AKİDE TESBİTİ VE BENİMSEMEDE
İZLENECEK YOL
Mehmet Sakin
Bugün ne yazık ki; Hilafet
Devletinin olmayışından dolayı İslam ordularının ulaştığı beldeler yok. Topluca
insanların hidayete kavuştuğu haberleri artık kulaklarımıza gelmez oldu. O günleri
geri getirecek İslam şahsiyetine bürünmüş hazır bir toplum ancak temenni ve
arzularda kalmış, hayatla bağları tamamen kopartılmıştır. İslam’ın getirmiş
olduğu kültür zenginliği artık gözükmezken maddi zenginlikler de sömürgeci
güçlerin eline geçmiştir. Yoklar öyle sine kabarık ki; ümmetin altında ezilmekten
dermanı tükenmiş, çaresizce elini uzatarak kurtulmanın yollarını aramaktadır. Bu
çırpınış ne yazık ki gerçeği görerek değil vakıadan esinlenmenin bir
neticesidir.
Ümmet vakıadan kaynaklanan belirsizlikler
içerisinde, berrak düşünce ve şahşiyetini kaybederek yanlışları bünyesine kabul
etmiştir. Bundan dolayı ümmetin bugün hayata bakış açısı tamamen farklı bir
konumdadır. Yani toplumda hakim olan sistemin hayata bakış açısı ümmette
mefhumlaşmış haldedir. Buna nazaran zulümkar dü zenler baskı ve zulümlerini hiç
eksiltmeden devam ettirerek ümmeti çekingen ve korkak bir hale getirmişlerdir.
Elbette ki; içinde yaşamakta olduğumuz bu günkü
hal böyle devam edecek değildir. Ümmet içerisine düşmüş olduğu zafiyetten
kurtulmak için gerekli olan adımları atmakta gecikmiş olsa da bir gün yükselişe
geçerek arzuladığı günlere kavuşacaktır. Bu hal kendiliğinden olamayacağı gibi
hayali kurtarıcılar beklemekle de gerçekleşmez. Müslümanlar konunun ciddiyetini
kavrayarak müzdarip oldukları konumdan bir an önce kurtulmanın çaresine
bakmalıdırlar. Akla şöyle bir soru gelebilir. Peki ümmet ve insanlık bulunmuş
olduğu bu günkü halden nasıl kurtulacaktır? Bu ve buna benzer bir çok mesele basitce
veya dallarından ele alınarak çözmek mümkün değildir. Köklü bir çözüm ancak
aydın bir bakışı gerektirir. Bundan dolayı meselenin aslına inerek kapsamlı,
tatminkar, şüpheye meydan bırakmayacak, soruların kendisinde cevap bulduğu net bir
fikir ortaya koymak gerekir. İnsanın, büyük düğümü çözmesi tabi ki belli
kaideler içerir. İlk husus olarak bu konuda izlenecek olan usule değinmek istiyoruz.
İNSAN NEDİR?
Aydın bir bakışla doğru çözümü
gerçekleştirmek için önce insanın kendini tanıması kaçınılmazdır. Bu meyanda
karşımıza insan nedir? sorusu çıkmaktadır. Kişinin bu konuyu çözmeden önce
atacağı her adım başarısızlığa ve huzursuzluğa sebebiyet verecektir.
İnsanın varlığını ve özelliğini kavramak
ancak iki yolla mümkün olur ki bunlar; akli ve nakli delillerdir.
Geçmişten günümüze kadar insan üzerinde bir
çok incelemeler gerçekleştirilmiştir. Bu incelemeler bilimsel olduğu gibi aydın
düşünceye dayanmayan, farazi ve felsefik içerikler taşıyan bulgulardır. Bunları
özetlediğimiz de karşımıza insan unsurunun aşılması güç bir konu içerdiği
zannı doğabilir.
İnsanın Allah’ın yeryüzünde ruhu olduğu,
maymundan türediği, insanın içerisinde şeytanın bulunduğu, maddeden kendi kendine
teşekkül ettiği, hayvanlarla eşdeğerlik taşıdığı,insan eşyadaki tekamül
neticesinde bugünkü halini aldığı gibi burada sayamadığımız bir çok
düşünceler insanlar arasında yaygın haldedir.
İnsan varlığını anlaması, kainatla olan
bağlarını derin tefekkür etmesi neticesinde çözebilir. Çünkü insan kainat
içerisinde bir yer teşkil etmekte ve onlarla sürekli bir alaka kurmaktadır. Bu alaka
insanın davranışlarını gözlemlemeye itecektir. Bu noktaya getiren insanda bulunun ve
itici güç olarak addedilen canlılık vasfının bulunmasıdır. Canlı olması hayatın
ikamesi için iticilerin bulunmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Yani acıktığında
yemesi, susadığında içmesi gibi. Bunun için de mutlak olarak eşyaya ihtiyacı
vardır. Birde doyurmaya zorunlu olduğu haller vardır ki buna da uzvi ihtiyaçlar
diyoruz. Bu haller diğer canlılarda da bulunmaktadır. Hayvan eşyanın kendisini
doyurup doyurmadığını hissi idrakle ayırt edebilir. Fakat hayvan uzvi
ihtiyaçlarını geliştiremez. İnsanı diğer canlılardan ayıran ve insanın üstün
olma özelliğini ortaya koyan bu noktada doyurayım mı doyurmayayım mı şeçeneğinin
bulunmasıdır. Akabinde doyurma keyfiyeti hakkında hüküm koymaya yönelir ki buda
ister istemez hükmü kimin belirleyeceği sorusunu doğurur. Hüküm vermeye
kalkıştığında da gerçekten hakimin kendisi olup olmadığını düşünecektir. Uzvi
ihtiyaçlarını düzenlemede göstereceği aczin tesiri neden ve niçin sorularıyla
karşılaştıracak ve yeniden kainata yönelecektir. Bu yöneliş hakimi, hükmedeni
bulmak içindir. Diğer varlıklarla insan arasındaki farkı keşfetmek insan vasfının
tesbitidir. Nasıl yaratıldığı sorusu ise bilim, deney ve felsefi düşüncelerle
tesbit edilecek bir konu değildir. Çünkü vehmi ve zannı içerisinde barındıran
tesbit şüpheyi doğurmaktan ileri gidemez. Aklın idrak ettiği şeyler insan, hayat ve
kainattır. Bu kati deliller her meselenin çözümünde ipuçları olacaktır. Bu
açıdan insanın nasıl var olduğunu tesbit ancak tarihi bir olaydır. Ancak
bazılarının savunduğu, insanın tekamülen gerçekleştiği zandan başka bir şey
değildir. Günümüzde bu düşünce modern tarzlar içerisinde teori olarak yeniden
insanlığa sunulmaktadır. İnsan günümüzdeki şekliyle tekamül etmeden hayatını
ikame ettiriyorsa geçmiş için nasıl bir tekamülden söz edebiliriz? Bu teoride
yanıldıklarını söylemelerine rağmen ısrarla üzerinde durmaları bir şeylerin
önünü perdelemekten başka kasıtlarının olmadığını göstermektedir.
İnsan diğer canlılarla olan farkını akli yoldan
elde etmesine rağmen varlığını ve nasıl yaratıldığını akli yoldan tesbit etmesi
olan mümkün değildir. Bunun için insan, yaratılışının keyfiyetini iyi idrak
etmesi gerekir ki bu hususta tek sağlam ve geçerli mütavatir (kuşkuya yer vermeyecek
kesin bilgiler) kaynaklara baş vurması gerekir. Bu konuda Müslümanların ihtilafa
düşmediği ve hiç bozulmadan günümüze kadar ulaşan Kur’anı Kerim insanın
yaratılışı hakkında şunlardan bahsetmektedi
“O, erkek
ve kadının beli ile göğüsleri arasında atılagelen bir sudan
yaratılmıştır.’’(Tarık 6-7)
‘’ Sizi yaratan Biziz; hala tasdik etmez
misiniz?’’(Vakıa 57)
‘’Ey insanlar! Doğrusu
Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık.’’(Hucurat 13)
‘’O, sizi çamurdan
yaratan, sonra size bir ecel tayin edendir.’’(En’am 2)
‘’And olsun ki, insanı kuru
balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattık.’’(Hicr 26)
“Hani Rabbin Meleklere Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti.’’(Bakara 13)
“And olsun ki, sizi yarattık,
sonra şekil verdik…’’(Araf 11)
“Biz insanı en güzel
şekilde yarattık.’’(Tin 4)
Bu saydığımız ve bir çok ayetlerde insanın
yaratılışı, özellikleri, üstünlüğü ve ilk yaratılan insan hakkında ön bilgi
vermektedir. Hz. Adem (as) ilk yaratıldığı andan itibaren kendi şekli ve biçimi
üzere diğer insanlarda yaratılmıştır. Herhangi bir şekil değişikliği
gerçekleşmemiştir.
Böylece akide için gereli olan ve eşya
içerisinde sorumluluk taşıma bilincini sahiplenen insanı kısada olsa tanıtmaya
çalıştık. Akide tesbiti yaparken bu ameliyeyi gerçekleştirecek olan aklı
tanımlamak kaçınılmazdır.
AKIL NEDİR?
İnsanı diğer canlıdan ayıran özellik yukarıda
da beyan ettiğimiz gibi hakim ve hükmedenin kim olduğu açısındandı. İşte insan bu
meselede hissiyatından kaynaklanan, önündeki vakıa hakkında nasıl hareket edeceğini
çözmekte zorlanmasıdır. Maddenin algılanmasında gerçek vakıanın keşfedilememesi
düşüncenin kaynağının sadece yansıma olduğu yargısını doğurmuştur. Bundan
dolayı maddi gerçekleri olmayan her şey hakkında hayal ve kuruntudan ibaret olan
hükme varılarak düşüncenin temel kaynağını maddi esaslar üzerine bina
etmişlerdir. Madde ile beyin arasındaki bağlantının, maddenin beyne yansımasından
kaynaklandığını düşündüklerinden sonuçta aklı yanlış tanımlamışlardır.
Bundan dolayı ilmin ve deneylerin doğurduğu neticelere bağımlı kalınarak aklın
görevi varılan neticeleri açıklamak ve onların tahlilini yapmaktan öteye
geçmeyeceği ölçü alınmıştır. Bu yöntem ne yazık ki bir çok gerçeklerin
önünü perdeleyerek insanlar arasında şüpheyi doğurmuştur. Bazen bu noktada
görüşler ortaya atılarak bilimsel metodlarla delillendirilmek istenmektedir.
Aklın tesbiti ancak somut, algılanabilen bir
vakıaya dayandırılmalıdır. Herhangi bir bilgiye ulaşmak için, ön bilginin olması
şarttır. Düşünceyi meydana getirmek için, beyne ulaştırılan madde ile ilgili ön
bilgilerin var olması gerekir. Her ne kadar akli eylemin oluşabilmesi için madde şart
ise de aklın varlığı maddeyi önbilgilerle bağlamaktır. Yani ön bilgilerle beynin
maddeyi algılamasıdır. Akli eylemin gerçekleşmesi hislere bağlıdır. Buda insanda
duyular vasıtasıyla gerçekleştirilir Maddi olmayan konularda ise sezgi ancak kavramak
veya taklit yoluyla gerçekleşir. Bunun içinde ön bilgi şarttır. Aksi halde sezgi ne
kadar derin olursa olsun yine sezgi olmaktan ileriye gidemez. Bu kısa izahtan sonra
aklın tarifi şu şekilde ortaya çıkmaktadır:
Akıl, madde veya vakıayı duyu organları
vasıtasıyla beyne taşınması ve beynin bu madde ve vakıayı ön bilgilerle
yorumlamasıdır.
Akıl konusunda nakli delillere gelince; bu konuda
Allah (cc) Kur’anı Kerim’de aklı kullanma ve diğer canlılarla olan ayırımı şu
ayetlerle açıklamaktadır:
‘’Ve Ademe bütün
isimleri öğretti…’’ (Bakara 31)
‘’Düşünmüyor
musunuz?’’ (En’am 32)
‘’Allah katında, yeryüzündeki
canlıların en kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.’’ (Enfal
22)
‘’Yoksa çoklarının söz
dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar şüphesiz hayvanlar gibidir,
belki daha da sapık yolludurlar.’’(Furkan 44)
‘’Düşünen kavimler
için ibretler vardır.’’ (Rum 24)
‘’Size, akledesiniz
diye açık açık deliller anlattık.’’ (Hadid 17)
‘’Ancak akıl sahipleri
ibret alırlar’’ (Rad 19)
‘’De ki:
"Bilenlerle bilmeyenler bir olumu?’’ (Zümer 9)
Ayetlerin ışığında aklın kullanılması
gerektiğini, kullanma alanı ve detaylarını açıkca görebiliriz. İşte bu noktada
Allah (cc) eşyaya dikkatleri çekmektedir. Akide tesbitinde eşyanın büyük ehemmiyeti
vardır.
EŞYANIN ÖNEMİ
İnsanın idrak ettiği ve daimi alaka içerisinde
bulunduğu herşey eşya olarak nitelendirilmektedir. Eşyanın varlığı ise insanlar
tarafından çeşitli şekillerde yorumlanmaktadır.
Evrenin kendi kendini var ettiği, tesadüfen
oluştuğu, bu doğrultuda eşyanın birbirinden türediği, illetler zincirinde yer alan
illete güç verenin, kendisinden öncekinin illeti olduğu,herşeyin yardımlaşarak
birbirini tamamladığı, önce küçük zerre yokluğun ortasından sıyrılarak
kendisinin var olmasını gerçekleştirdi, kainatta meydana gelmiş bulunan
varlıkların, çelişki ve çarpışmalardan oluştuğu, bu olayda galip gelen var
olurken diğerinin yok olup gittiği gibi düşünce ve iddiaları çoğaltmak
mümkündür.
Bu iddiaların üzerinde tek tek durarak açıklamak
yerine eşyanın vakıasına bakmak istiyoruz. Maddenin sınırlı, aciz, eksik ve
başkasına muhtaç olduğu bilinen bir gerçektir. Aklın idrak ettiği şeyler insan,
hayat ve kainattır. Bunlarda sınırlı ve muhtaçtır. Sınırlı olan bir şeyin
kendini izah etmesi zandan ileri geçmez. Çünkü sınırlı olan sınırlı düşün mek
zorundadır. Eşyanın sınırlı oluşu öncesiz olmadıklarından ileri gelmektedir.
Bundan dolayı maddenin oluşu dışarıdan gelecek bir izaha muhtaçtır. İnsan bu
konuda ancak eşyanın bir başkasına muhtaç olduğunu çözebilir. Kendisi ve eşya
hakkındaki bilgileri, mütevatir ve sağlıklı bir şekilde çözmek aynı anda akide
tesbitinde ulaştığı noktanında izahı niteliğindedir. Yukarıda ki iddiaların
tümü eşyanın bir yaratıcıya muhtaç olduğu tesbitine giden yolda birer engel
teşkil etmektedir. Hatta kuruntu ve felsefik olan bu düşünceler, yine kendi bilim
adamları tarafından incelemeler neticesinde yersiz bulunmuştur. Örneğin; zamanın
Rusya Canlı Kimya Enstitüsi Başkanı Aleksandr Ukarin, 37 sene boyunca hayatın aslı
ve kimyasal olaylarla, ilk canlı hücrenin meydana gelme ihtimali üzerinde çalıştı,
sonuç olarak şu yargıya vardı: ‘’Hayatın yokluktan başlamış olması imkansız
olduğu gibi, herhangi bir kimyasal oluşumla kendi kendine var olmuş olması da
tamamıyla imkansızdır. Bilim maddenin sınırlarını aşan meselelerle uğraşmaz,
onları araştırma imkanı yoktur.’’ Bu örnek açıkca bir şeyin itirafıdır ki
oda eşyanın mahiyeti ancak nakil yoluyla çözülebilir. İşte bu noktada nakle
dönüyor ve kainatın yaratılışı hakkındaki delilleri sıralamak istiyoruz.
Kur’anı Kerimde Allah (cc) şöyle buyuruyor:
‘’Allah her şeyin
yaratanıdır.’’ (Zümer 62)
’O, var eden, güzel yaratan,
yarattıkları‘na şekil veren, en güzel adlar kendi sinin olan Allah'tır. Göklerde
ve yerde olanlar O'nu tesbih ederler.’’ (Haşr 24)
(Devamı gelecek
sayıda) |