6- MÜ’MİNLERİN KAFİRLERİ VELİ/DOST EDİNMELERİ


Allahu Teâlâ şöyle dedi:

لا يَتَّخِذْ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنْ اللَّهِ فِي شَيْءٍ إِلا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمْ اللَّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ “Mü’minler mü’minler dışında kafirleri veli/dost ve yardımcı edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur. Ancak onlardan sakınmanız müstesnadır. Allah sizi kendisiyle sakındırır. Dönüş Allah’adır.”[1]

Yakub, تقاة –kelimesini hemzesiz okuyarak  تَقيةً –“takıyyeten” şeklinde okumuştur. Bu, hasen/sahih ile garip arası bir okuyuştur. Mücahid ve diğerleri  تقاة –“tukâtan” şeklinde okumuştur. El-Kâmus el-Muhit de تقية –kelimesinin “korunma, sakınma” manası olduğu bildirilmiştir.

Ayetteki bu nass, ayetin konusunu belirlemektedir.  تقية –kelimesinin bu lügat manası, bu kelimenin bu ayetteki anlamını belirlemektedir. Çünkü bu kelime için şer'î bir mana tespit edilmemiştir. Dolayısıyla onun tefsirinin lügat manası ile olması gerekmektedir. Sadece bu esasa binaen, bütüncül ve detaylı olarak anlaşılır.

Ayetin nüzul sebebi hakkında bir takım hadislere gelince, eğer onlar sahih iseler, ayette geçen hususun detaylarına/ayrıntılarına dikkat çekmektedirler, fakat ayetin konusunu ve ayetin dil ve şeriatın delaletlerine göre cümlelerin manalarını değiştirmezler.

Ayetin cümlelerindeki açık konusu, mü’minlerin kafirlere velayetidir, yani dostluklarıdır. Zira nass şudur: لا يَتَّخِذْ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ “Mü’minler mü’minler dışında kafirleri veli/dost ve yardımcı edinmesinler.”[2]

Bir ayet veya bir hadis, belirli bir konu hakkında geldiğinde bu konuya has olur, başkasını kapsamaz. Dolayısıyla konu, ayetin kendisini kesin bir şekilde nehyederek hakkında gelmiş olduğu, mü’minlerin kafirleri veli edinmeleri meselesidir. Bu, bu konu hakkında gelmiş olan tek ayet değildir. Bu konu hakkında birkaç ayet daha gelmiştir. Allahu Teâlâ’nın şu sözleri gibi:

بَشِّرْ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (138) الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ “Münafıklara, kendilerine elem verici bir azap olduğunu müjdele. Onlar iman edenleri bırakıp da kafirleri veli/dost ve yardımcı edinirler.”[3]

 يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لا تَتَّخِذُوا الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kafirleri veli/dost ve yardımcı edinmeyin.”[4]

 لا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ يُوَادُّونَ Allah ve Ahiret gününe iman eden bir topluluğun Allah ve Rasulüne karşı gelenlere sevgi beslediğini görmezsin.[5]

 لا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ “Yahudi ve Hıristiyanları veli/dost ve yardımcı edinmeyin.[6]

 يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاءَ “Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları veli/dost ve yardımcı edinmeyin.”[7]  v.b.

Dolayısıyla konu, mü’minlerin kafirlere velayeti konusudur. Ayetin diğer kısımları konuya ait ayrıntıdır. Zira Allahu Teâlâ, mü’minlere kafirleri kendilerine ve/dost ve yardımcı edinmelerini nehyetmiştir. Bu nehye kesinlik ifade eden ibareler eşlik etmiştir. Kim onu yaparsa yani kafirleri veli edinirse Allah’ın ondan uzak olduğu bildirilmiştir. Sonra bu kesin nehiyden/yasaktan bir tek hal/durum istisna kılınmıştır. O da, mü’minin kafirden eziyet/sıkıntı görmekten kaygı duymasıdır. Bu durumda, bu eziyeti defetmek için kafiri dost edinmesi ona caiz olmaktadır. Bu, eli kolu bağlı/çaresiz olarak kafirin sultası/otoritesi altında olduğunda söz konusudur. Yani kafirden çekinmek, onu dost edinmeyi caiz kılmaktadır. Çekinme/kaygı gittiğinde dost edinmek haram olur.

Buna binaen, mesele asıl olanı gizleyerek veli/dost edinir görüntüsü vermek değildir. Bilakis mesele; kafiri kendisine veli/dost ve yardımcı edinmenin genel haram oluşundan, mü’minin eli kolu bağlı/çaresiz olduğunda kafirden çekinmesi halinin istisna edilmesidir.

Ayetin manası şu olmaktadır: Kafirleri kendilerine veli edinmekten, onlardan yardım istemekten, onlara sığınmaktan, onlarla kendileri arasında bir muhabbet/sevgi olacak şekilde onları dost edinmekten mü’minlerin kesin olarak nehyedilmeleridir.

Dolayısıyla, mü’minleri bırakıp kafirleri veli edinmeleri mü’minlere haram kılınmıştır. Sonra bunda bir tek durum istisna edilmiştir. O da, onların otoriteleri altında olduklarında onlardan korkunun var olması halinde söz konusudur. Zira o zaman onların kötülüğünü ve eziyetini uzaklaştırmak için onlara sevgi ve dostluk görüntüsü vermek caiz olur. Yani onların yönetimi altında olduklarında, onlardan korkunun var olması halinde kafirleri veli yani dost edinmeleri müslümanlara caiz olur. Bu halin dışında kesinlikle caiz olmaz. Bu sadece mü’minlerle birlikte olan kafirlerle ilgilidir. Zira ayet, Mekke’deki müşriklerle alakaları olan mü’minlerin durumu hakkında inmiştir. Zira ayet, Medine’de olanlara Mekke’deki müşrikleri veli edinmeyi nehyetmektedir/ yasaklamaktadır ve bütün mü’minleri nehyetmektedir. Bu nehiyden Mekke’deki mü’minleri istisna etmektedir/bu nehyin dışında bırakmaktadır. Zira onlar, elleri kolları bağlı idiler yani o müşriklerin otoriteleri altında idiler. Dolayısıyla ayet, onları kafirlerin eziyetinden kendilerinde korkunun olması durumundan dolayı istisna etmiştir.

İşte ayetin konusu budur, manası budur ve ondan istinbat edilen şer'î hüküm budur. O da yardım, dostluk, yardım istemek v.b. veli edinmenin bütün çeşitleri ile kafirleri veli edinmenin haram kılınmasıdır. Çünkü ayetteki  اولياء –veliler, kelimesi genel olarak geldi. Dolayısıyla bütün manalarını kapsamaktadır. Onları veli edinmenin caiz oluşu ise; onlardan çekinme/sakınmaları halindedir. Yani kafirler mü’minlere galip geldiğinde, Mekke’de müşriklerle birlikte yaşayan müslümanların durumu gibi müslümanların tamamen elleri kolları bağlı/çaresiz olduklarında, kafirlerin eziyet ve şiddetli zulmünden korkunun olduğu durumdadır. Ayetin başka bir manası yoktur. Ondan bu hükümden başka herhangi bir hüküm de istinbat edilmez.

Bazılarının şu sözüne gelince: “التقية –“Takıyye” müslümanın, kendisine eziyet etmesinden çekindiği/ sakındığı ya da hakikatinin kendisinde olanın bilinmesinden dolayı kendisinden korktuğu herhangi bir insanın önünde gizlediğinin zıttı görüntüsünü vermesidir. O kendisinden sakınılan ve korkulan insan ister kafir olsun ister müslüman olsun fark etmez.”

Bu söz, apaçık yanlıştır. Ayet hiçbir şekilde buna delâlet etmemektedir. Çünkü  إلا أن تتقوا منهم تقاة “Onlardan sakınmanız hali müstesna” sözünün manası, kendisinden sakınılan bir şeyden dolayı onlardan sakınmanız hali müstesna demektir. Zira  التقية التيء تقية “Bir şeyden takıyye ederek sakındım” sözünün manası; o şeyden sakındım demektir.  التقاة –“Tukâte” ve  التقية –“Takıyyete” aynı anlamdadır. Bu; mü’minlerin, mü’minleri bırakıp kafirleri veli edinmelerinin nehyedilmesinden istisna edilen haldir ve bu istisna, istisna edilen hususa hastır.

Buna binaen müslümanın, küfürle yöneten fasık zalim yöneticiye, eziyetinden korkarak sevgi göstermesi haramdır. Aynı şekilde, görüşte kendisine muhalif olan müslümana buğzunu gizleyerek sevgi göstermesi de müslümana haramdır. Kafir ya da zalim fasık birisi önünde İslâm’a bağlı olmama, ona özen göstermeme görüntüsü vermek de caiz olmaz. Zira bunun ve benzerlerinin hepsi de şeriatın müslümanlara haram kılmış olduğu nifaktır/iki yüzlülüktür. Zira إلا أن تتقوا منهم تقاة “Onlardan sakınmanız hali müstesna” sözünün konusu, Mekke’de müşriklerin arasındaki müslümanların halinin vakısaı ile sınırlıdır. Yani müslümanların kafirlerin otoritesi altında olup onların otoritelerini ortadan kaldırmaya güçlerinin yetmediği hal ile yani çaresiz oldukları hal ile sınırlıdır. Dolayısıyla kendilerinden sakınılan bir hususun kendilerine gelmesinden sakınarak kafirleri veli edinmeleri müslümanlara caiz olmaktadır. Bu kendisinden sakınılan husus ister canlarına, ister mallarına, ister ırzlarına/namuslarına ister ise maslahatlarına gelmesi söz konusu olsun fark etmez. Sadece bu hal/durumda mü’minlerin dışında kafirleri veli edinmek caiz olur. Bu halin içine giren her hususta kafirleri veli edinmeleri müslümanlara caiz olur. Bunun dışında caiz olmaz. Şu halde mesele; içerisinde kafirleri veli edinmelerinin müslümanlara caiz olduğu halin/durumun açıklanması meselesidir. O hal ise; müslümanların, kafirlerin otoritesi yani yönetimi altında olmalarından dolayı kafirlerin önünde elleri kolları bağlı/çaresiz olmalarıdır. Başkası kesinlikle değildir.

Muhammed b. Cerir el-Taberi tefsirinde şöyle dedi: “لا يَتَّخِذْ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنْ اللَّهِ فِي شَيْءٍ إِلا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً “Mü’minler mü’minler dışında kafirleri veli/dost ve yardımcı edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur. Ancak onlardan sakınmanız müstesnadır.”[8] Bu ayetin te’vili/açıklanması hakkında şunlar söylenmiştir:

- Ebu Ca’fer şöyle demiştir: Bu, Allah Azze ve Celle tarafından, kafirleri destekçi, yardımcı, koruyucu edinmekten mü’minlere nehiydir. Zira  يتخذ  -kelimesinin son harekesi kesredir. Bu ise nehiyde müzâri fiile cezim konulması ile ilgilidir. Çünkü  ذ –zâl harfinin harekesi aslında cezimdir/sükundur. Cezim ise geçiş halinde kesreli okunur. Bunun manası şöyle olur: “Ey mü’minler! Kafirleri destekçi, yardımcı, koruyucu edinmeyin, dinlerine rağmen onları dost edinmeyin, mü’minlerin dışında onlara müslümanlara karşı destek vermeyin. Bunu kim yaparsa, o Allah’tan bir şey üzere değildir. Yani bunu yapmasıyla Allah’tan uzaklaşmış olur. Dininden çıkıp küfre girmesinden dolayı Allah ondan uzaktır.”  إلا أن تتقوا منهم تقاة “Onlardan sakınmanız hali müstesna” Yani onların yönetimi altında olup canlarınız hakkında onlardan korkmanız hali müstesnadır. Bu durumda onlara karşı içinizde düşmanlık besleyerek dillerinizle dostluk görüntüsü verin, küfürden bir hususta onları izlemeyiniz/onlara uymayınız. Bir müslümana karşı onlara destek vermeyin, şu hususlardan dolayı:

* 6825_  Bana el-Müsni anlattı. Dedi ki: Abdullah b. Sâlih dedi ki: Bana Muaviye b. Sâlih Ali’den o da İbni Abbas’tan şu sözünü rivayet ederek anlattı: لا يَتَّخِذْ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ “Mü’minler mü’minler dışında kafirleri veli/dost ve yardımcı edinmesinler.”[9] Ancak kafirler galip/hakim olmaları hali müstesnadır. Bu durumda mü’minler onlara nezaket gösterirler, fakat dinde onlara muhalefet ederler. Bu,  إلا أن تتقوا منهم تقاة “Onlardan sakınmanız hali müstesna” sözünün manasıdır. Sonra şöyle diyordu:

* 6837_ Hasan b. Yahya bize anlattı. Dedi ki: Abdurrezzak bize haber verdi. Dedi ki: Bize, Muammer Katâde’den; لا يَتَّخِذْ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ “Mü’minler mü’minler dışında kafirleri veli/dost ve yardımcı edinmesinler.”[10] sözü hakkında rivayetle şöyle dediğini haber verdi: “Mü’mine, dini hakkında kafiri veli edinmesi helal olmaz.”  إلا أن تتقوا منهم تقاة “Onlardan sakınmanız hali müstesna” sözü hakkında da şöyle dedi: “Onunla senin aranda akrabalığın olması, ondan dolayı onunla alaka kurmandır.”

Ebu Câ’fer şöyle dedi: Katâde’nin sadece kendisine ait te’vilinde/açıklamasında söylediği budur. Ayetin zâhirine sadece kafirlerden sakınmalarının istisna kılınması vardır. Bu sözün baskın manası; mü’minlerin kafirlerden korkması” manası vardır. Dolayısıyla Allah’ın bu ayette zikrettiği “takıyye” sadece kafirlere karşı takıyyedir/sakınmadır, başkalarına karşı değil. Katâde bunda şu manaya yönelmiştir: “Onlarla sizin aranızda akrabalığın olması halinde onlarla akrabalık bağı hususunda Allah’tan sakının. Dolayısıyla onlarla akrabalık bağını kurun.” Bu, o sözün baskın manası değildir. Kur’an’da te’vil, Arapların aralarında kullanılan sözün bilinen zâhir manasındaki baskın manaya binaen olur.” Taberi’nin sözü burada sona erdi.

Ebu Ali el-Fadl b. el-Hasan el-Tabrasî, Mecmu’ul Beyân Fi Tefsir il-Kur’an isimli kitabında, yukarıda geçen Ali İmran: 28 ayeti hakkında şöyle dedi:

“Yakub  تقاة –kelimesini hemzesiz okuyarak  تقية –“Takıyyeten” şeklinde okumuştur. Bu hasen kıraattır. Mücahid ve diğerleri  تقاة –“Tukâten” şeklinde okumuştur... Dünya ve Ahiretin sahibi, aziz ve zelil kılmaya kadir olan Allahu Subhânehu, yanında ve kafir düşmanlarının dışında mü’min dostları yanında olana rağbet/istek olması için yanlarında izzetlenmenin olmadığı ve düşmanlıklarından dolayı da zilletlenmenin olmadığı kimseleri veli edinmekten mü’minleri nehyini açıklarken şöyle dedi: لا يَتَّخِذْ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ “Mü’minler mü’minler dışında kafirleri veli/dost ve yardımcı edinmesinler.”[11] Yani mü’minlere kafirleri kendilerine veli edinmeleri, onlardan yardım istemeleri, onlara sığınmaları ve onlara muhabbet/sevgi gösterisinde bulunmaları yakışık olmaz. Bunu yapmamalıdır. Bu nehiy Kur’an’da birkaç yerde de geçmektedir. Şu ayetlerde olduğu gibi:

 لا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ يُوَادُّونَ Allah ve Ahiret gününe iman eden bir topluluğun Allah ve Rasulüne karşı gelenlere sevgi beslediğini görmezsin.[12]

 لا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ “Yahudi ve Hıristiyanları veli/dost ve yardımcı edinmeyin.[13]

 يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاءَ “Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları veli/dost ve yardımcı edinmeyin.”[14]

لا يَتَّخِذْ الْمُؤْمِنُونَ “Mü’minlerin dışında.” (Ali İmran 28) Bunun manası, veli edinmek/dost yardımcı edinmek mü’minlerle beraber olması gerekir demektir. Bu ise, kafirleri veli edinmekten ve mü’minlere karşı onlara yardımcı olmaktan nehiydir. Denildi ki; kafirlere karşı nazik olmaktan/dostluktan nehiydir.

İbni Abbas’tan şu rivayet edilmiştir: “الأولياء –“evliyâ” kelimesi  الولي –“veli” kelimesinin çoğuludur. O ise; işinden hoşnut olduğu kimseye yardım ve destek verilmesini emreden kimsedir. Bu ise iki yönde cereyan eder. Birisi; destekle yardım eden, diğeri ise, yardım alandır. Halbuki Allahu Teâlâ şöyle dedi: اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا “İman edenlerin velisi Allah’tır.[15] Bunun manası, onlara yardım eden ve destek veren denir. Denilir ki; mü’minler de Allah’ın velisidir. Yani Allah’ın yardımı ile yardım görendir, demektir.

وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ “Kim onu yaparsa.”[16] Sözüne gelince; Yani “Kim mü’minlerin dışında kafirleri veli edinirse” demektir. Yani; “O Allah’ın velilerinden/ dostlarından değildir. Allah da ondan uzaktır.” demektir. Denildi ki; “O Allah’ın velayetinden bir şey üzere değildir.”

Daha sonra istisna edip şöyle dedi: إِلا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً “Onlardan sakınmanız hali müstesna.”[17] Bunun manası; Kafirlerin galip, mü’minlerin mağlup olması halidir. Mü’min eğer onlara uyum gösterisinde bulunmaz ve onlarla birlikte uyumlu yaşamazsa onları ürkütür. O zaman onlardan sakınarak ve ona itikat etmeksizin kendisinden onların şerrini defederek onlara sevgi ve sıcak kanlılık göstermesi ona caiz olur. Bu ayette, can hakkında korku olduğunda dinde takıyye/sakınarak gizlemenin caiz olduğuna dair delâlet vardır. Dostlarımız, “zaruret durumunda her hususta takıyye caizdir” dediler. Bazen nezaket ve iyi davranış gösterisinde bulunmak vacib olur. Dinde fesad çıkarmak olduğunu bilmediği ya da zannı galibinin olmadığı halde mü’minin öldürülmesi hakkındaki fiillerden yapması caiz olmaz. El-Mufid dedi ki: “O bazen farz olduğu halde vacib olur, bazen farz olduğu halde caiz olur, bazen de vacib olmadığı halde caiz olur. Bir zaman terk edilmesinden efdal olur, bazen de terk edilmesi efdal olur. Bu, eğer faili/yapanı; mazeretli, affedilmiş ve onu/takıyyeyi kınamayı terk etmesi ile ödüllendirilmiş olması halinde söz konusudur.” Şeyh Ebu Ca’fer el-Tûsî şöyle dedi: “Rivayetlerin zahiri, onun/takıyyenin can korkusu olduğunda vacib olduğuna delâlet etmektedir.” Rivayet edilmiştir ki; o mü’min kişinin yanındaki hakkı açık söylemesinin caizliği hakkında ruhsattır. Hasan şunu rivayet etti: “Museylemet ül-Kezzâb, Rasulullah (u)’in sahabelerinden iki adamı ele geçirdi. Onlardan birisine; Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şahitlik ediyor musun? dedi. Dedi ki: Evet. O da dedi ki: O halde şimdi benim Allah’ın Rasulü olduğuma şahitlik ediyor musun? O dedi ki: Evet. Sonra Museylemet ül-Kezzâb diğerini çağırttı. Ona da; Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şahitlik ediyor musun? dedi. O; Evet, dedi. Sonra; Benim Allah’ın Rasulü olduğuma şahitlik eder misin? dedi. O ise; Ben sağırım, dedi. Museylemet ül-Kezzâb üç kere aynı soruyu sordu. O her seferinde ilk cevap verdiği gibi aynı cevabı verdi. Bunun üzerine boynu vuruldu. Bu haber Rasulullah (u)’e ulaştığında şöyle dedi: “O öldürülene gelince, o içtenlik ve kesinlik üzerinde fazileti alarak gitti. Ne hoş ona. Ötekine gelince, o da Allah’ın ruhsatını kabul etti. Dolayısıyla ona bir sorumluluk yoktur.” Buna binaen takıyye, ruhsat olmaktadır. Hakkı açığa vurmak ise, fazilet olmaktadır.” El-Tabrasi’nin sözü burada sona erdi.

Buna binaen yukarıda zikredilen iki müfessirin yani farklı iki mezhepten olan el-Taberi ve el-Tabrasi’nin sözlerinden o ikisinin ayetin manasının şerhinde/ açıklamasında ittifak ettikleri açığa çıkmaktadır. Yukarıda da geçtiği gibi, onların ittifak ettikleri mana şudur: Ayet, mü’minlerin kafirleri veli edinmelerini yasaklamaktadır. Mü’minlerin kafirlerin eziyetlerinden korkmaları halini bu yasaktan istisna kılmaktadır.

- El-Taberi’nin şu sözüne bakın: “Onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Yani onların otoritesi altında olmanız, onlardan canlarınız hususunda korkmanız dolayısıyla onlara dillerinizle dostluk görüntüsü vermeniz hali müstesnadır.”

- El-Tabrasi’nin şu sözüne bakın: “Sonra da, “Onlardan sakınmanız hali müstesna” diyerek istisna etmiştir. Bu, şu demektir: Kafirler galip, mü’minler mağlup olmaları hali müstesnadır. Zira o durumda mü’min onlara uyum ve onlarla birlikte yaşamda iyi davranışta bulunmazsa onları ürkütür. O zaman can korkusundan ve onlardan sakındığından dolayı onlara diliyle sevgi ve uyum göstermesi mü’mine caiz olur.”

Dolayısıyla o iki müfessir, mü’minlere kafirleri veli edinmelerinin yasaklanmasından istisna edilen konu hakkında ve o konunun onunla sınırlı olması hususunda ittifak etmiştirler. Ancak el-Tabrasi, bunun hemen ardından o konunun dışına çıkıp ayeti can korkusu durumunda din hakkında takıyyenin caiz olduğuna delil yapmıştır. Bu ayette yoktur. Çünkü ayetin konusu; mü’minlerin kafirleri veli edinmekten nehyedilmeleri ve kaifrlerin mü’minlere galip olduklarında mü’minlerin kafirlerden korkmaları halinin, bu halde onları veli edinmelerini caiz kılarak istisna edilmesidir. Din hakkında takıyye konusu değildir. Ve bu can korkusuna da has değildir. Çünkü buradaki söz konusu istisna geneldir. إِلا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً “Onlardan sakınmanız hali müstesna.” Yani, “Kendisinden sakınılan bir hususta onlardan sakınmanız hali müstesna” demektir.

El-Keşşâf isimli kitabında el-Zamahşerî şöyle dedi: “Kendisinden sakınılması vacib olan/gerekli olan bir hususta onlardan korkmanız hali müstesna.”

Dolayısıyla, sakınılması gereken her hususta yani kendisinden çekinilen her hususta onları veli edinmek caiz olur. Bu ise; can, mal, namus ve maslahat hususundaki her konuyu kapsayan genel bir sakınmadır. Onun için bu ayetin din hakkında takıyyeye delil yapılması, konunun dışına çıkmak olur. Ayeti sadece can korkusu haline has kılmak da tahsis eden olmaksızın tahsis yapmak olur. Ayrıca bu, sadece iman ve küfürle alakalı başka bir konu olmaktadır. O da bu ayetle değil başka bir ayetle alakalıdır.

El-Tabrasi’nin şu sözüne gelince: “Dostlarımız zaruret halindeki her meselede takıyye caizdir, dediler.” Sonra da, bazen vacib olan bazen de vacib olmayan hususlarla ilgili olarak söylemiş olduğu sözleri el-Mufid’den nakletti.

El-Tabrasi’nin bu sözü, herhangi bir delilden yoksun bir sözdür. Çünkü ayet kesinlikle buna delâlet etmemektedir. Hatta el-Tabrasi’nin kendi tefsirine göre de delâlet etmemektedir. O, bu sözüne o ayetten başka ne Kitaptan ne Sünnetten ne de Sahabelerin İcmaından bir delil getirmiştir. Onun için bu söz red olunur ve itibar derecesinden düşer.

Şöyle denilmez: “Kendisinden çekinilmesi, korkulması halinde kafirin dost edinilmesi caiz olduğuna göre, kuvvet/şiddet sahibi zalim ya da fasık yöneticiyi kandırmak evlâ babından olur.”

Böyle denilmez. Çünkü evlâ babından olan, hitabın konusudur/anlamıdır/mefhumudur. Bu ise ondan değildir ve onunla bir bağ kurulmaz. Zira o, Allahu Teâlâ’nın şu sözleri cinsinden değildir:

وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُمْ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِدِينَارٍ لا يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ “Ehli kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bırakırsan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bırakırsan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez.”[18]

Çünkü fasık, ne kafir babındandır ne de cinsindendir. Çünkü bu ayette yasaklanan veli edinme, mü’minlerin dışında kafirleri veli edinmektir. Kuvvet sahibi zalim ve fasık yönetici ise mü’minlerdendir. Onun tarafından yapılan zulüm ve onun büründüğü fısk kendisinden iman sıfatını nehyetmez/yok etmez. Bunun için bu konu, evlâ babından bir bahse dahil olmaz. Bundan dolayı kendisi ile delil getirilmesi için ona evlâ babı öne sürülmez.

Ayrıca, kuvvet sahibi zalim ve fasık yöneticiyi güven halinde de korku halinde de fark etmeksizin veli/dost ve yardımcı edinmek caizdir. Çünkü o mü’mindir. Mü’minlerin veli edinilmesi ise kesinlikle caizdir. Çünkü;  من دون المؤمنين “mü’minlerin dışında” tabirinde  المؤمنين –“mü’minler” sözü, bütün mü’minleri kapsayan genel bir sözdür. Zalim ya da fasık yöneticiyi veli edinmenin yasaklanması ya da fasıkları ve facirleri veli edinmeyi yasaklayan bir nass gelmedi. Bilakis nasslar, kafirleri veli edinmeyi yasaklamaya hastır. Üstelik zalim yöneticiye ma’siyet/Allah’a isyan dışında itaat etmek vacibtir, onun bayrağı altında cihad etmek vacibtir. Namaz imamı fasık da olsa, arkasında bütün namazları kılmak caizdir. Bu, onları veli edinmenin caiz oluşuna delâlet eden hususların en önemlilerindendir. Bu yöneticiler hakkında nehyedilen sadece yöneticinin zulmüne ve fasıkın fıskına rıza göstermektir. Buna binaen onların “takıyye” olarak isimlendirdikleri yok olmaktadır. O da; kuvvet sahibi fasık ya da zalim yönetici önünde mü’minin gizlediğinin aksini göstermesi ya da düşüncenin aksini göstermesidir. v.b. Bu yapılması haram kılınmaktadır. Çünkü bu nifaktır/iki yüzlülüktür. İki yüzlülük ise tamamen haramdır.

Buna ilave olarak:

1- Zulmü hakkında zalim yöneticinin muhasebe edilmesi farzdır. Mal veya maslahatlar hususunda ya da eziyet görmek hususunda yöneticiden korkarak bu farzın terk edilmesi helal olmaz. Bu hususta takıyye helal değildir.

2- İslâm ile yönetiliyor iken, kendisinde açık küfür gördüğünde o yöneticiye savaş ilan etmek de farzdır. Bu farzı yerine getirmekten geri kalmak haram olur.

3- Zulüm ve fısk ehlinden yöneticiye ve başkalarına marufu emretmek ve münkeri nehyetmeyi Allah müslümanlar üzerine vacib kılmıştır.

Bu hususlar, “takıyye” hakkında yukarıda zikredilen sözü nefyetmektedirler ve o söz ile tamamen tezat teşkil etmektedirler. Çünkü zalim yöneticiye ve fasıka karşı susmayı kesinlikle haram kılmaktadırlar. Takıyye ise; buna susmayı bazı zamanlar vacib kılmakta, bazı zamanlar mendub kılmakta bir başka zamanlarda caiz kılmaktadır. Bu da; marufu emretmek ve münkeri nehyetmek ayetleri ile çelişmektedir. Zalim veya fasık olduklarında yöneticileri, emirleri ve imamları yermek/kınamak hakkında gelen sahih hadisler ile çelişmektedir. Onları işlerinde muhasebe etmenin vacib oluşu hakkında gelen hadislerle çelişmektedir. Kınayanın kınamasına aldırmaksızın hakkı bütün çıplaklığı ile söylemenin vacib oluşu ile ters düşmektedir. Onun için zalim ya da fasık yöneticiye veya facirlerden tasallutta bulunan güçlü kişilere veya düşüncede size ters düşen kimseye karşı takıyye yapmakla çelişen ve aksi ile amel etmeyi vacib kılan ayetlerin ve sahih hadislerin gelmiş olması da, takıyyenin haram oluşunu te’kid eden hususlardandır. Bu hususta “takıyye” nifak olmasına ilaveten, yapması müslümanlara helal değildir.

Şu ayetle ilgili meseleye gelince: إِلا مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإيمَانِ “Kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan başka.”[19]

Bazı müfessirler, bu ayeti, إِلا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً “Onlardan sakınmanız hali müstesna.”[20] ayeti ile irtibatlandırıp onun babından saymaktadırlar. Bunu imanın gizlenip küfür görüntüsü verilmesini veli edinme babına dahil etmeye delil getirmektedirler. Dolayısıyla bu ayeti “takıyye” olarak isimlendirdikleri hususa dahil ederler. Bazıları da bu ayeti, veli edinmenin sadece ölüm korkusu halinde caiz olduğuna, onun dışında caiz olmadığına delil getiriyorlar.

Bu açık bir hatadır. Çünkü Nahl: 106 ayeti başka bir haldir ve başka bir konudur. Çünkü bu ayetin konusu, zanni olarak değil de kesin olarak baş başa kalındığında ölümden korkmanın varlığı halinde İslâm’dan irtad/dışarı çıkmadır. Ali İmran: 28 ayetinin konusu ise, kafirleri veli edinmenin bütün çeşitleri ile nehyedilmesi/ yasaklanmasıdır. Bu veli edinmenin kendisinden çekinilen bir durumun varlığı halinde caiz oluşunun istisna kılınmasıdır. Bu ister can korkusu, ister mal korkusu, ister ise maslahat hakkında korku olsun ya da herhangi bir eziyetin varlığı söz konusu olsun fark etmez.

Bu iki ayetin halleri ve konuları arasında fark vardır. Dolayısıyla birisi diğerine dahil edilmez. Konu ve halin farklı olmasından dolayı bu iki ayet birbiri ile ilişkilendirilemez. Zira müslümana, eli kolu bağlı/çaresiz olarak kafirlerin otoritesi altındayken, onları kandırarak görünüşte İslâm’dan irtidad etmesi/çıkması caiz olmaz. Bilakis dininin hükümlerini yapamadığında hicretmesi ona vacib olur. Bu, o kafirleri veli/dost edinmekten başkadır. Zira o, o halde caizdir. Fakat müslüman, kesin bir ölümden dolayı can korkusuna düştüğünde, küfre zorlanırsa, bu durumda imanı gizleyerek küfür görüntüsü vermesi ona caiz olur. Onun dışında caiz olmaz. Çünkü ayetin nassı şöyledir: مَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ مِنْ بَعْدِ إِيمَانِهِ إِلا مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإيمَانِ “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkar ederse, -kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan başka-.[21]

Dolayısıyla konu, imandan sonra küfür konusudur. Yani İslâm’dan irtad/dışarı çıkma konusudur. Hal/durum ise, ölümden korkma halidir. Bu, fakihlerin “ikrah ul-mulcî”/”çaresiz bırakan zorlama” dedikleridir. Zorlanan kimse hakkında hükmün içerisinde kaldırıldığı bütün hallerde, şeriata göre muteber ikrah/zorlama sadece bu zorlamadır. Dolayısıyla şeriata göre istisna edilen ikrah/zorlama ikrah ul-mulcîdir. O da kesin olarak ölüm korkusunun olduğu haldir.

Ayetin ölüm korkusu ile irtidad eden/dinden dışarı çıkan müslümanlar hakkında inmiş olması da bu durumu teyid etmektedir. Nitekim bu ayetin Ammar b. Yasir hakkında indirildiği rivayet edilmiştir. El-Taberi şöyle dedi:

“Muhammed b. Sa’ad bana anlattı. Dedi ki: Bana babam anlattı. Dedi ki: Bana amcam anlattı. Dedi ki: Bana babam babasından o da İbni Abbas’tan (Nahl-106) ayeti hakkında şöyle dediğini anlattı: Müşrikler Ammar b. Yasir’i ele geçirip ona işkence ettiler. Sonra onu terk ettiler. Daha sonra da Rasulullah (u)’e başvurup Kureyş’ten gördüğü işkenceyi ve ne söylediğini ona anlattı. Bunun üzerine Allah, iman ettikten sonra Allah’ı inkar edenin özrünü zikrettiği sözünü; ولهم عذاب عظيم “Onlar için büyük bir azap vardır” sözünün sonuna kadar indirdi.” Bize Beşir anlattı. Dedi ki: Bize Yezid anlattı. Dedi ki: Bize Sa’id Katâde’den rivayetle anlattı: (Nahl-106) ayetinin Ammar b. Yasir hakkında indirildiği bize zikredildi. El-Muğire oğulları onu ele geçirip bir maymun kuyusuna kapatarak şöyle demişler: Muhammed’i inkar et. O da kalbi kerih gördüğü halde onların dediğini yapmış. Bunun üzerine Allah şu sözünü indirdi: (Ayet: Nahl: 106)”

El-Taberi dedi ki: Bize İbn Abdula’la anlattı. Dedi ki: Bize Muhammed b. Süver, Muammer’den o da Abdulkerim el-Cezrî’den o da Ebu Ubeyd b. Muhammed b. Ammar b. Yasir’den rivayetle anlattı. Dedi ki: “Müşrikler Ammar b. Yasir’i ele geçirdiler. Onların istediklerinden bazısında onlara uyasıya kadar kendisine işkence ettiler. Daha sonra Rasul (u)’e bunu anlattı. Bunun üzerine Nebi (u) ona şöyle dedi: Kalbini nasıl buluyorsun? O da dedi ki: İman ile mutmain/dolu. Nebi (u) de şöyle dedi: Onlar tekrar yaparlarsa, sen de aynısını yine yap.”

Bu hadisler, (Nahl-106) ayetinin nüzul/indiriliş sebebinin Ammar olayı olduğuna, ayetin konusunun da İslâm’dan irtidad/dışarı çıkmak olduğuna delâlet etmektedir. Bu ayetle ilgili özel durum, kesin olarak ölüm korkusudur. Tek başına bu, bu ayetin (Ali İmram-28) ayeti ile alakası olmadığını tekid etmek/pekiştirmek için yeterlidir.

Ayrıca; “Kalbi imanla mutmain/dolu olduğu halde zorlanan kimseler hariç.”[22] ayeti iman konusunda Mekke’de inmiş bir ayettir. “Onlardan sakınmanız hali müstesna.”[23] ayeti ise, mü’minlerin kafirleri veli edinmelerinin haram kılınmasından, kendisinden çekinilen bir husustan dolayı çekinme halinin istisna edilmesi konusu hakkında Medine’de inmiş bir ayettir. Onun için bu iki ayet bir birisinden farklıdır.

Bir de şu meselenin hükmüne gelince: Ölümle kesin bir şekilde tehdit edilen kimsenin, ölümden kurtulması için imanı gizleyerek küfür görüntüsü ortaya koymak mı efdaldir. Yoksa öldürülmesine yol açsa da imanında sebat etmesi mi efdaldir?

Bu sorunun cevabı şöyledir: Muhakkak ki, ölüme yol açsa da imanda sebat etmek efdaldir. Çünkü küfür görüntüsü vermenin caiz oluşu ruhsattır. Günahın kaldırılmasıdır. İmanda sebat etmek ise, azimettir, asıl olandır. Onun için bu sefdaldir.

Rivayet edildi ki; Museylemet ül-Kezzâb iki adamı ele geçirdi. Onlardan birisine; “Muhammed hakkında ne dersin?” dedi. O da; “Allah’ın Rasulüdür” dedi. O; “Benim hakkımda ne dersin?” dedi. O da; “Sen de” dedi. Bunun üzerine onu serbest bıraktı. İkinci adama; “Muhammed hakkında ne dersin?” dedi. O da; “Allah’ın Rasulüdür” dedi. O da; “Benim hakkımda ne dersin?” dedi. O da; “Ben sağırım” dedi. O bu soruyu üç defa sordu. O adam da her seferinde aynı cevabı verdi. Bu Rasulullah (u)’e haber verildiğinde şöyle dedi: “Birincisine gelince, Allah’ın ruhsatını aldı. İkincisine gelince, o hakkı açıkça söyledi. Ne mutlu ona.” Bu, imanda sabredip sebat edenin Allah’ın ruhsatını kullanıp kesin olarak öldürülmekten korkarak küfür görüntüsü veren kimseden efdal kılmak hususunda gayet açık bir delildir.

Bu, kendisinden küfür talep edilen kimse hakkındadır. Kendisinden bundan başka bir şey talep edilen kimseye; mesela, İslâm Davetini terk etmenin ya da bir ma’siyet işlemenin v.b. kendisinden talep edilen kimseye gelince; bu ayetten onu yapmasının caiz oluşu çıkartılmaz.

Onun için şöyle denilmez: “Allah küfür görüntüsü vermeyi müslümana caiz kıldığına göre, küfrün dışındaki bir husus evlâ babından caiz olur.”

Böyle denilmez. Çünkü ma’siyet/günah işlemek, küfür cinsinden değildir. Dolayısıyla evlâ babına girmez. Aynı şekilde, küfre de kıyas edilmez. Çünkü illet yoktur ki kıyas olsun.

Ancak, kesin olarak öldürülmekten korkan kimseden bir ma’siyet işlemesi veya küfürden başka bir şeyi yapması istenildiğinde, canını öldürülmekten kurtarmak için onu yapması kendisine caiz olur, ona günah olmaz. Bunun delili ise Rasul (u)’in şu sözüdür:

وَضَعَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ وَالنِّسْيَانَ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ “Ümmetimden hata, unutma ve üzerinde zorlandıkları hususlar (dan dolayı hesaba çekilme) kaldırıldı.”[24]

Yani günah ve engel kaldırıldı, demektir. Bu demektir ki onun yapılması caizdir. Fakat bu, bir tek halde/durumda geçerlidir. O da kesin olarak öldürülmekten korkmaktır. Bu, fakihlerin “ikrah el-mülcî” dedikleri haldir. İçerisinde zorlanan kişi hakkında hükmün kaldırıldığı bütün hallerde şeriata göre muteber tek zorlamadır. Talak/boşama, evlenme v.b. ameller ve sözleşmelerden diğerleri buna örnektirler. Dolayısıyla Rasul (u)’in;  وما استكرهوا عليه “Hakkında zorlanılan husus” sözü, ikrah el-mülcî/çaresiz bırakan zorlama demektir.



[1] Ali İmram: 28

[2] Ali İmram: 28

[3] Nisa: 138-139

[4] Nisa: 144

[5] Mücadele: 22

[6] Maide: 51

[7] Mümtehine: 1

[8] Ali İmram: 28

[9] Ali İmram: 28

[10] Ali İmram: 28

[11] Ali İmram: 28

[12] Mücadele: 22

[13] Maide: 51

[14] Mümtehine: 1

[15] Bakara: 257

[16] Ali İmran: 28

[17] Ali İmran: 28

[18] Ali İmran: 75

[19] Nahl: 106

[20] Ali İmran: 28

[21] Nahl: 106

[22] Nahl: 107

[23] Ali İmran: 28

[24] İbni Mace, K. Talâk, 2035