Hilafet -112                Zilhicce  1419             Mart  1999               Yıl 11

<<

İSLAM ÜMMETİNİN KALKINMASI

>>

 

İSLÂM ÜMMETİNİN KALKINMASI

Abdullah Caner

Araplar küçük topluluklar ve dağınık halde çölde yaşıyorlardı. Birbirlerine Saldırı, baskın, hürmetsizlik ve saygısızlık gösteriyorlardı. Allah (cc) onları bir olan Allah’a ibadet etmeye ve İslam'ı tatbik ve Allah'ın hükümleriyle amel etmek için Resul (sav)’i gönderdi. İşte bunun neticesi olarak Araplar, nizamı ve prensibi bir olan İslam ümmetine dönüştü...

İslam ümmeti bu esas üzerine kurulmuş,aralarındaki meselelerde İslam'ı tatbik edecek bir nizam edinmişler ve başka ümmetleri de bu nizamı tatbik etmeye davet etmişlerdir. Bu daveti yüklenen kişiyi İslam'ı dünyaya hakim kılıncaya kadar, Allah yolunda cihad etmekten hiç bir şey alıkoymuyordu. İşte bunun neticesinde Şam, Irak, Mısır, Afrika, Fars, Hindistan, Türk beldeleri ve İspanya fethedilip Müslümanlar, tek İslam devleti olarak doğuda Çin’e, batıda Fransa'ya , kuzeyde Folgaya ulaşmışlardı.

İslam devletinin duraklama devri

Daha sonra ümmet dünya ile meşgul olup maişet, ticaret, sanat, felsefe vs işleri ön plana çıkartınca cihaddan geri kalmışlardır. Böylece İslam risaletini yüklenmekteki güçleri ve azimleri zaafa Uğramıştır. Böylece kafirlerin Müslümanların üzerindeki hakimiyeti kolaylaşmıştır. İşte bundan dolayı bir çok sürtüşmeler olmuş, buna rağmen ümmet bunlardan süratle kurtulmuştur. Örneğin; Haçlı seferleri gibi. Avrupa orduları Şam’a girip Müslümanların arasındaki tefrikalardan faydalanarak onları birbirlerine düşürmüşlerdir. Fakat ümmet bu zilletide üzerinden atmasını bilmiştir. Haçlı ordularını da ökçeleri üzerine kovup Şam beldesini onların istilasından kurtarmıştır.

Bundan sonra önünde duran her şeyi silip süpüren sel gibi Moğol akınları gelmiştir. İşte bu baskınların yaşandığı dönem Müslümanları maişet işleriyle meşgul oldukları ve ayrılığa düştükleri bir zamandı. Nitekim Müslümanlar, birliğin bekası olan, uğrunda tek bir vücut olunan, İslam ümmeti ruhunu yitirmişlerdi. Bu sebeple hezimetin en kötüsüne maruz kaldılar.

Moğollar öldürme, yakma ve yağmalama ameliyesi yapıyorlardı. Müslümanlar ise bu durumu reddetmeye cüret edemiyorlardı. Nitekim tarihçilerin rivayet ettiğine göre Tatarlar şehre girdikleri zaman orayı yoğun bir şekilde yağmalıyorlardı. Öldürmek istediklerini öldürüyorlar, yakmak istediklerini yakıyorlar, Müslüman kadınları esir alıyorlardı. Rivayete göre Tatarlardan bir kimse, kadınları ve çocuklarını da bulunduğu, erkeklerden bir gurubun saklandığı, bir sığınağa girip "yanımda sizi öldürecek bir şey yok, beni bekleyin de kılıcımı alıp geleyim" diyordu. Daha sonra bir saat kadar ortalıktan kaybolduktan sonra onlardan hiç bir kimsenin kaçmadığı halde sığına dönüyor onların boyunlarını vurup bedenlerinden ayırmaksızın kesiyordu, bu duruma hiç kimse engel olamıyordu.

Müslümanlar o dönem zarfında zayıflıklarının ve zelilliklerinin en doruk noktasında idiler. Kafirler onları öldürmekte ve onları cezalandırmakta pek ileriye gitmişlerdi. İşte Müslümanların alıştıkları bu duruma rağmen ümmet bundan sonra tekrar eski sıhhatine kavuşmuş, dünya sevgisinden ve zillet uykusundan uyanmış, bulunduğu durumdan daha kuvvetli hale gelerek memleketler fethedip, sınırlarını Avrupa, Hint, Senegal ve Polonya'da Silizya şehrine kadar genişletmişlerdi.

Ümmetin çöküşü

Daha sonra Avrupa’da sanayi alanında kalkınma meydana gelince misyoner hareketleri başlamıştır. Avrupa devletleri fikirlerini İslam beldelerinde yayma çabasına girmişlerdir. Nihayet yabancı fikirler Müslümanlar arasında yayıldı. Bundan dolayı Müslümanlar İslam hükümlerine güvenlerini yitirdiler. Hatta Müslümanlardan bazıları İslam hükümlerini terk etmeyi talep etmişlerdir. Bunun akabinde batılı kafirler, Müslümanların kalan birliğini de parçalayıp kavmiyetcilik fikrini yayarak, Hilafet devletini yıkmak için yoğun bir çalışma başlatmışlardır.

Bu husus batılı kafirlerin İslam devletini yıkmalarıyla son bulmuş, Müslümanların halleri bugün müşahede ettiğimiz hale dönüşmüştür. Bugün ümmet Allah'ın kitabı ve Resulullah (sav)in sünneti ile amel etmeyi terk etmiş, hayat metodu ve yaşama nizamı olarak da İslam'dan da uzaklaşmışlardır. Küfür nizamına rıza gösterip bu durumu inkar etmekten de geri kalmışlardır. Ümmetten her bir fert dünya meşguliyetlerine aşırı bir şekilde tutunup, maişetini aramaya yönelerek bu dünyada rızkını aramaktan başka bir şeye aldırış etmez olmuştur. Kafirler ise nizamlarıyla İslam beldelerine hakim olup servetlerini gasp ederek Müslümanlara saldırmaktadırlar Müslümanlar, kafirlerin İslam beldelerinde maslahatının bulunduğunu müşahede ettikleri halde bu duruma hiç ses çıkarmamaktadırlar. Muhakkak ki ümmet, İslam devletinin bulunmamasından dolayı bugün izzet ve şerefin manasını, müstakil siyasi karar vermenin ve büyük devletlerin işlerine müdahale etmesinin ne demek olduğunu anlama gücünü yitirmiştir. Bu nedenle İslam beldelerinin yöneticileri bugün karar verme yetkisini küfür devletlerine bırakmışlardır. Yine onlar şiddetli sıkıntı ve darlıkta (bilhassa savaşta), problemlerini halletmesi için batılılardan yardım aramaya koştuklarını görürüz. İşte bu hain yöneticiler, küfür devletlerinin İslam beldelerindeki maslahatlarını korumak, orada sabit ve değişken kaideler bina etmesi için ülkelerini onlara açan kimselerdir.

Ne yazık ki İslam ümmeti bütün kimliğini ve bütün davasını kaybetmiştir. Bugün Müslüman bir kimse İslam dinine mensub olduğunu iddia ettiği halde, gereklerini yerine getirmede aciz kalmaktadır. Hatta geçmişini dahi unutmuş vaziyettedir. Şayet hatırlamış olsaydı bugünkü düşmüş olduğu zilletin sırrını çözebilirdi. Çok acıdır ki Müslümanın davası, dünya metaını elde etmek, rahat bir yaşam sürmek için dünyaya meyletmek olmuştur. Ümmetin içine düştüğü zelillik ve sömürülmesine duyarsız kalmıştır. İslam ümmeti inhitatın en son noktasına ulaşmış ve perişan olmuştur. Peki bu problemlerden kurtulup kalkınmanın yolu nedir ?

Toplumun kalkınması

Kalkınma ancak kişinin kendisini inceleme ve tanımasıyla olur. Buda temeli akideye dayalı fikir ile gerçekleşir. Çünkü ondan hayat nizamı fışkırır, davranışlar buna göre şekil alır. Eğer insan içgüdülerini ve uzvi ihtiyaçlarını bu fikirle yönlendirirse kalkınır. Şahsında izzet, şeref ve yüksek kıymet değerleri tahakkuk eder. Şayet hislerine göre hareket ederse aklın bütün kıymetlerini yitirir ve hayvanların seviyesine düşer. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha şaşkındırlar. İşte asıl gafil onlardır” (Araf 179)

Toplumun kalkınması ancak fikir ile olur. Cemaat ile fert arasındaki fark; cemaatın bütünüyle kalkınabilmesi için fikrin esas kılınması gereklidir. Bu açıdan, ferdin davranışları ve kalkınması onun kalkındığına dair tezahürden bir tezahür olduğuna göre, aynı şekilde cemaatın kalkınması demek; müstakil karar vermesinde sorumluluklar taşınması, aynı görüşlerin olması, ictimai kıymetlerin bulunmasıyla gerçekleşir. Peki bir cemaatın kalkındığına dair değerler nedir?

Malum olan odur ki, cemaatın toplum olabilmesi için, kendilerini birleştiren duygu birliği, kendilerine liderlik eden fikir birliği ve aralarındaki daimi alakalara hükmeden bir hayat nizamını kendilerine esas almış olması gereklidir. İşte bu değerler; fikir, duygu ve nizam birliği cemaatin kalkınıp toplum oluşturabilmesi için gerekli olanlardır. Buna bir örnek verecek olursak; bir seferdeki gemi yolcuları cemaat olmaları ile birlikte toplum oluşturmuş sayılmazlar. Çünkü onlarda fikir ve duygu birliği yoktur. Fakat herhangi bir köyde veya şehirde oturan kimseler ise toplumu teşkil ederler. Çünkü onları genel fikirler ve duygular bağlamakta ve aralarında da muayyen bir nizamın hükmettiği daimi alakalar bulunmaktadır. Toplumun duygularına değil de fikirlerine tabi olduğuna dair bu değere fikir ile hükmedilmiş olması gereklidir. İnsanların toplumu oluşturması içgüdülerinin sebebi (sonucu) ile değil de fikri sebeplerden ötürü oluşmuş olması lazımdır. İnsanların yaşamlarını temin etmek ve tehlikeleri defetmek sebebiyle olduğu zaman, bu cemaatleşme aynı sebeplerin bağladığı hayvanların toplanması gibi olur. İnsani topluma gelince, bağ olarak içgüdülere ve uzvi ihtiyaçlara tevessül etmeyen fikri bir sebebin oluşması lazımdır. İnsanlarının bir ilke üzerine birleşip de ümmet meydana getirmeleri gibi. İnsanların bir ilke üzerine içtima etmelerinin manası; o ilkeyi, kimliklerini ve hüviyetlerini korumayı, ölüm kalım meselesi edinmeleri gibi onu hayatlarına esas yaşamlarına metod edinmiş olmaları lazımdır. İşte bu tamamlandığı zaman onlarda kalkınma hasıl olur. Eğer insanlar yaşamları için bunu metod edinirlerse, tolum fikirlerini ve bütün görüşlerini bu prensibe binaen şekil verip duygularını da ona göre oluştururlarsa, aralarındaki alakayı yerine getirmekte o prensip üzerine seyrederlerse, kalkınma tahakkuk etmiş olur. Eğer herhangi bir saldırı gelirse, ümmet düşmanı kovmak için şevkle ve hırsla işe girişir. Keza varlığını tehdit eden herhangi bir şey hasıl olursa, ümmet bu tehtidi izale etmek için bütün varlığıyla karşı koymaya çalışacaktır.

(devamı gelecek sayıda)

* * * * *

< Önceki

112. sayıyı WORD olarak yükle

sonraki >