MASLAHAT GEREKÇESİYLE HARAMI HELÂL KILMAK |
|
Şeriat bazı işleri farz
bazılarını da haram kılmıştır. İnsanların bundan sapmalarına,
bunları değiştirmelerine ve tahrif etmelerine izin vermemiştir.
Ayrıca insanların ihtiyaç duydukları şeyi çok iyi bilen hikmet
sahibi şari' onlara bazı ruhsatlar da vermiştir. Ruhsat vermediği
durumlarda heva ve hevesleri, şeytanları güzel gösterse de Allah'ın
hükmünden dışarı çıkmalarına izin vermemiştir. Allah'ın hükmünün
dışına çıktıklarında bir menfaat veya bir maslahat elde etmeleri
bir şeyi değiştirmez. Öyle ki kim, Allah'ın farz kıldığını
terk etmeyi ve haram kıldığını işlemeyi Allah'tan bir ruhsat
olmaksızın mübah kılarsa o, ya kafirdir ya da pek günahkar bir fasıktır,
cahildir.
Ne yazık ki maslahat gerekçesiyle
küfür ile yönetmeyi caiz gösterdiler.
Kaldı ki maslahatın tarifi
şöyle yapılmıştır: "Sayesinde daimi veya çoğu kez çoğunluğa
veya fertlere bir salahın yani faydanın ortaya çıktığı fiilin
vasfıdır." Deniliyor ki, "Alimler
şeriatı tedkik etmişler, bu tedkikleri onları,
şeriatın kulların dünya ve Ahirete ait maslahatlarının temini için
vazedildiği sonucuna ulaştırmışlardır."
Ayrıca mesalihi mürseleyi
ve ona ilişkin olan durumları da ortaya koymaktadırlar. Fakat
diyorlar ki: "Yönetimde ortaklık hadisesi mesalihi mürsele
kabilinden değildir. Çünkü manası açık olan ayetler cahiliye hükümleriyle
hükmetmeye iştirak etmeyi kesin bir şekilde haram olarak ilan ediyor.
Burada delil olarak gösterilecek olan şey iki hayırdan veya şerden
birinin tercih edilme kategorisine girmektedir. Nasıl iki maslahattan
en faydalısının ve iki şerden en az zarar getirenin tercih edilmesi
söz konusu ise, cahiliye hükümleriyle hükmetmeye iştirak etmenin
delili de böyledir."
Devamla diyorlar ki: Bu,
şeriatın tuttuğu bilinen apaçık yoldur. Zira İslâm; içki ve
kumarı yasaklarken onlarda bir faydanın bulunduğunu ancak
zararlarının faydasından çok olduğunu dolayısıyla haram
kılınmasının bir fayda ve zarar mukayesesi üzerine bina edildiği görülmektedir.
Bunun gibi şeriat, mü'minlerin
nefislerine ağır gelse de, bir kısım
malları harcanmış olsa da savaşı farz kılmıştır. Çünkü
esasen savaşta mü'minler için hoşlanacakları çok büyük
maslahatlar vardır. Onun için Cenab-ı Allah bunu farz kılmıştır.
İslâm tarihi boyunca düşünürler
ve alimler İslâm’la ilgili hareketlerinde hep bu metodu gözetmişlerdir.
Hatta Rasul (s.a.v.) Kâbe'yi yıkıp İbrahim
(a.s.)'ın ilk başta kurduğu temel üzere
yeniden bina etmeyi düşünmüş. Fakat Kâbe'yi yıkmanın vereceği
zarar, yeniden yapmanın vereceği faydadan daha çok olduğu gerekçesiyle
bundan vazgeçmiştir. Zira Hz. Aişe (r.anha)'a şöyle demiştir: "Eğer
kavmim cahilce sözler söylemeyecek olmasaydı, Kâbe'yi yıkar,
yeniden yapar ve onda iki kapı bırakırdım." İşte buna
benzer daha bir çok şey söylüyorlar.
Yine bu mantıkla şöyle
diyorlar: Evet gerçekten küfür hükümleriyle hükmetmeye iştirak
etmekte büyük bir zarar vardır. Bu hükümetler belli ki tağutun hükmüyle
hükmediyorlar. Allah'ın işine karışıp haddini aşıyorlar. Kaldı
ki Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:
“Hüküm ancak
Allah’ındır.”
“O hiç bir kimseyi
hükmüne ortak yapmaz.”
Bütün bunlara rağmen şöyle
demekten de kendilerini alamıyorlar: "Küfür ile yönetimde ortak
olmak bazı hallerde Müslümanlar ve İslâmi hareketler için
gerçekten pek büyük faydalar sağlamaktadır. Hatta bazen tağutu
ortadan kaldırarak hakkı gerçekten ikame edecek neticelere bile
götürebilir. Görüşlerinin iç yüzünü ve tuttukları yolun şer'i
düşünme metodundan ne kadar uzak olduğunu daha iyi kavramak için
onlara ait bazı sözleri aşağıya sıralayalım:
- Müslümanların cahiliye yöntemlerine
iştirak etmesi büyük bir çelişkidir. Müslümanlardan tağut olan
devletlerle savaşması istenmiş iken nasıl olur da bu tağuti hükümleri
ikame ederler? Zira Allahu Teâla inandığını iddia edip de ardından
tağutta muhakeme olmak üzere gidenlerin durumuna şaşmaktadır.
“Sana ve senden önce
indirilene inandığını iddia edenleri görmedin mi! İnkar etmekle
emrolundukları halde tağuta gidip muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan
da onları büsbütün saptırmak istiyor.”
-
Tağutun yasalarına itaat etmek, Allah'ın emrine muhaliftir. Çünkü
onlar Rab edinilmiş olmaktadırlar. Ehli kitabın durumunu açıklarken
Cenabı Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah'tan başka
ahbarlarını ve ruhbanlarını ve Meryem oğlu İsa'yı Rabler
edindiler. Kaldı ki yalnız Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı.”
Ayette geçen “Rab edindiler” ifadesinin ne
anlama geldiğini soran Adiy b. Hatem'e Rasul (s.a.v.)
bunun, haramı helâl, helalı haram kıldıklarından onlara itaat etme
manasında olduğunu beyan etmiştir.
- Çağımızın küfür
yönetimleri, salih müslümanlar ile, çirkin ve bozuk hükümlerini
süsleyip bir ziynet eşyası olarak kullanmaktadırlar. Onları daima
delil olarak göstererek diyorlar ki; Eğer biz batıl üzerinde olsaydık
bunlar yönetimde bize iştirak etmezlerdi.
- Müslüman bakanların
yetkileriyle haksız zorba ve zalim kanunlar icra edilince durum daha da
vahim bir bataklık haline gelmektedir. Müslüman bakanlarla
hedeflerine ulaştıktan sonra da onları çekirdek kabuğu gibi
arkalarına atmaktadırlar.
- Yönetime iştirak etmek
zalimlere meyletmek demektir. Allah (C.C.)
bizi bundan sakındırmaktadır.
“Zalimlere destek olmayınız,
yoksa size ateş dokunur.”
diye
buyurmaktadır.
Diğer taraftan yönetime iştirak
cahiliye yönetiminin ömrünü uzatır.
- Yönetime
iştirak etmenin Allahu Teâla'nın haklarında;
“Allah'ın indirdikleriyle
hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”
“Allah'ın indirdikleriyle
hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.”
“Allah'ın indirdikleriyle
hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir.”
ayetlerin
kapsamına girerler.
İşte bütün bunlar,
hareketler ve davetçiler hakkında gizli olmayan hususlardır.
Ayetlerin delaletleri ve sarahatları dikkatlice inceleyen kimse için
açık ve nettir.
Şunu da ekliyorlar: İslâmi
hareketlerin bazı hallerde yönetime iştirak etmeleri müslümanlara
ve İslâmi hareketlere büyük menfaatlar sağlayacağı muhakkaktır.
Hatta tağutun çarçabuk izalesi ve hakkın ikamesine götürebilir.
Bunun için İslâmi hareketlerin yönetime iştirak etmeleri
neticesinde ortaya çıkacak maslahatları elde etmemiz mümkündür.
Ortaya çıkacak bu maslahatları maddeler halinde sıralayalım.
1-
İslâmi hareketi sonuçsuz bırakacak ve dağıtacak gizliden gizliye
faaliyet sahasına konulan tuzakların farkına varılmasını
sağlayacaktır.
2-
Topluma, İslâmi hareketi oluşturan insanların dervişlerden müteşekkil
olmadığını insanları yönetecek bilgi ve beceriye sahip oldukları
güven ve itminanı verir.
3-
İslâm'ın hayatla alakalı işleri tanzim edecek bir niteliğe sahip
olduğunu göstermeye yarar. Dolayısıyla bu hususta İslâm'a olan
güveni artırır.
4-
İslâmi hareketi yönetime dair işler nasıl yürütüldüğünden
haberdar eder.
5-
Mevcut olan nizamdan tam manasıyla haberdar oldukça onun şerrinden
korunabilme imkanına kavuşturur.
6-
Bakan olma yoluyla Müslüman kadrolar bakanlıkta yaptığı düzenlemeler
hususunda deneyim ve tecrübe kazanırlar.
7-
İslâmi harekete mensup kişiler, halkın sevdiği insanlar durumuna
gelmiş olurlar. Çünkü bu gibi yönetimde görev alan insanlar çoğu
kez toplum ve bireyler için birer sembol olurlar.
8-
İslâm hareketinin küfre karşı koyma direnci artar.
9- Müslüman kadrolar
siyaset hususunda deneyim kazanır ve eksikliklerini
giderirler.
10-
İslâmi hareketin maslahatı için otoritenin heybetinden faydalanır.
11-
Eğer İslâmi hareket bir cemaat olarak yönetime iştirak etmezse,
devletin elindeki bütün imkanlar, İslâmi hareketle savaşmak veya
İslâm’ı ve müslümanları yok etmek için çalışan düşmanların
eline geçer.
Onların görüşlerini
reddetmek durumunda olduğumuz halde görüşlerinin esas mahiyeti
hakkında tam bir kavrayışa sahip olmak için ayrıntılı bir
şekilde bir kısım görüşlerini buraya aldık. Böylece yer ve
göklerin Rabbı olan Allah'ın gadabına neden olan fetvaların hangi
kaynaklardan çıktığını ve bu fetvaları verenlerin ne kadar
insafsız ve cüretkar davrandıklarını, Allah'ın emirleriyle
kayıtlı olmaksızın mü'minlerin aykırı hareketlerin
tozu dumanı içinde kaldıklarını göstermiş olalım. Ayrıca müslümanlara,
bu fetvaların sabit şer'i ahkâmla nasıl çeliştiğini İslâm'ın
sahih olan hüküm çıkarma metodundan ne kadar uzak olduğunu, müslümanları
batının düşünce metodunun etkisi altında bırakan, Müslümanların
alçalma ve düşme çağlarını başlatan yeni metotlar icad
ettiklerini ortaya koyduk ki bu sayede fikirlerini gerçek manada ayrıntılarıyla
incelemiş ve düşünme metotlarının çürüklüğünü anlamış
olalım.
Eğer şer'i hüküm delalet
ve subut açısından katî bir delilden alınıyorsa içtihad yapmak
caiz olmaz. Faizi haram kılan ayetlerde olduğu gibi. “Allah,
alış-verişi helâl faizi haram kıldı”
ayetin
de faizin haram kılınışı açık ve kesindir. Bir başka ayette
de; “Allah, faizle malı imha eder, zekat ile
artırır.”
diyerek faizli işlemleri
kesinlikle kötülemektedir. Bununla beraber: “Ey iman edenler!
Allah'tan korkun ve eğer inanıyorsanız sermayenizden faiz olarak arta
kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Rasulü'ne harp
ilan etmiş olursunuz.”
buyurarak Müslümanları faiz yemekten
sakındırmıştır. Hatta ve hatta faiz yiyenleri şu şekilde
vasıflandırmıştır: “Faiz yiyenler
(Kıyamet gününde) ancak şeytanın kendisini çarpmış olduğu
insanlar gibi (kabirlerinden) kalkarlar.”
Rasul (s.a.v.)
de faizi yedi büyük günahtan sayarak onu Allah'a ortak koşmaya
yakın kılmıştır. Şöyle buyurmuştur:
“Yedi büyük günahtan sakının.
Dediler ki: Onlar hangileridir, ya Rasulullah? Dedi ki:
Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere Allah'ın haram
kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, seferberlik
zamanında savaştan kaçmak, suçsuz mü'min
kadınlara iftira atmaktır.”
Bu kadar katî nastan
haberdar oldukları halde, bozuk istinbat metotlarıyla faiz almayı
caiz saydıkları görülmektedir. Sübutu ve manayı delaleti katî
naslarla haram olmasına ne oldu? Allah'ın o denli ikaz ve tehdidi
kimin içindi? Onlar bu metotlarıyla Allah'ın dinine yaklaşırlarsa hükümlerini
değiştirip şeriat ahkâmını daha çok sulandırıp tahrif
edecekler. Din ahkâmını hafife almayı tabii bir iş olarak görüp
onunla dalkavukluk yapmaya devam edecekler.
Aynen bunun gibi Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmenin, hükümde Allah'ı birlemenin farz
olduğuna onlar da şahittirler. Bununla beraber -bidatçı metodları-
sayesinde müslümanın tağut ile yönetmesinin caiz olduğunu söyleyebilmektedirler.
Kendilerini İslâmi hareketin öncüleri olarak sundukları halde
doğrularla ne kadar çeliştiklerini görmek için yukarıda onlara ait
naklettiklerimiz yeter de artar. Halbuki öncüler ve önderler
kendilerine tabi olanlara yalan söylemezler. Şöyle dediklerini hatırlıyoruz:
- Cahiliye yönetimine iştirak
etmek büyük bir fesattır. Çünkü bu yönetimler haddini aşanların
hükümlerini ikame ediyorlar. Hüküm hususunda Allah'a karşı gelerek
O'nunla tartışıyorlar.
- Müslümanın küfür
yönetiminde bulunması büyük bir çelişkidir. Müslümanın, tağuti
devletlerle savaşması istenmişken nasıl olur da tağutu uygular?
- Allah'ın emirlerine
muhalif olarak koydukları kanunlarda tağuta itaat, Allah'tan
başkalarının rablar edinilmesi demektir.
- Çağdaş yönetimler salih
Müslüman şahsiyetleri kendilerine bakan yaparak onları yönetimlerinin
süs eşyası olarak kullanmaktadırlar.
- Çağdaş yöneticiler
Müslüman bakanların yetkileriyle zorba ve zalim kanunlarını icra
etmektedirler.
- Günümüz yöneticileri,
çirkin, zararlı hedeflerine Müslüman bakanlar sayesinde ulaştıktan
sonra onları çekirdek kabuğu gibi arkalarına atmaktadırlar.
- Cahiliye yönetimlerine iştirak
etmek, zalimlere yönelmek demektir.
- Cahiliye yönetimlerine iştirak
etmek, cahiliye yönetimlerin ömrünü uzatır.
- Allah'ın indirmediği hükümlerle
hükmetmek, insanı; Allah'ın "kâfirler",
"zalimler", "fasıklar" diye
nitelediği sınıflardan birine dahil eder.
Bütün bu dedikleri şeylere
rağmen hala kim Allah'ın bunca emirlerine muhalif şeyleri söylemeye
cesaret edebilir? Allah'ın dinine karşı kim bu kadar cüretkar
davranabilir? Esasen işi daha da batak bir hale getiren Allah'ın
emirlerine muhalif davranışlarda bulunmaları değil, bilakis
Allah'ın emirlerine muhalif davranmaya davet etmeleridir. Bunda elbette
ki çok büyük günah vardır.
Şeriata aykırı düşen
bunca noktaları ortaya koyduktan sonra soruyoruz: Onları yönetime iştirak
etmeye sevk eden nedir ki kendini bundan alamıyorlar? Zannedersek
onları iştirak etmekten sakındıran bu kadar delile rağmen
şeriatın fark edemediği büyük bir maslahatı akıllarınca
keşfetmişlerdir. Onların mantıklarına göre söz konusu maslahatın
gereğini yapmak kaçınılmazdır. Böylesine derin düşünme metodları,
şeriata muhalif bir metoddur. Allah'ın düşmanlarına yardım
etmektir. Bu hususta yasama için edindikleri merci ve merkez şeriata
uygun düşmeyen söz ve aykırı bir hüküm doğurmuştur. İstinbat
ve yasama metodu müslümanları davetin ve nasihatın vermediği bir
duruma getirdi. Müslümanları hakka yaklaştırmadı, aksine
uzaklaştırdı. Neticede Allah'ın yardımından ve zaferinden
uzaklaştılar. Mevcut vakıayı da değiştiremediler. Aslında şu
andaki mevcut olan vakıa onların aleyhine şehadet etmektedir.
Yukarıda geçtiği gibi on
bir madde halinde sıralayıp onları büyük maslahatlar diye
nitelendirmişlerdi. Cahiliye yönetimine ortak olduklarında onları
elde edeceklerdi. Allah aşkına hele bir bakın ve düşünün! Elde
ettikleri basit ve değersiz şeyler ile kazandıkları büyük
günahları bir nebze karşılaştıralım. Şimdi bunları bazı
yorumlarla size sunacağız.
- Yönetimde bulunmakla
cemaatın tecrübesi ve deneyimi artacak,
- İslâmi kadrolar, siyaset
ile alakalı meselelerde yetişmiş olacaklar
- Bakanlık yaparak İslâmi
kadrolar bakanlıklarına ait işlerin yürütülmesinde uzman
olacaklardır.
Esasen bu üç madde tek bir
konu ile alakalıdır. Zaten birinci madde bunu ifade etmektedir. Tabi
eğer çok sözcük kullanılarak maddeler çoğaltılmak isteniyorsa o
başka! Kaldı ki önemli olan laf kalabalığı değil, sözün doğruluğudur.
Maddeler halinde sayılan bu kadar gerekçe Müslüman kişinin
Rabbısının emirlerine uymamak için mazeret olabilir mi? İslâmi
kadroların deneyim ve tecrübelerini artıracak Allah'ın gadabına
değil de rızasına vesile olacak başka bir yol yok mudur acaba?! Müslüman
gençleri yetiştirecek şer'i bir yol ve metot yok mudur? İslâmi
hareketin siyasi çalışmayı gerektirdiği doğrudur. Fakat bunun
Rasul (s.a.v.)'in metodu üzere yapılması
gerekir. Zira Rasul (s.a.v.) de ashabını yönetim
vakıasına ve kâfir devletlerle olan irtibatına ait hususlarda
bilgilendiriyordu. Ayrıca müşriklerin ve ehli kitabın İslâm
hareketine yönelik tuzaklarını haber veriyordu. İslâm
davetçisinin, içki içenleri içmekten alıkoyamadıkları
meyhaneye girip onları ikna etmek için önce bir kaç kadeh içip
sonra onları ondan vazgeçirmeye çalışması nasıl düşünülebilir!
Allah için söyleyin bu akılla bu fikirle nereye varılabilir?
Allah'ın şeriatını değiştirmeye nasıl cesaret ediyorlar?
Öne sürdükleri son üç
maddeye baktığımızda da durum değişmeyecektir:
- İslâmi hareket mevcut
düzen hakkında iyi bir bilgi sahibi olur ve onun şerrinden kendini
korur.
- İslâm hareket aleyhine
gizliden gizliye yürütülen tuzaklar fark edilir ve dağıtılır.
- Eğer İslâmi hareket
yönetime katılmayı reddederse, devlet imkanlarını İslâm
hareketinin aleyhine kullanacak düşmanlar onun yerine geçer. Belki de
böylece İslâmi hareketleri dağıtıp yok ederler.
Bu son üç madde de tek
bir maddede özetlenebilir. O da şudur: "Düzenin şerrinden ve
tuzaklarından İslâm'ı ve müslümanları korumak." Gerçekte
içinde yaşadığımız vakıa bilfiil onları haklı çıkaracak bir
özellikte midir? Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerle yönetimde
ortak olmaları gerçekten onlardan veya ümmetten bir tehlikeyi
bertaraf edip uzaklaştırdı mı? Kaldı ki bizzat kendileri Müslüman
yönetimlerine iştirak etmeleri durumunda sistemlerinin ömrünü
uzatacağını itiraf etmektedirler. Zira onlar böyle yapmakla ümmete
şirin göründüklerini müslümanlara ihtiyaçları kalmayınca da
onları müsvedde kağıdı gibi çöpe atacaklarını dilleriyle ifade
ediyorlar. Şerlerinden kurtulmak ve tuzaklarını boşa çıkarmak
iddiası nerede kaldı?! Müslümanların yönetime iştirak etmeleriyle
cahiliye nizamlarının gerçek yüzleri daha iyi ortaya çıkmıyor,
aksine daha da gizlenmiş oluyor ve anlaşılmaz bir hal alıyor.
Söz konusu ettikleri son iki
maddeye bir göz attığımızda esasen birinci madde ile ikinci maddede
de ifade edilmiş olduğuna şahit oluyoruz. Şimdi şu iki maddeyi
tahlil edelim:
- İslâmî cemaatın
insanlara liderlik yapabilecek güçte olduklarını göstermek.
- İslâm’ın hayatla
alakalı genel ve özel işleri düzenleyebileceğine dair insanlara güvence
vermek.
Gerçek şu ki yukarıda
sayılan güvenceleri vermek bir cemaatın güç yetireceği şeyler
değildir. Aksine böyle bir girişim İslâm'ın ve Müslümanların
hakketmedikleri kötü örnekler sergileyecektir. Şu anda
yaşadığımız durum bunun en büyük delilidir. Eğer ortada bu türden
çağrılara karşı duran, yaptıkları açıklamalarla, batıl düzenleri
desteklemede ve onlarla yardımlaşan, takındıkları tavırlar ve
önerilerle, müslümanların nefislerinden İslâm’ı uzaklaştırmak
için gayret gösteren müslüman alimlere karşı duran samimi, şuurlu
ve uyanık İslâmi hareketler olmasaydı durum daha da vahim olurdu.
Şimdi söyleyin Allah aşkına, Allah katında ve ümmet nezdinde
sistem sahiplerinin korkuları ile kalpleri çarpan, sistemin sağladığı
uyuşuk atmosfer içinde göğüslerini fasid ve bozuk sisteme
övgülerle dolduran İslâmi hareketler ve alimler
ile; hakkı korkmadan dobra dobra söyleyip gereğini yapan, Allah için
kınayıcının kınamasından çekinmeden ötekilerin ortak oldukları
yöneticilerin zindanlarına girme pahasına dini ikame etmede tavizsiz
davranan İslâmi hareketler ve alimler arasında ne kadar derin farklar
vardır! Halbuki küfür hükümlerine iştirak etmeyen alimler ve
hareketlerin mensupları Allah'ın şu sözlerini kendilerine örnek
edinmişlerdir:
“Rasullerden büyük gayret
ve azim sahibi olanların sabrettikleri gibi sabret.”
“Rabbinin hükmüne sabret.
Çünkü sen gözlerimizin önündesin..”
“Sabret, şüphesiz ki
Allah'ın vaadi gerçektir.”
Bu iki
farklı anlayış ve davranış sahibi grup hiç musavi olur mu?!
Tıpkı bunlar gibi tek bir cümlede
ifade edilebilecek son üç noktaya gelince, diyorlardı ki:
- İslâm hareketinin bazı
üyelerini halkın teveccüh ettiği makam mevki sahibi kılmakla
cemaata ve fertlerine ait bir çok iş kolayca halledilmiş olur.
- Kâfirlerin baskılarına
karşı İslâmi hareketin mukavemetini artırmak
- Cemaatın maslahatı
hesabına yönetimin gücünden istifade etmek.
Bu ve benzeri şeyler,
bunları ifade edenlerin şaşkın düşlerinden ibarettir. Allah'ın;
zalimlerin, fasıkların ve zalimlerin yardımcıları sıfatları ile
nitelediği bu ve bunlara benzer tehlikeli ve sakıncalı sonuçlarla,
Allah'ın rızası kazanılabilir mi? Halbuki İslâmi hareket,
gücünün yettiğini bu fasid duruma düşmeden yapmalıdır. Bir
hareket eğer Allah'a isyan ile, cahiliye hükümleriyle hükmetmeye iştirak
etmekle yukarıda adı geçen neticeleri elde edecekse biz bu duruma düşenleri
onaylamıyoruz. Uygun bulmuyoruz. Aksine bunları İslâmi hareketin
amacına, davetin istikametine ve İslâm'a büsbütün zıt, aykırı
ve merdud buluyoruz. Zira dinen merdud olan şey harekete de, davete de,
İslâm'a da aykırı düşer.
Eğer bu aykırı tez
sahipleri İslâm'a muhalif bu tarzdaki tasarruflarına on bir sebep
bulup bunu savunma pozisyonuna giriyorlarsa esasen dinen caiz
olmayan düşünce metotlarıyla bile onların hiç
te haklı olmadıklarını ortaya koyabiliriz. Böyle bir tasarrufta
bulunduklarında ortaya çıkacak yüzlerce sakınılması gereken
tehlike ve engel vardır. Bazıları şunlardır:
- Bu metotla hareketin sorumluları
ve gençleri en başta iki yüzlülüğü, münafıklığı öğrenirler.
Zira onlar kendilerini yönetimde ortak kabul eden sistemin sahipleriyle
baş başa kaldıklarında onları razı edecek şeyler söylerler.
Fakat insanlarla, ümmetle bir araya geldiklerinde de başka şeyler söylerler.
Yönetimin işlerini ve yönetimi çarçabuk ele geçirmek için
yönetime iştirak ettikleri ve bunun için yöneticilere yakın
bulundukları hususunda insanları ikna etmeye çabalayıp dururlar.
- Cemaatın tezleri,
önerileri devamlı sulandırılmış, engin, belirsiz olmak
zorundadır. Zira o köklü bir değişimden bahsedemez. Ancak ufak
tefek ıslahatlardan bahseder.
- Kurulu mevcut sistem, İslâm
hareketinin ve fertlerinin nefeslerini hissedecek duruma gelir. Tabiri
yerinde ise nabzını tutar ve ateşini ölçer. En mahrem sırrına
muttali olur. Hareket içinde bazı ihtilaflar, ayrılıklar meydana
getirir ve onları besler. İplerini eline geçirerek onu büyütür,
geliştirir, gerektiğinde onu yerinden koparıp ayırır.
- Yönetime iştirak eden
cemaatın daveti sistem için tehlike arz
etmeyen şer'î hükümlerle sınırlı kılar. Ülkenin yöneticileri
hakkında gerçekleri söylemeyip susarlar. İslâm'a ve davete bambaşka
bir çehre kazandırırlar.
- Mevcut sistem onlara
çevresinde çalışacakları bir takım kurum ve kuruluşlara izin
verince hemen bunları kurup oraya üşüşürler. Ancak ne zaman kapatılacakları
korkusu onların yüreklerinden hiç çıkmaz. Sistemin endişe ve
korkusuyla yasal olmayan hiç bir şey yapamazlar. Esasen sistemin izin
vermediği şeyi düşünemezler bile. Müsamaha gösterilen daireden çıkmayı
akıllarına bile getiremezler.
- İslâmi hareket cahili
hükümleriyle hükmetmeye iştirak edince Rasul (s.a.v.)'in
metodu üzere çalışıp toplumu değiştirmek isteyen müslümanlara
vurulan darbeler ve yapılan baskıları haklı görmeye başlar. Zira
onlara göre bunlar aşırı gidenlerdir. Bu darbeleri haketmektedirler.
Mutedil ve aydın olanlar onlara destek verirler. Ne gariptir ki
kendilerini engin ve müsamahalı görüş sahibi olarak takdim edip küfür
düzenleriyle bile ortak çalışmayı kabul edenler Rasul
(s.a.v.)'in metoduyla hareket edenlere karşı aynı
müsamahayı göstermeyip hücum ederler. Zira onlara bu ortaklık
hususunda yardım etmeyenler şiddete baş vuranlardır.
- Diğer taraftan bu
hareketin kavramları dahi gayri meşru konumlarıyla uyumlu bir nitelik
kazanarak değişir. Mesela; zimmet ehlinden cizye alınmaması hatta
bunlara zimmet ehli demenin onur kırıcı bir şey olduğunu, bundan
vazgeçilebileceğini savunurlar. Ayrıca demokrasinin onların yitik
malı olduğunu, bugün ona kavuştuklarını da söylerler. Faiz ile muamelenin caiz olduğunu söylemekten de geri
durmazlar. Zira onlar Allah'ın indirdiklerinin dışındaki hükümlerle
hükmetmeye iştirak etmelerine bile cevaz vermişlerdir.
- Yönetime iştirak sistemin
ömrünü uzattığı bir gerçektir.
- Bununla beraber küfür yönetimini
halka güzel ve sevimli göstermeye yaramaktadır.
- İslâm’ın, bu sistem içerisinde
kendilerine herhangi bir şey vermediğini gördüklerinde İslâm
insanların nefislerindeki etkisini kaybeder. Özellikle yönetime iştirak
edenlerin mevcut sistem içinde halka, akla hayale gelmeyen müreffeh
bir hayatı, kudret helvası ve bıldırcın etini vaad edince İslâm
onlara tesir etmez hale gelir. Kendilerinin dışındakilerin sorunlara
çözüm üretmeye muktedir olmadıklarını söylerler. İslâm’ı
temsil etmede kötü örnek olmalarına rağmen kendilerinin dört
dörtlük bir nümune olduklarını ısrarla vurgularlar.
- Gençlere, davet adına en
önemli işlerinin yönetime iştirak etme hususunda yaptıkları
tercihlerini savunmak ve müdafaa etmek olduğunu anlatmakla en büyük
kötülüğü yapmış olurlar. Bunu ispatlayacak delilleri
olmasa da fark etmez.
- Cahili yönetimlerin İslâm
davasını yüklenen diğer cemaatlara indirdiği darbelere karşı
susarlar. Hatta onlara da katkıda bulunurlar. Yöneticilerin rızasını
kazanmak, ya da onların bu yöndeki talebine cevap vermek için
Müslüman hareketlere saldırmaktan geri durmazlar. Son zamanlarlarda
Mısır'da buna benzer durumlara sıkça rastlanmaktadır.
- Böyle bir bakış açısı;
şer’î hükümleri değil, maslahatı, kâr-zarar hesabını
amellerin ölçüsü haline getirir. Maslahatı gerçekleştiren her ne
ise şer’î ahkâma taban tabana zıt olsa da gereği yapılır. Öyle
olur ki Müslümanların nazarında kâr-zarar hesabı şeriattan daha
üstün bir konuma gelir. İşte dine ve davete bu ve benzer metotlarla
yaklaşanlar sonunda dini ve daveti tanınmaz bir hale getirdiler.
- Buraya kadar ele
aldıklarımız vakıayı tahlil etme açısındandı. Şer'i deliller açısından
değildi. Onların vakıadan çıkardıkları delilleri çürütmek
içindi. Onların düşünce metotlarının ve tutumlarının İslâm'a
ve davete çirkin ve yabancı unsurlardan başka bir şey
kazandırmadıklarını anlamak içindi.
Esasen ne vakıadan iddia
edilen fikrin yanlışlığını ortaya koymak için ne de şer’î
hükmü reddetmek için aklî delil ve gerekçeleri kullanmak bizim
adetimiz değildir. Zira şeriat bize böyle bir usûl ve tarzı öğretmedi.
Eğer söze onların metoduyla başlarsak onların durumuna düşeriz.
Onların ölçüleriyle onların düştükleri hataya düşeriz.
İlmiyle ihlaslı bir şekilde amel eden anlayış sahibi her Müslüman
gibi biz de biliyoruz ki bir amelin kabul ve reddedilme ölçüsü ancak
ve ancak tek başına şeriattır. Durum böyle olunca aklî delil ve
gerekçelerle hareket edenlerin anlayışlarının ve gidişatlarının
yanlış olduğu dikkatli bakan herkese kolayca görünür. Aklî delile
dayanan gerekçelerle hareket edenlerin söyleyecekleri çok sözleri
olabilir. Ancak söz konusu mesele laf kalabalığı değil düşünce
metoduyla alakalıdır.
Ne acıdır ki onların, bunu
anladıklarını ve şer’î ahkâma bu yönde bir ihtiyaç duyduklarına
dair tek sözlerini duymadık. Bunun farkında olmalarına rağmen ileri
sürdükleri bir takım sebeplerden dolayı şer’î ahkâmı terk
etmektedirler. Halbuki bu asla caiz değildir. Hatta sahih ve kesin şer’î
ahkâmı hafife alarak dine karşı çıkma küstahlığını göstermektedirler.
Kendi düşüncelerini desteklemek için bazı alimlerin sözlerini
örnek vermeleri esasen bir kabalık ve gereksizliktir. Çünkü vakıaya
uygun ve mutabık düşmemektedir. Zira kişilerin sözleri şer’î
delil ve hüccet değildir. Burada itibar edilecek şey delilin kendisi
ve onun şer’î kaynaktan çıkarılma keyfiyetidir. Eğer onlar, "falanca
alim şöyle diyor" diyorlarsa biz de onlara, "Allah
ve Rasulü de şöyle diyor" diyeceğiz.
Hem de doğru, sahih, katî ve apaçık olarak! Şöyle veya böyle bir
adamın sözüyle Allah (C.C.) ve Rasul (s.a.v.)'in sözlerini
neshedebilir miyiz? Gerçek şu ki maslahat yani kâr-zarar düşüncesi
bugüne sahip olanlara galip gelmiş ve onları etkisi altına
almıştır. Öyle ki onlar davanın tüccarı olmuşlardır. Ancak tüccar
bile kazanmak için ticaret eder. Bunlar gibi kaybetmek için değil!
Düşüncelerinin bozukluğu
başka bir açıdan ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: onlar şer’î
olmayan bir kıyas metoduna dayanarak şer’î nasları ele
aldıklarında aslında naslar hakkındaki düşünce tarzını aklî
düşünce üzerine kurmuş olmaktadırlar. Bu da onları maslahatı
tercih etme sonucuna götürmektedir. Neticede İslâm ümmetinin hiç
bir zaman geçerli saymadığı yeni bir hüküm çıkarma (istinbat)
metodu icad etmiş olmaktadırlar. Zira bu ümmetin alimleri böyle bir
istinbat metodunu asla kullanmadılar. Böylece onlar Rasul
(s.a.v.)'in öğrettiği ve salihi selef ulemanın ve
onlara güzelce tabi olanların kullandıkları sahih şer’î kıyas
metodunu kullanmayı terk ettiler. Zira bu sahih, mazbut, şer’î kıyas
metodu onların söz konusu ettikleri her türlü etkiden uzaktır.
Fakat onlar batının kullandığı aklî kıyas metodu üzerine
yürüyerek maslahatı tercih etme hatasına düştüler. Rasul (s.a.v.)'in
onlar hakkındaki sözünün isabetine bakın:
“Sizden ömrü uzun olanlar
çok ihtilafa şahit olacaklar. Sonradan çıkan (dine sokuşturulan)
amellerden (bid'attan) sakının. Gerçek şu ki sonradan ortaya çıkan
her şey bid'atttır. Tüm bid'atlar ateştedir.”
Düşünce metotlarına
maslahatı ölçü yapanlar diyorlar ki: İslâm, içki ve kumarın
insanlara faydalı olduğunu ancak zararlarının faydalarından çok
olduğunu göz önüne alarak haram kıldığını nas ile
bildirmiştir. Ayrıca Müslümanların mallarını ve canlarını telef
etmesine rağmen cihadı farz kılmıştır. Çünkü cihadın Allah
katında büyük bir makbuliyeti vardır. Bununla beraber Müslümanların
onda çok büyük maslahatları mevcuttur. Diğer taraftan Rasul (s.a.v.)
Kâbe'yi yıkıp İbrahim (s.a.v.)'ın
attığı temeller üzerinde yeniden inşa etmeyi düşündüğü ve
dini bir maslahat olduğu halde bunu yapmamıştır. Böyle bir girişimin
doğuracağı zararın faydasından çok olacağını düşünüp bundan
vazgeçmiştir.
Bunları öne sürerek şöyle
diyorlar: Küfür ile yönetimde ortak olmakta hiç şüphesiz çok
büyük zararlar vardır. Fakat içinde bulunduğumuz İslâmî hareket,
yönetime iştirak etme olayında İslâm’a, müslümanlara ve İslâmî
hareketlere çok büyük faydaların tahakkuk edeceğini tespit
etmiştir. Hatta bu iştirak, tağutun çarçabuk sökülüp atılmasını
ve hakkın ikamesini de sağlayacaktır.
Bu düşünce metodunun yapılarına
ve şahsiyetlerine uygun düştüğünü de ifade etmekten geri
durmazlar. Bu hususu da tezlerine delil olarak göstermeyi ihmal
etmezler.
Onların nasları bu şekilde
kavrayarak naslardan İslâm'la çelişen hükümler çıkarmaları gerçekten
pek acıdır. Günümüzde batı kültürünün etkisinde kalarak
kâr-zarar hesabını ölçü alan faydacı pragmatik görüşün
güçlendiğini görmekteyiz. Bunların yanında ilk dönem alimlerimiz,
İslâm tabiatının farz kıldığı, disipline edilmiş İslâmî
usûle göre hareket etmişlerdir. Kanun koymada insanın iradesinin müdahalesine
meydan vermeyecek bir tarzda her hususta kendilerini Allah'ın
şeriatıyla kayıtlı kılmışlardır. Allah'ın izniyle ilerde bu
hususu beyan edeceğiz. Şer'i kıyas metoduna bağlı kalmayarak, eşi
benzeri olmayan yeni metotlarla yürüyen bir kısım müslümanları görüyoruz
ki hüküm koymaya müdahale edebilmek için kendilerine bazı kapılar
açmışlar, oradan girip şeriata müdahale ediyorlar. Diledikleri gibi
davranmaları için neyin faydalı neyin zararlı olduğuna heva ve
heveslerinin karar vermesine müsamaha göstermektedirler. Akılları
bir şeyin faydasının zararından çok olduğuna karar verdi mi artık
o amelin işlenmesi gerekli olur. Yok eğer akılları adı geçen zararın
daha çok olduğuna hükmederse, onun da terk edilmesi gerekli olur.
Müslümanı heva ve hevesiyle, aklıyla maslahatını takdir etmede
yetkili bir konuma getiren bu yeni metot aslında onu hüküm koyucu
mevkiine getirmiş olmaktadır. Böylece Müslüman kendi hakkında yine
kendisi hüküm koymuş olmaktadır.
Bu düşünce sistemiyle
naslara yaklaşan, neticede fiiller hakkında da hükmünü vermeye başlar.
İşte bu, bizzat batının düşünce sistemidir. Batı dünyasında geçerli
olan düşünce sistemi budur. Batı, bu türden zihniyeti kabul
etmektedir.
Bu düşünce metodu Allah'ın
emrini değil, maslahatı Müslümana ibadet haline getirmektedir.
Çünkü buna göre delaleti açık ve katî olan şer’î delil
maslahat ile çatıştığı zaman, şer’î hüküm terk edilerek
yerini maslahata dayalı olarak benimsenen hüküm alır.
Şüphesiz şer’î nasları
ele alış tarzları ve usûlleri sınırlıdır. Müslüman Allah'ın
kuludur. O'nun emirlerine itaat etmek durumundadır. Bunun için de
nasların gösterdiği hal üzere hareket etmek zorundadır. İşte Müslüman
budur. Ayrıca sahih istinbat metoduyla naslardan çıkarılan şer’î
hükümler de Allah'ın hükümleridirler. Fakat şer’î kıyas, şer’î
naslarda belirtilen bir illet varsa kullanılır. Şari‘in
bir illete bağlı olmadan vazettiği hükümlerde yapmacık illetler
icad edilemez.
Hayrı ve şerri, güzeli ve
çirkini, helâlı ve haramı belirleyecek olan yalnız başına
Allah'tır. Bunlar asla ve asla insana bırakılmamışlardır. Eğer
bunları belirleme yetkisi insana verilmiş olsaydı, daha işin
başında hüküm koyma yetkisi insana verilmiş olur ve şeriat
tafsilatlı meselelerde müdahale etmezdi. Lakin müslüman, yegane
yaratıcı olan Allah'a inanmakla mükellef olduğu gibi, Allah'ın,
hayatında bağlı kalacağı nizamı da vazettiğine ve her problemi için
çözüm gösterdiğine de inanmakla mükelleftir.
İlk fukahanın kendisiyle
her problemi halletmeye imkan buldukları naslardan şer’î hüküm çıkarma
metotlarını anlatan binlerce kitap Müslümanların hükmettikleri çağlarda
telif edilmiştir. Bu kitaplarda şer’î usûle bağlı kalarak
hareket eden alimlerin metotları mevcuttur.
Maslahatı esas ölçü
alanların apaçık şer’î ahkâma muhalif ve zıt hükümlere varmış
olmaları, metotlarının bozukluğunu göstermeye yetecek bir delildir.
Eğer metotları sahih olsaydı çıkardıkları maslahat eksenli hükümleri
şeriat hükümlerine ters düşmezdi. Demek ki tuttukları metot haddi
zatında hatalıdır. Onu ortaya çıkaran esas faktör bakımından
hatalıdır. Zira böyle bir metodun icad edilmesinde esas faktör
Allah'ın rızası değil maslahat olmuştur. Konunun daha iyi
anlaşılması için bazı örnekler vermek yerinde olur.
Şeriatın emrettiği
şekilde daveti yüklenmek, yere ve zamana, doğuracağı sancıya
bakmaksızın fikir bazında net ve açık olmayı, kuvvetli ve
cesaretli olmayı, İslâm'a muhalif olan her şeye, çirkinliklerini
açıklamak için cephe almayı gerektirir. Ayrıca çoğunluğunun görüşüne
uygun düşüp düşmediğine bakılmaksızın temel ölçünün İslâmi
esaslar olması gerekir. Halkın örf ve adetine uymuş veya uymamış,
halk onu beğenmiş veya beğenmemiş bir şeyi değiştirmez. Daveti yüklenen
kişi insanlara yaltaklık edip işleri ellerinde tutan kişilere boyun
eğmez. İşte Rasul (s.a.v.)'in insanları
çağırdığı hakka inanarak, bütün dünyayı karşısına alması böyledir.
Mevcut adetleri, taklîtçiliği, bozuk akideleri ve dinleri hatta yöneticileri
hesaba almıyordu. Hesabını bunlara göre yapmıyordu. İslâm
risaletinden başka hiç bir şeye iltifat etmiyordu. Bu konuda İbni
Hişam'in zikrettiklerine göre Rasul (s.a.v.)
Kureyş'i fikirlerinin düşüklüğüyle suçlayıp, atalarını
ayıplayınca, dinlerinin bir takım düşlerden ibaret olduğunu ve
atalarının dalalette olduğunu vurgulayınca, Kureyş onu kötüledi.
Ona düşman olmakta birleştiler. Günümüzde de Rasul (s.a.v.)'i
izlemek isteyenlerin de böyle yapması gerekmektedir. Allah'ın şu sözünü
örnek almalıdırlar:
“De ki, İşte benim yolum!
Ben ve bana tabi olanlar bu metot üzere Allah'a davet
ediyoruz.”
Allah Rasulü'nün şu sözünü
de örnek almalıdır:
“Size iki şeyi
bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu asla
kaybetmezsiniz. Bunlar Allah'ın Kitabı ve Peygamberin Sünnetidir.”
Ayrıca selefi salihin yolunu
kendine örnek almalıdırlar. Onlar şöyle demişlerdir: "Bu
işin başında düzelten ne ise sonunu da o düzeltecektir."
İslâm’ın
onaylamadığı, eşine rastlanmayan bid'ata dayalı metotla düşünenlerin
günümüzde şöyle dediklerine şahit olmaktayız: "Tercih
edilme niteliğinde olan maslahat en uygun ve en yararlı olduğunu gösterir.
Öyle ise işleri hikmetleri açısından ele alıp insanları en
yararlı ve faydalı olanına davet etmek durumundayız."
Ne var ki bu yaklaşım tarzı onların metotları gereğidir, yoksa
şeriatın gereği değildir.! Devamla diyorlar ki: "Davetin
menfaatına aykırı düşen her şeye karşı çıkmak gerekmez mi? Biz
insanların kalplerini fethetmeyeceğiz de onları olumsuz yönde
etkileyip uzaklaştıracak mıyız? Neden biz de davamızı
başkalarının davalarını esaslı bir şekilde sundukları gibi
sunmayalım? Onların kalp ve akıllarına tesir etmemizi sağlayacak
hususlarda onlarla beraber, hem fikir olduğumuzu söylememiz daha uygun
ve yararlı değil midir? Özellikle onlarla aramızda büyük
ihtilafların, ayrılıkların bulunmadığı hususlarda onlarla beraber
olduğumuzu söylememiz, onları kazanmamız açısından daha münasip
değil mi? Yöneticilere yönelip onların şeriata muhalif işlerini ve
hatalarını ümmete açıklamanın davete bir yararı olacak mı? Biz
onların nefretlerini mi yoksa sevgi ve muhabbetlerini mi kazanmak
durumundayız? Kaldı ki onlara yakın olursak, davete nice faydalar
verecek bazı kilit noktalara gelmemiz mümkün olacaktır. Kim bilir
belki bu metotla yönetimi de ele geçiririz. Bunun için onları,
bizden korkmamaları gerektiğine ikna etmeliyiz. Bizim de onlara yakın
olmamızda korkulacak bir şey yoktur." İşte burada şer’î
ve hak metottan sapıyorlar. Yöneticileri memnun etmek için onları ve
yaptıkları hakkında yalancı şahit olmayı uygun buluyorlar. Batıl
karşısında susup yöneticileri etkilemeyen ufak tefek işlerle ve sözlerle
uğraşmayı hakka muvafık görüyorlar. Ümmetin uyarılmasını
gerektiren ülke meseleleri v.b. hayati meseleleri göz ardı ediyorlar.
Ve daha yapılması ve söylenmesi muhakkak surette gerekli nice iş ve
sözü görmemezlikten geliyorlar. İşte bütün bu yanlış tavır ve
tutumların arkasında yanlış düşünce metodu yatmaktadır. Şöyle
ki:
- Allah'ın, Rasul (s.a.v.)'den
ilmi miras olarak alan alimler üzerindeki hakkı,
ilimlerinin gereğini yaparak hakkı haykıran mücahitlere öncü ve
önder olmaktır. Ayrıca bunun için ne gerekiyorsa onu yapıp yönetimi
elinde tutanların İslâm'a aykırı işlerini ortaya çıkarmak
teşhir etmektir. Yani küfür ile olan mücadelede İmam ve önder
olmaktır. İşte geçmiş salih ulemanın tuttukları yol budur. Bundan
sonra icad olunmuş metottan ilk müçtehit ulemanın bize sunduğu
anlayıştan uzak birtakım fikir ve hükümlerin doğduğunu görmekteyiz.
Şu sözleri anlayışlarına güzel bir örnektir: "Alimler,
hak sözü söylediklerinde ya tutuklanıyorlar, ya
da öldürülüyorlar. Böylece ümmete dokunan zarar hak sözü
söylemekle elde edilen kazançtan daha büyük olmaktadır. Neden
ümmet böyle bir alimin sağlayacağı hayırdan mahrum edilsin?"
- Aynı düşünme metoduyla
milletvekili seçimlerine katılmanın caiz olduğunu söylüyorlar.
Ancak bazı şartları vardır. Eğer söz konusu olay İslâm
hükümlerine bağlı, küfür yasalarını reddedip şer’î ahkâmı
savunuyorsa oy verilebilir. Müslüman olmayan veya İslâm dışı
esaslarla hükmedecek ise seçilmesi caiz değildir. İslâmi esaslar
üzerine kurulu olmadığından dolayı mevcut hükümetin desteklenmesi
caiz değildir. Aksine ona engel olmak gerekir. İşte bunlar birer apaçık
şer’î hükümdür.
Fakat takip ettikleri yeni
icad metotları gereği yasamada, yürütmede ve yargıda şeriata
bağlı kalmayan adayların seçilmesine cevaz verdiklerini
görmekteyiz. Hatta yasaların her seçim bölgesinde belli sayıda
Hıristiyan adaya kontenjan verdiği için Hıristiyanların seçildiği
bir seçime iştirak etmeyi dahi caiz görmektedirler. Müslümanlar
seçse de seçmese de Hıristiyan adayların muhakkak surette seçileceklerini
biliyorlar. Diyorlar ki; "Madem böyledir
öyle ise bize göre iyi olanları seçmek en iyi olanıdır. Zira onlar
bizim için en kötü olanı seçmek isteyecekler. Biz oylarımızla
buna engel olabiliriz."
İşte bu aklî tez ve
teorilerin sahipleri gerekçelerini artırdıkça haktan daha da uzaklaşıyorlar.
Sonradan çıkma yeni icad
akıl yürütme tarzının ve İslâm’ın sahih anlayışından uzak
tez ve görüşlerin sahipleri şunu iyi bilsinler ki bu düşünce
metotlarının ilgili tez ve önerilerinin İslâm’la hiç mi hiç
ilgisi yoktur. Doğrusu yapa geldikleri şeylerden dolayı samimi bir
şekilde tevbe etmeleri gerekir. Evet İslâm’a davet ameliyesinin
onlara ihtiyacı vardır. Ancak bu düşünce metotlarıyla değil, İslâmi
düşünme metoduyla hareket etsinler ki Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen
sistemlere değil de İslâm'a destek olsunlar.
Unutmayalım ki neyin
zararlı neyin faydalı olduğu, yalnızca alemlerin Rabbi tarafından
belirlenir. Neyin bize fayda getireceğini neyin de zarar getireceğini
ancak ve ancak Allah bilir. Eğer insan bunu takdir edebilseydi, hüküm
koyucu olurdu. O zaman da insanların hayatla ilgili işlerini düzene
sokmak için gösterilen dine de ihtiyaç kalmazdı. İşte bunun içindir
ki Müslümana düşen Rabbinin şeriatıyla mukayyed olmasıdır.
Şeriat kendisinden ne istiyorsa onun için maslahat odur, onu
yapacak; neyi men ediyorsa onun için o zararlıdır,
ondan da uzaklaşacaktır. Şeriatın o şey hakkındaki hükmü anlaşılmadan
bu zararlıdır, bu faydalıdır diyemeyiz. Biz buna muktedir değiliz.
Akıl neyin güzel neyin çirkin neyin şer neyin hayır olduğunun
ölçüsü olamaz. Bakın şu şer’î kaide ne diyor:
"Şeriat nerede ise
maslahat oradadır." İşte esas hata bu kaidenin "maslahat
nerede ise şeriat oradadır" şeklinde değiştirilip
işlenmesidir. Bu, ayeti kerimenin bize irşat ettiği tutum değildir.
“Hoşunuza gitmese de
savaş size farz kılındı. Umulur ki bir şey hoşunuza gitmediği
halde hakkınızda hayırlı olur. Yine umulur ki seversiniz de o sizin
hakkınızda şer olur. Zira Allah bilir siz bilmezsiniz.”
İşte bu düşünüş biçimiyle
Allah'ın mübarek sözlerini kavrayabiliriz.
“...Güzel şeyleri onlara
helâl, kötü şeyleri onlara haram kılar.”
Güzel olan Allah'ın
helâl kıldığı şeydir. Allah (C.C.) helâl
kılmadıkça onun güzel olduğunu asla bilecek değiliz. Kötü de
Allah'ın haram kıldığı şeydir. Allah bize haram kılmadıkça onun
kötü olduğunu asla bilecek değiliz. Bu demek değildir ki aklımız
kötü olanı belirleyip haram kılamaz, fakat iyi olanı belirleyip helâl
kılabilir.
Bu onların, "İki
hayırdan veya iki şerden birini tercih etmek yani iki hayırdan en
hayırlısını tercih etmek veya iki şerden en az zararlısını
tercih etmek gerekir" tarzındaki sözleriyle ifade ettikleri
düşüncelerinin bir ürünüdür. Şeriatın aleyhine sarf edilen
hatalı bir sözdür. Mesalihi Mürsele deyimiyle ifade edilmesi onu
daha da tehlikeli kılmaktadır. Yani vakıa hakkında şer’î nas
mevcut değilse maslahatın gereği ne ise öyle yapılır. Böyle
denilmekle esasen Allah'ın ahkâmını değiştirmek içini kendilerine
bir fırsat oluşturdukları gözden kaçmamalı. Bu fırsattan istifade
ederek haramı helâl, helalı haram kılıyorlar. Bu, dinin
kuşatıcılığını kırpan cidden çok tehlikeli bir metottur. İşte
bu, hakka uygun düşmekten oldukça uzak olan görüşlerinin
esas sebebidir.
Bütün bu arz ettiğimiz
konular göz önüne alındığında, bunların usûl ve kaidelerinin
şeriata müdahale etme karakterinde birleştiklerine şahit
olmaktayız. Akıllarına ve arzularına şeriata aykırı
kaideler vazetmeye izin verdiklerinde ve şer’î
olmayan, aklı esas alan düşünce metoduyla hareket ettiklerinde bu
tutum onları istedikleri hükümlere ulaştırır. Fakat şeriatın
istediği hükümlere ulaştırmaz. Bunun içindir ki temeli maslahat
olan aklî kıyas onların her konudaki değişmez kılavuzlarıdır.
Halbuki şari‘in müslümanlara yasakladığı
önemli hususlardan biri de aklî kıyastır. Zira onda Allah'a karşı
gelme ve yasamada O'na ortak koşma olgusu vardır. Ayrıca onda haktan
ve doğrudan kaçma, heva ve hevese tabi olma olayı vardır. Onların
bu yöndeki çabaları, inkâr etmekle emir
olundukları tağutun sağlama alınmasına yaramaktadır. Zira tağut
bizatihi Allah'ın indirmediği hükümlerle hükmetme hadisesidir.
Konunun nihayetine gelmişken
aklî kıyas ile şer’î kıyasın arasındaki farkı ortaya koymamız
gerekmektedir. Böylece aklî kıyasın bozukluğunu ve şer’î kıyasın
ehemmiyetini göstermiş oluruz. Bu sayede ümmet aklî kıyasın
faydasından kurtulmuş olur.
Maslahat icabı aklî kıyasla
hareket eden bu tip Müslümanlar şer’î hükme de bu açıdan
yaklaştılar. Metotları olan aklî kıyas ile şer’î hükmün
onlara sağladığı faydayı aynı şekilde değerlendirdiler. Şer'i hükme
uyulmadığında ortaya çıkan zararı da aynı değerlendirmeye tabi
tuttular. Neticede herhangi bir meselede Allah'ın hükmü olan şer’î
hükmün akıllarınca zararı faydasından çok olduğunu tespit
ettiklerinde onu terk ettiler. Yine faydası daha çok olan aklî
hükmü aldılar. Fakat şer’î hükmün faydasının daha çok olduğunu
gördüklerinde; Allah'ın emri olduğu için değil akıllarına uygun
olduğu için şer’î hükme tabi oldular.
İşte bu tutum, karşısında susmanın caiz olmadığı tehlikeli bir
tutumdur. Çünkü aklı ve hevayı şer’î hükme üstün kılmaktadır.
Akla, Allah'ın şeriatı üzerinde hüküm koyma rolünü tanımaktadır.
Hatta aklı şer’î hükmün üstünde görmektedir. Bu tutum bizzat
kanun koymaktır. İşte bu vaziyet, -özellikle bu konumuzdan sonra-
görüşlerinin, tezlerinin, şeriata neden aykırı düştüğünü açıklamaktadır.
Bu nedenle; Allah'ın indirdiklerinin dışındaki kanunlarla hükmeden
bir yönetime katılmak caiz midir değil midir konusunda görüş
ayrılığına düşmek mümkün değildir. Esasen Allah'ın
indirmedikleriyle hükmeden bir yönetime iştirak etmenin hükmünde
bir ihtilaf mevcut değildir. İhtilaf düşünme metodunda vardır.
Esas problem onları şer’î hükümden alıp gayri şer’î hükme
götüren, Allah'ın indirmediği, inkâr etmekle emir olundukları
tağutun hükümleriyle hükmetmelerine sebep olan düşünce metotlarındadır.
Bu nedenle diyoruz ki, adı
geçen düşünce metodu sahih bir kavrayışa gölge düşürdüğü
gibi ona karşıdır da. Görüldüğü üzere vakıası onun
bozukluğuna, itimat edilmeye ve amel edilmeye değer olmadığına
delildir. Zira neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu belirleyecek tek
merci alemlerin Rabbı olan Allah'tır. Neyin bize bir yarar
sağladığını neyin bizden zararı savacağını ancak Allah bilir.
Fakat bu zarar ve faydayı tespit ve takdir yetkisi insana verildiğinde
insan kanun koyucu vaziyetini almaktadır. Kaldı ki insanların hayatla
ilgili işlerinin düzenlenmesi için ilahi bir dine ihtiyaç vardır.
İslâm da, Müslümanlardan hayata ait işlerin düzenlenmesi hususunda
Rabbından gelen şeriatla kayıtlı olmasını istemektedir. Bunun içindir
ki şeriatın yapmamızı bizden istediği şeyde maslahat, terk
etmemizi bizden istediği şeyde zarar vardır. Şeriatın hükmü
olmadan bir şeyin maslahat mı zarar mı olduğunu bilecek durumda
değiliz. Bunu belirleme kudretine de sahip değiliz.
Gerçek şu insan kanun
koyduğunda aklî kıyas metodu üzere hareket eder. Bu da birbirine
benzeyen şeylerin aynı kategoriye sokulup hakkında aynı hükmü
vermeyi gerektirir. Yine bunun gibi birbirinden farklı şeylerin
arasını ayırarak haklarında ayrı ayrı hükümleri vermeyi
gerektirir. Halbuki Alim ve Habir olan Allahu Teâla'nın vazettiği
İslâm şeriatına baktığımızda birbirine benzeyen bir çok şey
hakkında ayrı ayrı hükümler koymuştur. Tıpkı bunun gibi
birbirinden farklı bir çok şey hakkında da benzer hükümler koymuştur.
İşte bu aklî kıyasa aykırıdır. Ayrıca şeriat, aklen kavranması
mümkün olmayan konularda hükümler belirlemiştir. Tek başına bu
hakikat, bidat ehli olan bu kişilerin bidatçı metodlarını
çürütmek için yeterli bir delildir.
|