İSLÂM’A GÖRE HAYATİ DAVALAR
Kitap ve Sünnete müracaat eden herkes, İslâm’ın,
"hayatî davaları" ve "ölüm-kalım" icraatlarına karşı farz olanları
açık
olarak sınırladığını görür. Mesela; İslâm, bir ferdin veya topluluğun
İslâm’dan çıkması meselesini, hayatî davalardan saymıştır. Bu hususta
ölüm-kalım karşısında alınacak tedbiri ya tevbe, yada o kimsenin katli
olarak beyan etmiştir. Davayı beyan ederek arkasından bu husustaki icraatı da
beyan eder. Resul (s.a.v) dedi ki:
"Kim dinini değiştirirse onu öldürünüz."
İbni Mes'ud (r.a) dedi ki; Allah'ın Rasul'u (s.a.v)
buyurdu ki:
"Allah'tan başka Allah olmadığına ve benim
Allah'ın Rasulü olduğuma şehadet eden bir müslümanın kanı ancak üç
halden birisiyle helal olur: Evli ve dulun zina yapması, haksız yere bir
adamın öldürülmesi ve dinini terk ederek cemaatten ayrılması."
Bu hayatî dava anlayışı müslümanlar üzerine de hakim
oluyordu. Hakikatte de ona çelik bilekle yapışıyorlardı. Müslümanlar bu
davaları icra ediyorlar ve tevbe etmeyince, mürtedi öldürüyorlardı. Sahabe
bunu, Rasul'ün sağlığında Yemen'de tatbik etti. Daha sonra da tatbik
ettiler. Onlardan sonraki gelenler de tatbik ettiler. Ebu Musa (r.a)'ın rivayet
ettiği hadiste: Neb'î (s.a.v) Ebu Musa'yı Yemen'e göndermişti. Yemen'e
gitti. Arkasından
Muaz İbn-i Cebel'i gönderdi. Muaz, Musa'nın yanına gelince, Musa ona bir döşek
yaydı ve otur dedi.
O sırada orada bir adam bağlıydı. Muaz, ona: "Bu
ne?" dedi. O da; "Yahudi
idi, Müslüman oldu. Arkasından tekrar Yahudiliğe döndü"
dedi. Bunun üzerine Muaz: "Öldürmedikçe oturmam. dininden kim dönerse
öldürünüz." dedi.
Ebu Davud bu hadiseyi şöyle nakleder:
“Ebu Musa'ya, İslâm’dan dönen bir adamı getirdiler. Yirmi gece veya buna
yakın bir zaman içinde, onu İslâm’a davet etti. Bundan sonra Muaz geldi.
Onu tekrar dine davet etti. O kabul etmedi. Bunun üzerine boynu vuruldu.”
Darokutnî ve El Bayhakî tahriç ettiler ki: “Ebu
Bekîr (r.a.), Müslüman olduktan sonra kafir olan Ümmü Kürfa denilen bir kadının
tevbe etmesini istedi. O da tevbe etmeyi kabul etmeyince onu öldürdü.”
Arap kabilelerinin çoğu zekatın farziyyetini inkar edince,
Ebu Bekir, bunu İslâm’dan irtidat/çıkış sayarak onlara karşı kılıç
çekip, İslâm dairesine dönünceye kadar onlarla savaştı.
Fetih-El Kadîr de, Abdullah İbni Şureyk el-Amirî babasından
naklettiği bir haberde şöyle der: “Ali'ye burada Mescid'in kapısı
önünde bazı adamlar senin Rab olduğunu iddia ediyorlar, denilince,
onları çağırdı ve şöyle dedi: "Yuh
sizin dediklerinize?" Onlar da, “Sen
bizim Rabbımız, yaratıcımız ve rızık vericimizsiniz.”
dediler. O da cevaben: "Yuh size, ben ancak sizin
gibi bir kulum. Yemek yediğiniz gibi yemek yerim, sizin gibi su içerim.
Allah'a itaat edersem, isterse beni sevaplandırır, ona asi olursam beni, azap
etmesinden korkarım. Allah'tan korkun. Bu fikrinizden vazgeçiniz."
dedi. Onlar ise, onun dediğini kabul etmediler. Ertesi günü sabahleyin
Kanber geldi: “Vallahi yine o sözü söylemeye başladılar.”
dedi. Ali, "onları yanıma getir"
dedi. Ve yanına girince aynı sözü tekrarladılar. Üçüncü günü Ali
onlara, Eğer bu sözü yine söylerseniz sizi en fena bir şekilde
öldüreceğim, dedi. Onlar, onun
tavsiyesini yine tutmadılar. Bunun üzerine Ali evi ile
mescidi arasında hendekler kazılmasını, bu hendeklere odunlar
yığılmasını ve odunların ateşle tutuşturulmasını emretti. Sonra
onlara; Ya bu fikrinizden vaz geçersiniz, veya sizi bu hendeklere atarım,
dedi. Onlar bu teklifi yine kabul etmediler. Bunun
üzerine onları hendeklere attı.”
İbni Abbas (r.a.), onların yakıldıklarına dair haberi
işitince, yakılmalarını uygun bulmadığını belirtti. Fakat
öldürülmelerini tasvip etti.
İkrime’den rivayet edilen bir haberde şöyle denir:
“Müminlerin Emiri Ali (r.a.)’e bazı
zındıklar getirildi, onları yaktı. İbni Abbas bunu duyunca "ben Ali'nin
yerinde olsam onları yakmazdım. Zira Rasulullah (s.a.v) yakmaktan menetmiştir. Ve Allah'ın azabıyla azap etmeyiniz demiştir. Fakat
yine Rasullullah (s.a.v)'in; 'Dinini değiştireni öldürünüz' sözü
gereğince onları öldürürdüm."
dedi.
Mehdi zamanında, mülhidlerin ve zındıkların adedi çoğaldı.
Mehdi, onların tevbe etmelerini ister, tevbe etmeyenleri öldürürdü. Bu
şekilde onların bir çoklarını öldürdü.
Böylece sahabe, tabi'in ve
halifelerden bir çokları mürtedleri öldürürlerdi. Bu hususta müslümanlar
en küçük bir yumuşaklık dahi göstermezlerdi. Fakat halifeler ve İslâm
anlayışı zayıflayınca, mürtedleri öldürmek hususunda gevşek hareket
edilmeye başlandı. O kadar ki, inançsızlık ve dinden çıkma aldı yürüdü.
İş, bazı mürtedlerin, cemaat oluşturarak İslâm’a muhalif dinler
edinmelerine kadar vardı. Bunun neticesi müslümanlar zayıfladılar. Halbuki
bu mesele, bir bakımdan hayatî bir dava ve diğer taraftan da af ve şefaat
edilmesi doğru olmayan bir mevzu idi.
Bu sebepten dolayı Mustafa Kemal gibi birisinin İslâm’a
karşı harp ilan etmeye cür'et etmesi, yani İslâm’dan çıkması ve
kendisine karşı şer'î hükmü uygulayacak bir şahsın da bulunmaması pek
tuhaf değildir. Zira bu sırada irtidat/dinden çıkma meselesi, hayatî bir
dava mevkiinden düşmüştü. İşte, bu duruma gelindi. Onun için bu davayı
hayatî bir dava sayarak, hakiki mevkiine kavuşturmak için mürdetlerin sayıları
milyonlara dahi ulaşsa, onların teker teker öldürülmesi
gereklidir.
Bununla, her hangi bir kimsenin, bir şüpheli fikriyle,
hemen mürted sayılıvermesini kasdetmiyoruz. Aksine, o kimseye kafir ve mürted
hükmünü verebilmek için kesinlikle onun, mürted olması gerekir. Mesela,
bir şahsın söyledikleri % 99 mürtedliğine, % 1 ise onun müslüman olduğuna
delalet etse, bu bir ihtimal tercih edilerek, onun mürted olmadığı kanaatine
varılır ve müslüman sayılır. Zira müslümanda asıl vasıf müslüman
olmasıdır. Katiyetle küfrü ve irtidadına hükmedilmedikçe o Müslüman sayılır.
Fakat hakîkaten mürted olunca, hiç bir şekilde mazeret aranmasına tevessül
edilmez ve irtidad hükmü de onun üzerinden kaldırılmaz. Zira aksine bir hüküm,
hayatî davada; ölüm-kalım icraatını kaldırır.
Bu sebepten bir müslümanın kilisede Hıristiyanlarla
beraber namaz kılması veya tarihin rivayet etmediği Kur'an'ın zikrettiği
İbrahim kıssasının yalan olduğunu söylemesi veyahut İslâm’ın bu
asırda tatbik edilemeyeceğine inanması veya dinin devletten ayrı olduğuna
inanması veya Kur'an'ın Allah kelamı olduğunda ve buna benzer kendisini mürted
yapacak bir şüphede bulunması gibi mevzular, mürtedliğini gösterirse
kat'î olarak onun mürted olduğuna hükmedilir. İşte bu durumda bu mesele,
hayatî bir dava sayılır. Bu uğurda ölüm-kalım icraatları tatbik edilir.
Ya tevbe ettirilir veya öldürülür.
Ayrıca İslâm, ümmetin ve devletin birliğini hayatî
davalardan kılmıştır. Bu uğurda tatbik edilecek icraatta, ölüm-kalım
icraatı saymıştır. Yani davayı da icraatı da sınırlandırmıştır. Bu
husus iki meselede açık olarak belirir: Birincisi; Halifelerin birden fazla
olması meselesi, ikincisi; asilerin akibeti meselesi.
Halifenin Birden Fazla Olması Meselesi
Abdullah İbni Amr İbnu el'Assdan şöyle rivayet edilir:
Bir gün kendisi Rasulullah (s.a.v)'den
şu sözünü duymuş:
"Kim bir imama biat edip onunla el sıkışır, kalbini
ona bağlarsa elinden geldiği kadar ona itaat etsin. Eğer başka biri çıkıp
ta ona rakîp olursa, rakîbi öldürünüz."
Ebu Said el-Hudrî'den nakledilen diğer bir rivayette ise,
Rasulullah (s.a.v) şöyle demiştir:
"İki Halifeye biat edilince, sonuncuyu
öldürünüz."
Böylece Halifenin birden çok olmasını
men etmekle, devletin birliğini hayatî bir dava kılmış ve Hilâfet’te bir
den çokluğu meydana getirmek isteyenin, vaz geçmediği takdirde
öldürülmesini emretmiştir.
Arfaca'dan rivayet edilen diğer bir hadîste ise, Rasulullah
(s.a.v)’den şöyle duymuştur:
"Kim size gelip, cemaatinizi bölmeyi veya asanızı
kırmayı isterse, onu öldürünüz."
Burada müslümanları parçalamak
isteyen bir adamın, fikrinden vazgeçmezse öldürülmesini emretmekle ve İslâm
cemaatını parçalamaktan menetmekle; ümmetin ve İslâm Devleti’nin birliğini
hayatî bir dava kılmıştır.
Asilerin Akibeti Meselesi
Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:
"Müminlerden iki bölük, birbirleriyle çarpışırlarsa
aralarını düzeltiniz. Eğer biri diğerine karşı taşkınlık yapacak
olursa, taşkınlık yapan taraf hareketinden vazgeçinceye kadar onunla savaşınız."
Şöyle: Müslümanlar için imamlığı, yani halifeliği
sabit olan bir kimseye karşı isyan etmek haramdır. Zira halifeye karşı
isyan, müslüman cemaatının parçalanmasına, müslümanların kanlarının
akıtılmasına ve mallarının zayi olmasına sebep olur. Çünkü Resul (s.a.v)
şöyle demiştir:
“Ümmetim toplu bir haldeyken onun dışına kim çıkarsa,
kim olursa olsun onun boynunu kılıçla vurunuz.”
Halifeye karşı isyan edenlerin tevbe etmesi istenir, şüpheleri
izale edilir. Eğer bundan sonra hâlâ eski fikirlerinde ısrar ederlerse
öldürülürler. Devletin birden fazla olmasına karşı çıkılması ve
ümmetin asasının kırılmasının yani ümmette ayrılığın çıkmasının
men edilmesiyle; devletin ve ümmetin birliği hayatî davalardan sayılmıştır.
Zira Şari’i, bunlara karşı tatbik edilecek icraatı ölüm-kalım icraatı
kılmıştır. Bunları isteyen ya vazgeçer, ya da öldürülür. Bu hususu,
müslümanlar uygulamışlardır. Bunu en büyük ve en tehlikeli bir mesele
saymışlardır ve kim olursa olsun her hangi bir müslümana karşı bunu
tatbik etmekte gevşeklik göstermezlerdi.
Ali, Muaviye ile arasındaki meselede bunu tatbik etmekte
gevşeklik göstermedi. Bu hususta Ali, Emevî'ler ve Abbasi'ler de Haricilerle yaptıkları
mücadelede gevşeklik göstermediler. Bu konuda sabit olan hadiseler sayılamayacak
kadar çoktur.
Fakat Halifeler ve İslâm anlayışı zayıflayınca; Halife
ve müslümanlar, İslâm memleketlerinin Hilâfet’ten ayrılmasına ses çıkarmadılar.
Neticede, müslümanların birliği bozuldu, çeşitli devletlere ayrıldılar.
Halbuki bir memleketin, devletin vücudundan ayrılması, ölüm-kalım
meselesidir ki; bu ne kadar mal ve can olsa da ayrılan cismin ya devlete iade
edilmesini ya da onlarla harbi gerektirir.
Durum o dereceye vardı ki, Müslümanlar
sonunda çeşitli devletlere ayrıldılar. Hilâfet Devleti de, bu devletlerden
birisi haline geldi. Hatta durum daha da kötü oldu. Bazı müslümanlar İslâm
camiasına, yani Hilâfet Devleti’ni, kendisinden ayrılan devletlerle ittifak
etmeye, bunun neticesi, Hilâfet Devleti’nin, o devletleri tanımasını ve müslümanların
çeşitli devletler halinde kalmasını kabullenmesine davet etmeye kadar ileri
gittiler. Yani müslümanların birliği hayatî bir dava iken ve hadisler açıkça,
dönmeyi veya öldürülmeyi istemesine rağmen, bunlardan çeşitli halklar ve
milletler meydana gelmeleri temin edildi. Bunun için Mustafa Kemal'in
Türkiye'nin diğer İslâm memleketlerinden ayrıldığını, üstelik bu
memleketleri kafir devletlere bıraktığını ilan etmesi garip değildir.
Çünkü bu mesele, hayatî bir dava seviyesinden düşmüş ve olan olmuştu. Müslümanların
muhtelif devletler halinde kalmaları, halklara ve milletlere bölünmeleri artık
kolay olmuştur. Bu ancak devletin ve ümmetin birliği davasının, hayatî bir
dava sayılması ve bunun için ölüm-kalım icraatlarının tatbik edilmemesi
neticesinde vukuu buldu. Binaenaleyh bu davaya gerçek önemini kazandırıp,
hayatî bir dava olarak itibar ettirmek gerekir. Böylece senelerce harbe, hatta
milyonlarca müslümanın ölümüne dahi sebep olsa, her hangi bir memleketin
Hilâfet bünyesinden ayrılmasına mani olunur.
Bu sebepten İslâm, açık bir küfrün ortaya çıkmasını
hayatî davalardan ve buna karşı tatbik edilecek icraatı da ölüm-kalım
icraatlarından saymıştır. Yani davayı sınırlandırdı ve arkasından bu
husustaki icraatı da sınırlandırmıştır.
Müslim Avf İbni Malik hadisinde, Rasulullah (s.a.v)’in
şöyle dediğini rivayet etti:
"Yakında öyle emirler gelecek ki, siz onların
hareketlerini tanıyacak ve kabul etmeyeceksiniz. Tanıyan suçsuz olur, kabul
etmeyen kurtulur. Fakat buna memnun olup ta onlara tabi olan ise..."
Buna karşı oradakiler; "Ya
Rasulullah onlara karşı kılıcımızla çarpışmayalım mı?"
dediler. O da: "Hayır. Namazlarını aranızda
ikame ettikleri müddetçe çarpışmayınız."
dedi.
Diğer bir rivayette ise:
"Biz, “Ya Rasulullah bunun
üzerine onlarla çarpışmayalım mı?”
dedik. O da: "Hayır, sizinle beraber
namazlarını ikame ettikleri müddetçe çarpışmayın."
dedi.
Buhari de, Ubade İbni Es-Samit'den şöyle rivayet eder:
"Bir gün Neb'î
(s.a.v) bizleri çağırdı, ona biat ettik. Hoşumuza giden ve gitmeyen, kolay ve zor
hallerde onu kendimize tercih edeceğimize dair işitmek ve itaat etmek üzere
bizlerden biat aldı. Egoist olmamamız ve Allah nezdinde açık bir delil
olacak bariz bir küfür görmedikçe, yöneticilerle mücadele etmememiz de
vardı."
Taberani ise:
“Sarih
küfür” şeklinde rivayet eder. Ahmed'in
naklettiği diğer bir rivayette ise;
"Sana açık günah olan bir şeyi emretmedikçe"
der.
Avf îbni Malik El-Escafden nakledilen diğer bir rivayette
şöyle geçer: “Rasulullah (s.a.v)'den
duydum ki şöyle dedi:
“İmamlarınızın en hayırlısı, sizin onları,
onların sizi sevenleri ve sizin onlara, onların size dua edenleridir.
İmamlarınızın en kötüleri ise, sizin onlara, onların size buğz edenleri
ve sizin onlara, onların size lanet edenleridir." Buna karşı biz,
"Ya Rasulullah, bu sırada onlarla çarpışmayalım mı?"
dedik. O da: "Hayır, sizlere namazı ikame
ettikleri müddetçe dokunmayınız."
dedi.
Namazı ikame etmek, dinî ikame etmek demektir. Bu da, İslâm
ile hükmetmek/yönetmek ve İslâm’ın şiarlarını izhar etme yerine
kinayedir. “Açık küfür” ise, kaim olan fiil ve davranışlarda, bariz
olarak görülendir, yani küfür ile hükmetmektir.
Bu hadîslerin mefhumu; şayet İslâm hükümlerini yerine
getirmezlerse ve onun şiarlarını göstermezlerse, yöneticilerle kılıçla
savaşmanızdır. Ve onlar, şayet küfrün hükümlerini ikame
ederlerse/uygularlarsa onlarla savaşmamızdır. Açık küfrü görürsek, Ulul
Emre karşı koymamız, onlarla savaşa sebep olsa dahi çatışmayı meydana
getirerek çatışmamızdır.
Fetih'de şöyle der: "Fakihler
galip olan sultana itaat edip onunla beraber cihad etmenin vacip
olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Zira, müslümanların kanının
akıtılmasına mani olacağı, fitneyi teskin edeceğinden dolayı, ona itaat
etmek, isyan etmekten daha hayırlıdır. Bu hususta sultandan sarih bir küfür
sadır olmadıkça hiç bir istisna kabul etmemişlerdir. Fakat, eğer böyle bir
şey sadır olursa, ona itaat vacip olmaz. Aksine hadiste varid olduğu gibi, gücü
yetenin onunla mücadele etmesi vaciptir."
Şevkanî “Neyl-ül Evtar”da; “Zalim sultanlara
isyan edilmesini, onlara karşı kılıçla çarpışılmasını, harp ile açık
mücadele verilmesini söyleyenler, Kitap ve Sünnetin genel hükümleriyle
delil getirmişlerdir.” der.
İslâm ile hükmetmenin/yönetmenin farz olması ve küfür
ile hükmetmenin men edilmesi meselesi, hayatî davalardandır. Zira Şari’i,
bunun uğrunda ölüm-kalım icraatlarını icraat olarak koymuştur. Kim, İslâm
ile hükmetmez ve küfür nizamı ile hükmederse, ya geri döner veya
öldürülür.
Halbuki, müslümanlara farz olan şey hayatî bir dava olması
dolayısıyla, Allah'ın indirdiğinden başka bir şeyle hükmedilmesine/yönetilmesine
sükut etmemeleridir. Fakat müslümanların kalplerinde takva ve zihinlerinde
İslâmi anlayışı zayıflayınca, bir meselede yöneticilerin veya Halifenin,
küfrün hükümleriyle hükmetmelerine karşı sükut etmek onlarca önemsiz
sayıldı. Bu duygular biraz daha zayıflayınca, onların muhtelif meselelerde
küfrün hükümleriyle hükmetmelerine ses çıkarmadılar. Daha sonra bu sükutun
sonu yöneticilerin, açık bir şekilde küfrün hükümlerini tatbik
etmelerine sebep oldu. M. 1883 de Mısır'da Fransız medenî kanunu tatbik
edilip Şeriat'ın hükümleri kaldırılınca müslümanlar bir şey demediler.
Bundan sonra 1909 senesinde İslâm Devleti’nde, küfrün hükümleri,
müslümanlara Anayasa olarak konulurken de bir ses çıkarmadılar. Fakat
bununla beraber önce isyan edip sonra sükut etmişlerdi.
Bundan dolayı Mustafa Kemal'in, Hilâfet’i yıkıp sonra bütün
İslâmî hükümlerin kaldırılması ve küfrün hükümlerinin tatbikini ilan
etmesi pek garip değildir. Zira bu mesele, müslümanlar nezdinde hayatî bir
dava olma mertebesinden düşmüş ve bu netice hasıl olmuştur. Müslümanlar
arasında açık küfrün zuhuruna karşı kılıç çekmemek müslümanlara
kolay geldi. O kadar ki, ekseriyet küfür nizamı ile yönetilmesini ve ona karşı
çıkılmamasını normal karşıladılar. Kendi istekleriyle, İslâm’ın hükümlerini
bırakarak küfrün hükümlerini içlerine sindirerek ona alıştılar. Durum,
buna memnun olmaya, sükut edip ona karşı kılıç çekmemeye ve küfrün
hükümlerini istemeye kadar vardı. Bunun sebebi ise, küfür nizamiyle
yönetmenin ve ona karşı ölüm-kalım icraatlarının tatbik edilmemesi ve
bunun hayatî bir dava sayılmamasıdır. Bundan dolayı, senelerce harbe ve
bunda müminlerden milyonlarca şehit
verilmesine dahi mal olsa; küfür nizamı ile hükmetmek/yönetmek
engellenmeli ve bu hayatî davaya hakiki
mevkiî ve itibarı geri verilmelidir.
Şari'in açıklayıp sınırlarını çizdiği, uğrunda
tatbik edilecek icraatları ölüm-kalım icraatları kıldığı bütün
hayatî davalar, hep böyledir. Zira bu davalar hakkındaki anlayış önce zayıfladı,
sonra onların İslâm akîdesiyle bağları gevşedi. Bunun neticesi olarak da
itibarları düşünce, uğurlarında silah kullanılması gereken önemli şer'î
hükümler oldukları idrak edilemeyecek bir dereceye geldi. Böylece
şeriat'ın yerleştirmiş olduğu mevkîden, yani hayatî dava mertebesinden
düştü. Şeriat'ın uğrunda ona karşı farz kılınan kuvvetle karşı
koyma, küfrün hükmünü ortadan kaldırıp yerine İslâm'ın hükmünü iade
etmek için kılıç kullanmak gibi icraatlar görülmedi. Bunun için
Hilâfet’in yıkılması ve İslâm nizamının kaldırılması meselelerinin
hayati bir dava olduğu fark edilmedi. Dolayısıyla bunlar, tabiî olarak
insanların kalplerine ve kamuoyuna hayatî bir dava itibariyle hakim değillerdi.
İşte bundan cesaret alan Mustafa Kemal, teşebbüse geçerek Hilâfet’i
yıktı ve İslâm'ın siyasî varlığını ortadan kaldırdı. Ve ona karşı
hiç bir kimse mücadele etmedi ve silah kullanmadı. Kafirlerin Hilâfet’i yıkmaları
ve İslâm nizamını bu derece kolaylıkla varlıktan kaldırmaları
milyonlarca müslümanların gözü önünde oldu. Eğer müslümanlar, o anda
bunun, müslümanların ve İslâm’ın geleceğinin dayandığı hayatî bir
dava olduğunu ve bu uğurda tatbik edilecek katî hükmün silaha sarılıp,
Mustafa Kemal ile savaşmak olduğunu idrak etselerdi; müslümanların başına
bu darbe indirilemezdi ve müslümanlar bu korkunç felaketle karşılaşmazlardı.
Müslümanlar bunun hayatî bir dava olduğunu, bunun için ölüm-kalım
icraatlarının yapılacağını idrak edemediler. Başlarına gelen
faciayı bile kavrayamadılar.
|