Hiç şüphesiz her İslâmi cemaat ve partinin
          dinin ikamesi için yaptıkları iyiliği emretme ve münkerden sakındırma
          çalışmaları şeriatın gösterdiği şekilde olması gereklidir.
          Zira daha önce açıkladığımız gibi doğru bilgiye dayanmayan,
          ihlas ve halis niyetle tahsil edilmiş bir şer’i ilim olmadan ne
          amel ne de bir itaat ve ibadet söz konusu olamaz.
          Öyle ise adı geçen cemaattan istenen şer’i
          bilgilerin çerçevesi nedir? Söz konusu cemaat, gençlerini hangi
          kültürle kültürlendirecek ki ümmeti o kültürle techiz edip hazırlasınlar?
          İşte bunun içindir ki marufu emredip münkeri
          nehyetme görevini ifa edecek olan cemaatın gereğince hareket
          edeceği ve bağlı kalacağı, kendisinden istenen bu şer’i ilmi
          bilmesi lazımdır. Bu sayede, şer’an kendisinden istenilenden
          başkasına yöneldiğinde nasihat edilecek, yolunu şaşırdığında
          ise doğrultulacaktır. Her konuda cemaat şer’i hükümle hareket
          etme durumundadır. Zira her husus şer’i hükümlerce kayıt
          altına alınmıştır ki ona ittiba gerekmektedir. Ona muhalif
          davranmak caiz değildir. Çünkü İslâm'da nasihat bütün toplumu
          kuşatır.
          Bu konuya, bütün şer’i hükümleri tafsili
          delillerinden elde etmeye, çıkarmaya bizi ulaştıracak sabit bir
          metodun olduğunu ifade ederek başlamak yerinde olacaktır. Elde
          edilmeye çalışılan şer’i hükmün daveti yüklenme konusunda
          olmuş olması veya ibadet, muamelat, ukubat ve hatta yenilecek,
          giyilecek, ahlâk v.b. konularda olmuş olması arasında bir fark
          yoktur. Muhakkak surette şer’i delillerden çıkarılmış olması
          gerekmektedir.
          İşte bu metod, İslâm'ın ve onun temel kural
          haline getirdiği değişmez sabit metottur. Yoksa bu Müslümanların
          deha ve zekalarıyla ortaya koydukları bir metot değildir. Bu
          demektir ki İslâm akidesi Müslümanın tek bir hüküm de olsa
          şeriatın dışında bir kaynaktan alamayacağını yazılı kural
          halinde vazetmiştir. Müslüman şer’i nassların delalet ettiği
          çerçeve ile mukayyed kılınmıştır. Bu metodun bu hal üzere
          muhafaza edilmesi, anlayışların sadece vahiyden hüküm çıkabileceği
          şeklinde oluşması, akideye olan bakış açısının ancak fıkha
          ve fıkıh kurallarının doğru kavranmasıyla tanımlanabileceği
          gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
          İctihatta sabit olan bu metot, bir cemaatın ve
          partinin kültürleşmesinde birinci dereceyi alması gerekecek
          kadar önem derecesine sahiptir. Zira ictihad bize tafsili delillerden
          şer’i hükümleri çıkarma imkanını vermektedir. Gerçek şu ki
          şer’i nasslardan hüküm çıkarmada izlenen metot sahih ve doğru
          ise zannı galip ile sahih ve doğru hükümlere ulaştıracaktır. Böylece
          Allah'ın rızasına kavuşulmuş, ecir elde edilmiş olur. Aksi
          takdirde şer’i hüküm diye isimlendirilse de şer’i metotla hüküm
          istinbat edilmedikten sonra herhangi bir görüş olmaktan başka bir
          değer ifade etmez. Bir hükmü, “şer’i hüküm” olarak adlandırmakla
          şer’i hüküm sayılmaz. Hükmün elde edildiği metottan dolayı
          bu ismi almış olması gerekir.
          Batı kültüründen ve hüküm istinbat metodundan
          etkilenen günümüzün müslümanları olan bizler, bugün yukarıda
          açıklandığı şekliyle şer’i hükmün şer’i metotla elde
          edilmesine dünden daha çok muhtacız. Zira bu hastalık aynı
          zamanda ulema diye isimlendirilen bir çok kişinin de içine düştüğü
          asrın hastalığıdır. Çünkü batının fikir ve metotlarıyla yürüyen
          ve Rabbani hidayetten ve metottan uzak kalan ulemanın ictihad ve
          fetvaları İslâm'ın ictihad kurallarına aykırı düşmektedir.
          İctihatlarının sonuçları birbirinden farklı
          olsa da tüm Müslümanların üzerinde birleşecekleri, ictihadda
          belli başlı bir metodu olan şeriata sığınmaktan başka çıkar
          yolları yoktur. Biz burada bu sahih ictihad metodunu icmali olarak
          sunacağız. Bu sahih metot selefin takip ettiği metot olduğu gibi
          kıyamete kadar sonradan gelenlerin de metodu olmalıdır.
           
          
               
               Vakıayı Kavramak
            
               
                
            
          
          Şer’i hükmün istinbatında İslâmi metot
          şudur:
          Önce ortaya çıkan problemin derin bir kavrayış
          ile kavranması.
          Söz konusu problemi çözüme kavuşturacak
          gerekli şer’i delillere dönerek onların incelenmesi ve doğru bir
          şekilde anlaşılması.
          Ardından incelenen şer’i delillerden ilgili
          problem hakkında hüküm istinbat edilmesi.
          Buna göre içinde bulunduğu vakıayı
          değiştirmek için çalışan cemaat veya partinin, bu çalışmada
          kendisi için lazım olan şer’i hükümleri benimsemesi gereklidir.
          Vakıayı doğru kavramak gerçek anlamda vakıayı
          detaylı olarak analiz edip irdelemekle olur.
          Diğer taraftan şer’i bir kavrayış; şer’i
          delillerin çıktığı kaynakları ve tafsili delillerden hüküm çıkarmanın
          kendisine göre yapıldığı usul kaidelerini sınırlandırmayı
          gerektirir. Hüküm istinbatı ise, hükümlerin indiği vakıaları,
          hükümlerin icra keyfiyetlerini ve illetlerini bilen içtihad yapacak
          müçtehidin bulunmasını gerektirir.
          Öyle ise içinde yaşadığı fasid vakıayı
          değiştirmek isteyen cemaat veya partinin vakıayı anlamak için şu
          işlemleri yapması gerekir:
          Değiştirmek istediği vakıayı hem düşüncesinin
          hem de değişimin konusu yapmalıdır.
          İçerisinde yaşadığı vakıayı derinlemesine
          dikkatlice incelemeli ve çözülmesi gereken sorunu kesin
          çizgileriyle belirlemelidir. Eğer çözülmesi gereken sorunlar çok
          ise şu soruyu sorarak problemin analizini yapmalıdır: Bu problem,
          başka problemlerden mi kaynaklanıyor, yoksa kendisi temel bir
          problem midir? Bu sorunun cevaplandırılabilmesi,
          temel sorun ile temel sorunun uzantıları, göstergeleri arasında
          ayırım yapmayı gerektirir. Bu sorulara alınacak cevaplarla temel
          hastalık ve temel hastalıktan kaynaklanan hastalıklar
          belirlendikten sonra yani hastalık doğru bir şekilde teşhis
          edildikten sonra hastalığın ilacını tesbit etmeye geçilir.
          Gerçek şu ki, işin ehli olan doktor esas
          hastalığı teşhis edip belirledikten sonra arızi ve tali olan
          hastalıkların onu oyalamasına fırsat vermez. Hastalık midede ise
          ve bu, hastanın vücuduna zarar veriyorsa, dolayısıyla da hastanın
          cildinde bir takım karalıklara ve ateşin yükselmesine sebep
          oluyorsa doktor, esas hastalığı göz ardı edip görünürdeki tali
          hastalıkları tedavi yoluna giderse yüzeysel bir tedaviye baş
          vurmuş olur. Bu da adı geçen doktorun işinin erbabı
          olmadığını gösterecektir. Kaldı ki en başta asıl hastalığın
          yani midesinin tedavi edilmesi gerekir. Çünkü asıl hastalık
          tedavi edildi mi onun sonucu olan diğer hastalıklar da ortadan
          kalkacaktır. Gerçek doktor ayrıca arızi olan diğer
          hastalıkların tedaviye ihtiyaç duyup duymadığını da bilir.
          Bazen asıl hastalığın tedavi edilmesiyle arızi olanlar ortadan
          kaybolur. Bazen de asıl hastalık hasta üzerinde ayrıca tedavi
          isteyen kalıcı etkiler de bırakabilir. Fakat her şeye rağmen
          bunlar ikinci derecede önemlidir.
          İşte bugün içinde bulunduğumuz vakıanın
          durumu da tıpkı bunun gibidir. Zira biliyoruz ki bugün karşı
          karşıya kaldığımız bir esas problemimiz vardır ki bir çok
          cüzi problemi beraberinde getirmiştir. Problem şudur: Bu gün İslâm
          ümmetine isabet eden esas problem hayatlarının Allah'ın
          hakimiyetinden uzak olmasıdır. Bu esas sorun da beraberinde bir çok
          cüzi problem ihdas etmiştir. Meselâ; fakirlik, cehalet,
          kötü ahlâk ve bozuk sosyal münasebetler v.b.
          durumların hepsi batıl yönetimin zulmünden kaynaklanmaktadır.
          Allahu Teâla bu durumların esas sebebini açıklamak için şöyle
          buyurdu:
          “Kim beni anmaktan yüz çevirirse ona dar bir
          geçim vardır.” 
          
          Bu cüzi problemler temel sorundan kaynaklanmaktadır.
          Bu temel sorunun köklü ve sürekli çözümü, öncelikle söz
          konusu durumun değiştirilmesiyle olacaktır. Çalışma, İslâmi
          hayatı yeniden başlatma noktasında odaklaşmadıkça, hayatta
          Müslümanın tüm davranışlarının Allah'ın emirleri ve
          yasakları doğrultusunda yürütülmesine ve Allah'ın indirdikleri
          ile yönetimin kurulmasına sevk edecek nitelikte, İslâm akidesi
          siyasi bir akide olarak ele alınmadıkça Allah'ın indirdiklerinin
          dışındaki kanunların uygulanmasından kaynaklanan hastalıkların
          hiçbiri kesinlikle sona ermeyecektir.
          Demek ki esas problem ne eğitim, ne ahlâk ve ne
          de ekonomidir. Ayrıca başta gelen konu Müslümanların hak ve
          hukuklarının müdafaası ve Müslümanların ictimai hayatta
          iktisadi ve askeri sahalarda önemli mevkilere gelmeleri de değildir.
          Bilakis başta gelen konu akide ve amel boyutuyla hakimiyet konusudur.
          Söz konusu ettiğimiz bu hakimiyet yalnız ve yalnız Allah'ın
          hakimiyetidir. Vakıa açısından Müslümanların İslâm
          kültürüne olan güvenleri tekrar kazandırılmalıdır.
          Hayatlarında akidelerinin ürünü olan sistemin ortaya koyduğu
          çözümlere önem vermeleri için nefislerinde etkisini kaybeden İslâm
          akidesi tekrar eski haline döndürülmelidir. Bunu cennete olan
          özlemlerinden ve cehenneme olan korkularından
          dolayı yapsınlar. Ayrıca bütün Müslümanların şu andaki
          durumlarını ve hatta bütün insanlığın şu anda içinde yaşadığı
          bozuk ve fasid hayattan kurtulması gerektiği gibi önem versinler.
          Bütün bunlar İslâm akidesiyle ve ondan fışkıran nizamlarla gerçekleşecektir.
          Bunun içindir ki bunu idrak eden ve kavrayan
          cemaat asıl hastalığı belirler ve bilir ki gerçekten ne zaman
          esas hastalık tedavi edilirse arızi ve tali olan diğer hastalıklar
          da tedavi edilmiş olacaktır. Bütün bunlar vakıanın gerçek
          manada anlaşılmasının önemini ortaya koymaktadır.
          Bu, usulcülerin “menat” diye isimlendirdikleri
          şeydir. Çözüm isteyen durumun dikkatlice incelenmesi her
          halükârda şer’i delillerin toplanmasından ve hükmün
          belirtilmesinden önce gelir.
          Diğer taraftan vakıaya vakıf olmak ve onu
          kavramak onunla ilgili şer’i ahkamı kavramaktan daha zordur. Zira
          büyük bir dikkat ister. Kaldı ki çözüm isteyen vakıayı
          yanlış algıladığımızda ve vakıa hatalı bir biçimde
          zihnimizde yer ettiğinde vakıa ile ilgisi olmayan delillere yöneleceğimizden
          vakıayı doğru bir biçimde çözecek olan şer’i delillere
          ulaşmamış olacağız. Dolayısıyla gerçekte var olan vakıa
          yerine zihnimizde yanlış olarak canlandırdığımız vakıaya
          çözüm bulmuş, şer’i delilleri ilgili olmayan yerlerde
          kullanmış olacağız.
          Gerçek şu ki vakıayı gerçek
          manada anlamak için akıl gereklidir. Ayrıca vakıayı düşünceye
          kaynak veya ölçü almak caiz değildir. Hatta vakıadan hiç bir
          şer’i hüküm de çıkmaz. Bilakis asıl olan vakıanın olduğu
          gibi gerçek manada kavranmasıdır.
        
         
           
          
          
          Şer'i Hükmün Kaynakları
          
          
           
          Ortaya konulan her hükmün bir
          kaynağı vardır. Bu nedenle dikkatli ve detaylı bir araştırmadan
          sonra hüküm çıkarmada kullanılacak bir kaynağın benimsenmesi
          mutlaka gereklidir. İslâmiyetin iki teşri kaynağı ve ölçüsü
          üzerinde hiç bir ihtilafın meydana gelmediği “Kitap” ve Sünnet”
          olduğu herkesin malumudur. Bu iki esasa dayandırılan icma, kıyas,
          istihsan, sahabe görüşü ve bizden öncekilerin şeriatına
          gelince; bunların hepsinde ihtilaf husule gelmiştir. Görünen o ki
          bir cemaat için delil olmaya elverişli olan şey o cemaat
          tarafından kendisinden şer’i hüküm alınacak bir ölçü
          durumuna gelmektedir.
          Kur’an ve sünnetin yanında kati delillere yani
          Kur’an’a ve sünnete dayanan kaynakların benimsenmesi gerektiği
          de bilinen bir husustur. Diğer bir ifade “tabi” durumunda olan söz
          konusu ölçü ve kaynakların esas şer’i kaynaklar gibi teşrinin
          kaynağı olduklarına ve birer şer’i delil olduklarına dair
          Kur'an ve Sünnetten kesin delillerin bulunması muhakkak surette
          gereklidir. Yani iki esas delil olan Kur'an ve Sünnetin, neyin teşrinin
          kaynağı olduğunu kesin bir şekilde bize bildirmelidir. Şer’i
          kaynakları taklit yolu ile almak yeterli değildir. Çünkü bunlar
          kesinliği gerektiren İslâm'ın bütünlerindendir. Taklit ise insanı
          kesin olana götürmez.
          Teşrinin kaynakları kayıt altına alınıp
          belirlendi mi söz konusu cemaatın hangi kaynaklardan beslendiğini
          kavrarız. Ayrıca hangi kaynaklardan hüküm çıkaramayacağını da
          belirlemiş oluruz. Teşrinin kaynaklarının sınırlandırılıp
          belirlenmesi gerçekten pek önemlidir. Zira hangi kaynak hatalı
          olarak teşrinin kaynağı olarak benimsenmişse onunla ilgili bütün
          hükümlerde hatanın varlığı söz konusudur. Öyle ise cemaat,
          yapacağı işlerin şer’i hükümlerini ortaya koymadan önce şer’i
          hükümlerin çıkarılacağı kaynakları belirlemelidir. Haddi
          zatında herhangi bir cemaatın amellerine esas alacağı şer’i
          kaynakları tespit etmeden İslâm risaletini yüklenmesi asla caiz değildir.
          Bütün kaynakların zanni olmasında bir hayır
          olduğunu düşünmek doğru değildir. Bilakis bu tutum beraberinde
          kaynaklarda karışıklığı, kargaşalığı getirir. Bu da vakıa
          karşısında hilei şeriyyeye veya akla veya heva ve hevese,
          şartlara veya maslahata uymaya sevk eder. Sonuçta delil akıl ve
          maslahatın hizmetine girmiş olur. Kaldı ki bizden bunun tersi
          istenmektedir.
          İşte bunun içindir ki asıl olan adı geçen
          cemaatın toplumu iyi yönde değiştirmek
          ve kalkındırmak konusunda görüşlerini ortaya koymadan önce
          hükümlerin kaynaklarını her türlü dış tesirlerden uzak bir
          şekilde belirleyip ortaya koymasıdır. Kaynaklarını belirlerken
          tek ölçü nasslar olmalıdır. Öyle ki nassların kati ifadeleriyle
          nelerin o hükme kaynak olup olmayacağı ortaya konmalıdır. Diğer
          taraftan adı geçen cemaatin belirlediği kaynaklar, kendisi için bağlayıcı
          olur ve ona göre amellerine yön verir. Fakat onun dışındakiler için
          bağlayıcı değildir. Eğer mümkünse elindeki hüccetlerle başkalarını
          ikna etmek için tartışabilir. Özellikle bakış açısına göre
          kati ve kesin dediği konularda delilini ortaya koymalıdır. Aksi
          takdirde kendisini ve başkasını zor duruma sokmuş olur.
      
          
           
          
               
               Şer'i Nassı Anlamanın Metodolojisi
            
               
                
            
          
          Söz konusu cemaat şer’i
          ahkamı istinbat edecek kaynakları tespit ettikten sonra sıra bu
          kaynakları nasıl kullanacağını ve bu kaynaklardan nasıl hüküm
          çıkaracağını ortaya koymaya gelmiştir. Yani kaynaklardan hüküm
          çıkarmaya götürecek usul ve kaidelerin bilinmesi ve belirlenmesi
          merhalesine geçilmiş olur. Şüphe yok ki fakih, şer’i bir hükmü
          çıkarmaya yöneldiğinde üzerine hükmü bina edecek usul kaideleri
          onun zihninde mevcuttur. Yazılı ve yazılı olmayan bir metodolojiye
          sahip olmayan bir ilim dalı esasen mevcut değildir.
          Diğer taraftan şer’i nassların; âmm veya has
          olanı, mücmel veya mufassal olanı, mutlak veya mukayyed olanı
          olduğu gibi emir veya nehiy olanı, nasih ve mensuh olanı, mefhumu
          muvafık veya mefhumu muhalif olanı da vardır. Ayrıca lafzen manen
          ve aklen ele alınması gerekeni de vardır. Haberi
          ahad olanı vardır ki bazı yerlerde kendisine ihtiyaç duyulur, bazı
          yerlerde ona ihtiyaç duyulmaz. Ve daha buna benzer değişik yapıda
          nasslar vardır. İşte adı geçen cemaatın bunları ele alış usul
          ve kaidelerini ve hükmü üzerine bina edeceği metodolojiyi ortaya
          koyması zaruridir.
          Ne var ki bu usul kaidelerinin büyük çoğunluğu
          ihtilaflıdır. Bilindiği gibi her kaideden de bir çok teferruat
          ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle cemaat doğru olduğuna kanaat
          getirdiği kaideleri benimseyerek ihtilaftan kurtulmalı ve bu
          kurallar gereğince de furuattan olan meseleleri anlamaya çalışmalıdır.
          Takip edilecek usul ve kaideler belirlendikten
          sonra söz konusu cemaat kaynaklardan şer’i hükümleri çıkarma
          ve anlama kudretine malik olmuş olur. Bundan sonra cemaata düşen
          belirlediği ictihad metoduna tabi olmaktır. Bu metotla cemaat
          diğerlerinden ayrı bir özellik kazanmalıdır. Cemaat, bu metodu
          kullanarak gençlerini kültürlendirmeli ve öylece insanların
          karşısına çıkmalıdır. Işte İslâm davasını taşıyan
          herhangi bir cemaatın ilk önce yapması gereken şey budur.
          Evet gerçekte müctehidin işi tabibin işine
          benzer. En başta yapması gereken şey hastanın durumunu kendisinden
          dinlemektir. Sonra hastanın şikayet ettiği esas hastalığı
          belirlemelidir ki kendisinden hastalığın arıza ve tesirlerini
          gidersin. Ardından sıra tahsil süresince öğrendiği bilgileri
          hatırlamaya gelmiştir. Bazen duyduğu ilaçların vasıflarını,
          özelliklerini tespit etmek için kitaplara müracaat eder. Nihayet
          ilacı bulup çıkarır ve uygular.
          Tıpkı bunun gibi toplumu iyi yönde değiştirmeyi
          ve kalkındırmayı isteyen ve bunu yapmaya kalkışan cemaat eğer
          İslâm cemaatı ise, adı geçen değişimi İslâmi bir değişim
          olarak gerçekleştirmek durumandadır. Öyle ise değişimin şer’i
          delillere bina edilmesi gerekmektedir. Değişimin şahsi görüşlere,
          arzulara, akla dayalı maslahatlara, şartlara veya vakıaya göre
          şekillendirilmesi doğru değildir. Bilakis şeriat cemaatı
          amellerinde şer’i hükmü esas almaya mecbur eder. İslâm sevgisi
          ve gayreti Müslümanların menfaatlarına uygun olan hükme
          yönelmeyi gerektirmez. Gerçek şu ki Müslümanların
          maslahatlarının ne olduğunu ancak şeriat belirleyecektir. Zira
          şeriat Müslümanların maslahatı için gelmiştir. Işte bu noktada
          İslâmi bir bakış açısının maslahat ile ilgili
          ayrıntılarını ortaya koymak gerekmektedir. Şeriata göre maslahat
          ne zaman muteber olur?
      
          
           
          
               
               Maslahat
            
               
                
            
          
          Maslahat, bir menfaatı elde etmek veya bir zararı
          gidermek demektir. Bunu da ya akıl ya da şeriat kararlaştırır.
          Eğer aklın kararına bırakılırsa hakiki maslahatın ne olduğunu
          insanlar asla bulamazlar. Çünkü akıl sınırlıdır. O insanın künhünü
          kuşatacak nitelikte ve güçte değildir. Akıl insan için neyin
          maslahat olduğunu kararlaştıramaz. Çünkü o söz konusu olan
          şeyin maslahat mı yoksa mefsedet mi olduğunu bilemez. İnsanın gerçek
          mahiyetini ancak onu yaratan bilir. O da Allah sübhanehu Teâla’dır.
          Ne var ki insan falan şeyin onun maslahatına veya zararına
          olduğunu zanneder. Fakat bu bir zandır ve kesinlik ifade etmez.
          Bunun içindir ki maslahatını zanna bina eden helak olur. Öyle ki
          bazen bir şeyin insan için bir zarar olduğunu zanneder daha sonra
          onun bir maslahat olduğu ortaya çıkar ve elde edeceği hayrı da kaçırmış
          olur. Bazen de bir şeyin kendisi için maslahat olduğunu zanneder
          sonra zarar olduğu ortaya çıkar. Bu durumda da kendisi zarara düşmüş
          olur. Çoğu defa aklın bugün mefsedet dediği şeyin, yarın
          maslahat olduğu sabit olur. Veya bugün falan şeye maslahat der
          yarın onun bir zarar olduğu sabit olur. Bir hükmün bu kadar değişken
          olan bir esasa bina edilmesi caiz değlidir. Bu özellik, insanların
          yararına olduğu zannedilen beşer tarafından vazedilen nizamların
          en belirgin vasfıdır. Kanunların sık sık değiştiğini görmemiz
          bundandır. Kanunlar sürekli olarak ortaya çıkan gerekliliklere ve
          problemlere bağlı olarak değişikliğe uğrar. Görünen o ki
          bugüne kadar eşya ve fiiller hakkında sahih nihai bir hükme varılmamıştır.
          Onlara göre değişmeyen ve gelişmeyen nizam hareketsiz ve donuktur.
          Bu konuda bazı Müslümanların da küfür fikirlerinden etkilenmiş
          olduklarını görmekteyiz. Güya bununla dinlerini ve kendilerini
          müdafaa ediyorlar! İslâmiyeti tabiatına uygun ve sahih bir
          anlayışla kavramaktan uzaklaştıklarından dolayı düşmanlarıyla
          fikrî olarak aynı kaynaktan besleniyorlar.
          Şüphe yok ki, insanın içgüdülerinden ve
          organik ihtiyaçlarından kaynaklanan tüm işlerini dikkate alan, her
          türden problemini çözen, sahih ve doğru bir şekilde doyuma
          kavuşturacak yolu gösteren sadece Allah'tır. Arzu edilen odur ki
          çözüm isteyen problemin vakıaya uygun ve doğru bir şekilde
          çözülmesidir. İnsan vakıası fıtraten değişmediğine göre
          onun sorunları da değişmeyecektir. Erkeğin, erkek olmasının
          doğal bir gereği olarak, kadına yönelik sabit ihtiyaçları
          vardır. Bu açıdan erkek ile kadın arasında bir fark yoktur. Madem
          ki kadın ve erkek değişmeyen birer vakıadır, öyle ise oradaki
          ilgi ve alakalar da esasen değişmeyecektir. Doğru olan budur.
          Kadın ve erkeğin doğası değişmediği ve değişmeyeceği halde,
          kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen bir nizam ortaya koyup ardından
          bir kısım gelişmeleri bahane ederek konulan nizamı değiştirmenin
          hiçbir şekilde anlamı yoktur.
          Meselâ; içkinin doğası değişmediği sürece
          içkinin hükmünün zaman içinde değişmesini haklı gösterecek ne
          olabilir? Yine kumar bir vakıa olarak değişmemiştir ve
          değişmeyecektir. Onun hükmünün değişmesi gerektiğini kim
          nasıl savunabilir ki? Bütün konular böyledir.
          Bunun içindir ki gelişme, tekamül ve zamana uyma
          gibi vasıflar beşer tarafından vazedilmiş, konulmuş ve bir türlü
          doğru olan, hak olana ulaşamamış nizamların vasıflarıdır. Bu süre
          gelen değişim, insanların kendi kabiliyetleriyle sahih olan nizamı
          asla bulamayacaklarının bir delilidir. Bu acziyetlerini tekamül ve
          gelişim diye güya güzel sözcüklerle sunmaktadırlar. Bir de şöyle
          diyebilmektedirler: “Zaman ve mekanın değişmesiyle hükümlerin
          değişeceği inkâr edilemez.” Bu söz beşeri nizamlar için
          sarf edilmiştir. İlahi nizam açısından bu asla doğru değildir.
          İnkâr ve reddedilmeye müstehaktır.
          Bu açıdan bakıldığında bir mesele hakkında
          Allah'ın hükmü bir olur, bir kaç tane olmaz. Eğer vakıa
          değişirse tabiatıyla buna bağlı olarak hüküm de değişecektir.
          Örneğin üzüm yemek mübahtır. Ancak ne zaman üzümün doğası içki
          olarak değişirse hükmü de mübah iken haram olarak değişir.
          Ardından başka vakıaya dönüşürse hükmü de değişecektir. Bütün
          bunlar zaman ve mekana bağlı değillerdir. Bilakis bir yerde haram
          olan bir şey başka bir yerde helâl olacak değildir. Veya belli bir
          yerde helâl olan şey diğer bir yerde haram olacak değildir. Gerçek
          şu ki zaman ve mekanın şer’i hüküm üzerinde bir tesiri, bir
          etkinliği yoktur.
          Diğer taraftan İslâm şeriatı mazideki bütün
          vakıaların ve sürüp gelen bütün problemlerin hükümlerini kuşatmıştır.
          Daha henüz meydana gelmemiş ve bir problem olarak ortaya çıkmamış
          ve vukuu bulmamış hiç bir hadise yoktur ki İslâm ahkamının
          kapsamına girmiş olmasın. Zira İslâm şeriatı insanın bütün
          fiillerini kamil manada kuşatmıştır. Allah (C.C.)
          şöyle buyurdu:
          
          “Her şeye bir açıklama olsun diye sana kitabı
          indirdik.” Bu bakımdan ya Kur'an’dan
          ve Sünnet'ten bir delille veya şeriatı vazedenin vazettiği hükümlerine
          bina ederek -ki bu da nassların delalet ettiği bir illeti göstermeyi
          ihtiyaç gösterir, yoksa aklen gösterilen bir illet geçerli olmaz-
          hüküm ortaya konur. İşte burada biraz durup akli kıyasla şer’i
          kıyasın ne olduğunu açıklamamız gerekmektedir.
           Bu bakımdan ya Kur'an’dan
          ve Sünnet'ten bir delille veya şeriatı vazedenin vazettiği hükümlerine
          bina ederek -ki bu da nassların delalet ettiği bir illeti göstermeyi
          ihtiyaç gösterir, yoksa aklen gösterilen bir illet geçerli olmaz-
          hüküm ortaya konur. İşte burada biraz durup akli kıyasla şer’i
          kıyasın ne olduğunu açıklamamız gerekmektedir.
      
     
      
          
               
               Akli Kıyas
            
               
                
            
          
          Akıl birbirine denk ve benzer şeyler ve durumlar
          hakkında hüküm verirken eşit davranır. Bunun için birbirine
          benzer yönleri olan iki şey arasında bir kıyas oluşturur. Ayrıca
          birbirine aykırı, muhtelif olan şeyler ve durumlar hakkında da
          muhtelif hükümler verir. Onların arasını ayırır. Halbuki bu
          şer’i kıyasın aksine bir durumdur.
          Çünkü şeriat çoğunlukla birbirine denk olan
          şeylerin arasını ayırır, muhtelif ve aykırı şeylerin arasını
          da birleştirir. Meselâ; birbirinden farkı olmayan aynı olan
          zamanların arasını ayırarak kadir gecesinin diğer gecelerden
          üstün olduğunu açıklar. Bunun gibi birbiri gibi olan mekanların
          da arasını ayırarak Mekke’nin Medine’den ve Medine’nin de
          diğer şehirlerden üstün olduğunu açıklar. Namazları
          kısaltmada dört rekatlı olanlarla üç rekatlı olanları
          birbirinde ayırır. Dört rekatlı namazların kısaltılmasına izin
          verirken üç rekatlı ve iki rekatlı namazların kısaltılmasına
          izin vermez. İşte bütün bunlar gösteriyor ki, aklın bunları
          şeriat gibi değerlendirmesine imkan yoktur. Öyle ki şeriat temiz
          olan meninin akıtılmasında gusül yapmayı farz kılarken, aynı
          yerden çıkan ve aynı zamanda necis olan sidik ve mezi için aynı hükmü
          vermez. Boşanan kadının üç kuru’ (temizlik müddeti)
          beklemesini farz kılarken, kocası ölmüş bir kadının yeniden
          evlenmesi için dört ay on gün beklemesine hükmeder. Kaldı ki her
          iki kadının rahimlerinin durumları aynıdır. Ayrıca şeriat su ve
          toprağın biri temizleyici diğeri kirletici olmasına rağmen
          ikisini de temizlik için aynı kabul edip abdest ve boy abdesti için
          suyun bulunmadığı durumlarda toprakla teyemmüm yapmayı hükme bağlar.
          Aralarında fark olmasına rağmen evli kadın-erkek zaniye de, kasten
          adam öldürene de ve mürtet olana da ölüm cezasını uygular.
          Bunun içindir ki şeriat öyle hükümler verir ki
          aklın onları bulmasına imkan yoktur. Altın verip bilahare daha
          fazla altın almayı ve nesie faizini haram kılar. Kadınlara değil
          de erkeklere altın takmayı ve ipekli elbise giymeyi haram kılar.
          Alış-verişi helâl kılar fakat ribayı haram kılar. Kafirin
          vasiyet konusundaki şahadetini caiz görürken vasiyetinden vaz
          geçme konusunda bir Müslüman şahidin bulunmasını şart koşar.
          Burada efendimiz Ali (r.a.)’ın
          şu sözünü zikretmek yerinde olacaktır: “Eğer
          din kişisel görüşten alınabilseydi, mestin altını meshetmek
          üstünü meshetmekten daha uygun olacaktı.”
          
          Bütün bunlar İslâmi hayatı yeniden başlatmak
          için çalışan cemaat veya partiler için başta gelen esaslardır.
          Adı geçen cemaat kültürlendirme ameliyesinde bulunurken vakıanın
          hakikatine nasıl vakıf olacağını belirtmesi gerekir. Ardından
          şer’i kaynaklarını ve usul kaidelerini belirleyerek gençlerini
          bunlarla yetiştirmelidir. Zira cemaatın akletmesi ve çalışması
          bu şer’i kaynaklar ve usul kaideleri ile olacaktır.
          Bütün bunlar cemaatın yapacağı kültürlendirme çalışmasının
          mühim bir kısmını teşkil etmektedir. İşte böylece verilen
          kültürün ve takip edilen metodun ve oluşturulan fikirlerin açık
          ve net vahiy ifadelerinden alınması gereklidir. Ayrıca saf ve
          temiz, açık, net vahiy ifadelerine dayanmayan bütün fikirlerden de
          uzak durulmalıdır. Meselâ; “Zaman ve mekanın değişmesiyle hükümlerin
          değişeceği    inkâr edilemez”  veya 
          “Zaruretler
          mahzurlu şeyleri mübah    kılar”  veya “Maslahat
          neredeyse Allah'ın şeriatı oradadır.”
          v.b. kaidelerin peşine düşmek doğru değildir.
          Bütün bunlar gösteriyor ki cemaatın kendine bir
          metodoloji edinmesi gereklidir ki şeriatı anlamada onun bakış açısına
          yön versin, şeriatı anlamasına hükmetsin. Bu cemaatın yapacağı
          işlerle ilgili şer’i ahkamı ortaya koymadan önce yapması
          gereken bir zarurettir. Bu ışık sayesinde ancak yoluna devam
          edebilir. Ancak böylece Allah'ın rızasını kazanabilir.
          Bazen olur ki bir meselede birden fazla ictihad
          ortaya çıkar. Söz konusu cemaata düşen ihtilaflı meselelerde delilin kuvvetine bakarak şer’i bir hükmü
          benimsemektir. Böylece bundan sonra takip ettiği usulü ve füruu
          anlasın. Ta ki gençlerini bu esas üzerine yetiştirsin. Bu gençler
          ellerindeki delillerle hayat sahasına inerek insanları buna davet
          etsinler. Kendileri ikna oldukları gibi kesin hüccetlerle
          başkalarını da ikna etsinler. Böylece takip ettiği metot
          sayesinde çalışarak gayesini tahakkuk ettirsinler. Böyle olmadığı
          takdirde fikren gerileyip çalışma metodundan sapacaktır. Kendi
          usul kurallarını çiğneyecektir.
          Dikkat edilirse şer’i hükmün kaynaklarını ve
          usul kaidelerini tespit etme konusu bozuk vakıayı değiştirmek için
          kullanılacak şer’i hükümlerin tespit edilmesi konusundan önce
          gelmektedir. Cemaat bozuk vakıayı değiştirmek ve ümmeti kalkındırmak
          üzere yola çıktığında bir çok zorluk meşekkat ve korkunç
          şeyle karşı karşıya kalacağı muhakkaktır. Kaynaklarını usul
          ve kaidelerini sağlam bir şekilde belirleyip kayıt altına almayan
          cemaatların bazı güçlükler karşısında metotlarını ve
          kanaatlarını çarçabuk değiştirdiklerine şahit olmaktayız. İslâm
          davetinin önünde duran en önemli engel ve problem bozuk sistemin
          kendisi olduğu halde -kendilerinin de itiraf ettikleri gibi- İslâm’ın
          şûra olduğunu ve bu yönüyle de demokrasi ile benzeştiği
          bahanesiyle demokratik oyunlara
          sığınmaktadırlar. Bazen de “bizden önceki şeriatları bizim
          için de şeriattır” sözünü bahane ederek geçmiş
          dinlerdeki birkısım uygulamalara sığındılar. İslâm
          şeriatının metoduyla toplumu değiştirmenin çok zor olduğu gerekçesiyle
          böylesi farklı yollara sığındılar. Bazen ise toplumu
          değiştireceği zannıyla cemiyet ve dernek çalışmaları üslubunu
          kullanarak metod adına üslupların içerisinde boğulup gittiler.
          Bazen de, toplumu değiştirmede şer’i hükmün gereği olmamasına
          rağmen içerisinde bulunulan şartların
          gerektirdiğini söyleyerek silahlı mücadele yapmanın gereğine
          inandılar.
          Kaynakları ve usul kaidelerini belirlemek, şer’i
          ictihad metoduna tabi olmak, cemaat için sadece Allah (C.C.)’ın
          emirleriyle ve iradesiyle kayıtlı olmak, vakıaya boyun eğmemek
          şartlara mahkum olmamak ve maslahata tabi olmamak demektir.
          Böylece cemaat şer’i düşünme metodunu
          belirledikten sonra çalışma metodunu da belirleyebilecektir. Aksi
          takdirde önünde bir çok yollar oluşacak ve hangisine tabi
          olacağını da bilemeyecektir. Böyle uçsuz bucaksız bir vadide
          önünde bir çok yol bulunan ve hangisine gireceğini bilemeyenleri
          Allah kayırmaz.
          Parti veya cemaat kültür kaynaklarını ve
          kurallarını belirledikten sonra, belirlediği kaynakların ve usul
          kaidelerinin ışığı altında insanlara taşıyacağı kültürü
          belirlemeye geçmelidir.
          Kaynaklar ve kaynaklardan hüküm çıkarma usul ve
          kaidelerinin belirlenmesi, şeriatın net ve doğru anlaşılmasını
          bir karışıklığa meydan verilmemesini, vahyin arı ve duru olan
          ifadeleri üzerine kurulu olmayan her şeyden uzaklaşmayı sağlar.
          Heva ve hevesin şeriatı anlama üzerindeki tesirini bertaraf eder.
          Aklın hüküm koyma yönündeki çabasını kırar. Kültürün
          kaynaklarını ve elde edilmesinde kullanılacak usul kurallarını
          incelemeden, belirlemeden cemaat kültürü üzerinde araştırma ve
          inceleme yapmak mümkün değildir.
          Buraya kadar anlatılanlar gösteriyor ki adı geçen
          cemaatın ta ezelden ümmetin yaşadığı vakıayı ve bu vakıanın
          üzerine kaim olduğu fikirlerin, şiarların ve nizamların nelerden
          ibaret olduklarını gerçek manada araştırıp etüt etmeli ki
          insanların nasıl ve neden onları benimsediklerini ve onlara nasıl
          kapıldıkları ortaya çıksın. Zira İslâm ümmeti kâfirlerin
          dertlerine çare diye sundukları küfür fikirlerinin baskınına
          uğramıştır. Bu ümmet siyasi olarak sömürgeci kâfirlerin
          menfaatlarının bekçileri tarafından yönetilmektedir. Öyle ki
          ümmetin kazançları ve servetleri bu yerli işbirlikçileri tarafından
          sömürgecilere peşkeş çekildi. Ayrıca onların maslahatlarını
          tehdit edecek her türlü çalışmaya engel oldular. Devamlı surette
          bir baskı ve tehdit oluşturdular. Zira kâfir sömürgeci batı,
          ümmetin kendi bekası için örgütlü siyasi bir cemaat veya hizip
          çalışması yapmasının menfaatleri açısından sakıncalarını
          ve tehlikelerini iyi biliyorlardı. Bunun için ümmet içinde siyasi
          örgütlenmiş cemaat veya hizbi çalışma yapmayı kötü ve günah
          olduğunu savunan fikirleri çokça yaydılar. Buna mukabil ümmetin
          cüzi bir takım işlerinin görülmesi için cemaatlaşmayı telkin
          edip desteklediler. Kaldı ki bu tür cemaatlar bir takım
          ayrıntılarla, fakirlik ve bozuk ahlakı ıslah etme gibi işlerle
          uğraşmaktan öteye gidemezlerdi. İşte böylece neticede
          Müslümanların dinlerine olan güvenlerini sarstılar. Dinlerinin
          insanların sorunlarına çözüm üretebilecek tek doğru akide
          olduğuna dair inançları yara aldı. Müslümanların akideleri
          hayattan ayrı kalınca ve akidenin hayattan uzaklaşarak soyut
          kalması bir gereklilikmiş gibi anlaşılınca ümmetin içinde
          bulunduğu bozuk vakıayı düzeltmesi beklenemezdi. Evet ümmetin
          durumu bu kadar vahimdir. Bunun için söz konusu cemaat ve hizbin
          içinde bulunduğu problemleri ve karşı karşıya kaldığı
          fikirleri derin ve dikkatlice irdelemesi ve analiz etmesi
          gerekmektedir ki bu sayede üzerine ayak bastığı zemini iyi teşhis
          etsin ve tanısın. Üzerinde yaşadığı zeminin tabiatı nedir?
          Tanıyacak ki nasıl yürüyeceğini bilsin. En zorlu engelleri aşmak
          için ihtiyaç duyduğu alet ve edevatı tespit edebilsin. Gerçek şu
          ki bütün bunlar öncelikle vakıanın iyi tahkik edilip
          kavranılmasını gerektirir. İşte bu, cemaatın kültürlendirme
          ameliyesinde önemli bir bölümü teşkil etmektedir. Çünkü önce
          onu kendi hesabına tahlil edecek, ardından gençlerine, hatta
          bütün insanlara açıklayacak ki kimse vakıanın içyüzünden
          gafil kalmasın. Bu sayede ümmet vakıayı idrak etsin, onu
          değiştirecek sahih çözümü arasın ve bulsun.
          Ümmetin yaşadığı vakıanın fikrî, siyasi ve
          sosyal yapısı iyice irdelenip analiz edilerek ortaya konduktan sonra
          cemaat, fikirlerin, görüşlerin ve şer’i hükümlerin üzerine
          bina edilecek şer’i kaynakları ve esasları belirlemeye başlar. Böylece
          insanlara ve gençlerine benimsediği fikirlere, görüşlere ve şer’i
          hükümlere ulaştıracak metodu açıklayabilir. Çünkü ancak bu
          şekilde gençler iyi bir şekilde ikna olup İslâmi bir şahsiyet ve
          siyasi kavrayışla onu merkezi bir şekilde hazmederler ve neticede bütün
          ümmet bu fikirleri ve çözüm yollarını benimser ve sahip çıkar.