Hilafet -112                Zilhicce  1419             Mart  1999               Yıl 11

<<

İNSANLARIN  BİR  ÇATI  ALTINDA  BİRLEŞMESİ

>>

 

Tarihte İslam devletinin değişik din, ırk, kültür ve dillere mensub olan insanları, nasıl bir çatı altında topladığını dört ana başlık altında incelenmesi

  1. İslami eğitim ve öğretim.
  2. İslam ordusunun bölge halkı ile kaynaşması.
  3. Fethedilmiş bölge insanının İslam’a kısa zamanda girmeleri.
  4. İslam’ı kabul edenlerin köklü bir değişimle fikri kalkınmayı gerçekleştirmeleri.

Dünyaya şöyle bir göz attığımızda 6 milyar insanın yaşamakta olduğunu ve bunun 1,5 milyarını teşkil eden Müslümanları görürüz. Müslümanların yeryüzündeki dağılımına baktığımızda da; Afrika’nın doğusundan batısına kadar, Hindistan’dan eski Sovyetler Birliği’ nin güney cumhuriyetlerine kadar, Karadeniz’ den Çin’in batısına kadar olan yerlerde Müslümanlar bulunmaktadır. Bu Müslümanların konumu itibarıyla çeşitli ırklardan, değişik dil ve renklerden olmalarına rağmen hepsinin birleştikleri tek bir nokta vardır. O da İslam’dır.

Bir batılı yazar şöyle demektedir. “İslam dini öyle bir dindir ki; değişik ırkları bir çatı altında toplayabilmiştir. Arabistan’ın ortasında birkaç kabile ile başlayan bu din, günümüzde 1,5 milyara ulaştı. Bunun nedeni ise Medine’de kurulan İslam devletidir.”

Bugün sorulan sorular, İslam’ın değişik ırkları tek bir çatı altında nasıl topladığı şeklindedir.

Raşidi Hilafet Devlet’i zamanında müslümanlar, Pers ve hıristiyan Araplardan oluşan Irak bölgesine kadar ilerlemişlerdi. Pers’lerin içersinde ise azınlık olarak Romalılar ve yahudiler bulunuyordu. O devirde, Roma imparatorluğuna bağlı Şam bölgesine de girdiler. Burada Suriyeliler, Yahudiler, Ermeniler, Romalılar ve Hıristiyan dinine bağlı Araplar vardı.

Raşidi Hilafet devletinden sonra gelen Emeviler ve Abbasiler döneminde ise Hindistan, Pakistan, Semerkant ve Taşkent bölgelerini, İspanya ve Portekizi de İslam topraklarına ilhak ettiler. Bunlardan sonra Hilafet, Osmanlılara geçti. Ve İslam devletinin sınırları Viyana’ya kadar genişledi.

Bu fethedilen bölgelerdeki insanlar, değişik ırklara, dinlere, kültürlere, nizamlara, dillere ve örflere sahip idiler. Şu bir gerçektir ki; bu kadar değişik insanları bir çatı altında birleştirmek çok zordur. Öyleyse İslam bu zor olan işi nasıl başardı? Bu soruya cevap verebilmemiz için İslam’ı ve İslam hükmü altına giren devletleri iyi incelememiz gerekir.

1. İslami öğretim:

 Allah (cc) Resulullah (sav)’i bütün insanlığa rahmet olarak gönderdi. Bu dinin bütün insanlara ulaştırılması farziyetini iyi idrak eden Müslümanlar bu dini cihadla aleme taşıdılar. Bunu yapmakla da İslam’ın kurallarını anlama ve yerleştirme işini de yapmış oldular. Buna bir örnek verecek olursak:

Hz Ömer (ra) zamanında Mısır’ın fethinde Müslümanlar, Hıristiyan’lara karşı kötülük ve sertlikle değil, yumuşaklıkla muamele etmişlerdir. Onlara karşı seçenek sunmuşlardır. Birinci olarak Müslüman olurlarsa, aynı kendilerinin haklarına sahip olacaklarını, olmazlarsa kadın, yaşlı ve çocuklar hariç gücü yetenlerden belli miktarda cizye alınmasını şart koşmuşlardır.

İslam’ın fethinden önceki bölgelerde yönetimler kapitalisti esas alarak halkı sömürüyor ve zulüm ediyorlardı. Kişilerin uzmanlık ve becerilerine göre değil, parasal güçlerine göre muamele edip makam ve mevki kazandırıyorlardı. Müslümanlar o bölgeleri fethettikten sonra bu çarpık düzene köklü çözüm getiriyordu. Hatta bu konuyla ilgili olarak Mc Cart, “Osmanlı Türkleri” adlı kitabında şöyle diyor; “Osmanlı Devletinin yükselme döneminde yönetim sistemi, adalet esası üzerine idi." Devşirme bunun en güzel örneğidir. Mevki ve kıdem sahibi olmak için kişi kendini fiziksel ve zihinsel olarak öncelikli olarak ispatlaması gerekiyordu. Böylelikle işin ehli olan kişiler (memurlar ve komutanlar) özel eğitiliyorlardı.

2. İslam ordusunun bölge halkıyla kaynaşması:

Modern emperyalizmi temsil eden İngiltere, Fransa ve Amerika ele geçirdikleri bölgelerde Getto oluşturuyorlardı. (Getto; yabancıların oluşturdukları şehir ve köylere verilen adtır.) Bunun örneğini bugün bazı Müslüman ülkelerde görülebilir. Bu ayrımcı mentalite işgal eden ve edilenler arasında açığa çıkar.

İslam orduları ise, bir yeri fethettiklerinde insanları İslam’a davet ediyorlardı. Neticesinde Getto oluşturmayıp aksine bir kaynaşmanın olduğunu görebiliriz. Doğu Afrika’da Arap kaynaşması, Mısır’da Türk-Arap kaynaşması gibi.

 

3. Fethedilmiş bölge insanının İslam’a kısa zamanda girmeleri:

Agnizyo Aulogi adındaki İspanyol yazar, “Batıdaki İslam’i Devrim” adlı kitabında şunları ifade ediyor; "Gerçekte hiçbir askeri harekat sürekli bir biçimde devam edemez. Çünkü, askeri harekat, fetihlerin neticesindeki toprakların genişlemesi üzerine, merkezi otoriteyle birlikte gücünün yetersizliğinden aciz kalır. O anda askeri hareket gücüne alternatif olarak diğer üslerinden harekatı destekleme ihtiyacı doğar. Böyle bir mesele 7. yüzyılda yaşanmıştır. Zira bu temel stratejik kaideyi geleneksel tarihe göre Araplar bunu ihmal ettiler. Bir ülkeyi fetheder etmez hemen akabinde başka bir bölgeye yönelirdi. Tunus’u, hemen ardından Fas’ı fethettikten sonra Avrupa’yı da fethetmek için seferler yaptılar. Üç yıl sonra Fransa’ dan bir parça aldılar. Araplar bu askeri hedeflerin mahiyetini bilmiyorlardı ve ne için geldiklerini de anlamıyorlardı.” Şeklinde yazmıştır.

Yazarın bu ifadeleri, İslam ordusunun vakıasının gerçeğini asla yansıtmamaktadır. Aksine İslam ordusu fetihler neticesinde gücüne güç katmıştır. İslam ordusunun fetihleri gerçekleştirmesi neticesindeki durumunu izah etmeden önce yazarın ifade ettiği “fetihlerin biri biri ardına yapılmasıyla ordunun gücünün zayıflaması” gerçeği, Romalıların kuzey Afrika’yı ve Şam’ı fethedip, bölge halkına uyguladığı zulmün getirdiği sıkıntı ve halk üzerine yaptığı inançları zorla değiştirme ilkesine dayanmaktadır. İspanya’daki Engizisyon mahkemelerinde bölge halkına yapılanları düşündüğümüzde yazarın nasıl böyle bir hataya düştüğünü görebiliriz. Çünkü, inancın zorla değiştirilmesi düşüncesi, ya insanların ayaklanmasına ya da bir çıkar yol bulasıya kadar inançlarını gizlemelerine neden olur. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Müslümanların çoğunlukta olduğu cumhuriyetlerde İslamiyetin yeniden filizlenmesine neden olan olmuştur. Emevi, Abbasi ve Osmanlı Hilafet devleti yıkıldığında bölge halkından hiçbir kimse kendi eski inancına geri döndü mü? Elbette hayır.

İslamiyet; inananlarına enerji veren temeli akla dayanan bir güçtür. Bu din, Allah (cc)’ nun, Muhammed (sav)’e, insanları cahiliye karanlığından İslamiyet’in aydınlığına çıkaran, aciz olan yaratılmışlara tapmaktan, ehad olan Allah’a taptıran gerçek mesajdır. Bu mesaj, mevcut problemlerin anlaşılması, nasıl çözülüp amel edileceğini bizlere gösterir.

İslamiyet; Allah’la kul arasındaki alakayı, kişinin diğer insanlarla olan alakasını, kişinin kendi nefsiyle olan alakasını düzenleyerek, insanları huzura götüren dindir.

İslamiyet, Arap’ların kendilerini ve başkalarının kurtulmalarına imkan verdi. Ömer bin Hattab (ra) İslamiyet’ten önce İslam düşmanlarındandı. Hatta onun nefretini bir sahabe şöyle ifade etmekte; “Eğer Ömer bin el-Hattab’ın eşekleri Müslüman olur da, Ömer yine de Müslüman olmaz.” Hz Ömer (ra) böyle bir haldeyken, Taha suresinin ayetlerini işittiğinde, gerçeği gördü ve Müslüman oldu. Kendisi İslam inancının kurallarını öğrenmeye ve onunla amel etmeye başladı. Ömer (ra) farklı bir insan oldu. Cahiliye döneminde kız çocuğunu diri diri toprağa gömen bir kişiyken, merhametli bir lidere dönüştü. Kendisi, Resulullah (sav)’in, “İman, koruyucudur ve kendi yaptığından hesaba çekilecektir.” dediğini duyunca, liderliğin bir onur değil, sorumluluk olduğunu anladı. Nitekim Ömer (ra), “Bir keçi kaybolsa, Allah (cc) hesabını Ömer’den sormasından korkarım” dediği rivayet olunur. Bu örnek bize, İslamiyet’in insanın kişiliğinde yaptığı köklü değişim göstermektedir.

Raşidi Hilafet döneminde ordu Arap kabilelerinden oluşuyordu. Kuzey Afrika’nın İslam’a açılmasından sonra, Berberi’ler ve Faslılar orduya katılmaya başladılar. Emevi Hilafet devletinin Pers devletini fethetmesinden sonra birbirleriyle yarışırcasına İslam ordusuna katılmaları; İslam’ı kabullenmelerin bir delilidir. Abbasi Hilafet devleti devrinde de İslam ordusuna katılabilmek için Türk’lerin yarıştıklarını Semerkant’ın ve Buhara’nın fetihlerinde görebiliriz. Abbasi Halifesi el Mutasım bir Türk annesinin feryadı üzerine Amariya şehrini yerlebir etmişti.

Bu münasebetle İspanyol tarihçinin gözlemleyemediği gerçek, İslam orduları yeni yerler fethettiklerinde bölge halkının topluca İslam’a girmeleriydi. İslam’a topluca girişler, İslam ordusunun gücüne güç katan taze kanı oluşturuyordu. Osmanlı devletinin payına düşen suçlamalar, Osmanlı yönetiminde ve orduda, Türk’leri kullandıkları söylenerek yapılmıştır. Açıkcası bu söylenen, İslam otoritesiyle çelişmektedir. Bu iddia yanlıştır. Bu yanlışlık, Justin Mc Cart’dan yapılan alıntıdan kolaylıkla görülebilir. Şöyle ki: “Bazı askeri görevler Müslüman olmayanlar tarafından üstlenilirdi. Köylerin tamamı derbend koruculuğu yaparlardı. Derbend korucularının görevleri ana yolları, dağ geçitlerini ve ticari depoları korumaktı. Müslümanların yanı sıra hıristiyanlar da bu görevi yaparlardı.“

“Ayrıca hasta adamın uyanışı“ adlı kitabında Mufak bin el-Mergah şöyle dedi: “Osmanlı sultanı Abdülhamit’ten gördüğümüz, Arap’ları kendisinin koruyucusu, Kürt’ leri kendisinin destekçisi ve Çeçen’leri de kendisinin koruyucusu yaptığıdır. Bir çok tarihçi Osmanlı ordusundaki Arap’ların çokluğuna dikkati çekmiştir.”

4. İslam’ı kabul edenlerin köklü bir değişimle fikri kalkınmayı gerçekleştirmeleri:

İslamiyet’ten önce Araplar taştan ve ağaçtan yapılmış putlara taparlardı. Hatta bazıları helvadan yaptıkları putlara gün boyu tapıp, akşam acıktıklarında onları yerlerdi. Kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Panayırlarda bulunan çadırların tepesindeki kırmızı bayrak fuhşun işaretiydi. Bir kadın hamile kaldığında aralarından beraber olduğu erkekleri toplayarak, dilediğini bebeğin babası olarak seçerdi. Pers devletinde ateşe taparlardı. Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da ateistler ve üçlemeye inanan hıristiyanlar vardı. Sahara’ da ateizme inanan bir çok kişiler vardı. Hindistan’da, insanlar ineklere tapar ve sadece bu dünyada vücut bulacaklarına inanırlardı.

Arap kabileleri ganimet, güç gösterisi veya sadece bir deve yarışını kaybettikleri için birbirlerine saldırırlardı. Romalılar ve Persler gibi büyük milletlere hizmet etmekten memnun idiler. Kuzey Afrika, Anadolu ve diğer yerlerde göçmen kabileler koyunları ile birlikte yağmur sezonunu takip ederlerdi.

Bu İslamiyet’ten önceki karanlık tablo idi. Bütün bunlar gösteriyor ki; İnsanlık yeni bir yaşam biçimine muhtaçtı. Muhammed (sav)’e inen vahiyden sonra ve Medine’de İslam devletinin, İslam kanun ve nizamlarının uygulamasından sonra İslam davasını yüklenen insanlar, hayatlarında köklü bir değişimin olduğunu hissettiler. Buna bir örnek: Halife Ömer bin el-Hattab’ın Mısır’ı fethetmesi için Amr bin el As’ı yolladı, hicri 20. Yüzyılda Napolyon’un kalesini 7 ay elinde tuttu, Mısır kralı el-Mukavkas onlara bir elçi yolladı. Elçi geri geldiğinde Müslümanları şöyle tarif etti: "Biz ölümün kendilerine hayattan daha sevimli, alçak gönüllüğün kendilerine kibirden daha sevimli olduğu insanları gördük. Bu insanların gözünde dünya hayatı, ayette de belirtildiği gibi sadece bir eğlence ve oyundan ibaret olduğu için boş ve kıymetsizdir. Yerlerde oturuyorlar. Liderleri de kendileri gibi yerlerde oturuyor. Asil ve sıradan insan, efendi ile köle birbirinden ayırt edilemiyor. Namaz vakti geldiğinde hiç kimse geride kalmıyor ve vücutlarının bazı azalarını yıkayıp huşu ile namazlarını kılıyorlar.”

Yukarıdaki misalden de anlaşılacağı üzere, İslam’ın şerefiyle şereflenen herkes dünya metaının bir hiç olduğunu, gerçek saadetin İslam’ı gereğince yaşamak olduğunu anlayacak ve Allah’a yönelecektir. Bu yöneliş doğru yöneliştir. Zira bu yönelmedeki amaç, Allah’a gereğince kul olmaktır. Kul olmaktan maksat; herhangi bir dünya metaını elde etmek için değil, yalnızca Allah’ın rızasını kazanarak cennete girmektir.

İnsanlar, İslam’a girdikten sonra, İslam’ın vermiş olduğu o şevkle gerek ilmi, gerek fikri konularda bulunduğu konumdan mutena bir hale gelerek, birçok konularda başarı elde etmiştir. Abbasi’ler döneminde teknoloji, tıp, ilim vb. birçok dallarda kalkınmayı gerçekleştirmişlerdir. Bununla beraber gerek tefsir, hadis, fıkıh, gerekse matematik, fizik, kimya dallarında da ilerleme kaydetmişlerdir.

Asıl konumuz İslam devleti değişik ırkları, dilleri, kültürleri, dinleri ve örfleri tek bir çatı altında nasıl topladığı idi. Resulullah (sav) Efendimizle başlayarak Osmanlı dönemine kadar gelen İslam devleti, yukarıda izah edildiği gibi benzeri görülmemiş bir şekilde bunu gerçekleştirmiştir. O halde bu ümmeti tekrar kalkındıracak ve cihad yoluyla ırk, renk farkı gözetmeksizin gerçek adaleti sağlayacak, İslam Hilafet devletinin kurulması şu an için amellerin en hayırlısıdır. Rabbim bu uğurda mücadele edenleri muaffak eylesin.

“Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulune uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız” (Enfal : 24)

"Hizb-ut Tahrir’li gençlerin 07/03/1999 tarihinde Londra’da yaptığı konferanstan bir alıntı"

< Önceki

112. sayıyı WORD olarak yükle

sonraki >