İslâm Devleti Teokratik Bir Devlet Değildir -2-


Bu, hilâfetin vakıası bakımından ve ismet şartının olması hatta onu şart koşmanın caiz olmaması bakımından bir izahat idi. Ancak, halife hakkında, masum olması şartının koşulduğunu söyleyenler, bu sözlerine dair bir takım deliller ileri sürmüşlerdir. Onları ortaya koyup, o delillerde olanı açıklamak mutlaka gereklidir. O deliller şu dört delille özetlenebilir:

1- İmam; Şeriatın korunması, tebliğ edilmesi, öğretilmesi, tebanın işlerinin üstlenmesi, aralarında adaletin yerine getirilmesi, mazluma hakkının verilmesi, hadlerin ve tâzir cezalarının uygulanması, İslâm’ın tamamının şer'î yönde tatbik edilmesi hususlarında Nebi’nin yerini tutmaktadır. O halde; onun hayatının başından sonuna kadar, meydana gelişleri ister kasten olsun ister sehven/dalgınlıkla olsun, büyük küçük bütün günahlardan ve hatalardan masum, münezzeh/korunmuş olması kaçınılmazdır.

2- İmama suç işlemesi mümkün olsaydı. Onu o suçu işlemekten ve hataya düşmekten alıkoyacak bir masum imama kesinlikle ihtiyaç duyulurdu. İkincisinin de hata yapması ve masiyet işlemesi mümkün olsaydı, onu da bundan alıkoyacak bir masum imama ihtiyaç duyulurdu. İşte böyle mesele, hata ve masiyet işlemesi mümkün olmayan bir masum imam varlığı ile silsile son bulur. Onun için imamın masum olması kaçınılmazdır.

3- İmâmet; kendisine yönelinmesi ve amel edilmesi gayesi ile konulan bir ilahi kanunun korunması için var olan ilahi bir makamdır. İnsanların emirliklerinden bir emirlik/otorite değildir. Şeriat da; içerisinde oynamak ve hile yapmak mümkün olsun diye hükümetler tarafından konulmuş bir yasa ve anayasa değildir. Zira, kulların şânı yüce Rabbı, Şeriatının üzerine masum olmayan bir kimseyi veli/hakim, koruyucu, yönetici yapmaz. Ta ki insanların ona güven duymaları sağlansın, ondan hükümleri gerçekten Allah’ın hükümleridir diye alsınlar, o hükümler hakkında kendileriyle amel etmekten ve kendilerine yönelmekten alıkoyan herhangi bir şüphe sızmasın. Bu ise, Şeriatın korunmasına tayin edilen velinin/yöneticinin ancak ismeti/hatadan korunması ile mümkün olur. Zira, masum olmayanın, hataya düşmesi ve masiyet işlemesi mutlaka mümkündür. Kendisine güven oluşmaz, insanlara sunduğu hususun Allah’ın hükmü olduğu insanlar nezdinde kesinlik kazanmaz. Onun koruyucu kılınmasından kasıt; hükümlerin sadece bir kısmı için değil, bilâkis Nebi (u)’in getirdiği her husus için koruyucu kılınmasıdır. Dolayısıyla, bütün hükümleri biliyor olması ve dünyada kaldıkça kendileriyle amel edilmesi için onların hepsini hıfz ediyor olması kaçınılmazdır. Bazı hükümleri bilen yada masiyet işlemesi ve hataya düşmesi kendisi için mümkün olan bir kimse nasbedilirse, onun nasbedilişi teklifin gayesi ile çelişen bir nasb olur. Teklifin gayesi ise; Şeriatın getirdiği hususların hepsi ile amel etmek ve kayıdlı olmaktır. Şeriatın getirdiklerinin Kıyamet Gününe kadar bâki oldukları da bilinen bir husustur. Gayeye ters düşmek El-Hakim/hikmet sahibi için muhaldir. O halde masum olmayanı yada bazı hükümleri bileni nasb etmek de muhaldir/imkânsızdır.

4- Nasslar, halifenin masum olmasının vacib olduğuna delâlet ederek gelmişlerdir. Zira Kur'an’dan bazı ayetler bunu ilân ederek gelmişlerdir. Bu, şu üç ayette gayet açıktır:

a-) Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

 لا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ “Ahdim zalimlere erişmez.”[1]

Allah’ın bu sözü, Şeriat için koruyucu imamın ismetinin/hatadan korunmuşluğunun vacib oluşunun delilidir. Zira bu ayet Bakara suresindedir ve tamamı şöyledir:

وَإِذْ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي قَالَ لا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ “Hani Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti. (Allah) ‘Ben seni insanlara imam yapacağım’ demişti. O, ‘zürriyetimden de’ demişti. Allah: ‘ahdim zalimlere erişmez’ demişti.”[2]

Bu ayetten sonra geçen ayetlerin ifade ettiklerine göre, onu imam yapan “kelimeler”dir. İbrahim Allahu Teâlâ’nın şu, إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا “ben seni insanlara imam yapacağım” sözünü işitince, bu şerefli makamın büyüklüğünü görüp, bu makamdan zürriyeti/nesli için de bir pay olmasını rica etti. Bunun üzerine Allahu Teâlâ şöyle dedi: عَهْدِي الظَّالِمِينَ “Ahdim zalimlere erişmez.” Bunun içeriği şudur: Bu makam, zulümle kirlenmiş yada kirlenen kimselerden birisine, hayatının kısa bir vaktinde de olsa, kendisine ve başkalarına zalim olan kimselere genel olarak verilmez. Bilâkis, bu makam, hayatında herhangi bir zulüm yapmayan kimseye verilir.

b-) Allahu Teâlâ şöyle dedi:

أَفَمَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ أَحَقُّ أَنْ يُتَّبَعَ أَمَّنْ لا يَهِدِّي إِلا أَنْ يُهْدَى “Acaba hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe, kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?”[3]

Bu da, imamın ismetinin/hatadan korunmuşluğunun vacib oluşuna dair bir delildir. Çünkü o, hakka iletendir. Hata yapması mümkün olan kimse, hakka isabet etmesi tesadüf etse de, hakka iletmez.

c-) Allahu Teâlâ şöyle dedi:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأمْرِ مِنْكُمْ “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule ve sizden olan yöneticilere itaat edin..”[4]

Bu ayet, emir sahiplerinin yani imamın ismetine/ hatadan korunmuşluğuna dair bir delildir. Çünkü Allahu Teâlâ ululemire/emir sahiplerine/yöneticilere itaatı, özel bir zaman ve yerle tahsis etmeksizin mutlak olarak emretmiştir. Bu da, itaat edilenin masum olmasını gerekli kılar. Çünkü başkası, masiyetle/isyan etmekle emredebilir ve hata yapabailir. Ona itaat vacib olsaydı –ki bu haram olmasına rağmen bir durumdur– o zaman şanı yüce Mevlâ’nın iki zıt veya çelişkili olanın birleştirilmesini emretmiş olmasını gerekli kılardı, ki bu da muhaldir/ imkânsızdır. O halde, itaat edilenin masum olması kaçınılmazdır. Ayrıca, Allahu Teâlâ, ululemire itaatı, itaat edilmesini kendisine itaatla birleştirdiği Resule itaat ile birleştirmiştir. Bu tazimi/yüceltmeyi gerektirir. Ululemirden kast olunan ise, masum imamlardır.

İmamın masum olmasının şart koşulduğunu söyleyenlerin delilleri işte bunlardır. Bunların hepsine cevap şöyle özetlenir:

1- Halife, Resulün yerini, Şeriatı tatbik ederek yönetimde doldurmaktadır, Şeriatı Allah’tan alıp tebliğ etmekte değil. O, Resulün yönetimdeki halifesidir. Allah’tan geleni bildirmekte/tebliğde değil. Bu halifenin masum olmasını gerektirmez. Çünkü yönetim vazifesi, hem akla hem de Şeriata göre, masum olmayı gerektirmez.

Evet, halifede bazı sıfatların olması şart koşulmuştur. Onlar da şunlardır: müslüman olması, erkek olması, hür olması, buluğ olması, akıl sahibi olması, adalet sahibi olması, kudretli/yeterli olması. Bu sıfatların her birisi, hakkında geçen bir şer'î delile binaen şart koşulmuştur. Fakat bu sıfatların halife olacak kişide olmasının şart koşulmasının manası; onun bu sıfatlara ters düşmekten masum/korunmuş olması değildir. Bilâkis, insanlardan bu makamı üstlenecek kimsenin, üstlenmesi esnasında bu sıfatların kendisinde olmasının vacib olması demektir, bu sıfatların dışına çıkmaktan masum/korunmuş olması demek değildir. Bilâkis onun bu sıfatlardan dışarı çıkması mümkündür. Bu durumda ise ya azledilemeyi hak etmiş olur yada hilafetten dışarı çıkmış olur.

Bu sıfatların halifede şart koşulması, şahidliğinin kabul edilmesi için şahidde adalet vasfının şart koşulması gibidir. Onda bu vasfın şart koşulması, onun buna ters düşmekten korunmuş olması demek değildir.

Buna binaen, halifenin yönetimde Nebi’nin yerini doldurması, onun masum olmasının vacibliğine dair bir delil olmaz.

Şeriatın müslümanlar tarafından tebliğ edilmesine gelince, o, Şeriatı Allah’tan alıp tebliğ etmek demek değildir. O ancak, davetin insanlara taşınmasında, İslâm’ın fikirleri ve hükümlerinin öğretilmesinde Allah’ın müslümanlara vacib kıldığı hususu yerine getirmek demektir, kesinlikle bunun dışında bir şey demek değildir. Zira o Allah’tan tebliğ değildir. Bilâkis o, Rasul (u)’in getirdiği tekliflerden bir tekliftir. Bu, Resulün Allah’tan tebliğinden başkadır. Onun için ismeti/hatadan korunmuşluğu gerektirmez, bu hususta ismet sıfatına da gerek yoktur. Onu/tebliğ yerine getirmek diğer şer'î teklifleri yerine getirmek gibidir. Tebliğ halife vasfından dolayı halifeye vacib değildir. Bilâkis, Şeriatı bilen her müslümana vacibtir. Halife, müslüman vasfından dolayı Şeriatı tebliğ etmekle emrolunmuştur. Eğer öyle ise bu, onun alim sayılmasından dolayıdır. Çünkü, Şeriatı bilen müslümana bildiği hususta tebliğ yapması farzdır. Burada ise ismet şart koşulmaz. Bilâkis ismetin şart koşulmasına bir yer de yoktur.

2- Halife, isyan ettiğinde, onu masiyet işlemekten alıkoyan bir imama ihtiyaç/gereksinim duymaz, sadece onu muhasebe edip onu değiştirmek için harekete geçen yada onu değiştiren ümmete ihtiyaç duyulur. Nitekim Rasul (u) onu ümmetin muhasebe ettiğini açıklamış ve ümmetten onu kınamasını, eleştirmesini talep etmiştir. Halife masiyet işlediğinde, ondan razı olan ve onun peşinden giden kimseyi Allah’ın önünde sorumlu kılmıştır.

Müslim, Rasulullah (u)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

 سَتَكُونُ أُمَرَاءُ فَتَعْرِفُونَ وَتُنْكِرُونَ فَمَنْ عَرَفَ بَرِئَ وَمَنْ أَنْكَرَ سَلِمَ وَلَكِنْ مَنْ رَضِيَ وَتَابَعَ قَالُوا أَفَلا نُقَاتِلُهُمْ قَالَ لا مَا صَلَّوْا “İleride birtakım emirler olacak. Onları tanırsınız/bilirsiniz ve inkâr edersiniz. Kim tanırsa beri olur/ayrı tutulur. Kim inkâr ederse emin olur. Fakat kim razı olur ve peşinden giderse ...” Dediler ki: ‘Onlarla savaşmayalım mı?’ Dedi ki: “Hayır, namazı kıldırdıkları sürece!”[5]

Bununla, Şeriat, halifenin masiyet işlemekten alıkonulduğu yolu açıklamıştır. Bu yol, halifeyi alıkoyan bir imamın varlığı değil, ümmettir.

Halife, kendisini masiyet işlemekten alıkoyan bir halifeye ihtiyaç duyar, diyen kimse, yönetimin ne olduğunu idrak etmiyor ve tasavvur etmiyor. Çünkü halife, bir başka halifeyi masiyetten alıkoymaz, sadece yönetim için onunla savaşır yada ona tâbi olup bir halife değil vali olur. Böylece, başkaldırmasından/ayaklanmasından dolayı o kişi ile savaşılır. Şu halde, bir halifeyi masiyet işlemesinden dolayı başka bir halifenin engellemesi nasıl tasavvur edilir?!...

3- İmamet, ilahi bir makam değil, beşeri bir makamdır. O, ilahi bir kanunu korumak için var değildir. o ancak, Allah’ın Efendimiz Muhammed (u)’e indirmiş olduğu Şeriatı tatbik etmek için vardır. Şeriatın korunmasına gelince: Allah, Kur'an’ın korunmasını üstlenirken onun korunmasını da üstlenmiştir. Allahu Teâlâ şöyle demiştir:

 إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ “Zikri kesinlikle Biz indirdik. Elbette onu yine Biz koruyacağız.”[6]

Halifenin belirlenmesinden maksad; onu, Nebi (u)’in gösterdiği her husus için bir koruyucu olarak belirlemek değildir. Ki, “halife hükümlerin hepsini bilen ve koruyan olmalıdır” denilsin. Onun ikâme edilmesi/ belirlenmesinden maksad sadece; Kitab ve Sünnetin hükümlerini ikâme etmek yani İslâm’ı tatbik etmek ve İslâm Davetini aleme taşımaktır. Bu, onun bütün hükümleri biliyor ve koruyor olmasını gerektirmez. Onun için halifenin masum olması gerekmez. Bu sebeple onun nasbının, uğruna nasb edildiği gayeye ters düşmesi gerekli olmaz.

Kendileriyle amel etmekten ve kayıdlı olmaktan alıkoyan bir şüphe sızmaksızın gerçekten Allah’ın hükümleridir, diye hükümleri kendisinden alabilmeleri için insanların halifeye güven duymalarına gelince; bu, halifenin masum olup olmaması ile oluşmaz. Bu ancak hükmün kendisinin delili ile oluşur. Zira eğer bir şer'î delil var ve ondan şer'î bir şekilde istinbat edilmiş/çıkartılmış ise, insanlar bu hükmün bir şer'î hüküm olduğuna güven duyarlar. Bu durumda halifenin kim olduğuna bakmaksızın hatta bu hüküm kendi istinbatlarına ters düşse de, onunla amel etmekten ve kayıdlı olmaktan alıkoyan herhangi bir şüphe onlara sızmaz. Çünkü müçtehitler arasında istinbat farklılığı, hükmü bir müçtehit yanında şer'î, diğeri yanında şer'î olmayan yapmaz. Bilâkis hükmü istinbat eden kimsenin yanında şer'î delillerden bir delil şüphe de olsa var olduğu sürece, o hüküm bütün müslümanların nezdinde şer'î bir hükümdür. Şer'î ve lügavi bilgilere göre bu istinbat benzerini istinbat etmek mümkün olur.

Masum olmayanın masiyet işlemesi ve hataya düşmesinin mümkün olup kendisine güvenilmesine ve edâ ettiğinin/icra ettiğinin Allah’ın hükmü olduğuna dair kesinlik kazanmamasına gelince; bu hususta mesele, sadece hüküm ve yönetici meselesidir. Hüküm, kendisi ile hükmedilir, yönetilir ve yerine getirilir. Yönetici, hükmeder/yönetir ve yerine getirir. İstenilen güven ise, sadece Allah’ın hükmü olup olmaması bakımından hükümle ilgilidir, Allah’ın hükmünü yerine getiriyor ve kendisiyle hükmediyor/yönetiyor olup olmaması bakımından yönetici ile değildir. Dikkate alınan hususlar sadece kendisi ile hükmedilen ve İslâmî bir hüküm yada İslâmî olmayan bir hüküm olarak alınan hüküm hakkındadır, masum olup olmaması bakımından hüküm veren şahıs hakkında değildir. kendisi ile amel etmekten ve kayıdlı olmaktan alıkoyan şüphenin sızmasına mani olan güveni hüküm hakkında insanlarda oluşturan şey; sadece onların o hükmün kendisine şer'î olup olmaması bakımından itibar etmeleridir, hükmü kendisinden almakta oldukları halifenin masum olup olmaması değildir.

Ayrıca, hilâfet makamına; ne Alemlerin Rabbı resulüne bir halife tayin ediyor, ne de Resul kendisine bir halife tayin ediyor. Sadece müslümanlar hilafet makamına kendileri için bir halife tayin edip ona Allah’ın Kitabı ve Rasulünün Sünneti üzere biat ederler. Buna delil, biat hadisleridir, bu hadislerin genel nasslara gelmeleri, belirli bir imama değil de mutlak olarak bir imama isnad etmeleridir. Yine buna delil, ümmet ile alakasında halife üzerindeki genel sorumluluktur. Buna binaen, hilafet makamı, hiçbir şekilde ismeti/hata ve günahtan korunmuşluğu gerektirmemektedir.

4- İsmetin şart koşulduğuna dair delil olarak ileri sürülen nasslara gelince; bunların içinde ismete delâlet eden bir tek nass yoktur.

Birinci nass, şu ayettir:

 لا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ “Ahdim zalimlere erişmez.”[7]

Bu ayette geçen إمام “imâm” kelimesi hilafet demek değildir, yönetim de demek değildir. إمام “imâm” kelimesi Kur'an’ı Kerim’de bir çok ayette geçmiştir. Allahu Teâlâ şöyle demiştir:

 وَمِنْ قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إِمَامًا وَرَحْمَةً “Ondan önce de bir rahmet ve imam/rehber olarak Musa’nın kitabı vardır.”[8]

وَالَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ أَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ أَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ إِمَامًا “Ve onlar ki: ‘Rabbımız! Bize gözümüzü aydınlatan eşler ve zürriyet bağışla ve bizi takva sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.”[9]

Bu iki ayetteki إمام “imam” kelimesinin manası, uyulacak örnek, model, rehberdir. İmam Buhari, Allahu Teâlâ’nın şu; واجعلنا للمتقين إماما “Bizi muttakilere imam kıl” sözü hakkında şöyle dedi: “İmamlar: Bizden önceki kimseye uyarız, bizden sonraki kimse de bize uyar.”

Allahu Teâlâ’nın şu sözündeki إمام “imam” kelimesine gelince:

وَإِذْ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي قَالَ لا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ “Hani Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti. (Allah) ‘Ben seni insanlara imam yapacağım’ demişti. O, ‘zürriyetimden de’ demişti. Allah: ‘ahdim zalimlere erişmez’ demişti.”[10]

Bu ayette geçen إماما “imam” kelimesinden kast edilen; nübüvvet/peygamberlik ve örnekliktir. Çünkü bu ayetten sonra gelen ayetler, Kabe’den ve İsmail’in kavminden, ayrıca İbrahim’e nübüvvetin verilmesinden bahsetmektedirler. Böylece ayetin manası şöyle olmaktadır: ‘Seni, insanların sana uydukları bir imam ve tâbi oldukları bir nebi yaptım.’ Bu ayette, burada “imam” kelimesinin hilâfet yada yönetim anlamında olması mümkün değildir. özellikle İbrahim, yönetimi üstlenmedi, bir yönetici olmadı. O sadece bir nebi ve resul idi.

O, kendisine verileni zürriyetine de verilmesini Allah’tan talep edince, Allahu Teâlâ ona, önderlik ve nübüvvet olan bu makamın zalimler için olmadığını söyledi.

Buna göre bu ayette, halifenin ismetine dair bir delâlet yoktur. Ayrıca, “zalimler” kelimesinin mefhumu muhalefeti “âdiller” olur, “masumlar” değil. Zira zalim olmayanlar, masumlardır demek değildir, sadece zulmün yokluğu ile yani adaletle vasıflanmışlar demektir.

İkinci nassa gelince; o şu ayettir:

أَفَمَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ أَحَقُّ أَنْ يُتَّبَعَ أَمَّنْ لا يَهِدِّي إِلا أَنْ يُهْدَى “Acaba hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe, kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?”[11]

Allahu a’lem/Allah en iyi bilendir, bu ayetten kast edilen şudur: Kendisi hidayet için uyulan olan mı uyulmaya daha layıktır yani resul mü daha layıktır yoksa, başkası kendisine doğru yolu/hidayeti göstermedikçe kendisi hidayeti bulamaz halde şaşkın olan mı? Konu tamamen hidayet ve hidayeti gösterene tâbi olmak hakkındadır, yönetim ve hilafetle bir alakası yoktur. İmam, insanları yönetir, işi yönetmektir, hidayet değil. O, sapık ve şaşkınları, isyânkârları cezalandırır, kâfirlerle savaşır. Burada “hâdi/hidâyeti gösteren” kelimesi ancak “resule” hamledilir/yorulur, bağlanır. Zira bu mana, “halife”ye intibak etmez/uygun düşmez. Bu ayet ve halifenin ismeti arasında bir ilişki yoktur. Yönetim, hidayet midir yoksa Şeriatın uygulanması mıdır?!.

Üçüncü nassa gelince; o şu ayettir:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأمْرِ مِنْكُمْ “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule ve sizden olan yöneticilere itaat edin.[12]

Bu ayet, ululemire itaati emretmektedir. Bu itaatin, Allah’a itaat ve resule itaat ile bir araya getirilmiş olması; sadece, bu itaatin hükmünün, Allah’a itaat ve resule itaatin hükmü gibi olduğuna delâlet içindir, başka bir şey için değil!... Bu itaat, aynı ayette bilfiil tahsis etmeksizin genel olarak geçmektedir. Fakat bu itaat, başka ayetler ve çeşitli hadislerle tahsis edilmiştir. Zira, o ayetler ve hadisler itaati masiyet ve küfür olmayan hususla tahsis etmişlerdir. Masiyette itaat etmemeyi emretmişlerdir. Bununla da yetinmeyip imama karşı çıkmayı ve onu eleştirmeyi de emretmişlerdir. Küfürde itaat etmemeyi emretmiş, bununla yetinmeyip imama karşı savaşmayı da emretmişlerdir. Bu husustaki tahsis edici ayet ve hadisler gayet açıktırlar.

Allahu Teâlâ şöyle dedi:

وَلا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا “Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, hevasına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme!”[13]

فَلا تُطِعْ الْكَافِرِينَ “Kafirlere itaat etme.”[14]

فَلا تُطِعْ الْمُكَذِّبِينَ “Yalanlayıcılara itaat etme.”[15]

 وَلا تُطِعْ كُلَّ حَلافٍ مَهِينٍ “Alabildiğine yemin edene ... itaat etme.”[16]

 وَلا تُطِعْ مِنْهُمْ آثِمًا أَوْ كَفُورًا “Onlardan hiçbir günahkara yahut hiçbir nanköre itaat etme.”[17]

Resule hitap, onun özelliklerinden olduğuna ve ona has kılındığına dair bir delil gelmedikçe ümmetine de hitaptır. Burada bu hitabın Resule has kılındığına dair bir delil gelmemiştir.böylece bu hitap, ümmete ait bir hitap olur.

Buhari, Nâfi’den o da Abdullah (t)’dan Nebi (u)’in şöyle dediğini rivayet etti:

 السَّمْعُ وَالطَّاعَةُ عَلَى الْمَرْءِ الْمُسْلِمِ فِيمَا أَحَبَّ وَكَرِهَ مَا لَمْ يُؤْمَرْ بِمَعْصِيَةٍ فَإِذَا أُمِرَ بِمَعْصِيَةٍ فَلا سَمْعَ وَلا طَاعَةَ “Masiyetle emrolunmadığı sürece, müslüman kişiye, hoşlandığı ve hoşlanmadığı hususlarda dinleyip itaat etmesi vacibtir. Masiyetle emrolunduğunda ise dinlemek ve itaat etmek yoktur.”[18]

Müslim, İbn Ömer’den, Nebi (u)’in şöyle dediğini rivayet etti:

عَلَى الْمَرْءِ الْمُسْلِمِ السَّمْعُ وَالطَّاعَةُ فِيمَا أَحَبَّ وَكَرِهَ إِلا أنْ يُؤْمَرَ بِمَعْصِيَةٍ فَإِنْ أُمِرَ بِمَعْصِيَةٍ فَلا سَمْعَ وَلا طَاعَةَ “Müslüman kişiye, masiyetle emredilmedikçe hoşuna giden ve gitmeyen hususta dinlemek ve itaat etmek vacibtir. Eğer masiyetle emrolunursa, dinlemek ve itaat etmek yoktur.”[19]

Müslim’in rivayet ettiği hususta, Rasul (u), halifelere ve emirlere itaat konusunda;

قَالُوا أَفَلا نُقَاتِلُهُمْ قَالَ لا مَا صَلَّوْا “Dediler ki: ‘Onlara savaş açmayalım mı?’ Dedi ki: “Hayır, namaz kıldırdıkları sürece!”[20]

Bir başka rivayette de şöyledir:

قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَفَلا نُنَابِذُهُمْ بِالسَّيْفِ فَقَالَ لا مَا أَقَامُوا فِيكُمُ الصَّلاةَ “Denildi ki: Ya Rasulullah, onlara kılıçla karşı savaşmayalım mı? O da dedi ki: “Hayır, aranızda namazı kıldıkları sürece.”[21]

Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir başka rivayette: “Açık bir küfür görmedikçe”[22] Müslim’in rivayetinde:

 فَمَنْ كَرِهَ فَقَدْ بَرِئَ وَمَنْ أَنْكَرَ فَقَدْ سَلِمَ وَلَكِنْ مَنْ رَضِيَ وَتَابَعَ “Kim kerih görürse beridir/ayrı tutulur. Kim inkâr ederse emin olur. Fakat kim razı olur ve peşinden giderse...”[23]

Bu ayet ve hadisler, halifeye itaati masiyet ve küfür olmayan hususlara tahsis etmektedirler. Şu halde; “masum olmayan masiyetle emredebilir, hataya düşebilir. Ona itaat vacib olursa; Allah’ın; masiyeti haram kılarken halifeye itaati emretmesi ile iki zıttın birleştirilmesini emretmiş olması gerekir” sözü uygun düşmez. Çünkü iki zıttın birleşmesi yoktur. Zira Allah, masiyet ve küfür olmayan hususlarda itaati emrediyor, masiyet ve küfür olan hususlarda ise itaat etmemeyi emrediyor, masiyetin yasaklanmasını emrediyor. Bu konuda Allah’ın emirleri arasında bir tezat/zıtlık ve tenâkuz/çelişki yoktur.

Böylelikle, bu ayet halife için ismetin şart koşulmasına dair delil olmaya uygun olmamaktadır. O halde onunla bu hususta delil getirmek düşer/geçersiz olur.

Halife için ismet sıfatı olması hakkında konuşanların delilleri işte bunlardır. Bunların hepsi de istidlâl/delil getirme konumundan düşmektedirler, hüccet/delil olmaya uygun değildirler. Bütün bunlardan açığa çıkıyor ki; halife için masum olması şart koşulmaz, hatta onun şart koşulması caiz olmaz. Hilafet, beşeri bir makamdır, ilâhi bir makam değildir. bundan dolayı İslâm devleti, ilâhi/teokratik bir devlet değil, beşeri bir devlet olmaktadır.



[1] Bakara: 124

[2] Bakara: 124

[3] Yunus: 35

[4] Nisa: 59

[5] Müslim, K. İmârat, 3445

[6] Hicr: 9

[7] Bakara: 124

[8] Ahkaf: 12

[9] Furkan: 74

[10] Bakara: 124

[11] Yunus: 35

[12] Nisa: 59

[13] Kehf: 28

[14] Furkân: 52

[15] Kalem: 8

[16] Kalem:10

[17] İnsan: 24

[18] Buhari, K. Ahkâm, 6611

[19] Müslim, K. İmârat, 3423

[20] Müslim, K. İmârat, 3445

[21] Müslim, K. İmârat, 3447

[22] Buhari

[23] Müslim, K. İmârat, 3446