HAYAT VE ÖLÜM
Hayat, ölümün zıttıdır. Hayat olayı;
yemek, büyümek, nefes almak, hareket etmek, hissetmek,
arzulamak ve anlamak ile belli olur ve varolduğu anlaşılır.
Ölüm ise, hayatın zıttıdır.
Lisan el-Arab’da şöyle denilir: “Ölüm,
hayatın zıttıdır.”
Hayat
olayının varlığına işaret olan emareler ortadan
kalktığında, ölüm olayının gerçekleştiği anlaşılır.
Bu yüzden ölüm, hayatın zıttıdır. Bu durumda, yemek yeme
ve büyüme fiilleri sona erer, hareket edilemez, hissedilemez,
arzu yokolur ve nefes alınamaz.
Burada
verilen ayet ve hadisler bize, bir insanın bedeninden Ruhu
ayrıldığında, o kimsenin öleceğini ve canının Rabbi
tarafından alınacağını haber vermektedir.
Allah Azze ve Celle şöyle buyurdu:
Allah, ölenin ölüm zamanı gelince,
ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne
hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır.
Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler
vardır. [Zümer 42]
İmam Muslim, Ümmü Seleme’den
Peygamber(s.a.v.)’in şöyle dediğini rivayet etti: Ruh
alındığında, gözler tarafından izlenir.
Ruhun ve canın yapısını veya tabiatını
Allah’dan başkası bilemez. Ruhun bedenden ayrılması da
Allah’a dönmesi de gözle görülmeyen şeylerdir ve deney
veya gözlem ile tespit edilemez. Bununla beraber, ölümü
gösteren bazı işaretler vardır. İşte bu belirtiler ile
kişinin öldüğü yani ruhun bedenden ayrıldığı bilinir.
Hatta ayet ve hadisler, ruhun çıkması ve
canın alınması ile hayatın sonunun geldiğini bildirmesine
rağmen, bunun tam olarak ne zaman ve ne şekilde olacağını söylemezler.
Tüm bu verilenlere bakıldığı zaman; Ruh
çıktığında, önceki hadiste verildiği üzere insan
gözleriyle izlenir.
Benzer bir rivayette, Peygamber(s.a.v.) şöyle
dedi: Eğer ölen bir insanları görürseniz, gözlerini
kapatın! çünkü gözler ruhu izler. [İmam Ahmed Şeddad
ibn As’tan rivayet etti.]
Ayrıca eğer birisi ölür veya hayatı sona
ererse, menatını (konunun gerçeğini) yani ölümün tam anını
ve ölümünün kesin olup olmadığını bilmek için araştırma
yapmak gerekir. Bu ise, uzmanlık ve bilgi gerektirir.
Doktorlar,
bilim, tıp teknolojisi ve yaşam destek sistemlerindeki
gelişmelerden önce, kalbin durması halinde kişinin öldüğünü
ve hayatının sona erdiğini düşünüyorlardı. Şimdi ise,
bu düşünceden vazgeçtiler ve diyorlar ki, eğer kalp durmuş
ise, adam mutlaka ölmüş demek değilidr. Kişinin kalbi
fonksiyonel olarak dursa bile, o kişinin tekrar hayata döndürülmesi
mümkün olabilir. Kalp durduğunda açık kalp cerrahisi
devreye girer.
Doktorlar, hayatın bitmesinin veya ölümün
ancak beyin kökü
ölümü ile bilindiğini söylüyorlar. Beyin kökü, vücudun
diğer organlarından beyne bağlıdır ve bu yüzden vücudun
merkezi durumundadır. Beyne ulaşan tüm sinirler onun içinden
geçer ve beyinden gelen tüm sinyaller (sinirsel iletiler) veya
kesin olarak yapılacak görevler, gerekli organa beyin
kökü üzerinden iletilir.
O, beynin fonksiyonunu yitiren son parçasıdır.
Beyin ve beyin yüzeyinin (korteksin) ölümü, beyin kökünün
ölümünden öncedir. Beyin kökü öldüğünde, kalbi ve akciğerleri
doğal olarak veya yaşam destek sistemi ile çalışıyor olsa
bile, kişi ölür ve hayatı tamamlanmış olur. Eğer beyin
kanaması varsa veya beyin kökü kesildiyse (kanıyorsa) veya
direk beyne bir darbe vurulduysa, beyin ölümü kalbin durmasından
önce olabilir. Hastalık durumunda, kalbin durması ve ölmesi,
beynin durması ve ölmesinden önce olacaktır. Diğer organlar
faaliyetlerini sürdürdüğü halde beynin durması olayı
doktorları şaşırtmaktadır. Buna benzer bir durum Finlandiya’da
görüldü. Beyin kanamasından dolayı iki buçuk ay komada
kalan bir kadın, doğum yaptı. Tuhaftır ki, kadın çocuğunu
doğurduktan iki gün sonra öldü. Şuuru yerinde olmayan
kadın, makinalarla nefes alıyordu, tüplerle ve serumla
besleniyordu ve 10 haftadır haftada bir defa transfüzyon (kan
aktarımı) yapılıyordu. Tüm bunlara rağmen kadın, gayet
sağlıklı ve normal ağırlıkta bir bebek doğurdu. Bu,
konunun doktorların perspektifinden durumudur.
Fakihlere göre;
kişi kesin olarak ölmedikçe, öldüğüne hükmedilemez.
Onlar kişinin ölümüne işaret eden bazı durumlar ortaya
koymuşlardır. Bunlar; nefes almama, dudakların ayrılması, gözün
dikilmesi, şakakların çökmesi, burunun eğilmesi, kolların
ayrılması ve ayakların sönüklüğü veya cansızlığı
gibi durumlardır. Eğer ölüm hakkında, kalbin atması veya
şokta olması veya baygınlık gibi bir şüphe varsa, veya
herhangi bir sebebten dolayı şahıs komada ise, insanlar
kokusundaki bir değişiklik veya ölüm hallerinden birinin
görülmesi ile onun kesin olarak öldüğünden emin olana
kadar beklemelidirler. Bizim fikrimiz ise çok benzer bir
şekilde şudur: Ölüm ancak, fakihlerin belirttiği
ölüme işaret eden durumların görülmesinden sonra, kesin
olarak bilinebilir. Bunun nedeni şudur: Bir kimse hayatta ise,
kesinlikle ölmemiştir ve biz emin olmadığımız bir hüküm
ile onun hayatının sona erdiğine hükmedemeyiz. Kesinlik
sadece kesinlik ile karşılanabilir ve şüphe bu durumda
yeterli değildir. Bunun nedeni, kesinlik ile iptal edilmediği,
feshedilmediği sürece asl olan (durum)’ın kalmaya devam
edeceğidir. Ölüm, hayatın zıttıdır ve ölüm emareleri,
hayat emarelerinin zıttıdır. Buna göre bir kişinin
ölümüne karar vermek için ölüm emarelerinin kesin olarak
görülmesi gerekir. Bunların bazıları; algının yokolması,
farkında olmama, konuşmama, hissetmenin-hareketin-nefes
almanın ve yemek yemenin tamamen durmasıdır. Bu arada,
doktorların düşüncesine göre, beyin kökü öldüğünde,
kişinin bazı organları çalışıyor olsa da ve kişide halen
hayat emareleri olsa da, o kişi tıbben ölmüştür. Bu düşünce
ile şer’i bakış birbiriyle çatışır, birbirine terstir.
Şer’i bakış, beyin ile birlikte kalp,
akciğer ve karaciğer gibi tüm asli organların ölümüne
bakar. Bir şahsın tüm asli organları durmadıkça ve tüm
hayat emareleri yokolmadıkça ve bunlar sürdükçe, şer’an
o kimse ölü olarak düşünülmez.
Şu iki tür insan için, özel şer’i hükümler
vardır: Bunlardan ilki, beyin kökü öldüğü halde bazı
hayati organları halen faaliyette olan ve doktorlar tarafından
tıbben ölü kabul edilen kimsedir. İkincisi ise, aldığı
ölümcül bir darbe sonucu görme, duyma gibi özellikleri ile
şuurunu kaybeden ve uzmanlar tarafında ölüm spazmı geçirme
durumu olarak tarif edilen bir halde olan kimsedir. Hayat ve
ölüm ile ilgili önemli ve bilinmesi gereken iki durum
şunlardır:
1- Kimseden ona miras kalmaz ve hiç kimse bu
durumu devam ettiği sürece ona miras bırakmayacaktır.
O herhangi bir kimseden miras alamaz ve
kimseye miras bırakamaz.
Çünkü o şuurlu değildir ve bilinçli hareket etmez. Yani o
sağlam bir hayata sahip değildir. Bir kimsenin miras
bırakabilmesi için onun dengeli ve sağlam bir hayatı
olmalıdır. Bununla beraber, onun ölümü kesinlik kazanmadığı
sürece mirası dağıtılamaz. Bu arada, bir cenin sağlam bir
hayata sahip olarak doğduğunun, esneme ve doğduktan sonra
ağlama gibi göstergeleri olmadığı sürece miras alamaz.
Cabir ibn Abdullah ve el-Misvar ibn Mekreme,
Allah Rasulü(s.a.v.)’in şöyle dediğini rivayet ettiler: Ağladığı görülmedikçe,
bir bebeğe miras bırakılmaz.
Diğerlerinin ondan miras almamaları ve bu
durumda olduğu sürece servetinin dağıtılamaması
hakkındaki hükme gelince; bunun nedeni şudur: çünkü onun
mirasçılarına mirasın verilmesi için varolması gereken,
şahsın ölü olması durumu kesinlik kazanmamıştır. Beyin kökü
öldüğü halde diğer organları halen çalışan veya ölüm
spazmı (sancısı) geçiren veya ölümcül darbe alan bir
kimsede az da olsa biraz hayat olduğundan onun ölümü kesin
değildir. Bu nedenle, onun mirası, öldüğünden kesin olarak
emin olunmadıkça, dağıtılamaz.
2- Ölümcül Hareket
Eğer bir adam bir diğer şahsa saldırır
ve onun beyin kökünü keserse veya ölüm spazmı geçirmesine
ve ölümcül darbe almasına neden olursa ve onun kesinlikle
öldüğünü düşündüğü bir durumda; ikinci bir şahıs
gelir ve onun kesin ölümünü gerçekleştirirse, katil
birinci şahıs olur. Bunun nedeni şudur: ilk şahıs, darbe
vurduğu adamın yaşamından umudunu kesmiştir. Böylece katil
cezalandırılır ve kısas (maktulün canına karşılık
katilin canı) yapılır.
İkinci şahıs ise, katil olarak görülmez
ve ona kısas tatbik edilmez ancak ta’zir cezası verilir.
Çünkü o, Allah’ın değer verdiği cesede saldırmıştır.
Eğer birinci şahıs, saldırdığı adamı ölecek hale
getirmeseydi ama yaralamış olsaydı ve saldırıya uğrayan
adamı şuurlu, hisseden ve bilinçli hareket eden bir halde bırakmışken,
ikinci şahıs gelip adamı kesin olarak öldürmüş olsaydı;
bu durumda katil ikinci şahıs olurdu ve kısas ona
uygulanırdı. Birincisine gelince; o bir katil olarak görülmez
ama saldırısından dolayı cezalandırılır. Saldırdığı
adamın vücuduna her ne zarar verdiyse, onun diyetini ödemek
zorundadır.
Eğer Halife, birisinin saldırısına
uğrarsa veya ölüm spazmı geçirirse ve ölümcül bir
durumdaysa, Halifenin kesin olarak öldüğü bilinmediği sürece
onun yerine bir diğer kimse halife tayin edilemez. Sahabeler
(r.anhum) hayatta iken, Ebu Bekir ve Ömer(r.anhum)’in durumu
buydu. Sahabeler(r.anhum) Ebu Bekir(r.a.) kesin olarak vefat
etmedikçe, Ömer(r.a.)’e bey’at vermediler. Şura üyeleri,
Ömer(r.a.)’in vefat ettiğinden kesin olarak emin olduktan
sonra, Halife seçim işlemine başladılar.
İşte, Halifenin ölümcül bir durumda
olması veya ölüm sancısı geçirmesi halinden sonra ölümü
kesinleştiğinde, Ümmete sorulur ve yeterliliği olan kimse,
Ebu Bekir ve Ömer(r.anhum)’in durumlarında olduğu gibi,
Hilafetin başına geçirilir ve Halife olur.
Allah’ın izniyle, Hicri 5 Mukaddes
Muharrem 1418, Miladi 12 Mayıs 1997’de tamamlandı. |