TEMEL-HAYATİ DAVALAR VE ÖLÜM-KALIM UYGULAMASI

Burada insanın aklına bir sual geliyor; Kafirler Hilâfet’i bu kadar kolay mı yıkacaklardı, onu siyasî hayattan böyle mi sileceklerdi. Müslümanlar, yüzlerce milyona baliğ oldukları halde dinlerini ve siyasî varlıklarını müdafaa etmeyecekler miydi?!!

Bunun cevabı: evet, kafirler Hilâfet’i bu derece bir kolaylıkla yıktılar. İslâm’ın siyasî hayattaki varlığını böylece sildiler. Müslümanlar ise, buna karşı bir müdafaada bulunmadılar. Hatta mücadele meydanını bırakırlarken bile hiç olmazsa bir mağlubun vurduğu son darbeyi dahi vurmadılar. Bunun meydana gelmesinin sebebi ise, bu büyük felaketin vukuu bulduğu sırada, ölüm-kalım icraatlarını/uygulamalarını gerektiren sorunların/davaların ümmet tarafından idrak edilmemiş olması ve dolayısıyla bunların fertlere ve kamuoyuna hakim olmamasıdır. İşte bundan dolayı bu öldürücü darbe ümmete vaki oldu. Zira bu olayın vukuu bulması ümmet tarafından, ümmetin devamını veya sonunu netice verecek bir hadise gibi algılanmadı. Bunun için ümmetin varlığına inen bu bela, onun varlığının bağlı bulunduğu davalar/sorunlar kadar ehemmiyet kazanamadı. Bundan dolayı ümmet ona karşı ölüm-kalımın gerektirdiği tavır ve hareketlerle karşı koymadı. Böylece kafirler, Hilâfet’i ve İslâm’ın nizamını ortadan kaldırdılar.

Beka duygusu; yer yüzünde her halka ve dünyada, her ümmete en küçük bir münakaşa ve tereddüde düşmeden, kahramanca canını ve kanını verebileceği esas davaları takdir etmiştir. Bu davalar, ruhun kaybolması ve onun muhafazası veyahut bir milletin varlığının ortadan kalkması veya onun bakî kalması ile ilgili olan davalardır. Bunlar, bütün insanlar nezdinde sanki tek bir davadır. Bu hususta benimsenen icraatlar/uygulamalar da birbirlerine pek yakın bir sayıdadır. Zira bu icraatlar hissedilir bir şekilde hayatı tehdit eder. Dava tek olduğu gibi bu husustaki icraat ta tekdir.

Yalnız bu beka duygusuna ilişkin davalar hayatî davaların hepsini teşkil etmez. Aynı zamanda hayatî davaların hepsi, beka duygusuna bağlı değildir. Başka bazı hayatî davalar da vardır ki, bunlar dindarlık veya cinsiyet duygularına dayanır. Fakat insanlar, hayat görüşlerine göre, bu hususta ve bunlar uğrunda teşebbüs edilecek icraatlarda ihtilafa düşmüşlerdir. Çünkü bunlara, hayatî bir ehemmiyet verdiren muayyen bir görüştür. Değişmelerinin ve bu husustaki icraatların muhtelif olmasının sebebi de budur. Bu sebepten ve hayata ait bu görüş ayrılıklarından dolayı milletler ve ümmetler nezdinde hayatî davalar muhteliftir.

Müslümanların bir takım hayati davalara sahip bir ümmet olduğundan şüphe yoktur. Bu davaların hepsi, ister bekaya, ister cinse, ister dîne ait olsun onların hayata bakışlarına göre olması gerekir. Onların hayat hakkındaki bakış açılarını ancak, İslâm tayin eder. Bunun için hayatî davaları ve bu uğurdaki icraatlarını İslâm yönlendirir.

İslâm’a gelince; insanlara, hayatî davaları beyan etmiş ve bunların uğrunda hayata veya ölüme ait icraatları açıklamıştır. Bunun için müslümanlar bu davaları tayin etmekte serbest değildirler. İslâm’ın hayatî dava kabul ettiği her şey, müslümanlar indinde öylece kabul edilir. Bu dava uğrunda hayatı veya ölümü seçmede serbest değildirler. Zira İslâm bu davaları sınırlandırdığında, onların uğrunda yapılacak icraatları da müslümanlara sınırlandırdı.

Bu durum karşısında İslâm’ın geleceğini ve müslümanların müslüman olmaları itibariyle geleceğini tehdit eden şeylerin vukuu bulması açık seçik idi. Hayatta her hareketin özellikle reformcu ve doğru hareketlerin geleceğini tehdit eden şeylerin vaki olması açıktır. İslâm'ın şafak sökmesinden beri İslâm ile küfür arasındaki mücadele en şiddetli şekilde devam etmekte idi. Bu mücadele, küfrün ve İslâm’ın akibeti etrafında dönüyor. İslâm Devletinin, Medine'de kuruluşundan beri fikrî mücadele'nin yanısıra, bugüne kadar devam eden kanlı mücadele de olanca şiddetiyle devam ediyor. İşte bu mücadele, hayatî davaların müdafaası için yapılmıştır. Bundan dolayı, müslümanlar için bu hayati davaların oluşturulması kesin ve açık bir meseledir. Buna ilaveten ölüm-kalımın gereklerini benimsemeleri de açık ve kesin bir meseledir. Buna binaen Cihad, farzların en önemlilerindendir. Rasul (s.a.v) dedi ki:

"İşin başı İslâm’dır. Onun, direği namazdır. Zirvesi de cihaddır." Kaynak

Cihad, kıyamete kadar da bakidir. Resul (s.a.v) dedi ki:

"Cihad, Allah'ın beni Rasul kılmasından itibaren, ümmetimin en sonuncusunun, Deccal'la savaş etmesine kadar yürürlüktedir. Onu, adilin adaleti ve zalîmin zulmü iptal edemez." Kaynak

“Cihad takvalı ve facir ile de yapılır.” Kaynak

Bunun için müslümanlar, hayatî davaları müdafaa etmekte bir an dahi kusur etmediler. Her hayatî dava için ölüm-kalımın gerektirdiği işleri yapmakta tereddüt göstermediler. Onların, bir ümmet ve bir devlet olmaları itibariyle, haçlı savaşlarında varlıklarını tehdit eden bir şey vukuu bulunca haçlı kafirler karşısında ölüm-kalımın gereklerini yerine getirmek için bir asırdan fazla devam eden şiddetli harplere giriştiler. İslâm ümmeti, kendine indirilmek istenen öldürücü darbeyi geri çevirmeyi başardı. Moğollar'ın, İslâm memleketlerine hücum ettikleri esnada da aynı şeyi yaptılar. Böylece İslâm ümmeti, varlığını tehdit eden Moğolların hücumları karşısında, ölüm-kalımın gereklerini yerine getirdi. Müslümanlar onlara karşı harplere giriştiler. Bu hususta bir çok canlar feda ederek açık bir zafere ulaştılar.

Bu suretle müslümanlar, hayatî davaları idrak ediyorlar ve bunlara karşı alınacak tedbirleri yerine getiriyorlardı. Bu da ölüm-kalımın gereklerini göz önüne almaktı. Çünkü İslâm’ın hayatî davalara dair açıklamaları müslümanlar nezdinde, "çelik elle" tuttukları hakîkatlerdi. Bunlara arız olacak tehlikeleri açık bir şekilde idrak ediyorlardı. Geleceklerini tehdit eden bir hadise vukuu bulunca ona karşı, İslâm’ın gerektirdiklerini yerine getirmemelerine -ki o ölüm-kalım uygulamalarıdır- asla ihtimal yoktu. İslâm ümmetine ve İslâm Devleti’ne, hayati davaları idrak etmemek ve onları anlamamak gafleti arız olmamıştı. Dolayısıyla bu uğurdaki icraatları idrak etmemek, onlara riayet etmeyi kavramamak ve bunları tatbike koymaktan geri kalmak da vaki olmamıştı. Fakat İslâm anlayışı, bozulma derecesinde zaafa uğrayınca ve nefislerde de açık küfre karşı sükut edecek dereceye kadar takva zayıflayınca bu hayatî davalar, hayatiliklerini kaybettiler. O uğurda, ölüm-kalımın gerekleri yapılmadı. İşte bu sırada gelecek tehlikeye düştü. Müslümanlar, onun uzaklaştırılması için canlarını ve kanlarını can-u gönülden harcamadılar. Hilâfet’in yıkılması vukuu buldu, İslâm'î nizam zail oldu ve İslâm ümmeti, tamamen yok olma tehlikesiyle karşılaştı.

Binaenaleyh İslâmî görüş açısından, aynen Kitap ve Sünnetten geldiği gibi, İslâm’ın "ölüm-kalım" davalarını idrak etmek gerekir. Bunlar uğrundaki icraatlarında Kur'an-ı Kerim ve Rasul (s.a.v)'in hadisinde geldiği gibi idrak edilmelidir. İşte bu anda ölüm-kalım derecesinde ki davalar ve onlar uğrunda yapılacak icraatlar için uygun kavrayış meydana gelir. Bunları geri bırakmak ihtimal dışı olur.