sıfata
sahip olduğu iddia edilecek olursa -değinildiği gibi bu sıfatın
varlığını gerektiren ancak Allah'tan alınan risaleti tebliğdir-
o taktirde böyle bir iddia sahibi, Rasul’ün dışında olan
bu kimsenin masumiyetini ve masumiyetin gereğini de
iddia etmiş olur ki, bu da risaletin tebliğ
edilmesidir. Buna bağlı olarak böyle bir kimsenin Allah'tan
aldığı risaleti tebliğle mükellef olduğunu iddia ediyor
demektir. Buna göre halifede masumiyet şartını aramak caiz
değildir. Zira böyle bir şartı öngörmenin anlamı, onun
Allah'tan aldığı risaleti tebliğ etmekle mükellef olması
demektir. Bundan dolayı da onun masum olması gerektiği kabul
edilmektedir ki, böyle bir şey caiz olamaz.
Bütün
bunlardan açıkça anlaşılan şudur: Halife bir beşerdir.
Hata ve isabet etmesi mümkündür. Herhangi bir beşerde görülmesi
mümkün olan yanılma, unutma, yalan, hainlik, masiyet ve bunun
dışındaki diğer hususların onda da görülmesi mümkündür.
Çünkü o beşerdir, ne nebidir ne rasuldür. Nitekim Allah
Rasulü (u),
bizlere imamın hata etmesinin mümkün olduğunu haber vermiştir.
Aynı şekilde insanların kendisine buğz etmelerine sebep teşkil
edecek şeyleri yapması, zulüm, masiyet ve bunun dışında
kalan herhangi bir sebep dolayısıyla ona lanet okumalarının
da mümkün olduğunu bildirmiştir. Hatta Nebî (u),
halifenin bazen açıktan açığa küfre sapabileceğini de
haber vermiştir.
Ebu
Hureyre Rasulullah (u)'in
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
إِنَّمَا
الإمَامُ
جُنَّةٌ
يُقَاتَلُ
مِنْ
وَرَائِهِ
وَيُتَّقَى
بِهِ
فَإِنْ
أَمَرَ
بِتَقْوَى
اللَّهِ
عَزَّ
وَجَلَّ
وَعَدَلَ
كَانَ لَهُ
بِذَلِكَ
أَجْرٌ
وَإِنْ
يَأْمُرْ
بِغَيْرِهِ
كَانَ
عَلَيْهِ
مِنْهُ
"Şüphesiz
ki imam bir kalkandır. Onun arkasında savaşılır ve onunla
korunulur Eğer Aziz ve Celil olan Allah'tan korkmayı/ takvayı
emreder, adalet yaparsa bundan dolayı onun için bir ecir söz
konusudur. Eğer başkasıyla emredecek olursa bundan dolayı da
onun aleyhine (günah kazanmak) söz konusudur.”
Bu
hadis, imamın masum olmadığını ve Allah'tan korkma/takva dışında
kalan emirler vermesinin mümkün olduğunu göstermektedir.
Müslim
Abdullah'dan şu hadisi rivayet eder: "Rasulullah (u)
buyurdu ki:
إِنَّهَا
سَتَكُونُ
بَعْدِي
أَثَرَةٌ
وَأُمُورٌ
تُنْكِرُونَهَا
قَالُوا
يَا
رَسُولَ
اللَّهِ
كَيْفَ
تَأْمُرُ
مَنْ
أَدْرَكَ
مِنَّا
ذَلِكَ
قَالَ
تُؤَدُّونَ
الْحَقَّ
الَّذِي
عَلَيْكُمْ
وَتَسْأَلُونَ
اللَّهَ
الَّذِي
لَكُمْ
"Benden
sonra başkalarının size tercih edildiği
ve uygun görmeyeceğiniz işler olacaktır.”
Ashap:
“Ey Allah'ın Rasulü, böylelerine bizden kavuşanlara ne
emredersiniz?” Şöyle buyurdu:
"Üzerinizdeki hakkı tastamam yerine getirirsiniz ve
kendi lehinize olanları da
Allah'tan istersiniz.”
Avf
b. Malik'ten gelen rivayet ise şöyledir: “Rasulullah (u)'i
şöyle buyururken dinledim:
خِيَارُ
أَئِمَّتِكُمِ
الَّذِينَ
تُحِبُّونَهُمْ
وَيُحِبُّونَكُمْ
وَيُصَلُّونَ
عَلَيْكُمْ
وَتُصَلُّونَ
عَلَيْهِمْ
وَشِرَارُ
أَئِمَّتِكُمِ
الَّذِينَ
تُبْغِضُونَهُمْ
وَيُبْغِضُونَكُمْ
وَتَلْعَنُونَهُمْ
وَيَلْعَنُونَكُمْ
قِيلَ يَا
رَسُولَ
اللَّهِ
أَفَلا
نُنَابِذُهُمْ
بِالسَّيْفِ
فَقَالَ لا
مَا
أَقَامُوا
فِيكُمُ
الصَّلاةَ
وَإِذَا
رَأَيْتُمْ
مِنْ
وُلاتِكُمْ
شَيْئًا
تَكْرَهُونَهُ
فَاكْرَهُوا
عَمَلَهُ
وَلا
تَنْزِعُوا
يَدًا مِنْ
طَاعَةٍ
"Sizin
imamlarınızın en hayırlıları sizin kendilerini sevdiğiniz
ve onlar tarafından sevildiğiniz, kendilerine dua edip dualarını
aldığınız imamlarınızdır. En kötü imamlarınız (yöneticileriniz,
devlet başkanlarınız) ise kendilerine buğzettiğiniz ve
kendileri tarafından size buğz edilen, kendilerine lanet ettiğiniz
ve size lanet eden yöneticilerdir.”
Dedik ki: “Ey Allah'ın Rasulü, böyle bir durumda biz,
onlarla çekişmeyelim mi?” Rasul (u): “Aranızda namazı ikame ettikleri sürece hayır. Şunu bilin ki,
her kimin başına bir yönetici gelirse onun Allah'a isyanı
gerektiren bir işi yaptığını görürse yaptığı bu
masiyeti hoş görmesin. Herhangi bir şekilde itaatten de el çekmesin.”
Buhari
Cünalde b. Ebi Ümeyye'den şu hadisi rivayet eder: “Dedi ki:
Übade b. es-Samit'in yanına hasta olduğu halde girdik ve
dedik ki: "Allah sana afiyet versin. Rasul (u)'den
dinlediğin ve Allah'ın kendisiyle sana fayda vereceği bir
hadisi bize naklet.” Dedi ki: "Rasul (u)
bizi çağırdı. Biz de ona biat ettik. Bizden aldığı biat
arasında hoşumuza giden ve gitmeyen hallerde, zorluk ve kolaylık
zamanlarımızda ve bize tercihe rağmen dinleyip itaat etmek,
emir sahipleri ile anlaşmazlık çıkarmamak üzere beyat
ettik. Ancak elimizde o hususta Allah'tan bir burhanın bulunduğu
apaçık bir küfür görmemiz hali müstesna.” [36]
Aişe'den
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (u)
buyurdu ki:
ادْرَءُوا
الْحُدُودَ
عَنِ
الْمُسْلِمِينَ
مَا
اسْتَطَعْتُمْ
فَإِنْ
كَانَ لَهُ
مَخْرَجٌ
فَخَلُّوا
سَبِيلَهُ
فَإِنَّ
الإمَامَ
أَنْ
يُخْطِئَ
فِي
الْعَفْوِ
خَيْرٌ
مِنْ أَنْ
يُخْطِئَ
فِي
الْعُقُوبَةِ
"Gücünüz
yettiğince müslümanlardan hadleri uzaklaştırmaya çalışınız.
Eğer onun için bir çıkar yol varsa, onu serbest bırakınız.
Çünkü imamın affetmek hususunda hata etmesi, cezalandırmakta
hata yapmasından daha hayırlıdır.”
İşte
bu hadis-i şerifler imamın hata etmesinin, yanılmasının,
isyan etmesinin mümkün olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Bununla birlikte Rasulullah (u),
İslâm ile hükmetmeye/yönetmeye devam ettiği, kendisinden açık
bir küfür sadır olmadığı, masiyetin işlenmesini emretmediği
sürece ona itaate bağlı kalmayı emretmektedir. Rasulullah (u)'in,
kendisinden sonra gelecek halifeler arasında müslümanların münker
gördüğü işleri yapanların bulunacağını, bu durumda bile
onlara itaat edilmesi gerektiğini emretmesine rağmen,
halifenin masum olması gerektiği ve insanlar hakkında caiz
olan şeylerin halife hakkında caiz olmadığı nasıl söylenebilir?
Bu nedenle Hilâfet Devleti ilahi bir devlet değil beşeri bir
devlettir.
|