İslâm Devleti Teokratik Bir Devlet Değildir


İslâm Devleti Hilâfettir. Çünkü Hilâfet, yönetim yetkisi, otorite ve şer’î hükümlerden benimseme yolu ile kanun haline getirme yetkilerini elinde bulunduran kişinin bulunduğu makamdır. Halifelik dünyada İslâm Şeriatının hükümlerini uygulayıp ayakta tutmak için müslümanların tümünün genel bir başkanlığıdır. Hilâfet; İslâm’ın getirmiş olduğu fikirler ve koymuş olduğu hükümlerle, İslâm Şeriatının hükümlerini uygulamak, insanlara İslâm’ı öğretmek, onları İslâm’a davet etmek ve Allah yolunda cihadla İslâm davetini dünyaya taşımak için yeryüzündeki tüm müslümanların genel başkanlığıdır. Bu makama, "imamet" ve "müminlerin emirliği" adları da verilir.

Halifelik, beşeri bir makamdır, ilahi bir makam değildir. Varlık sebebi, İslâm dinini beşere/insanlara uygulamak ve insanlar arasında yaymaktır. Halifelik, nübüvvetten kesinlikle ayrı ve farklıdır. Çünkü nübüvvet ve risalet, nebîler veya Rasullerin, Allah'ın Şeriatını insanlara tebliğ etmek üzere vahiy yoluyla aldığı makamın adıdır. Bu konuda Nebinin vahiy yoluyla aldığı Şeriatı uygulamasına bakılmaksızın tebliği öne çıkmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

 وما على الرسول إلا البلاغ المبين "Rasule düşen ancak apaçık tebliğdir."[1]

 فإنما عليك البلاغ "Sana düşen ancak tebliğdir."[2]

 ما على الرسول إلا البلاغ "Peygambere düşen, tebliğden başkası değildir."[3]

Nübüvvet, halifelikten farklı bir şeydir. Halifelik, yüce Allah'ın Şeriatını insanlara uygulamaktır. Nebinin ve Rasul’ün, rasul olabilmesi için Allah'ın kendisine bildirdiği vahiyleri uygulaması şart değildir. Nebi ve Rasul olması için Allah'ın kendisine Şeriat vahyetmiş olması ve bu Şeriatı tebliğ etmekle emrolunması şarttır. Buna göre Musa, İsa, İbrahim (hepsine selam olsun) efendilerimiz Nebi ve Rasul idiler. Fakat bizzat kendileri, getirdikleri Şeriatı uygulama alanına geçiremediler ve bunlar yönetici değillerdi.

Buna göre nübüvvet ve risalet makamı halifelik makamından farklıdır. Nübüvvet ilahi bir makamdır. Allah bu makamı dilediğine verir. Halifelik ise beşeri bir makamdır. Müslümanlar bu makama getirmek için diledikleri kimselere biat ederler. Müslümanlar aralarında diledikleri kimseleri başlarına halife yaparlar. Efendimiz Muhammed (u)  getirmiş olduğu Şeriatı uygulayan bir hakim/yönetici idi. Hem nübüvvet ve risalet ile görevliydi hem de İslâm hükümlerini uygulamak hususunda müslümanların başkanlık makamını yürütüyordu. Allah ona risaleti emrettiği gibi yönetimi de emretmişti. Yüce Allah ona şöyle buyurmaktadır:

  وأن احكم بينهم بما أنزل الله"Ve onlar arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmet/yönet."[4]

 إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس بما أراك الله "Şüphesiz biz sana kitabı insanlar arasında Allah'ın sana gösterdikleri ile hükmedesin diye hak ile indirdik."[5]

Böyle buyurduğu gibi şöyle de buyurmaktadır:

  يا أيها الرسول بلغ ما أنزل إليك من ربك "Ey rasul Rabbinden sana indirileni tebliğ et."[6]

وأوحي إلي هذا القرآن لأنذركم به ومن بلغ "Bu Kur'an bana, onunla sizleri ve kendilerine ulaştığı kimseleri uyarayım diye vahyolundu."[7]

  يا أيها المدثر (1) قم فأنذر "Ey bürünüp sarınan kalk ve uyar."[8]

Ancak Rasul (u) yüce Allah'ın;  وأحل الله البيع وحرم الربا "Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır."[9] ayeti gibi risaleti sözlü olarak tebliğ etmekle görevli olduğu gibi Hudeybiye antlaşmasında olduğu gibi ameli olarak tebliğ etmekle de görevli idi. Tebliğe kesin olarak bağlı kalıyor, bu işin yerine getirilmesi için kesin ve tartışılmaz emirler veriyor, herhangi bir şekilde danışma yoluna gitmiyordu. Aksine vahyin dışında ortaya atılan görüşleri reddediyordu. Hakkında henüz vahyin nazil olmadığı bir hükme dair kendisine soru sorulduğunda ise vahiy nazil oluncaya kadar susup cevap vermiyordu. Fakat indirilen hükümleri uygulamakla, insanlara tebliğ etmekle karşı karşıya kaldığında, insanlarla istişarelerde bulunur, kendi görüşüne ters düşse bile bazen uzmanların bazen çoğunluğun görüşüne göre hareket ederdi. Verdiği hükmün olaya tıpatıp uygun olduğunu kesin olarak söylemez, aksine verdiği hükmün konu ile ilgili delillere uygun olduğunu söylerdi.

Tevbe suresi nazil olunca Ebu Bekir'e (t) yetişmek üzere Ali b. Ebi Talib'i (t) arkasından gönderdi ve Hac mevsiminde bütün insanlara tebliğ etmek üzere Tevbe Suresini herkesin önünde açıkça ilan etmesini emir buyurdu. Ali de onlara Arafe'de bu sureyi okudu ve onu tebliğ etmek amacıyla onları ayrı ayrı dolaştı.

Hudeybiye Anlaşmasını yaptığında da ashab-ı kiramın tümünün görüşlerini reddetti ve uygun gördüğünü kabul etmeye onları zorladı. Çünkü bu Allah'tan gelmiş bir vahiydi.

Cabir, “Malımı ne yapayım?” diye sorunca kendisine vahiy nazil oluncaya kadar ona cevap vermedi. Buhari'nin Muhammed b. el-Münkedir'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinledim: Hastalandım, Rasulullah (u) ile Ebu Bekir yürüyerek beni ziyarete geldiler. Yanıma geldiklerinde baygın düşmüştüm. Rasulullah (u) abdest aldı. Sonra abdest suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah'ın Rasulü! Malım hakkında nasıl bir hükme varayım, malım hakkında ne yapayım? dedim. Miras ayeti ininceye kadar bana cevap vermedi."[10]

Rasulullah (u) risalet ve insanlara tebliğ yükümlülüklerini yerine getirirken böyle davranırdı.

Yönetim görevlerini omuzlarken ise başka bir yol izliyordu. Nitekim Uhud savaşından önce müslümanları mescidde topladı ve Medine'de mi savaşalım, yoksa dışarıya mı çıkalım diye onlarla danıştı, çoğunluk Medine dışına çıkma görüşünü belirtiyordu. Kendisi ise çıkmama görüşündeydi. Fakat çoğunluğun görüşüyle amel ederek Medine'nin dışına çıktı ve Medine dışında savaştı.

Aynı şekilde insanlar arasında hüküm verirken, başkalarının haklarına tecavüz etmemeleri hususunda onları uyarırdı. 

Buhari'nin Ümmü Seleme'den rivayetine göre Rasulullah (u) odasının kapısında, hasımların davalaştığını işitti. Yanlarına çıkıp şöyle dedi:

 إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ وَإِنَّهُ يَأْتِينِي الْخَصْمُ فَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَبْلَغَ مِنْ بَعْضٍ فَأَحْسِبُ أَنَّهُ صَادِقٌ فَأَقْضِي لَهُ بِذَلِكَ فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِحَقِّ مُسْلِمٍ فَإِنَّمَا هِيَ قِطْعَةٌ مِنَ النَّارِ فَلْيَأْخُذْهَا أَوْ لِيَتْرُكْهَا "Ben ancak bir beşerim. Hasım bana gelir ve olur ki sizden biriniz diğerinden daha beliğ konuşabilir. Ben de onun doğru sözlü olduğunu sanırım da buna göre onun lehine hüküm veririm. Her kime bir müslümanın hakkını verecek olursam aldığı şey ancak ateşten bir parçadır. Bunu ister alsın isterse bıraksın.” [11]

Yine Enes (t)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (u) ashabına şöyle buyurmuştur:

 وَإِنِّي لأرْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ "Şüphesiz ben, kanı veya malı hususlarında herhangi bir kimseye yaptığım bir zulümden dolayı hakkını benden istemeksizin Aziz ve Celil olan Allah'ın huzuruna çıkacağımı  ümit ederim.” [12]

İşte bütün bunlar, Rasulün iki makamı şahsında birleştirdiğini göstermektedir. Nübüvvet ve risalet makamı ile Allah'ın kendisine vahiy yoluyla bildirmiş olduğu Şeriatını uygulamak için dünyada müslümanların başkanlığı makamı. O, her iki makamın yükümlülüklerini, o makamın gerektirdiği şekilde kullanıyor ve tasarrufta bulunuyordu. Her bir makama uygun olarak yaptığı tasarrufu ötekinden farklıydı.

İnsanlardan yönetim hususunda biat aldığı gibi, bu biatı kadınlardan da erkeklerden de almıştı. Fakat henüz ergenlik yaşına ulaşmamış küçüklerden böyle bir biat almamıştı. İşte bu husus onun aldığı biatın nübüvvet üzere bir biat değil de yönetim kastıyla alınan biat olduğunu pekiştirmektedir. Bundan dolayıdır ki, yüce Allah'ın risaleti tebliğ ve yükümlülüklerini ifa hususunda herhangi bir sebep dolayısıyla ona sitem etmediğini görüyoruz. Aksine çağrısına, insanların icabet etmemeleri dolayısıyla rahatsız olmamasını istediğini görüyoruz. Çünkü risaletin görevlerini yerine getirmek yalnızca tebliğden ibarettir. Sana düşen tebliğden başkası değildir anlamında yüce Allah ona şöyle hitap ediyordu:

 فلا تذهب نفسك عليهم حسرات "O halde nefsin onlar hakkında birtakım üzüntülere dalmasın."[13]

  ولا تحزن عليهم ولا تكن في ضيق مما يمكرون "Onlar için üzülme ve kurmuş oldukları tuzaklardan dolayı kendini sıkıntıya koyma."[14]

  إن عليك إلا البلاغ "Sana düşen ancak tebliğdir."[15]

Fakat daha önce nazil olmuş ve tebliğ etmiş bulunduğu hükümleri uygulamak kastıyla ve yönetimin mükellefiyetlerini/sorumluluklarını yerine getirirken yapmış olduğu bir  takım fiillerden dolayı yüce Allah ona sitemde bulunmuştur. Daha önceden inmiş bulunan hükümleri uygularken evla olanın tersine hareket ettiği için Rasulüne sitem etmiş ve şöyle demiştir:

 ما كان لنبي أن يكون له أسرى حتى يثخن في الأرض "Hiçbir nebiye yeryüzünde ağır basıp zaferler elde edinceye (düşmanı iyice ezinceye) kadar esirler alması olacak bir şey değildir."[16]

  عفا الله عنك لم أذنت لهم "Allah seni affetti. Onlara niçin izin verdin?"[17]

İşte bütün bunlardan yönetim hususundaki başkanlık makamının nübüvvet/peygamberlik makamından farklı olduğu, halifelik makamının ilahî bir makam olmayıp beşerî bir makam olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.  Yine bu açıklamaların tümü, halifeliğin dünyada bütün müslümanların genel başkanlığı olan beşerî bir makam olduğunu göstermektedir. İlahi bir makam değildir. Çünkü bu makam Rasulullah (u)'in de üstlenmiş olduğu yönetim makamıdır. Bu makamı vefatı ile bırakmış ve bu hususta kendisine müslümanlardan birisinin halef olmasını farz kılmıştır. O halde halifelik, yönetim hususunda Rasulullah (u)'e halife olmak üzere onun yerine geçmektir. Hilâfet nübüvvet hususunda Rasul’ün yerine geçmek değildir. Halifelik, Allah'tan vahiy ve Şeriat almak hususunda değil, İslâm hükümlerini uygulamak, İslâm davetini taşımak için müslümanların başkanlığı alanında Allah Rasulü’nün yerine geçmektir. 

Rasulullah (u)'in masumiyetine gelince; Onun masumiyeti nebî oluşu bakımından söz konusudur. Yönetici olması açısından masum değildir. Çünkü masumiyet, kendi Şeriatlarıyla insanlara hükmedip etmediklerine, uygulayıp uygulamadıklarına bakılmaksızın tüm nebilerin ve rasullerin taşıması gereken sıfatlardandır. Musa, İsa ve İbrahim (hepsine selam olsun) masum rasullerdir. Aynı şekilde efendimiz Muhammed (u)'de masumdur. Bu masumiyet/ismet, yönetici olması dolayısıyla değil, nübüvveti ve risaleti dolayısıyladır.

Ancak Rasulullah (u)'in yönetim yükümlülüklerini yerine getirirken haram bir fiil işlememesi ve farz bir fiili yerine getirmeyi terk etmemesine gelince:  Bu, onun nübüvvet ve risalet bakımından masum oluşundan dolayıdır. Yönetici oluşundan kaynaklanan bir sonuç değildir. Buna göre yönetim işlerini ifa etmesi, ismet sıfatına sahip olmasını gerektirmez. Fakat Rasul (u) fiili konum olarak, Nebi ve Rasul oluşundan dolayı masumdu.  İşte bu sebepten dolayı beşer sıfatıyla yönetim işlerini üstleniyor ve beşer olarak hüküm veriyordu. Kur'an-ı Kerim onun bir beşer olduğuna dair açık ifadeler ihtiva etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: قل إنما أنا بشر مثلكم "De ki; ben, ancak sizin gibi bir beşerim."[18]

Daha sonra yüce Allah'ın şu buyruğu onun diğer beşerden/insanlardan farklı oluş yönünü şöylece açıklamaktadır: يوحى إلي "Bana vahyediliyor."[19]

Onun ayırıcı özeliği kendisine vahiy gelmesidir. Yani Rasul (u) oluşudur. Bunun dışında ise o, diğer insanlar gibi bir beşerdir. O halde yönetim hususunda da diğer insanlar gibidir, beşerdir. Buna göre ona halife olacak olanın da elbette diğer insanlar gibi beşer olacağından şüphe yoktur. Çünkü halife, nübüvvet ve risalette değil ancak yönetim hususunda onun halifesidir. Bundan dolayı halifelikte ismet sıfatı şart değildir. Zira yönetimin gerektirdiği bir nitelik değildir. Bu nitelik ancak nübüvvetin gereklerindendir. Halife ise yöneticiden başka bir şey değildir. O halde halifelik görevine gelecek olanlara ismeti şart koşmanın gereği de yoktur. Hatta bu göreve gelecek olanlarda ismet şartının aranması caiz bile değildir. Çünkü ismet, nebîlere, rasullere hastır. Nebîlerden başkası hakkında ismetin söz  konusu olması caiz olmaz. Zira Nebide ve Rasulde bu sıfatın varlığını tebliğ gerekli kılmaktadır. Bu da tebliğ ettiklerinde masum olmaları demektir. Haramları işlememe hususunda masum olması ise, tebliğde ismete bağlı bir konudur. Çünkü tebliğde ismet, haramları işlemekten yana korunmuşluk olmadıkça tamam olmaz. O halde ismeti gerekli kılan risaletin tebliğ edilmesidir. İnsanların tasdik etmeleri veya etmeyişleri değildir. Bu sıfatı gerektiren amellerde hata etmek ya da etmemek de değildir. Bu sıfat, risaleti tebliğ etmek için gereklidir. Zira rasul, Allah tarafından korunmuş (masum, ismet sıfatına sahip) olmasaydı, risaleti gizlemesi yahut ona bir şeyler ilave etmesi ya da ondan bir şeyler eksiltmesi ya da Allah'a karşı söylemediği bir şeyi yalan söyleyip uydurması veya tebliğ etmekle emredildiğinden başkasını tebliğ ederek hata etmesi mümkün olurdu.

Bütün bunlar, Allah tarafından nebî olarak gönderilmeye aykırıdır; onun tasdik edilmesi farz olan nebî oluşuna uymamaktadır. O bakımdan nebînin risaletinin tebliğ hususunda masum olmak sıfatına sahip olması kaçınılmazdır. Buna bağlı olarak onun haramları işlemekten yana masum olması da söz konusudur. İşte bundan dolayı ilim adamları haramları işlemekten yana nebîlerin korunmuşluğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi nebîler yalnızca büyük günahları işlemekten yana korunmuşlardır, küçük günahları işlemesi caizdir derken; kimisi de nebîler, büyük-küçük her türlü günahı işlemekten yana korunmuştur derler. Onlar bu görüşleri, fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru mudur değil midir? açısından ele alarak söylemişlerdir. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru ise tebliğde ismet bunları da kapsar ve nebî bunlardan yana da korunmuş olur. Zira tebliğ bu fiillerden korunmuş olmadıkça tamam olamaz. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru değil ise tebliğde ismet bunları kapsamaz. Çünkü bunlar olmadan da tebliğ tamamlanabilmektedir. Bundan dolayı evla olana aykırı fiilleri işlemekten yana nebîlerin masum olmadıkları hususunda bütün müslümanlar arasında ihtilaf yoktur. Çünkü tebliğin tamam olması bunlara bağlı değildir. Buna göre ismet, tebliğe hastır. O bakımdan ismet, ancak Nebiler ve Rasuller hakkında söz konusudur. Onların dışında mutlak olarak herhangi bir kimse hakkında varlığı caiz değildir.

Allahu Teâlâ’nın şu sözüne gelince;

إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا “Ey Ehli Beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister.”[20]

Bu ayetin manası: ‘Sizden şüphe ve töhmeti gidermek ister’ demektir. Bu ayet şu üç ayetin bir cüzüdür:

 يَانِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنْ النِّسَاءِ إِنْ اتَّقَيْتُنَّ فَلا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلاً مَعْرُوفًا (32) وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الآولَى وَأَقِمْنَ الصَّلاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا (33) وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا “Ey Nebî hanımları! Siz diğer kadınlardan herhangi gibi değilsiniz. Eğer takvalı kimseler iseniz, edalı ve yumuşak söylemeyin. O takdirde kalbinde hastalık bulunan kimseler umutlanır. Siz hep uygun söz söyleyin. Evlerinizde oturun, ilk cahiliyyede olduğu gibi açılıp saçılarak salınıp yürümeyin. Namazı da dosdoğru kılın, zekâtı verin. Allah ve Resulüne itaat edin. Ey Ehli Beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamı ile sizi temizlemek ister. Evlerinizde okunan, Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Muhakkak Allah, her şeyin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır.”[21]

Bu ayetin, ismet/günahtan korunmuşluk ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. ليذهب عندكم الرجس “sizden kiri gidermek....” sözünün ‘sizi masum/günahtan korunmuş kılar’ şeklinde anlaşılması mümkün değildir. Halbuki ‘kirin giderilmesi’ pisliğin giderilmesidir. Burada kast olunan ise manevi pisliktir/kirliliktir. O da bu cümleden önceki iki ayetin cümlelerinde açıkça görüldüğü gibi, şüphe ve töhmettir. Burada “taharet/temizlik” şüphe ve töhmetten arınmış olmaktır. Çünkü الرجس –rics “kirlilik” kelimesinin manası maddi pislik ve manevi pisliktir. Bir manası da azaptır. Bu kelime, Kur'an’da bu manalarla şöyle geçmektedir:

 فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنْ الأوْثَانِ “Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun.”[22]

كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللَّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ “Allah, iman etmeyenlerin üzerine işte böyle kirlilik/pislik çökertir.”[23]

Bu iki ayette, الرجس –rics “kirlilik/pislik” kelimesi manevi pislik olarak geçmektedir.

Allahu Teâlâ şöyle dedi: أَوْ لَحْمَ خِنزِيرٍ فَإِنَّهُ رِجْسٌ “... Domuz eti – ki o pisliktir...”[24] Burada رجس –rics “kirlilik/ pislik” kelimesi maddi pislik anlamında geçmektedir.

Böylece, ayette geçen; ليذهب عندكم الرجس “Allah sizden kiri gidermek ister” sözü, töhmet olan manevi pisliği giderir demektir. ويطهركم تطهيراً “sizi tam anlamı ile temizler” sözündeki يطهركم ve تطهيراً kelimelerinde kesinlikle “ismet/günahtan korunma” manası, hem lügatte, hem Kur'an’da, hem de Hadiste geçmemektedir. Zira lügatte; طهر الشيء “o şeyden necâsetin/pisliğin giderilmesi” demektir. ‘kadının, hayızdan, necâsetten ve kusurdan temizlendi’ derken de aynı kelime kullanılır. الطهارة “taharet” Şeriatta ‘pisliği gidermek/kaldırmaktadır.’ Rasul (u) şöyle dedi:

 لا يَقْبَلُ اللَّهُ صَلاةً بِغَيْرِ طُهُورٍ “Allah, temizliğin olmadığı bir namazı kabul etmez.”[25]

طهر kelimesi Kur'an’da da bu mana ile geçmiştir. Allahu Teâlâ şöyle demiştir:

 وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ “Elbiseni temizle”[26]

 مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ “... onunla sizi temizlemek için su (indirdi)”[27]

 وَلا تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّى يَطْهُرْنَ “Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.”[28]

Bu ayetlerde kast olunan, necasetten ve hayızdan temizlenmektir. Allahu Teâlâ şöyle demiştir:

 اصْطَفَاكِ وَطَهَّرَكِ “(Allah) seni seçti ve seni arındırdı.”[29] Yani kusurlardan temizledi demektir.

وَإِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُوا “Eğer cünüb iseniz, temizleniniz.”[30] Yani hadesten/pislikten temizleniniz demektir.

تطهير –Temizlemek, kelimesi Kur'an’da mü’minler için de geçmiştir. Allahu Teâlâ şöyle demiştir:

 مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmaz, fakat sizi tertemiz kılmak/arındırmak size nimetini tamamlamak ister."[31]

Bu nassların hepsi de o Ehli Beyt ile ilgili ayette kast olunanın; Allah’ın onları şüphe ve töhmetten arıtması olduğunu belirlemektedir. Ayette kast olunanın; Allah’ın onları günahtan koruması/onlara ismet sıfatı vermesi olduğunu nefyetmektedir. Böylece o ayet ismete delâlet etmemektedir.

Buna binaen, insanlardan birisi için ismetin/ günahtan korunmasının varlığına dair bir nakli delil yoktur. Buna dair sadece akli delil vardır.

İsmet sıfatının delili ise nakli değil, aklidir. Çünkü şer’î nasslar arasında ne Kur'an'da ne de hadis-i şeriflerde Nebiler hakkında da Rasuller hakkında da, başkaları hakkında da herhangi bir kimsenin masum olduğuna dair bir nass yoktur. Nebinin ve Rasul’ün tebliğde ismet sıfatına sahip olması aklen gerekli bir özelliktir. Çünkü Nebi ve Rasul olmaları, masum olmalarını gerektirmektedir. Aksi takdirde Nebi de olamaz, Rasul de olamaz. Allah'tan aldığı risaleti tebliğ etmekle mükellef olmayan bir kimsenin masum olmaması aklın gereğidir. Çünkü böyle bir kimse insandır ve yüce Allah'ın onu yaratmış olduğu fıtratı gereği hata da edebilir, unutabilir de. Allah'tan aldığı risaleti tebliğ ile mükellef olmadığı için de masum olmasını gerektirecek bir özellik söz konusu değildir. Kendisinin masum olduğunu iddia etmesi Allah'tan aldığı bir risaleti tebliğ etmekle mükellef olması demektir. Bu da caiz değildir. Çünkü Allah'ın Rasulü Muhammed (u)'den sonra kesinlikle peygamber gelmeyecektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:  ولكن رسول الله وخاتم النبيين "Fakat o Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur."[32]

O halde masumiyet iddiasında bulunmak, risalet iddiasında bulunmayı gerektirir. Rasul, Allah'tan aldıklarını tebliğ eden olduğuna ve insan olması itibariyle de tebliğinde hata ve sapma ihtimali bulunduğuna göre, Allah'ın risaletini tebliğde değişiklikten ve değiştirmeden korunmasının zorunluluğu, Rasul’ün hata ve yanılmadan da masum olmasını gerektirmektedir. İşte yalnızca bu sebep dolayısıyla ismet, peygamberlerin sıfatlarından bir sıfattır. İsmeti gerektiren de yalnızca budur. Peygamberden başkasının bu sıfata sahip olduğu iddia edilecek olursa -değinildiği gibi bu sıfatın varlığını gerektiren ancak Allah'tan alınan risaleti tebliğdir- o taktirde böyle bir iddia sahibi, Rasul’ün dışında olan bu kimsenin masumiyetini ve masumiyetin gereğini de  iddia etmiş olur ki, bu da risaletin tebliğ edilmesidir. Buna bağlı olarak böyle bir kimsenin Allah'tan aldığı risaleti tebliğle mükellef olduğunu iddia ediyor demektir. Buna göre halifede masumiyet şartını aramak caiz değildir. Zira böyle bir şartı öngörmenin anlamı, onun Allah'tan aldığı risaleti tebliğ etmekle mükellef olması demektir. Bundan dolayı da onun masum olması gerektiği kabul edilmektedir ki, böyle bir şey caiz olamaz.

Bütün bunlardan açıkça anlaşılan şudur: Halife bir beşerdir. Hata ve isabet etmesi mümkündür. Herhangi bir beşerde görülmesi mümkün olan yanılma, unutma, yalan, hainlik, masiyet ve bunun dışındaki diğer hususların onda da görülmesi mümkündür. Çünkü o beşerdir, ne nebidir ne rasuldür. Nitekim Allah Rasulü (u), bizlere imamın hata etmesinin mümkün olduğunu haber vermiştir. Aynı şekilde insanların kendisine buğz etmelerine sebep teşkil edecek şeyleri yapması, zulüm, masiyet ve bunun dışında kalan herhangi bir sebep dolayısıyla ona lanet okumalarının da mümkün olduğunu bildirmiştir. Hatta Nebî (u), halifenin bazen açıktan açığa küfre sapabileceğini de haber vermiştir.

 Ebu Hureyre Rasulullah (u)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

 إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ وَعَدَلَ كَانَ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرٌ وَإِنْ يَأْمُرْ بِغَيْرِهِ كَانَ عَلَيْهِ مِنْهُ "Şüphesiz ki imam bir kalkandır. Onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur Eğer Aziz ve Celil olan Allah'tan korkmayı/ takvayı emreder, adalet yaparsa bundan dolayı onun için bir ecir söz konusudur. Eğer başkasıyla emredecek olursa bundan dolayı da onun aleyhine (günah kazanmak) söz konusudur.” [33]

Bu hadis, imamın masum olmadığını ve Allah'tan korkma/takva dışında kalan emirler vermesinin mümkün olduğunu göstermektedir.

Müslim Abdullah'dan şu hadisi rivayet eder: "Rasulullah (u) buyurdu ki:

إِنَّهَا سَتَكُونُ بَعْدِي أَثَرَةٌ وَأُمُورٌ تُنْكِرُونَهَا قَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ كَيْفَ تَأْمُرُ مَنْ أَدْرَكَ مِنَّا ذَلِكَ قَالَ تُؤَدُّونَ الْحَقَّ الَّذِي عَلَيْكُمْ وَتَسْأَلُونَ اللَّهَ الَّذِي لَكُمْ "Benden sonra başkalarının size tercih edildiği  ve uygun görmeyeceğiniz işler olacaktır.” Ashap: “Ey Allah'ın Rasulü, böylelerine bizden kavuşanlara ne emredersiniz?” Şöyle buyurdu: "Üzerinizdeki hakkı tastamam yerine getirirsiniz ve kendi lehinize olanları da  Allah'tan istersiniz.” [34]

Avf b. Malik'ten gelen rivayet ise şöyledir: “Rasulullah (u)'i şöyle buyururken dinledim:

خِيَارُ أَئِمَّتِكُمِ الَّذِينَ تُحِبُّونَهُمْ وَيُحِبُّونَكُمْ وَيُصَلُّونَ عَلَيْكُمْ وَتُصَلُّونَ عَلَيْهِمْ وَشِرَارُ أَئِمَّتِكُمِ الَّذِينَ تُبْغِضُونَهُمْ وَيُبْغِضُونَكُمْ وَتَلْعَنُونَهُمْ وَيَلْعَنُونَكُمْ قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَفَلا نُنَابِذُهُمْ بِالسَّيْفِ فَقَالَ لا مَا أَقَامُوا فِيكُمُ الصَّلاةَ وَإِذَا رَأَيْتُمْ مِنْ وُلاتِكُمْ شَيْئًا تَكْرَهُونَهُ فَاكْرَهُوا عَمَلَهُ وَلا تَنْزِعُوا يَدًا مِنْ طَاعَةٍ "Sizin imamlarınızın en hayırlıları sizin kendilerini sevdiğiniz ve onlar tarafından sevildiğiniz, kendilerine dua edip dualarını aldığınız imamlarınızdır. En kötü imamlarınız (yöneticileriniz, devlet başkanlarınız) ise kendilerine buğzettiğiniz ve kendileri tarafından size buğz edilen, kendilerine lanet ettiğiniz ve size lanet eden yöneticilerdir.” Dedik ki: “Ey Allah'ın Rasulü, böyle bir durumda biz, onlarla çekişmeyelim mi?” Rasul (u): “Aranızda namazı ikame ettikleri sürece hayır. Şunu bilin ki, her kimin başına bir yönetici gelirse onun Allah'a isyanı gerektiren bir işi yaptığını görürse yaptığı bu masiyeti hoş görmesin. Herhangi bir şekilde itaatten de el çekmesin.” [35]

Buhari Cünalde b. Ebi Ümeyye'den şu hadisi rivayet eder: “Dedi ki: Übade b. es-Samit'in yanına hasta olduğu halde girdik ve dedik ki: "Allah sana afiyet versin. Rasul (u)'den dinlediğin ve Allah'ın kendisiyle sana fayda vereceği bir hadisi bize naklet.” Dedi ki: "Rasul (u) bizi çağırdı. Biz de ona biat ettik. Bizden aldığı biat arasında hoşumuza giden ve gitmeyen hallerde, zorluk ve kolaylık zamanlarımızda ve bize tercihe rağmen dinleyip itaat etmek, emir sahipleri ile anlaşmazlık çıkarmamak üzere beyat ettik. Ancak elimizde o hususta Allah'tan bir burhanın bulunduğu apaçık bir küfür görmemiz hali müstesna.” [36]

Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (u) buyurdu ki:

 ادْرَءُوا الْحُدُودَ عَنِ الْمُسْلِمِينَ مَا اسْتَطَعْتُمْ فَإِنْ كَانَ لَهُ مَخْرَجٌ فَخَلُّوا سَبِيلَهُ فَإِنَّ الإمَامَ أَنْ يُخْطِئَ فِي الْعَفْوِ خَيْرٌ مِنْ أَنْ يُخْطِئَ فِي الْعُقُوبَةِ "Gücünüz yettiğince müslümanlardan hadleri uzaklaştırmaya çalışınız. Eğer onun için bir çıkar yol varsa, onu serbest bırakınız. Çünkü imamın affetmek hususunda hata etmesi, cezalandırmakta hata yapmasından daha hayırlıdır.” [37]

İşte bu hadis-i şerifler imamın hata etmesinin, yanılmasının, isyan etmesinin mümkün olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bununla birlikte Rasulullah (u), İslâm ile hükmetmeye/yönetmeye devam ettiği, kendisinden açık bir küfür sadır olmadığı, masiyetin işlenmesini emretmediği sürece ona itaate bağlı kalmayı emretmektedir. Rasulullah (u)'in, kendisinden sonra gelecek halifeler arasında müslümanların münker gördüğü işleri yapanların bulunacağını, bu durumda bile onlara itaat edilmesi gerektiğini emretmesine rağmen, halifenin masum olması gerektiği ve insanlar hakkında caiz olan şeylerin halife hakkında caiz olmadığı nasıl söylenebilir? Bu nedenle Hilâfet Devleti ilahi bir devlet değil beşeri bir devlettir.

 


[1] Nur: 54

[2] Ali İmran: 20

[3] Maide: 99

[4] Maide: 49

[5] Nisa: 105

[6] Maide: 67

[7] En’am: 19

[8] Müddesir: 1-2

[9] Bakara: 275

[10] Buhari

[11] Buhari, 2278, 6645

[12] Ahmed b. Hanbel, 12132

[13] Fatr: 8

[14] Nahl: 127

[15] Şura: 48

[16] Enfal: 67

[17] Tevbe: 43

[18] Kehf: 110

[19] Kehf: 110

[20] Ahzâb: 33

[21] Ahzâb: 32-34

[22] Hacc: 30

[23] En’am: 125

[24] En’am: 145

[25] Nesei, K. Tahârat, 139

[26] Müdessir: 4

[27] Enfâl: 11

[28] Bakara: 222

[29] Ali İmran: 42

[30] Maide: 6

[31] Maide: 6

[32] Ahzab: 40

[33] Müslim, 3428

[34] Müslim, 3430

[35] Müslim, 3447, 3448; Daremi, 2677

[36] Buhari

[37] Tirmizi, 1344