4- ÖŞÜR, HARAÇ VE SULH ARAZİLERİ |
|
Ebu Ubeyd şöyle dedi: "Arazilerin fethedilmesi/ele geçirilmesi hakkında
Rasulullah (u) ve ondan sonra halifelerden şu üç hükmü getiren
eserlerin rivayet edildiğini gördük:
1-Halkı
üzerinde müslüman olmuş araziler. Bu arazilerin mülkü
onlara aittir. Bu araziler öşür arazilerdir. Bu araziler hakkında
sahiplerine öşürden başka verilecek başka bir zorunluluk
yoktur.
2-Belirli
bir haraç karşılığı sulh/anlaşma yoluyla fethedilen
araziler. O arazi üzerinde bulunanlar, hakkında anlaştıkları
miktardan fazlasını ödemeye zorlanmazlar.
3-Savaş
ve zorlama yoluyla alınan araziler. Bu arazi hakkında müslümanlar
ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, bunlar hakkında takip edilen
yol ganimetler hakkında takip edilen yoldur. Beşe bölünüp
paylaştırılır. Beşte dördü, o araziyi fethedenler arasında
parselleştirilir. Beşte biri de Allahu Teâlâ’nın üstün
kıldığı kimseye/halifeye ait olur, dediler. Bazıları da,
onun hakkında hüküm ve görüş imama aittir, eğer imam o
araziyi ganimet yapmayı uygun görürse, Rasul (u)’in Hayber’de yaptığı gibi onu beşe bölüp
paylaştırır. Eğer onun fey almasını uygun görürse ne beşe
böler ne de paylaştırır. Fakat o arazi müslümanlar var
oldukları sürece onlara ait genel mülk olarak kalırlar. Ömer’in
Irak bölgesinin ekilip dikilen arazilerine yaptığı gibi
yapar.
Fethedilen arazi hükümleri işte bunlardır."
Allahu Teâlâ’nın, Rasulü Muhammed (u)’i göndermesinden yeryüzüne ve üstündekilere
varis olasıya kadar İslâm’da arazi ya öşür arazisidir,
ya haraç arazisidir, ya da sulh arazisidir.
1-
Öşür arazisine gelince:
Bu, kendisinden elde edilen ürününden zekat olarak öşür ya
da öşrün yarısı alınan arazidir. Dolayısıyla o öşrî
arazidir.
Bu arazinin böyle isimlendirilmesi, arazinin ürününden zekat
olarak alınan öşre nispetle olmuştur.
Öşür arazisi, Medine-i Münevvere ve Endonezya arazisi gibi üzerindeki
halkı savaş olmaksızın müslüman olan tüm arazileri
kapsar. Medine halkı, Rasul (u) ve ondan sonra halifeler döneminde, sadece
arazilerinin ürünlerinden zekat olarak öşür ödüyorlardı.
Aynı şekilde, ister Medine gibi halkı savaş olmaksızın müslüman
olsun, ister Mekke gibi zorlama ve kuvvet yoluyla fethedilmiş
olsun, Arap Yarımadasının tamamı öşür arazisi sayılır.
Zira Rasul (u), Mekke arazisini halkından almayıp onlara terk
etti. Yahudilere ait olanın dışında Arap Yarımadasının diğer
kesimi de aynı şekildedir. Çünkü Allahu Teâlâ müşrik
Araplardan sadece müslüman olmalarını ya da savaşmalarını
kabul etti. Allah, Rasulünü (u) onların arasından seçti. Kur’an’ı onların
dili ile indirdi. Onun için onların hepsine müslüman olmalarını
emretti. Müslüman olmayanların ise öldürülmesini emretti.
Dinleri üzere kaldıkları halde onlardan cizye kabul etmedi.
Onlara ikram edip bu küçülmüşlükten kurtardı. Kafalarına
cizye, arazilerine haraç koymadı. Bilakis Arap Yarımadasının
tamamını da öşür arazisi yaptı, ister halkı savaş
yapmaksızın müslüman olsun ister zor ve kuvvet kullanma
yoluyla fethedilsin fark etmez. Bu arazinin sakinlerini de müslüman
yaptı. Onun için bu araziden, Rasul (u)’den bu güne kadar sadece ürünlerinden zekat
olarak öşür alınır, başka değil.
Hayber arazisi gibi, müslümanların silah gücü ile fethedip imamın
savaşçılar arasında paylaştırdığı her arazi öşür
arazisine katılıp öşrî arazi olur. Ya da Şam ve Hamas’da
müslüman askerlerine yapılanda olduğu gibi, bir kısmında
kalmalarını imamın kabul ettiği araziler de öşrî arazisi
olur.
- Nitekim el-Ahves b. Hakim’den şu rivayet edilmiştir: “Hamas’ı
fetheden müslümanlar oraya girmediler. Bilakis el-Erbed
nehrinde askerler ordugah kurdular. Orayı ihya ettiler. Ömer
ve Osman’ın zamanını da böyle geçirdiler.”
- Rivayet edildiğine göre; Allah müslümanları Şam ülkesine üstün/galip/hakim
kıldığında, onlar Allah düşmanlarını kırıp geçirmeden
ve zaferlerini tamamlamadan fethettikleri şehirlere girmeyi
kerih görüp o fethedilen Hamas ve Şam ehli ile anlaşma yaptılar.
Bunun üzerine müslüman askerler el’Mezze’den Şa’bân
otlağı arasındaki Berdî otlağında toplandılar. Berdî’nin
kenar otlakları, Şam ve köyleri arasında serbest bölge idi.
Onlardan bir kişiye ait değildi. Dolayısıyla askerler oraya
yerleştiler. Bu Ömer’e haber verildiğinde, Ömer onu
onayladı. Ondan sonra da Osman imzaladı. Bu arazi üzerine,
ehlinden haraç alınmadı. Bilakis onlar öşür ödediler.
Çünkü o arazi ilk defa müslümanlara mülk oldu, bu
arazilere haraç konulmadı.
Aynı şekilde; imamın zor kullanarak fethedilen arazilerden ikta’
yoluyla insanlara vermiş olduğu ikta’/tımar arazileri de öşür
arazisine katılıp öşür arazisi olurlar. Bu araziler, fetih
esnasında sahiplerinin müslümanlardan kaçarak terk ettikleri
arazilerdir ya da mülkiyeti fethedilen devlete ait olan veya
oradaki yöneticiye veya ailesine veya akrabalarına olan
arazilerdir. Medine’nin ileri gelen yaşlılarının bazılarından
rivayet edildiğine göre, divanda/hazineye ait hesap
defterinde; Ömer’in (t),
Kisra’nin ailesinin ve arazisinden kaçan herkesin, savaş
alanında öldürülen herkesin malına, her su gölüne veya
ormana el koyduğu görülmüştür. Ömer, bu arazilerden
ikta’ ediyordu ve onlardan öşür alıyordu. Böylece bu
araziler devlet gücü ile fethedilmiş olsa da öşür arazisi
oldular. Çünkü o araziler sahiplerinin elinde kalmadılar ve
üzerlerine haraç konulmadı. Bilakis o arazilere imam tarafından
kendisine ikta’ edilmesi ile müslüman sahip oldu.
Aynı şekilde, imamın henüz fethedilmemiş her araziden tımar olarak
verdiği bölüm de, Allah müslümanlara o araziyi fethetmeyi
nasip etmesinden sonra kendisine tımar olarak verilen kimseye
hibe olur. Nitekim, Halil’de Aynün, el-Martüm, Habrün ve
Habrî arazisini Temim el-Dârî, cemaatı ile birlikte
Rasulullah (u)’in huzuruna çıktığında Rasul (u)’den Allah müslümanlara fethetmeyi nasip ederse bu yerleri
kendilerine ikta’ etmesini/tımar olarak vermesini talep etti.
Bunun üzerine Rasul (u) oraları ona tımar olarak verdi. Buna dair de ona
bir yazı verdi. Ömer de bu yazıya şahit olan iki şahidin
birisi idi. Allah, Ömer zamanında oraları müslümanlara
fethetmeyi nasip ettiğinde, Temim oraları Ömer’den talep
etti. Ömer de Rasulullah (u)’in vermesine bağlı kalarak oraları ona teslim
etti.
İmamın, sahipsiz öşür arazilerinden insanlara tımar olarak
verdikleri de aynı şekildedir. Bu Rasulullah (u)’in, Bilal b. Hâris el-Meznî’ye belirli bir
vadinin tamamını tımar olarak vermesi gibidir. Bu arazi,
Medine’ye yakın bir öşür arazisidir.
Aynı şekilde insanın ihya çeşitlerinden birisi ile “ihya” ettiği
her ölü arazi de öşür arazisine katılıp öşür arazisi
olur. Bu ihya edilen arazi ister Arap Yarımadasından,
Endonezya gibi halı üzerinde fetihten önce müslüman olmuş
öşür arazilerinden olsun, ister ise zor kullanılarak
fethedilmiş ülkelerden Mısır, Şam, Irak arazileri gibi haraç
arazisi olsun fark etmez. Câbir Abdullah’tan, Rasulullah (u)’in şöyle dediği rivayet edildi:
مَنْ
أَحْيَا
أَرْضًا
مَيْتَةً
فَهِيَ
لَهُ
“Kim ölü bir araziyi ihya ederse, o onundur.”
Sa’id b. Zeyd yoluyla da Nebi (u)’in şöyle dediği rivayet edildi:
مَنْ
أَحْيَى
أَرْضًا
مَيِّتَةً
فهِيَ لَهُ
وَلَيْسَ
لِعِرْقٍ
ظَالِمٍ
حَقٌّ
“Kim bir ölü araziyi ihya ederse, o onundur. Bir zalimin
terine bir hak yoktur.”
Bu arazi çeşitlerinin hepsi de öşrî arazidir. Bu araziler hakkında
sadece, eğer yağmur suyu ile sulanmış iseler ürünlerinden
öşür/onda bir alınır, ya da eğer kuyular, nehirler, sulama
kanalları ile sulanmış iseler ürünlerinden öşrün yarısı/yirmide
bir alınır. Bu arazilerin konumu değiştirilmez. Her ne kadar
bu araziler el değiştirseler, sahipleri değişse de sıfatı
değişmediğinden dolayı konumları değişmez, değiştirilmez.
Zira o araziler, üzerindeki halkın müslüman olduğu ya da başlangıçta
müslümanların sahip olduğu veya Arap Yarımadasından olan
arazilerdir. Bu sıfatlar ebediyen baki kalır. Bu araziler müslümanların
mülkiyetinden bir kafirin mülkiyetine geçse dahi bu sıfatlar
devam eder. Çünkü sıfat onda ayrılmaz olarak kalır. Üründen
zekat olarak öşrün ödenmesi de o arazi hakkında vacib
olarak kalır. O araziden ürün elde edilmez ise, onun hakkında
zekat olmaz. Onun için ziraat yapılmadıkça ve ticaret için
kullanılmadıkça iskan arazisine zekat yoktur. Ziraat ticaret
için kullanıldığında ticaret mallarından bir mal olur ve o
zaman onun hakkında ticaret mallarıyla ilgili zekat vacib
olur.
Öşür arazisi, sahiplerinin mülküdür. Sahipleri öşür arazisinin
kendisine/mülkiyetine ve menfaatine sahip olurlar. Satmak,
ticaret, rehin olarak vermek, hibe olarak vermek, vakfetmek gibi
ondaki tasarruf çeşitlerinin hepsine sahip olurlar. Öşür
arazisi aynı şekilde sahiplerinden miras olarak varislerine geçer,
rızaları olmadıkça sahiplerinden alınmaz. Eğer devlet onu
sahiplerinden almak istiyorsa, arazinin mülk ve menfaat değerini
ona öder. Ancak İmamın fertlere ikta’ ettiği/tımar olarak
verdiği arazi ve elinin altında olduğuna delâlet eden
herhangi bir işaret ile etrafını çevirerek fertlerin mülk
edindiği sahipsiz arazi böyle değildir. Zira bu araziler işletmeksizin,
imar etmeksizin üç yıl geçtiğinde devlet sahibinden alırsa,
devlet onlara herhangi bir şey, mülkiyet ve menfaat bedeli ödemez.
Çünkü tımar olarak verilişinin veya etrafını taşla çevirerek
sahip olmanın uğruna hasıl olduğu maksadı gerçekleştirmemiş
olurlar. Bu maksat ise, araziyi işlenir hale getirmektir, üreterek
ve imar ederek işletmektir. Dolayısıyla artık onlar o
araziye hak sahibi olamazlar. Bu arazilerin onların elinde
kalması abes olur. Onun için Ömer b. Hattab, Bilal b. el-Hâris
el-Müznî’den kendisine tımar olarak verilen vadinin
arazisinden işletemediği bölümü geri vermesini istedi. Ona
şöyle dedi: “Muhakkak ki Rasulullah (u) onu sana, insanlardan alıkoyman için tımar olarak
vermedi, ona sana ancak işletmen için verdi. İşletmeye gücünün
yettiği kadarını al, arta kalanını iade et.” Bunun üzerine
Bilal ona şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki bir şey
yapmam. Onu bana Rasulullah (u) tımar olarak verdi.” Bunun üzerine Ömer;
“Allah’a yemin olsun ki yapacaksın.” Böylece ondan işletmekten
aciz olduğu bölümü, ona kesinlikle bir şey vermeksizin geri
alıp müslümanlar arasında paylaştırdı. Aynı şekilde Ömer’in
minberden şöyle dediği rivayet edildi: “Kim bir araziyi
ihya ederse, o onundur. Araziyi taşla çevirerek sahip olanın,
işletmeksizin üç yıl bekletmesinden sonra bir hakkı
yoktur.” Ve şöyle dedi: “Kim işletmeksizin üç sene
araziyi boş bırakırsa, sonra da başkası gelip onu imar
ederse/işletirse o, onundur.” Araziyi işletmeksizin üç yıl
terk eden kimseden alınıp başkasına verilmesi hususunda
Sahabenin İcmaı hasıl oldu.
2-
Haraç arazisine
gelince: Bu, müslümanların gücü ve ordusu ile zor
kullanarak fethedilen fakat savaşanlar arasında paylaştırılmayıp
imamın sahiplerinin elinde bıraktığı ve hakkında haraç
koyduğu arazidir.
Bunda asıl olan şudur: Irak, Şam ve Mısır, Ömer b. el-Hattab zamanında
fethedildiğinde müslümanlar ondan, Rasulullah (u)’in Hayber’i paylaştırdığı gibi oraları
aralarında paylaştırmasını talep ettiler. Bu arazilerin
paylaştırılmasını talep edenlerin başında Bilal,
Abdurrahman ve Zübeyr vardı. Fakat Ali ve Muaz, Ömer’den o
arazileri paylaştırmamasını talep ettiler.
Ebu Ubeyd’in el-Emvâl isimli kitabında rivayet ettiğine göre; Ömer
(t)
el-Cabiye’ye geldi. O fethedilen arazileri müslümanlar arasında
paylaştırmak istedi. Bunun üzerine Muaz ona şöyle dedi:
“Allah’a yemin olsun ki, hoşlanmadığın şey kesinlikle
olacak. Sen bugün o araziyi paylaştırsan, gelirin büyük bir
kısmı o paylaştırdığın kişilerin elinde olur. Sonra
onlar ölüp giderler. Daha sonra o bir tek adama ve kadına ait
olur. Ondan sonra da başka bir toplum gelir, İslâm’da dosdoğru
olurlar. Onlar bir şey bulamazlar. Şu halde, onların öncesi
ve sonrasını kuşatan bir hususa bak.” Bilal ve arkadaşları
arazinin paylaştırılmasında Ömer’e karşı ısrarda dayanılmaz
oldular. Öyle ki Ömer şöyle dedi: “Allahım beni Bilal ve
arkadaşlarının verdiği sıkıntıdan kurtar.” Ömer, bu
hususta Muhacirler ve Ensar ile istişare etti. Onlara söylediklerinden
bir kısmı şöyledir: “Ben arazileri yaban eşeklerine
(kafirlere) terk edip, onlara o araziler için haraç ve
kendileri için cizye koymayı uygun buluyorum. Onların ödeyeceği
cizye ve haraç, müslümanların savaşçıları ve nesilleri için
ve onlardan sonra gelenler için fey olur. Şu düşmana yakın
geçici sınırları görüyor musunuz? Oralardan hiç ayrılmayan
adamların olması zorunludur. Şam, Cezire, Küfe, Basra, Mısır
gibi şu büyük şehirleri görüyor musunuz? Oraların
ordularla ve onlara bol bağışlarla dolması kaçınılmazdır.
Eğer araziler ve yaban eşekleri/kafirler paylaştırılırsa
bu nereden temin edilir?” Bunun üzerine onların hepsi de
dediler ki: “Görüş sana aittir. Yaptığın ve uygun gördüğün
husus ne güzeldir.” Ömer onlara görüşü ile ilgili olarak
Haşr suresinde geçen fey ayetlerini delil gösterdi. Onlardan
bir kısmı şudur:
وَالَّذِينَ
جَاءُوا
مِنْ
بَعْدِهِمْ
يَقُولُونَ
رَبَّنَا
اغْفِرْ
لَنَا
وَلِإِخْوَانِنَا
الَّذِينَ
سَبَقُونَا
بِالإيمَانِ
“Bunların arkalarından gelenler şöyle derler: Rabbımız!
Bizi ve bizden önce gelip geçmiş kardeşlerimizi bağışla...”
Bu ayetten, sahabelerin, tabiinlerin, tabii tabiinlerin çocuklarından
daha sonra Kıyamet Gününe kadar gelecek olanların bu feyden
hakkı olduğuna delil getirdi.
Onun için Ömer’in bakışı/düşüncesi şu idi: İhtiyaç;
kendisinden orduya harcama yapılan, bağışlar ödenen, devlet
dairelerinin idaresine harcama yapılan, zamanın sonuna kadar
muhtaç olanlara verilen daimi bir veznenin oluşturulmasına çağrışım
yapmaktadır. Bu harcamalar kesintiye uğramayan daimi/sürekli
bir vezneye gereksinim duyurmaktadır. Ömer’in düşüncesi
ve Haşr suresinde geçen fey ayetlerini anlayışı; onu
fethedilen arazileri müslümanlar arasında paylaştırmaktan
sakınmaya, onları sahiplerinin elinde bırakmaya, müslümanların
maslahatları ve ordularına kendisinden harcama yapılan daimi
fey olması için o arazilere haraç koymaya götürdü. Ömer’i
fethedilen arazileri paylaştırmamaya sevk eden gerçek mana işte
budur. Bu manayı, Ömer’in şu sözü ifade etmektedir: “İnsanların
sonuncusu olmasaydı, o arazileri Nebi (u)’in Hayber’i paylaştırdığı gibi paylaştırırdım.”
Buradan idrak ediliyor ki; haraç arazisinin bizzat kendisi bütün müslümanların
mülküdür. O araziler onlar için hapsedilmiştir/alıkonulmuştur.
O araziler sahiplerinin elinde ancak onları müslümanların
yerine işletmeleri ve imar etmeleri için bırakılırlar.
Fakat onların o arazilerden yararlanmalarının ve onları işletmelerinin
kendilerinde kalmasına karşılık onlar haraç öderler. Zira
onların o arazilerin menfaatine sahip olmaları tasvip edildi.
Onun için bazı sahabeler ve ilim ehlinden bir çok kişi bu arazilerin
satılmaması gerektiği görüşündeler. Bunların arasında
Ömer, Ali, İbn Abbas, Abdullah b. Ömer, Evzâi ve Mâlik vardır.
Evzâi şöyle dedi: “Müslümanların imamları halen cizye
arazisinin satılmasını yasaklıyorlar. Alimleri de onu kerih
görüyorlar.” El-Şi’bî şunu rivayet etmiştir: “Utbe
b. Fırkad, Fırat kenarından bir araziyi şeker kamışı yetiştirmek
için satın aldı. Bunu Ömer’e bildirdiğinde şöyle dedi:
“Onu kimden aldın?” O dedi ki; “Onu sahiplerinden aldım.”
Muhacirler ve Ensarlar toplandığında dedi ki: “Onların
sahipleri işte bunlardır. Onlardan bir şey satın aldın mı?”
O, “Hayır,” dedi. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Onu
kendisinden satın aldığın kişiye iade et ve sana ait olanı
al.” Cizye arazisinin zimmet ehli tarafından satılmasını
şunun için kerih gördüler: Çünkü o arazilerin kendileri müslümanlar
için haps olunmuştur, dolayısıyla vakıfa benzemektedir, o
da satılmaz. Ayrıca o arazilerin zimmet ehlinden satın alınması,
müslümanı haraç ödeyen konumuna düşürür. Halbuki müslümanlar
haracı “küçülmüşlük” sayarlar. Müslümanların ondan
uzak olmaları gerekir. Onlar şöyle dediler: “Kim haraç
kabul ederse, küçülmüşlüğü ve zilleti kabul etmiştir.”
Ancak bu görüşe sahip olanlardan başka sahabe ve fakihlerden o
arazilerin satılmasında bir sakınca görmeyenler de vardır.
Aynı şekilde bazı sahabeler cizye arazisinden satın almıştır.
Sevri şöyle demiştir: “Zor kullanarak feth olunan ülke
halkının arazilerinde kalmasını İmam onayladığında,
onlar o araziyi miras bırakırlar ve satarlar.” İbn
Seyr’in ve Kurtubî’den de bu doğrultuda görüş rivayet
edilmiştir. Ahmed’den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Satmak kolay geliyorsa, kişi ihtiyacını karşılayanı ve
insanlara muhtaç kılmayanı satın alır.”
Zor/kuvvet kullanılarak fethedilen,üzerindeki halkın haraç vermelerine
karşılık kalmalarına izin verilen arazinin vakıasına dakik
bakıldığında; bu arazinin babalardan oğullarına miras bırakıldığı,
nesilden nesile böyle devam ettiği halde hiçbir sahabe ve müslümanın
eleştirmediği görülür. Bu da haraç arazisinin öşrî
arazi gibi miras bırakıldığına dair kesin delildir. Ancak
haraç arazisinde miras bırakılan, ancak onun daimi/sürekli
menfaatıdır, arazinin bizzat kendisi miras bırakılmaz. Çünkü
o arazi bütün müslümanlara ait bir mülktür. Menfaatine
gelince: Ömer b. el-Hattab, onun sürekli menfaatinin zamanın
sonuna kadar sahiplerinin elinde kalmasına onay vermiştir.
Menfaat, mülk edinilir ve miras bırakılır. Menfaatin sahibi;
onda satmak, rehin/hipotek vermek, vasiyette bulunmak, hibe
etmek gibi bütün tasarruf çeşitleri ile tasarrufta bulunmak
hakkına sahiptir.
Bu bir yöndür. İkincisine gelince: Küçülmüşlük, haraç hakkında
gerçekleşmez. O sadece kelle başına cizyede olur. Çünkü
arazinin haracını; kendisine onu işletip ondan yararlanma
imkanı sağlayan arazinin menfaat mülkiyetinin elinde bırakılmasına
karşılık olarak arazinin sahibi öder. Onun için haraçta küçülmüşlük
ve zillet manaları ortaya çıkmaz. Zira o, menfaat karşılığı
ödenmektedir. Menfaat karşılığı ödenen herhangi bir
malda, küçülmüşlük olmaz. Görmüyor musun! İnsan evde
oturması veya dükkanda ticaret etmesi menfaatine karşılık
kira ücreti ödemektedir ve bunda herhangi bir küçülmüşlük
görülmemektedir. Onun için arazinin haracı, ancak arazinin
menfaatine sahip olmaya karşılıktır, dolayısıyla küçülmüşlük
sayılmaz. Böylelikle haraç arazisini satın alan kimseye
herhangi bir küçülmüşlük atfedilmez.
Üçüncüsüne gelince: Hakkında haraç ödediği fethedilen arazide
kalmasına izin verilen kafirin kendisinin ve neslinin müslüman
olması mümkündür. Onun müslüman olması ile arazinin
menfaatinin mülkiyeti kafirden müslümana geçmiş olur. Böylelikle
haracın ödenmesi de kafirden müslümana geçer. Bu bilfiil
meydana gelmiştir. Zira Irak, Şam, Fars/İran, Mısır ve diğer
fethedilen ülkelerin halkları müslüman olmuştur. Böylece
de müslüman haraç ödeyen olmuştur. Haraç arazisinin
intikali de/geçişi de almak, satmak, hibe etmek, miras yoluyla
fark olmaksızın müslümandan müslümana olmuştur. Müslümanlar
ise eşittirler. Zira bir müslümanın mülkiyeti ile başka
bir müslümanın mülkiyeti arasında bir fark yoktur.
Böylelikle açığa çıkıyor ki; haraç arazisinin mirası veya satın
almak veya hibe veya vasiyet
v.b. yoluyla bir müslümandan başka bir müslümana geçişinde
bir sıkıntı/sakınca yoktur.
Arazinin sıfatı ve ona gerekli olan husus zamanın sonuna kadar devam
eder. Arazinin mülk sahibinin çeşidi ne olursa olsun, mülk
ne kadar çok el değiştirirse değiştirsin bu durum değişmez.
Çünkü onun sıfatı, zor ve kuvvet kullanılarak fethediliş
oluşundandır. Bu sıfat zamanın sonuna kadar devam eder ve değişmez.
O arazinin menfaatinin mülkiyetinin kafirden müslümana geçmesi
de bu sıfatı değiştirmez. Aynı şekilde o arazi üzerine
vacib olan haracı da değiştirmez. Çünkü haraç; halkına
üzerinde kalmasına izin verilen fethedilmiş arazi ile alakalıdır,
mülkle alakalı değil.
Arazinin menfaatine sahip olan kimsenin bu menfaati satması, fiyatını/değerini
istemesi hakkı vardır. Çünkü menfaatler satılırlar ve değerleri
de hak edilir. Hiçbir kimsenin hatta müslümanların
halifesinin dahi bunu sahibinden zorla alma hakkı yoktur. Ebu
Yusuf şöyle dedi: “İmamın zor ve kuvvet kullanarak
fethedip paylaştırmasını uygun görmediği, Ömer b.
el-Hattab’ın (t)
Irak arazisine yaptığı gibi ehlinin elinde kalmasını uygun
gördüğünde o onun olur. O haraç arazisidir. Bundan sonra
onu onlardan alma hakkı yoktur. O arazi, onların miras bıraktıkları,
sattıkları mülk olur. İmam onlara haraç koyar. Irak
arazisinden valilerin kendisine tımar olarak verdikleri her kişiden,
sonra gelen halifelere onu geri almaları helal olmaz. Varis ya
da satın alanın elinde olanı almaz. Fakat vali, bir kimsenin
elinden bir araziyi başka birisine tımar olarak verirse, bu
gasb eden konumundadır. Birisinden gasb edip başkasına vermiş
olmaktadır. İmama bir müslümanın veya anlaşmalının hakkını,
onun üzerinde kendisine ait vacib olan hakkın dışında
insanlardan birisine tımar olarak vermesi helal olmaz ve izinli
değildir. O, onun üzerinde kendisine ait vacib olanı alır...”
Buna binaen devlet, müslümanlar için zorunlu olan bu maslahattan dolayı
haraç arazisinden bir araziyi almaya ihtiyaç duyduğunda,
araziden elde edilen menfaatin mülkiyet değerini o arazinin
sahibine ödemesi vacib olur, arazinin kendi değerini ödemesi
vacib olmaz. Çünkü haraç arazisinin sahibi sadece arazinin
menfaatine sahiptir, kendisine değil. Zira arazinin kendisi müslümanlara
aittir. Onun için devlete, ona sahip olduğunun değerini ödemesi
vacibtir. Onun sahip olduğu ise, ne kadar büyük ya da küçük
olursa olsun menfaattir. O arazi üzerine yapılmış bina ve
dikilmiş ağacın değerini ödememezlik yapmaz. Çünkü aksi
halde sahip olduğu hakkı gasb etmiş sayılır. Zira o, o
arazinin üzerine yaptığı bina ve diktiği ağaçların, üretim
için yerleştirdiği teknik cihazların, daimi menfaatlerin
sahibi olmaktadır. Dolayısıyla bütün bunların değerinin
takdir edilmesi gerekir. Özellikle; arazinin sahibi on binlerce
dinara satın almış olabilir. Halbuki onun üzerinde olan bina
ve ağaçlar o değerde olmadığı durumlarda, sadece o bina ve
ağaçların değerinin ödenmesi ile yetinilmesi, o mal
sahibine zülm olur, hakkının kaybedilmesi olur. Devlet,
sahibinin arazisinde bulunan bütün menfaati ödemez ise, gasb
eden olur. Zira herhangi bir menfaat satıldığında değerinin
tamamen ödenmesi gerekir.
Yukarıda geçen haraç arazisi ile ilgili hükümlerin hepsi, ziraat için hazırlanmış arazi
hakkındadır. Fethedilen ülkelerdeki iskan arazilerine
gelince: Onların hükümleri ziraat arazisi hükümlerinden
farklıdır. Zira iskan
arazilerine haraç yoktur. Onların kendileri de menfaatleri de
mülk edinilir. Bunun delili de Sahabelerin İcmaıdır. Zira müslümanlar
Irak’ı fethettiklerinde Küfe ve Basra’ya ilerleyip oraları
yerleşim birimine çevirdiler. Orayı aralarında paylaştırdılar
ve oralar onların bizzat mülkü oldu. Ömer b. el-Hattab zamanında
onun izniyle oraların hem menfaatine hem de kendisine sahip
oldular. Rasulullah (u)’in ashabı oraları iskan edindiler. Şam, Mısır
ve diğer fethedilen ülkeler de aynı şekildedirler. Buralar için
herhangi bir haraç ödemediler. Bu iskan arazileri herhangi bir
mülk gibi alınıp satılıyordu. Aynı şekilde onlar hakkında
zekat da yoktur. Ancak o araziler ticaret malı haline
getirilirlerse o zaman, ticaret malı zekatı onlar için de geçerli
olur.
Kuvvet ve zor kullanılarak fethedilen arazilerin durumu İmama aittir. İsterse
Rasulullah (u)’in Hayber’i paylaştırması gibi o araziyi paylaştırır.
İsterse o arazinin sahipleri elinde hapsedilmiş olarak terk
edip, o arazi hakkında müslümanlara ait fey olarak haraç
koyar. Bu da Ömer’in Irak’ın, Şam ve Mısır’ın ziraat
arazileri hakkında yaptığı gibi olur. İmam bu hususta müslümanlar
için maslahat olarak uygun gördüğünü yapar.
3-
Sulh arazisine
gelince: O, halkının üzerinde belirli şartlarla kalması
hakkında anlaşma yapılan arazidir. Sözleşmelere vefalı ve
bağlı kalmayı vacib kılan, Allah’ın Kitabı ve Rasulünün
Sünnetinde geçen ayetler ve sarih Hadislere uygun düştüğü
sürece anlaşma şartlarına bağlı ve vefalı olmaları müslümanlara
vacib olmaktadır.
Sulh arazisi, sulh/anlaşma yapılırken hakkında ittifak edilen şartların
çeşitlerine göre çeşitli olur. Bu arazi, anlaşma şartlarına
göre halkı oradan uzaklaştırarak müslümanlara teslim
edilir. Bu, Nadir oğulları yahudilerine yapılan gibidir. Zira
Rasulullah (u) onlarla, onların Medine’den uzaklaştırılmaları,
silah hariç yiyecek ve mallarından devenin taşıdığının
kendilerine ait olması hakkında anlaşma yaptı. Bu arazi,
Allah’ın, Rasulüne fey olarak verdiği hususlardandı. Bu
arazi çeşidinin durumu İmama terk edilmiştir. O arazi hakkında
müslümanlar için maslahat gördüğü şekilde tasarrufta
bulunur.
Bir arazi de; mülkiyetinin üzerindeki halkın elinde kalması hakkında
anlaşma yapılan ve onların orada kalmalarını belirli bir
haraç ödemelerine karşılık onay verdiğimiz arazidir. Bu
arazinin, kendisi ve menfaati anlaşma şartına göre
sahiplerine ait mülk olarak kalır. Onlar o araziyi, sahip
oldukları herhangi bir mal gibi aralarında el değiştirirler.
Onun alım-satımı, vakfedilmesi, hibe edilmesi, miras bırakılması
sahiplerine ait bir haktır. O arazi için, hakkında anlaşılan
haraçtan başka bir şey konulmaz, artırılmaz. Bu haraç
cizye konumundadır. Onun için eğer onların arazisi bir müslümanın
eline geçerse, o müslüman o arazi için haraç ödemez. Çünkü
arazi, haraç arazisi değildir. Aynı şekilde o arazinin
sahipleri müslüman olduklarında, müslüman olan kimseden
cizyenin düşmesi gibi, onlardan da haraç düşer. Bu Hicr ve
Bahreyn arazisi gibidir. İbn Mace, el-‘Al’i el-Hudrimî’den
şunu rivayet etti: “Rasulullah (u) beni Bahreyn ve Hicr’e gönderdi. Ben kardeşlerin
önünde duran duvara geliyordum. Onlardan birisi müslüman
olduğunda, müslümandan öşür alıyordum, müşrikten haraç
alıyordum.” (İbni
Mace) Çünkü Hicr ve Bahreyn,
Eyletül Akabe, Dumetul Cendele ve Ezrûh gibi sulh yoluyla feth
olunmuştur. Bu şehirler, Rasulullah (u)’e cizye ödüyorlardı. Kayseriyye hariç, Şam şehirleri
de aynı şekildedir. Arap Yarımadası beldeleri, Horasân
beldelerinin tamamı ve daha bir çoğu sulh yoluyla feth olunmuştur.
Onun için onlar hakkındaki hüküm sulh/anlaşma arazisi hükmüdür.
Bir başka arazi de; arazinin bize ait olması, belirli bir haraç karşılığı
onların orada kalmaları ve onu işletmelerini kabul etmemiz
hususunda kafirlerle hakkında anlaşma yapılan arazidir. Bu
arazinin hükmü, kuvvet ve zor kullanılarak fethedilen
arazinin hükmüdür, haracı da kuvvet ve zor kullanılarak
fethedilen arazinin haracıdır.
|