İSLÂM
ÜMMETİNİN KALKINMASI
Abdullah Caner
Araplar küçük topluluklar ve dağınık
halde çölde yaşıyorlardı. Birbirlerine Saldırı, baskın, hürmetsizlik ve
saygısızlık gösteriyorlardı. Allah (cc) onları bir olan Allah’a ibadet etmeye ve
İslam'ı tatbik ve Allah'ın hükümleriyle amel etmek için Resul (sav)’i gönderdi.
İşte bunun neticesi olarak Araplar, nizamı ve prensibi bir olan İslam ümmetine
dönüştü...
İslam ümmeti bu esas üzerine
kurulmuş,aralarındaki meselelerde İslam'ı tatbik edecek bir nizam edinmişler ve
başka ümmetleri de bu nizamı tatbik etmeye davet etmişlerdir. Bu daveti yüklenen
kişiyi İslam'ı dünyaya hakim kılıncaya kadar, Allah yolunda cihad etmekten hiç bir
şey alıkoymuyordu. İşte bunun neticesinde Şam, Irak, Mısır, Afrika, Fars,
Hindistan, Türk beldeleri ve İspanya fethedilip Müslümanlar, tek İslam devleti olarak
doğuda Çin’e, batıda Fransa'ya , kuzeyde Folgaya ulaşmışlardı.
İslam devletinin duraklama devri
Daha sonra ümmet dünya ile meşgul olup maişet, ticaret, sanat,
felsefe vs işleri ön plana çıkartınca cihaddan geri kalmışlardır.
Böylece İslam risaletini yüklenmekteki güçleri ve azimleri zaafa Uğramıştır.
Böylece kafirlerin Müslümanların üzerindeki hakimiyeti kolaylaşmıştır. İşte
bundan dolayı bir çok sürtüşmeler olmuş, buna rağmen ümmet bunlardan süratle
kurtulmuştur. Örneğin; Haçlı seferleri gibi. Avrupa orduları Şam’a girip
Müslümanların arasındaki tefrikalardan faydalanarak onları birbirlerine
düşürmüşlerdir. Fakat ümmet bu zilletide üzerinden atmasını bilmiştir. Haçlı
ordularını da ökçeleri üzerine kovup Şam beldesini onların istilasından
kurtarmıştır.
Bundan sonra önünde duran her şeyi silip süpüren sel gibi Moğol
akınları gelmiştir. İşte bu baskınların yaşandığı dönem Müslümanları
maişet işleriyle meşgul oldukları ve ayrılığa düştükleri bir zamandı. Nitekim
Müslümanlar, birliğin bekası olan, uğrunda tek bir vücut olunan, İslam ümmeti
ruhunu yitirmişlerdi. Bu sebeple hezimetin en kötüsüne maruz kaldılar.
Moğollar öldürme, yakma ve yağmalama ameliyesi yapıyorlardı.
Müslümanlar ise bu durumu reddetmeye cüret edemiyorlardı. Nitekim tarihçilerin
rivayet ettiğine göre Tatarlar şehre girdikleri zaman orayı yoğun bir şekilde
yağmalıyorlardı. Öldürmek istediklerini öldürüyorlar, yakmak istediklerini
yakıyorlar, Müslüman kadınları esir alıyorlardı. Rivayete göre Tatarlardan bir
kimse, kadınları ve çocuklarını da bulunduğu, erkeklerden bir gurubun saklandığı,
bir sığınağa girip "yanımda sizi öldürecek bir şey yok, beni bekleyin de
kılıcımı alıp geleyim" diyordu. Daha sonra bir saat kadar ortalıktan
kaybolduktan sonra onlardan hiç bir kimsenin kaçmadığı halde sığına dönüyor
onların boyunlarını vurup bedenlerinden ayırmaksızın kesiyordu, bu duruma hiç kimse
engel olamıyordu.
Müslümanlar o dönem zarfında zayıflıklarının ve zelilliklerinin
en doruk noktasında idiler. Kafirler onları öldürmekte ve onları cezalandırmakta pek
ileriye gitmişlerdi. İşte Müslümanların alıştıkları bu duruma rağmen ümmet
bundan sonra tekrar eski sıhhatine kavuşmuş, dünya sevgisinden ve zillet uykusundan
uyanmış, bulunduğu durumdan daha kuvvetli hale gelerek memleketler fethedip,
sınırlarını Avrupa, Hint, Senegal ve Polonya'da Silizya şehrine kadar
genişletmişlerdi.
Ümmetin çöküşü
Daha sonra Avrupa’da sanayi alanında kalkınma meydana gelince
misyoner hareketleri başlamıştır. Avrupa devletleri fikirlerini İslam beldelerinde
yayma çabasına girmişlerdir. Nihayet yabancı fikirler Müslümanlar arasında
yayıldı. Bundan dolayı Müslümanlar İslam hükümlerine güvenlerini yitirdiler.
Hatta Müslümanlardan bazıları İslam hükümlerini terk etmeyi talep etmişlerdir.
Bunun akabinde batılı kafirler, Müslümanların kalan birliğini de parçalayıp
kavmiyetcilik fikrini yayarak, Hilafet devletini yıkmak için yoğun bir çalışma
başlatmışlardır.
Bu husus batılı kafirlerin İslam devletini yıkmalarıyla son
bulmuş, Müslümanların halleri bugün müşahede ettiğimiz hale dönüşmüştür.
Bugün ümmet Allah'ın kitabı ve Resulullah (sav)in sünneti ile amel etmeyi terk
etmiş, hayat metodu ve yaşama nizamı olarak da İslam'dan da uzaklaşmışlardır.
Küfür nizamına rıza gösterip bu durumu inkar etmekten de geri kalmışlardır.
Ümmetten her bir fert dünya meşguliyetlerine aşırı bir şekilde tutunup, maişetini
aramaya yönelerek bu dünyada rızkını aramaktan başka bir şeye aldırış etmez
olmuştur. Kafirler ise nizamlarıyla İslam beldelerine hakim olup servetlerini gasp
ederek Müslümanlara saldırmaktadırlar Müslümanlar, kafirlerin İslam beldelerinde
maslahatının bulunduğunu müşahede ettikleri halde bu duruma hiç ses
çıkarmamaktadırlar. Muhakkak ki ümmet, İslam devletinin bulunmamasından dolayı
bugün izzet ve şerefin manasını, müstakil siyasi karar vermenin ve büyük
devletlerin işlerine müdahale etmesinin ne demek olduğunu anlama gücünü
yitirmiştir. Bu nedenle İslam beldelerinin yöneticileri bugün karar verme yetkisini
küfür devletlerine bırakmışlardır. Yine onlar şiddetli sıkıntı ve darlıkta
(bilhassa savaşta), problemlerini halletmesi için batılılardan yardım aramaya
koştuklarını görürüz. İşte bu hain yöneticiler, küfür devletlerinin İslam
beldelerindeki maslahatlarını korumak, orada sabit ve değişken kaideler bina etmesi
için ülkelerini onlara açan kimselerdir.
Ne yazık ki İslam ümmeti bütün kimliğini ve bütün davasını
kaybetmiştir. Bugün Müslüman bir kimse İslam dinine mensub olduğunu iddia ettiği
halde, gereklerini yerine getirmede aciz kalmaktadır. Hatta geçmişini dahi unutmuş
vaziyettedir. Şayet hatırlamış olsaydı bugünkü düşmüş olduğu zilletin
sırrını çözebilirdi. Çok acıdır ki Müslümanın davası, dünya metaını elde
etmek, rahat bir yaşam sürmek için dünyaya meyletmek olmuştur. Ümmetin içine
düştüğü zelillik ve sömürülmesine duyarsız kalmıştır. İslam ümmeti
inhitatın en son noktasına ulaşmış ve perişan olmuştur. Peki bu problemlerden
kurtulup kalkınmanın yolu nedir ?
Toplumun kalkınması
Kalkınma ancak kişinin kendisini inceleme ve tanımasıyla olur. Buda
temeli akideye dayalı fikir ile gerçekleşir. Çünkü ondan hayat nizamı fışkırır,
davranışlar buna göre şekil alır. Eğer insan içgüdülerini ve uzvi
ihtiyaçlarını bu fikirle yönlendirirse kalkınır. Şahsında izzet, şeref ve yüksek
kıymet değerleri tahakkuk eder. Şayet hislerine göre hareket ederse aklın bütün
kıymetlerini yitirir ve hayvanların seviyesine düşer. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha
şaşkındırlar. İşte asıl gafil onlardır” (Araf 179)
Toplumun kalkınması ancak fikir ile olur. Cemaat ile fert arasındaki
fark; cemaatın bütünüyle kalkınabilmesi için fikrin esas kılınması gereklidir. Bu
açıdan, ferdin davranışları ve kalkınması onun kalkındığına dair tezahürden
bir tezahür olduğuna göre, aynı şekilde cemaatın kalkınması demek; müstakil karar
vermesinde sorumluluklar taşınması, aynı görüşlerin olması, ictimai kıymetlerin
bulunmasıyla gerçekleşir. Peki bir cemaatın kalkındığına dair değerler nedir?
Malum olan odur ki, cemaatın toplum olabilmesi için, kendilerini
birleştiren duygu birliği, kendilerine liderlik eden fikir birliği ve aralarındaki
daimi alakalara hükmeden bir hayat nizamını kendilerine esas almış olması
gereklidir. İşte bu değerler; fikir, duygu ve nizam birliği cemaatin kalkınıp toplum
oluşturabilmesi için gerekli olanlardır. Buna bir örnek verecek olursak; bir seferdeki
gemi yolcuları cemaat olmaları ile birlikte toplum oluşturmuş sayılmazlar. Çünkü
onlarda fikir ve duygu birliği yoktur. Fakat herhangi bir köyde veya şehirde oturan
kimseler ise toplumu teşkil ederler. Çünkü onları genel fikirler ve duygular
bağlamakta ve aralarında da muayyen bir nizamın hükmettiği daimi alakalar
bulunmaktadır. Toplumun duygularına değil de fikirlerine tabi olduğuna dair bu
değere fikir ile hükmedilmiş olması gereklidir. İnsanların toplumu oluşturması
içgüdülerinin sebebi (sonucu) ile değil de fikri sebeplerden ötürü oluşmuş
olması lazımdır. İnsanların yaşamlarını temin etmek ve tehlikeleri defetmek
sebebiyle olduğu zaman, bu cemaatleşme aynı sebeplerin bağladığı hayvanların
toplanması gibi olur. İnsani topluma gelince, bağ olarak içgüdülere ve uzvi
ihtiyaçlara tevessül etmeyen fikri bir sebebin oluşması lazımdır. İnsanlarının
bir ilke üzerine birleşip de ümmet meydana getirmeleri gibi. İnsanların bir ilke
üzerine içtima etmelerinin manası; o ilkeyi, kimliklerini ve hüviyetlerini korumayı,
ölüm kalım meselesi edinmeleri gibi onu hayatlarına esas yaşamlarına metod edinmiş
olmaları lazımdır. İşte bu tamamlandığı zaman onlarda kalkınma hasıl olur. Eğer
insanlar yaşamları için bunu metod edinirlerse, tolum fikirlerini ve bütün
görüşlerini bu prensibe binaen şekil verip duygularını da ona göre oluştururlarsa,
aralarındaki alakayı yerine getirmekte o prensip üzerine seyrederlerse, kalkınma
tahakkuk etmiş olur. Eğer herhangi bir saldırı gelirse, ümmet düşmanı kovmak için
şevkle ve hırsla işe girişir. Keza varlığını tehdit eden herhangi bir şey hasıl
olursa, ümmet bu tehtidi izale etmek için bütün varlığıyla karşı koymaya
çalışacaktır.
(devamı gelecek sayıda)
* * * * * |