Tarihte İslam devletinin değişik din, ırk, kültür ve dillere mensub
olan insanları, nasıl bir çatı altında topladığını dört ana başlık altında
incelenmesi
- İslami eğitim ve öğretim.
- İslam ordusunun bölge halkı ile kaynaşması.
- Fethedilmiş bölge insanının İslam’a kısa zamanda girmeleri.
- İslam’ı kabul edenlerin köklü bir değişimle fikri
kalkınmayı gerçekleştirmeleri.
Dünyaya şöyle bir göz attığımızda 6 milyar
insanın yaşamakta olduğunu ve bunun 1,5 milyarını teşkil eden Müslümanları
görürüz. Müslümanların yeryüzündeki dağılımına baktığımızda da;
Afrika’nın doğusundan batısına kadar, Hindistan’dan eski Sovyetler Birliği’ nin
güney cumhuriyetlerine kadar, Karadeniz’ den Çin’in batısına kadar olan yerlerde
Müslümanlar bulunmaktadır. Bu Müslümanların konumu itibarıyla çeşitli ırklardan,
değişik dil ve renklerden olmalarına rağmen hepsinin birleştikleri tek bir nokta
vardır. O da İslam’dır.
Bir batılı yazar şöyle demektedir. “İslam
dini öyle bir dindir ki; değişik ırkları bir çatı altında toplayabilmiştir.
Arabistan’ın ortasında birkaç kabile ile başlayan bu din, günümüzde 1,5 milyara
ulaştı. Bunun nedeni ise Medine’de kurulan İslam devletidir.”
Bugün sorulan sorular, İslam’ın değişik
ırkları tek bir çatı altında nasıl topladığı şeklindedir.
Raşidi Hilafet Devlet’i zamanında müslümanlar,
Pers ve hıristiyan Araplardan oluşan Irak bölgesine kadar ilerlemişlerdi. Pers’lerin
içersinde ise azınlık olarak Romalılar ve yahudiler bulunuyordu. O devirde, Roma
imparatorluğuna bağlı Şam bölgesine de girdiler. Burada Suriyeliler, Yahudiler,
Ermeniler, Romalılar ve Hıristiyan dinine bağlı Araplar vardı.
Raşidi Hilafet devletinden sonra gelen Emeviler ve
Abbasiler döneminde ise Hindistan, Pakistan, Semerkant ve Taşkent bölgelerini, İspanya
ve Portekizi de İslam topraklarına ilhak ettiler. Bunlardan sonra Hilafet, Osmanlılara
geçti. Ve İslam devletinin sınırları Viyana’ya kadar genişledi.
Bu fethedilen bölgelerdeki insanlar, değişik
ırklara, dinlere, kültürlere, nizamlara, dillere ve örflere sahip idiler. Şu bir
gerçektir ki; bu kadar değişik insanları bir çatı altında birleştirmek çok
zordur. Öyleyse İslam bu zor olan işi nasıl başardı? Bu soruya cevap verebilmemiz
için İslam’ı ve İslam hükmü altına giren devletleri iyi incelememiz gerekir.
1. İslami öğretim:
Allah (cc) Resulullah (sav)’i bütün
insanlığa rahmet olarak gönderdi. Bu dinin bütün insanlara ulaştırılması
farziyetini iyi idrak eden Müslümanlar bu dini cihadla aleme taşıdılar. Bunu yapmakla
da İslam’ın kurallarını anlama ve yerleştirme işini de yapmış oldular. Buna bir
örnek verecek olursak:
Hz Ömer (ra) zamanında Mısır’ın fethinde
Müslümanlar, Hıristiyan’lara karşı kötülük ve sertlikle değil, yumuşaklıkla
muamele etmişlerdir. Onlara karşı seçenek sunmuşlardır. Birinci olarak Müslüman
olurlarsa, aynı kendilerinin haklarına sahip olacaklarını, olmazlarsa kadın, yaşlı
ve çocuklar hariç gücü yetenlerden belli miktarda cizye alınmasını şart
koşmuşlardır.
İslam’ın fethinden önceki bölgelerde
yönetimler kapitalisti esas alarak halkı sömürüyor ve zulüm ediyorlardı. Kişilerin
uzmanlık ve becerilerine göre değil, parasal güçlerine göre muamele edip makam ve
mevki kazandırıyorlardı. Müslümanlar o bölgeleri fethettikten sonra bu çarpık
düzene köklü çözüm getiriyordu. Hatta bu konuyla ilgili olarak Mc Cart, “Osmanlı
Türkleri” adlı kitabında şöyle diyor; “Osmanlı Devletinin yükselme döneminde
yönetim sistemi, adalet esası üzerine idi." Devşirme bunun en güzel
örneğidir. Mevki ve kıdem sahibi olmak için kişi kendini fiziksel ve zihinsel olarak
öncelikli olarak ispatlaması gerekiyordu. Böylelikle işin ehli olan kişiler (memurlar
ve komutanlar) özel eğitiliyorlardı.
2. İslam ordusunun
bölge halkıyla kaynaşması:
Modern emperyalizmi temsil eden İngiltere, Fransa
ve Amerika ele geçirdikleri bölgelerde Getto oluşturuyorlardı. (Getto; yabancıların
oluşturdukları şehir ve köylere verilen adtır.) Bunun örneğini bugün bazı
Müslüman ülkelerde görülebilir. Bu ayrımcı mentalite işgal eden ve edilenler
arasında açığa çıkar.
İslam orduları ise, bir yeri fethettiklerinde
insanları İslam’a davet ediyorlardı. Neticesinde Getto oluşturmayıp aksine bir
kaynaşmanın olduğunu görebiliriz. Doğu Afrika’da Arap kaynaşması, Mısır’da
Türk-Arap kaynaşması gibi.
3. Fethedilmiş bölge
insanının İslam’a kısa zamanda girmeleri:
Agnizyo Aulogi adındaki İspanyol yazar,
“Batıdaki İslam’i Devrim” adlı kitabında şunları ifade ediyor; "Gerçekte
hiçbir askeri harekat sürekli bir biçimde devam edemez. Çünkü, askeri harekat,
fetihlerin neticesindeki toprakların genişlemesi üzerine, merkezi otoriteyle birlikte
gücünün yetersizliğinden aciz kalır. O anda askeri hareket gücüne alternatif olarak
diğer üslerinden harekatı destekleme ihtiyacı doğar. Böyle bir mesele 7. yüzyılda
yaşanmıştır. Zira bu temel stratejik kaideyi geleneksel tarihe göre Araplar bunu
ihmal ettiler. Bir ülkeyi fetheder etmez hemen akabinde başka bir bölgeye yönelirdi.
Tunus’u, hemen ardından Fas’ı fethettikten sonra Avrupa’yı da fethetmek için
seferler yaptılar. Üç yıl sonra Fransa’ dan bir parça aldılar. Araplar bu askeri
hedeflerin mahiyetini bilmiyorlardı ve ne için geldiklerini de anlamıyorlardı.” Şeklinde
yazmıştır.
Yazarın bu ifadeleri, İslam ordusunun
vakıasının gerçeğini asla yansıtmamaktadır. Aksine İslam ordusu fetihler
neticesinde gücüne güç katmıştır. İslam ordusunun fetihleri gerçekleştirmesi
neticesindeki durumunu izah etmeden önce yazarın ifade ettiği “fetihlerin biri biri
ardına yapılmasıyla ordunun gücünün zayıflaması” gerçeği, Romalıların kuzey
Afrika’yı ve Şam’ı fethedip, bölge halkına uyguladığı zulmün getirdiği
sıkıntı ve halk üzerine yaptığı inançları zorla değiştirme ilkesine
dayanmaktadır. İspanya’daki Engizisyon mahkemelerinde bölge halkına yapılanları
düşündüğümüzde yazarın nasıl böyle bir hataya düştüğünü görebiliriz.
Çünkü, inancın zorla değiştirilmesi düşüncesi, ya insanların ayaklanmasına ya
da bir çıkar yol bulasıya kadar inançlarını gizlemelerine neden olur. Sovyetler
Birliği’nin çöküşü, Müslümanların çoğunlukta olduğu cumhuriyetlerde
İslamiyetin yeniden filizlenmesine neden olan olmuştur. Emevi, Abbasi ve Osmanlı
Hilafet devleti yıkıldığında bölge halkından hiçbir kimse kendi eski inancına
geri döndü mü? Elbette hayır.
İslamiyet; inananlarına enerji veren temeli akla
dayanan bir güçtür. Bu din, Allah (cc)’ nun, Muhammed (sav)’e, insanları cahiliye
karanlığından İslamiyet’in aydınlığına çıkaran, aciz olan yaratılmışlara
tapmaktan, ehad olan Allah’a taptıran gerçek mesajdır. Bu mesaj, mevcut problemlerin
anlaşılması, nasıl çözülüp amel edileceğini bizlere gösterir.
İslamiyet; Allah’la kul arasındaki alakayı,
kişinin diğer insanlarla olan alakasını, kişinin kendi nefsiyle olan alakasını
düzenleyerek, insanları huzura götüren dindir.
İslamiyet, Arap’ların kendilerini ve
başkalarının kurtulmalarına imkan verdi. Ömer bin Hattab (ra) İslamiyet’ten önce
İslam düşmanlarındandı. Hatta onun nefretini bir sahabe şöyle ifade etmekte;
“Eğer Ömer bin el-Hattab’ın eşekleri Müslüman olur da, Ömer yine de Müslüman
olmaz.” Hz Ömer (ra) böyle bir haldeyken, Taha suresinin ayetlerini işittiğinde,
gerçeği gördü ve Müslüman oldu. Kendisi İslam inancının kurallarını öğrenmeye
ve onunla amel etmeye başladı. Ömer (ra) farklı bir insan oldu. Cahiliye döneminde
kız çocuğunu diri diri toprağa gömen bir kişiyken, merhametli bir lidere
dönüştü. Kendisi, Resulullah (sav)’in, “İman, koruyucudur ve kendi yaptığından
hesaba çekilecektir.” dediğini duyunca, liderliğin bir onur değil,
sorumluluk olduğunu anladı. Nitekim Ömer (ra), “Bir keçi kaybolsa, Allah (cc)
hesabını Ömer’den sormasından korkarım” dediği rivayet olunur. Bu örnek
bize, İslamiyet’in insanın kişiliğinde yaptığı köklü değişim göstermektedir.
Raşidi Hilafet döneminde ordu Arap kabilelerinden
oluşuyordu. Kuzey Afrika’nın İslam’a açılmasından sonra, Berberi’ler ve
Faslılar orduya katılmaya başladılar. Emevi Hilafet devletinin Pers devletini
fethetmesinden sonra birbirleriyle yarışırcasına İslam ordusuna katılmaları;
İslam’ı kabullenmelerin bir delilidir. Abbasi Hilafet devleti devrinde de İslam
ordusuna katılabilmek için Türk’lerin yarıştıklarını Semerkant’ın ve
Buhara’nın fetihlerinde görebiliriz. Abbasi Halifesi el Mutasım bir Türk annesinin
feryadı üzerine Amariya şehrini yerlebir etmişti.
Bu münasebetle İspanyol tarihçinin
gözlemleyemediği gerçek, İslam orduları yeni yerler fethettiklerinde bölge
halkının topluca İslam’a girmeleriydi. İslam’a topluca girişler, İslam ordusunun
gücüne güç katan taze kanı oluşturuyordu. Osmanlı devletinin payına düşen
suçlamalar, Osmanlı yönetiminde ve orduda, Türk’leri kullandıkları söylenerek
yapılmıştır. Açıkcası bu söylenen, İslam otoritesiyle çelişmektedir. Bu iddia
yanlıştır. Bu yanlışlık, Justin Mc Cart’dan yapılan alıntıdan kolaylıkla
görülebilir. Şöyle ki: “Bazı askeri görevler Müslüman olmayanlar tarafından
üstlenilirdi. Köylerin tamamı derbend koruculuğu yaparlardı. Derbend korucularının
görevleri ana yolları, dağ geçitlerini ve ticari depoları korumaktı.
Müslümanların yanı sıra hıristiyanlar da bu görevi yaparlardı.“
“Ayrıca hasta adamın uyanışı“ adlı
kitabında Mufak bin el-Mergah şöyle dedi: “Osmanlı sultanı Abdülhamit’ten
gördüğümüz, Arap’ları kendisinin koruyucusu, Kürt’ leri kendisinin destekçisi
ve Çeçen’leri de kendisinin koruyucusu yaptığıdır. Bir çok tarihçi Osmanlı
ordusundaki Arap’ların çokluğuna dikkati çekmiştir.”
4. İslam’ı
kabul edenlerin köklü bir değişimle fikri kalkınmayı gerçekleştirmeleri:
İslamiyet’ten önce Araplar taştan ve
ağaçtan yapılmış putlara taparlardı. Hatta bazıları helvadan yaptıkları putlara
gün boyu tapıp, akşam acıktıklarında onları yerlerdi. Kızlarını diri diri
toprağa gömerlerdi. Panayırlarda bulunan çadırların tepesindeki kırmızı bayrak
fuhşun işaretiydi. Bir kadın hamile kaldığında aralarından beraber olduğu
erkekleri toplayarak, dilediğini bebeğin babası olarak seçerdi. Pers devletinde ateşe
taparlardı. Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da ateistler ve üçlemeye inanan
hıristiyanlar vardı. Sahara’ da ateizme inanan bir çok kişiler vardı.
Hindistan’da, insanlar ineklere tapar ve sadece bu dünyada vücut bulacaklarına
inanırlardı.
Arap kabileleri ganimet, güç gösterisi veya
sadece bir deve yarışını kaybettikleri için birbirlerine saldırırlardı. Romalılar
ve Persler gibi büyük milletlere hizmet etmekten memnun idiler. Kuzey Afrika, Anadolu ve
diğer yerlerde göçmen kabileler koyunları ile birlikte yağmur sezonunu takip
ederlerdi.
Bu İslamiyet’ten önceki karanlık
tablo idi. Bütün bunlar gösteriyor ki; İnsanlık yeni bir yaşam biçimine muhtaçtı.
Muhammed (sav)’e inen vahiyden sonra ve Medine’de İslam devletinin, İslam kanun ve
nizamlarının uygulamasından sonra İslam davasını yüklenen insanlar, hayatlarında
köklü bir değişimin olduğunu hissettiler. Buna bir örnek: Halife Ömer bin
el-Hattab’ın Mısır’ı fethetmesi için Amr bin el As’ı yolladı, hicri 20.
Yüzyılda Napolyon’un kalesini 7 ay elinde tuttu, Mısır kralı el-Mukavkas onlara bir
elçi yolladı. Elçi geri geldiğinde Müslümanları şöyle tarif etti: "Biz
ölümün kendilerine hayattan daha sevimli, alçak gönüllüğün kendilerine kibirden
daha sevimli olduğu insanları gördük. Bu insanların gözünde dünya hayatı, ayette
de belirtildiği gibi sadece bir eğlence ve oyundan ibaret olduğu için boş ve
kıymetsizdir. Yerlerde oturuyorlar. Liderleri de kendileri gibi yerlerde
oturuyor. Asil ve sıradan insan, efendi ile köle birbirinden ayırt edilemiyor.
Namaz vakti geldiğinde hiç kimse geride kalmıyor ve vücutlarının bazı azalarını
yıkayıp huşu ile namazlarını kılıyorlar.”
Yukarıdaki misalden de anlaşılacağı üzere,
İslam’ın şerefiyle şereflenen herkes dünya metaının bir hiç olduğunu, gerçek
saadetin İslam’ı gereğince yaşamak olduğunu anlayacak ve Allah’a yönelecektir.
Bu yöneliş doğru yöneliştir. Zira bu yönelmedeki amaç, Allah’a gereğince kul
olmaktır. Kul olmaktan maksat; herhangi bir dünya metaını elde etmek için değil,
yalnızca Allah’ın rızasını kazanarak cennete girmektir.
İnsanlar, İslam’a girdikten sonra, İslam’ın
vermiş olduğu o şevkle gerek ilmi, gerek fikri konularda bulunduğu konumdan mutena bir
hale gelerek, birçok konularda başarı elde etmiştir. Abbasi’ler döneminde
teknoloji, tıp, ilim vb. birçok dallarda kalkınmayı gerçekleştirmişlerdir. Bununla
beraber gerek tefsir, hadis, fıkıh, gerekse matematik, fizik, kimya dallarında da
ilerleme kaydetmişlerdir.
Asıl konumuz İslam devleti değişik ırkları,
dilleri, kültürleri, dinleri ve örfleri tek bir çatı altında nasıl topladığı
idi. Resulullah (sav) Efendimizle başlayarak Osmanlı dönemine kadar gelen İslam
devleti, yukarıda izah edildiği gibi benzeri görülmemiş bir şekilde bunu
gerçekleştirmiştir. O halde bu ümmeti tekrar kalkındıracak ve cihad yoluyla ırk,
renk farkı gözetmeksizin gerçek adaleti sağlayacak, İslam Hilafet devletinin
kurulması şu an için amellerin en hayırlısıdır. Rabbim bu uğurda mücadele
edenleri muaffak eylesin.
“Ey iman edenler! Hayat verecek
şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulune uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile
onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız” (Enfal
: 24)
"Hizb-ut Tahrir’li
gençlerin 07/03/1999 tarihinde Londra’da yaptığı konferanstan bir alıntı" |