5- DÂR'ÜL KÜFÜR VE DÂR'ÜL İSLÂM |
|
“Dâr”, lügatte yer, mesken, ev, belde demektir. Lügatte kabileye de
dâr denilir. Dâr’ül
Harp,
düşman arazisidir, kafirlerin ikamet edip içinde küfürle hükmettikleri
kafirlere ait beldelerin bir harp ülkesi ve küfür ülkesi
olduğu hususunda ihtilaf yoktur. Aynı şekilde müslümanların
ganimet olarak elde edip henüz içinde İslâm’ın hükümlerini
uygulamadıkları çatışma arazisinin –müslümanların eli
altında olsa da- dâr’ül harp/harp ülkesi ve dâr’ül küfür/küfür
ülkesi olduğu hususunda da ihtilaf yoktur. Onun için fakihler
şöyle diyorlar: “Dâr’ül harpte ganimetler paylaştırıldığında
payını alan kimseye o payından satmak ve diğer tasarruflarda
bulunması caiz olur.” Dâr’ül
harp
ve dâr’ül küfür
kelimeleri, düşman beldelerine ve çatışma arazilerine bir
tek mana ile verilen isimlerdir.
Aynı
şekilde içerisinde yaşayan insanları ister müslüman
olsunlar ister zımmi olsunlar, müslümanların yönettikleri
ve İslâm’ın yönetimi altında olan beldelerin Dâr’ül
İslâm/İslâm
ülkesi olduğu hususunda da ihtilaf yoktur. Fakihler şöyle
demişlerdir: “Dâr’ül küfür, içerisinde İslâm’ın hükümlerinin
hakim olması ile dâr’ül İslâm’a dönüşür.”
Ancak fakihler, dâr’ül İslâm’ın ne zaman dâr’ül küfre dönüşeceği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı müçtehitler şöyle demişlerdir:
“Dâr’ül İslâm ancak şu üç şartla dâr’ül küfür
olur:
1-
Onda küfür hükümlerinin hakim olması,
2-
Dâr’ül küfre bitişik/sınır komşusu olmak,
3-
İçerisinde müslümanların emanı olan ilk eman ile emin olan
bir müslüman ve zımminin kalmamasıdır.
Bu söz, bir delile dayanmamaktadır. Bu, dâr/ülke vakıasının vasfıdır.
Görünen o ki; müslümanlarla kafirler arasında savaş olduğunda,
kafirler müslümanlara ait araziyi aldıklarında o arazi üzerinde
savaş devam ettiği sürece, bu durumda dâr’ül İslâm, dâr’ül
küfre dönüşmüş sayılır ve bununla yetinilir.
Bazı müçtehitler de şöyle dediler: “Dâr’ül İslâm, içerisinde
küfür hükümlerinin hakim olması ile dâr’ül küfre dönüşür.”
Bu
sözün manası şudur: “Dâr’ül İslâm”, “Dâr’ül
küfür” sözlerimiz, “dâr” kelimesinin “İslâm” ve
“küfür” kelimelerine terkibinden oluşan isim tamlamalarıdır.
“Dâr”/ülke kelimesi “İslâm’a” veya “küfre”
ancak onda İslâm ya da küfrün hakim olması ile izafe
edilir. Bu da, Cennette “selâm” olduğu için ona “dâr’üs-selâm”,
Cehennemde de bevâr/helak olduğu için “dâr’ül-bevâr”
denilmesi gibi. İslâm’ın ve küfrün hakim olması ise, hükümlerinin
hakim olması ile olur. Dolayısıyla bir dârda/ülkede küfür
hükümleri hakim olunca dâr’ül küfre/küfür ülkesine dönmüş
olur, “dâr’ül küfür” terkibi doğru olur. Bundan dolayı,
başka bir şart olmaksızın içerisinde İslâm’ın hükümlerinin
hakim kılınmasıyla ülke dâr’ül
İslâm’a
döndüğü gibi, içerisinde küfür hükümlerinin hakim olmasıyla
dâr’ül küfre de dönüşür.
Madem
ki mesele, dârın/ülkenin vakıası ile alakalıdır, o halde
ülkenin dâr’ül küfre veya dâr’ül harbe bitişik olması
veya bitişik olmamasının itibarda bir yeri yoktur. Çünkü
İslâmî beldelerin geçici sınırlarının hepsi de dâr’ül
harbe veya dâr’ül küfre bitişiktir. Bununla birlikte
oralar Sahabelerin İcmaı ile dâr’ül
İslâm’dır.
Eğer bu şart olsaydı, dâr’ül İslâm’ın bütün sınırları
dâr’ül küfür olurdu.
Aynı şekilde, dârı/ülkeyi dâr’ül İslâm yapma hususunda emanın
müslümanların emanı olmasının şart sayılmaması,
kafirlerin nüfuzu ve emanına boyun bükmüş İslâm
beldelerinin, İslâm ile yönetildiğinde dâr’ül İslâm
sayılmalarına yol açar. Halbuki orada müslümanlar, müslümanların
emanında değil de kafirlerin emanındadırlar.
Gerçek ise, ülkenin dâr’ül İslâm/İslâm ülkesi ya da dâr’ül
küfür/küfür ülkesi sayılmasında şu iki hususa bakılır:
1-
İslam ile yönetme,
2-
Müslümanların emanı ile yani sultanı/otorite sahibi ile
emana,
Dârda/ülkede
bu iki unsur yani İslâm ile yönetilmesi ve emanın müslümanların
emanı ile yani sultası ile sağlanması gerçekleştiğinde o dâr’ül İslâm’dır/İslâm
ülkesidir. Bu iki unsurun oluşması ile dâr’ül küfür/küfür
ülkesi dâr’ül İslâm’a/İslâm ülkesine dönüşür.
Ancak bu iki unsurdan birisi olmadığında ülke dâr’ül İslâm’a
dönüşmez. Dâr’ül İslâm, İslâm ile yönetilmediğinde
dâr’ül küfür olur, İslâm ile yönetildiği halde emanı/güvenliği
müslümanların emanı yani sultası ile değil de kafirlerin
emanı yani sultası ile sağlandığında da dâr’ül küfür
olur.
Buna binaen, bugün müslümanların bütün ülkeleri, dâr’ül küfürdür.
Çünkü İslâm ile yönetilmiyorlar. Aynı şekilde oraları
kafirler, bir müslümana kendi emanları ve otoriteleri altında
İslâm ile yönettirseler dahi oralar dâr’ül küfür olarak
kalır. Bugün müslümanların ülkelerinin dâr’ül İslâm’a
dönebilmesi için orada İslâm’ın yönetiminin kurulması
ve emanının müslümanların emanı yani sultası ile olması
gerekir.
Buna binaen dârın/ülkenin vakıası, ülkenin yönetim ve yönetiminin
gereklerinden bir cüz olduğu için emana/güvenliğe bakarak
vasıflandırıldığına delâlet etmektedir. Dolayısıyla dâr’ül
İslâm/İslâm ülkesi, İslâm yönetimi veya müslümanların
emanı ile sağlanan emanı kaybettiğinde dâr’ül küfre/küfür
ülkesine dönüşür. Ülkenin dâr’ül İslâm olarak kalmasının
şartı, İslâm ile yönetilmesi ve emanının müslümanların
emanı ile olmasıdır.
Dâr’ül
küfre gelince; o, İslâm ile yönetilmedikçe ve emanı da müslümanların
emanı ile olmadıkça dâr’ül İslâm’a dönüşmez. Zira
bu iki husus gerçekleşmedikçe ülke dâr’ül küfür olarak
kalır. Şu halde İslâm ile
yönetim ve emanın müslümanların
emanı
ile olması, ülkenin dâr’ül
İslâm/İslâm
ülkesi olarak vasıflandırılması bakımından gerekli iki
husustur.
Özetle, dârın/ülkenin dâr’ül İslâm veya dâr’ül küfür olması,
“dâr”ın vakıası ile alakalıdır. Lügatte kabileye “dâr”
ismi verilir. Dâr’ül harp, düşman arazisidir. Dâr’ül
harp-dâr’ül İslâm ve dâr’ül küfür, dâr’ül İslâm
dediğimizde, her ikisiyle de aynı manayı kast ederiz. Zira müslümanlar,
insanlar Lâ ilahe illallah diyesiye kadar ya da İslâm hükümlerine
boyun bükesiye kadar harp etmekle yani savaşmakla emrolunmuşlardır.
Kafir olarak kalsalar da İslâm’ın hükümlerine boyun bükerlerse,
onlara karşı savaş durdurulur, İslâm’ın yönetimi altına
girmezlerse onlarla savaşılır. Zira onlarla savaşmanın
sebebi, davete icabet etmeyen kafirler oluşlarıdır. Savaşın
durdurulmasının sebebi de İslâm ile yönetilmeyi kabul
etmeleridir. Kafirler olarak kalsalar da İslâm ile yönetildiklerinde,
savaşın durdurulmasının ve harbin/ savaşın sona
erdirilmesinin vacib oluşunun sebebi oluşmuş olur. Bu da, ülkelerini
dâr’ül harpten
dâr’ül İslâm’a dönüştürenin onların İslâm
ile yönetilmeleri olduğuna delâlet etmektedir. Zira
harbin/savaşın devam etmesi ya da durdurulmasının kendisine
bağlı olduğu husus, İslâm
ile yönetim
olmaktadır. Bu da; ülkenin dâr’ül İslâm ya da dâr’ül
küfür olmasını tayin eden/belirleyen vasfın İslâm ile yönetim
olduğuna delâlet etmektedir. Onun yönetim olmasının manası;
iç ve dış emanın kendisi ile olduğu sultan/otorite sahibi
olması yani İslâmî sulta/otorite olmasıdır. Aksi halde, yönetim
olarak ayırt edici vasfını kaybetmiş olur. Buna binaen İslâm
ile yönetim ve onun gereklerinden bir gerek olan emanı, ikisi
ülkenin dâr’ül İslâm ve dâr’ül küfür olması vasfını
belirlemektedir.
Buna başka bir delil de; halife yani devletin reisi, küfür hükümleri
ile yöneterek İslâm ile yönetmediğinde, İslâm ile yönetesiye
kadar onunla savaşmaları müslümanlara farz olmaktadır. Aynı
şekilde müslümanlar İslâm’ın hükümlerini terk
ettiklerinde, İslâm’ın hükümlerine tekrar dönesiye kadar
onlarla savaşması İmama farz olur. Bu da İslâm ile yönetmenin
müslümanlar da olsa, İslâm ile yönetmeyen ile savaşmayı
gerekli kılan olduğu hususunda sarih/gayet açık bir
husustur. Bu da bir ülkenin dâr’ül harp olduğunun kendisi
ile bilindiği alamete delâlet etmektedir.
Dâr’ül küfür ve dâr’ül harp aynı manaya gelmektedir. Ancak dâr/ülke
belirli bir tamlanana tamlanması onun vasfını oluşturmaktadır.
O vasıf da yönetimin vasfıdır. Aynı şekilde dâr’ül İslâm
da ancak ülkenin yönetimi ile vasıflanır. Ayrıca fethedilen
ülkeler, halkları kafir olarak kalsalar da İslâm ile yönetildiklerinde,
kesinlikle dâr’ül İslâm olurlar.
|