HİLÂFET’İ KURMAK VE ALLAH’IN İNDİRDİĞİ İLE YÖNETMEK MÜSLÜMANLARIN TEMEL-HAYATİ DAVASIDIR
Şimdi, müslümanlar öyle bir duruma düştüler ki, ondan
daha ağır bela ve musibet tasavvur edilemez. Bu durumdan kurtulmalarında onlar
için yegane şifa verici ilaç, kendi davalarının hayatî dava olup olmadığını
idrak etmeleri ve davranışlarını, ölüm-kalım meselesi seviyesinde
benimsemeleridir. Kaldı ki bu mesele, bütün hayatî meseleleri içine alan -ana- hayatî meseledir. Meselenin bu olduğu, müslümanlarca açık bir şekilde
idrak edilip, nefislerde kökleşen hakim kanaat haline gelmedikçe düşüşleri
ve gerilemeleri devam edecek ve diğer ümmetler arasında hiçbir varlık da gösteremeyeceklerdir.
Bu sebepten müslümanların, hayatî davalarını anlayarak; sarsılmaz bir
sebat ve tükenmez bir coşkunlukla bunların icabet ettirdiği ölüm-kalım
davranışlarına sevk edecek şekilde bu hayatî davalarını kalplerinde,
nefislerinde ve kamuoyunda yerleştirmeleri lazımdır. İşte müslümanların
şu anda içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için çare olarak bu
esas ve bu mevzu etrafında bütün gayretlerini göstermeleri gerekir.
Müslümanların bugünkü vakıası, her müslümanın
hissettiği gibi, hiçbir beyan ve izaha muhtaç değildir. Memleketleri küfür
nizamları ile yönetilmektedir. Onun için bu yerler kesinlikle ve tartışmasız
“Dar-ül Küfür”dür. Şöyle ki, İslâm memleketleri bu günkü durumda;
kırktan fazla devlete, emirliğe, şeyhliğe ve sultanlığa ayrılmış
olduğundan, kafirlere karşı duracak bir vaziyette değildirler. Binaenaleyh,
müslüman memleketlerinden her birinin davası, varlığını “Dar-ül İslâm”a
çevirerek diğer İslâm memleketleriyle birleşmeye çalışmaktır. Bu dava
hayatî bir davadır. Hatta bütün hayatî davaları içine alan ana hayatî
davadır. Bu mesele ile ilgili icraatlar ölüm-kalım icraatı olarak
algılanmalıdır. Yalnız bu hayatî dava, yani İslâm memleketlerini “Dar-ül
İslâm”a çevirmek ve diğer İslâm memleketleriyle birleştirmek meselesi,
gerçekleşmesi için çalışılan bir hedeftir. Bunun gerçekleşmesi için
takip edilecek yol, Hilâfet'i tekrar kurmaktır. Bugün müslümanların
üzerine borç olan en mühim mesele, İslâm memleketlerini Dar-ül İslâm'a
çevirebilmek için Hilâfet'i yönetim sistemi olarak iş başına getirmektir.
Sonra bu memleketleri Dar-ül İslâm’a çevirerek diğer İslâm
memleketleriyle birleştirmektir.
Yalnız bugün müslümanların karşılaştıkları husus
iyi anlaşılmalıdır. Bugünkü vazife, İbn-i Ömer'in Nebî (s.a.v)'den
rivayet ettiği;
“Kim,
başında cemaatı birleştiren bir imam yok iken ölürse onun ölümü cahiliye
ölümü olur.” hadisine
binaen, hayatî bir dava olmayan farz-ı kifaye üzerine bir Halife belirlemek
değil, aksine Hilâfet'i yeniden kurmaktır. Yani Hilâfet nizamını bir yönetim
sistemi olarak getirmektir. Bu halife seçimini gerektirmekle beraber halife
seçiminden ayrı bir meseledir.
Hilâfet'i kurmak kesin olarak hayatî bir davadır. Bu,
memleketlerimizi “Dar-ül Küfür”den “Dar-ül İslâm”a çevirerek
küfür nizamlarını yıkmak suretiyle açık küfrü ortadan kaldırmak
demektir. Böylece bu, hayatî bir davadır. Çünkü Resul (s.a.v) şöyle demiştir:
“Ancak,
açık küfür görürsen.” Ve aynı hadiste: "Ey
Allah'ın Rasulü onlara karşı gelmeyelim mi?”
denilince, dedi ki,
“Sizlere namazı ikame ettikleri müddetçe hayır."
Bundan dolayı müslümanları, hayatî
davalarının gerçekleşmesine götüren yol, yine hayatî bir davadır.
Çünkü Sürmef'den alınan şer'î delil, bunun hayatî dava olduğuna dalâlet ediyor. Bundan dolayı bu konu ile ilgili davranışların ölüm-kalım
davranışları olması zaruridir.
Yalnız, küfrün hükümlerinin kabus gibi çökmesinden ve
müslümanların yönetimlerini; kafirlerin, münafıkların ve mürtedlerin ele
almalarından itibaren onlar, daimî olarak küfür sultasından ve onun
sahiplerinin ve yardımcılarının tahakkümünden kurtulmaya gayret sarf
ediyorlar. Yalnız onlar, mücadele ettikleri bu meselenin hayatî bir dava olduğunu,
uğrunda ölüm-kalım mücadelesi lazım geldiğini idrak edemediler. Müslüman
topluluğundan bu idrakin kalkması, ümmet olmaları itibariyle hayati
davalarla uygun mücadelede, normal kabul edilmesi gereken fakirlik, yıkım ve
ölüm dışında; işkencelere, zindanlara ve eziyetlere katlanmak için
gereken yeteneği bile kaldırdı. Bunun için bu teşebbüsler, kesin başarısızlıklara
uğradılar. Uğrunda mücadele edilen davaya, doğru bir adım dahi
atamadılar.
Müslümanlar bu davalarının hayati bir dava olduğunu
anlamaları için uzun uzadıya tefekkür ve araştırmaya muhtaç değildirler.
Bu dava, gözleri görenlere ilk andan beri gayet açık olduğu gibi daima da açıktır.
Kafirler aklen ve adeten, İslâmiyet'in siyasî hayata/yönetime dönmesine
asla müsaade etmezler. Ve bu davayı gerçekleştirmek isteyenlere karşı
koymak için ellerinde zerre kadar imkan varsa bunu kullanmaktan asla geri
durmazlar. Bu mevzuda mürted ve münafıklar da kafirlerden geri kalmazlar.
Onlar, Allah'ın haramlarını, Allah’ın hadleriyle korumak ve O’nun hükümlerini
yürürlüğe koymak için yönetimi ellerinden almak isteyen müminlere karşı,
ellerinden gelen kuvveti kullanmaktan geri kalmayacaklardır.
Buna binaen meseleyi/davayı uğrunda ölünmesi icabeden bir
dava olarak görmedikçe, müslümanlar bu davanın gerçekleşmesi için ne
kadar gayret sarfetseler de semere vermeyeceği muhakkaktır. Müslümanlar,
mücadelenin tabiatını kavrayamadıkları ve bu husustaki Allah'ın hükmünün
hakikatini idrak edemedikleri için davalarını hayatî davalar seviyesine çıkmayan
basit davalar seviyesinde algıladılar. Ve bu uğurdaki gayretleri ölüm-kalım
seviyesinde olmadığından kendilerini kurtarmak için boşuna çalışıp
durdular. Hakikatte ise küfür sistemini kaldırıp yerine İslâmî sistemi
yerleştirmek gibi varlığı hayatî olan davalar bu seviyeye ulaşsın veya
ulaşmasın onun hayatiyetini nazarı itibare alarak ölüm-kalım mücadelesi
yapmadıkça, kuvvetleri de kadar olursa olsun ve ne kadar gayret sarfederlerse
etsinler, hiçbir kimse bu gayeyi gerçekleştiremeyecektir. Bunun için
müslümanlar fert ve toplum olarak küfürle aralarındaki mücadelede mutlaka
ölüm-kalım seviyesinde mücadele etmelerinin gerekli olduğunu açık bir
şekilde bilmelidirler. Zira onların davalarının tabiatı, bu çeşit
icraatı gerektiriyor. Şeriat, Kitap ve Sünnet’te böyle emretmektedir.
Rasul (s.a.v),
davamızı sınırlandırmamızı ve hayati davalar uğrunda, ölüm-kalım mücadelesi
etmemizi öğretti. O (s.a.v), Allah'tan kendisine İslâm elçiliği gelmesine müteakip
daveti, fikrî mücadele ile tebliğ etmeğe başlayınca davasını İslâm'ın
izhariyle sınırlandırdı ve bunun için ölüm-kalım mücadelesi verdi.
Resul (s.a.v)'den
rivayet edildiğine göre Amcası Ebu Talip, Kureyş’in isteğini kendisine
anlattığı sırada ona, yani Muhammed (s.a.v)'e, şöyle dedi:
"Sen kendine ve bana bak. Ve bana kalkamayacağım
bir yük yükleme.” Rasul (s.a.v)
buna cevaben şöyle dedi:
"Ey amcam. Onlar bu davadan vazgeçmem için sağıma güneşi,
soluma da ayı koysalar, yine vallahi vazgeçmem. Allah, ya bu dini muzaffer kılacak
yahut da ben bu uğurda öleceğim.”
Yine devleti kurup kılıçla cihad etmeye başlayınca,
davasının, İslâm’ı üstün çıkarmak/hakim kılmak olduğunu açıkça
beyan etti. Bu gayeyi gerçekleştirmek için ölüm-kalım mücadelesi yaptı.
Resul (s.a.v)'den
rivayet edildiğine göre; Hudeybiye vakasının cereyan ettiği Umre'ye
giderken Mekke'ye iki konaklık mesafede olan Asfan denilen yere varınca, Ben-i
Ka'b'dan bir adamla karşılaştı. Ondan Kureyş hakkında malumat istedi. O
adam cevaben: "Kureyş senin hareketini duydu. Kaplan derileri giyerek Zî
Tava denilen yerde karargah kurdular. Seni, Mekke'ye sokmamak için Allah'a and
içiyorlar. Halid bin Velid'i ise, süvarilerinin başında Kura El Gamîm
denilen yere kadar gönderdiler."
dedi. Bunun üzerine Rasul (s.a.v)
şöyle dedi:
"Yazık
Kureyş'e, harp onları mahvetti. Ne olurdu benimle diğer Arapları baş başa
bıraksalar. Eğer Araplar bana galip gelirse zaten istedikleri olur. Eğer ben galip
gelirsem rahatça İslâm'a girerler ve girmezlerse kuvvetli oldukları müddetçe
savaşırlar. Kureyş ne zannediyor?... Allah'a and olsun ki, Allah İslâm’ı
muzaffer kılıncaya veya şu baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğimin
uğrunda cihad edeceğim."
Ve bundan sonra yoluna devam ederek Hudeybiye'ye kadar
vardı.
Bu her iki halde de; yani İslâm'a davetin, fikrî mücadele
ve kılıç ile cihad yaparak yüklenilmesi halinde
Rasul (s.a.v), davasının
İslâm’ı zafere ulaştırmak olduğunu ve bu davanın hayati bir dava
olduğunu sınırlandırdı. Her iki halde Ölüm-kalım seviyesinde mücadele
etti. Birinci halde, “Allah, İslâm’ı muzaffer edinceye veya bu uğurda
ölünceye kadar bu davayı bırakmam" dedi. İkincisinde ise, “Allah,
İslâm’ı muzaffer kılıncaya veya bu baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar
mücadeleyi bırakmayacağını" söyledi. Eğer Rasul (s.a.v), bu davayı
hayatî bir dava saymasaydı ve davranışları ölüm-kalım seviyesinde olmasa
idi, gerek fikrî mücadele safhasında, gerekse kılıçla mücadele
safhasında, İslâm muzaffer olmazdı.
Müslümanların, bugün içinde bulundukları vakıa da
aynıdır. Küfür nizamları, onların üzerine tahakküm etmiş durumdadır.
Yine üzerlerinde kafirlerin ve münafıkların baskısı hakimdir. Eğer bu
davalarının hayatiyetini düşünmezler ve bu uğurda ölüm-kalım mücadelesi
yapmazlarsa, çalışmalarından hiçbir semere elde edemezler. Ve bir adım
dahi ilerleyemezler.
Bundan dolayı, İslâm memleketlerine tahakküm eden bu
küfür ortamı içindeki her müslümana, memleketlerini “Dar-ül İslâm”a
çevirmek ve diğer İslâm memleketleriyle birleştirmek maksadıyla Hilâfet’i
kurmak için çalışmaya, İslâm'ı muzaffer kılmak için bütün dünyaya
İslâm davetini taşımaya ve sadık bir insan, aydın ve hakiki bir
anlayışla Rasul (s.a.v)'in;
"Onlar bu davadan vazgeçmem için sağıma güneşi,
soluma da ayı koysalar, vallahi yine vazgeçmem. Allah, ya bu dini muzaffer kılacak
yahut da ben bu uğurda öleceğim."
Ve Resul (s.a.v)’in;
"Allah'a and olsun ki; Allah, İslâm’ı muzaffer kılıncaya veya şu
baş, bu vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğimin uğrunda cihad
edeceğim" sözlerini hatırlatmaya ve idrak
etmeye davet ediyoruz.
Hicri: Recep 1382
Miladi: Aralık 1962
|
|