Arapça lügatte Nehada fiili, kalkınma
kelimesinin köküdür. Kalkınma Nahda kelimesiyle ifade
edilir. Bu kelimenin karşılığından birisi ka-me‘dir.
Kalktı anlamındadır. Aynı zamanda takat güç
anlamında kullanılır.
Araplar, kalkınma kelimesini sözlük anlamıyla
kullandılar. Örneğin; İntehadal kavm dendiğinde Ka’mu,
İlel Kital yani topluluk savaşa kalktı anlamını
ifade etmek üzere, bunu söylemişlerdir. Bu kelimenin bugün
kendisine yüklenen anlamıyla, kullanılması yenidir. Yani
Araplar bu kelimeyi bugün tabir ettiğimiz Istılahi anlamıyla
kullanmamışlardır. Bu anlam, onlar nezdinde bilinen bir anlam
değildir.
Biz bu kavramı ıstılahi anlamıyla ele
alacağız. O halde bugün kendisine yüklenen anlamıyla;
Kalkınma nedir? Nasıl gerçekleşir? Şu
toplum niçin kalkınmış, diğeri neden çökmüştür? Sorun;
din, teknoloji ve medeniyet mi yoksa düşünce ve kültür
merkezlimidir? İşte kalkınmanın bu temel sorunlarına; ilk
önce tarihten örnekler vererek konumuza başlayalım.
Eski tarihte dünya, Mısır, Sumeri,
Eşveri, Babil, Fars, Yunan vb. birçok devletlerin doğuşu ve
yok oluşlarına şahit olmuştur. Bu döneme damgasını vuran
büyük kalkınma, ise, İtalya ‘Roma’ şehrinden kalkıp
Avrupa’yı daha sonra bütünüyle orta denizi kapsayıcı
mahiyette Havza’ya yayılan Roma imparatorluğunun
doğuşudur.
M. 5’inci asrın, yani ortaçağın
başlaması ile Roma imparatorluğunun yıkılıp,
kalıntıları üzerine geri kalmışlığı ve çökmüşlüğü
ile ortaçağ uygarlığı Avrupa’da kurulur. Ve “Karanlık
Çağ” diye isimlendirilen, bu dönemde gerileme ve çöküş,
Avrupalı üzerinde asırlar boyu süregelen bir karanlık kabus
devresi olmuştur. Avrupa o dönemlerde bunları yaşarken doğu
ise büyük bir kalkınmaya sahne oluyordu. Ki şüphesiz bu
dönemde İslam yayılmış ve sınırlarını genişletmiştir.
İslam devleti, asırlar boyu İslam toplumuna ışık tutmuş
ve bu süreç içerisinde yeryüzünün en büyük devleti olmuştur.
Yeni çağda yani, 15’inci asır ile gündeme
giren kalkınma çabaları çağdaş batı tarihinin başlaması
ile meyvelerini verdiği bu dönem, İslam devletinin çözülüşü
ve Müslümanların yoğun çöküş dönemini yaşadığı, bu
dönem, bilinen günümüz batı uygarlığının doğuş tarihi
olan M. 18’inci asrın sonlarına tekabül etmektedir. Nitekim
bu dönemler içinde İslam devleti hızlı bir çöküş
yaşamıştır.
Yine 20’inci asırda da dünya, (M.1917’de)
hayat bulan komünist ideolojisi ile yeni bir kalkınma hareketi
başlamıştır. Ancak komünizm 20’inci asırda uluslar
arası devletler planında büyük rol oynamasına rağmen, 70
senelik kısacık ömrü ile belki de ideolojilerin en kısa
ömürlüsü olmuştur.
Tarihte görüldüğü üzere her asırda ve
her toplumda bir kalkınmışlık ve iniş/çöküş dönemleri
yaşanmıştır. Belli bir kalkınmışlık döneminden sonra
inişe geçen bir toplumun yeniden kalkınmışlığını gerçekleştirmesi
ve öncesinden daha da yüksek düzeyde bir ilerlemeyi yakalaması
için, içinde bulunduğu çökmüşlük konumunu aşması
gerekmektedir. Toplumlar bunu nasıl gerçekleştirecekler?
Şimdi de bunları inceleyelim.
FİKRİ SERVET
Fikirler, kalkınma/gelişme halinde olan
herhangi bir ümmet için hayatında kazandığı en büyük
servettir. Aydın fikirde, köklü bir ümmet için ise neslin
selefinden (kendisinden önceki nesillerden) teslim aldığı en
büyük bir hediyesidir.
Maddi servet, ilmi keşif, sanayisel icatlar
ve benzerlerinin yeri, fikirlerden çok daha aşağı
seviyededir. Hatta bunlara ulaşmak fikirlere dayandığı gibi
bunların korunmaları da fikirlere dayanır.
Fikri servetlerini muhafaza etmekte devam
eden bir ümmetin maddi servetleri tahrip edilse dahi, onu hemen
yenilemesi mümkündür. Halbuki fikri serveti çökmüş olup
da maddi serveti kalırsa, bu servetlerin azalması ve
fakirleşmesi çabuk olur. Keza ümmet, düşünce metodunu
kaybetmeden, keşfettiği ilmi haki katları kaybetse, onların
çoğunu bulması mümkündür. Halbuki kendisinin verimli düşünce
metodunu kaybederse, hemen geriler ve elindeki icat ve keşifleri
kaybeder. Bundan dolayı her şeyden evvel fikirlere hırs göstermek
gerekli olur. Bu fikirler esası üzerinde ve verimli düşünce
metoduna göre maddi servet kazanılır, ilmi keşifler ve
sanayisel icatlara v.b. doğru gidilir.
Fikirlerden maksat; ümmetin fertlerinin
genelde vakıaları hissettiklerinde, ellerindeki bilgileri bu
vakıalar hakkında hüküm vermek için kullanmalarıyla
ümmetin hayat vakıalarında düşünme ameliyesinin bulunmasıdır.
Yani onlar, ellerindeki fikirleri hayatta en güzel şekilde
kullanırlar. Başarılı kullanmanın tekerrürü ile onlarda
verimli düşünme metodu meydana gelir.
İslam ümmeti; bugün, fikirlerden yoksun
sayılmaktadır. Dolayısıyla onun verimli düşünme metodunu
da kaybetmiş olması doğaldır. Zira yeni nesil, selefinden
herhangi bir İslami fikirler teslim almadığı gibi gayri
İslami fikirlerde teslim almadı. Ve tabii olarak da verimli
bir düşünme metodu da teslim almadı.Bu nesil kendiside, ne
fikirler ve ne de verimli bir düşünme metodu kazanmamıştır.
Bunun için memleketlerinde maddi bir servet bulunmasına
rağmen fakirlik halinde görülmesi, sanayisel icapların ve
ilmi keşiflerin kendisine okutulduğu, bunların kendisinin de
duyup müşahede ettiği halde sanayisel icatlardan ve ilmi
keşiflerden yoksun bir halde görünmesi normal olur. Çünkü
o verimli bir düşünme metoduna sahip olmadıkça onlara
verimli bir şekilde atılabilmesi mümkün değildir. Yani
hayat sahasında güzel bir şekilde kullanacağı fikirlere
malik olmadıkça bunu yapamaz.
İslam Ümmetinin bugünkü nesli kendisinde
icat edilmesi istenilen fikre zıt olan fikirlere de
bağlanmamıştır ki, ona verilecek bu fikri idrak etsin ve iki
fikir arasında çarpışmada olup, bu çarpışmadan doğru
olan fikri bulsun. O herhangi bir fikir ve düşünce metodundan
yoksundur. Zira o, İslâm’ı fikirlere hayali bir felsefe
olarak varis olmuştur. Tıpkı bugün Yunanlıların Aristo,
Eflatun felsefelerine varis oldukları gibi. O, İslamiyet’i
bir takım merasim ve şekiller olarak miras aldılar,
Hırıstiyanlık dininin miras alınışı gibi. Aynı zamanda
o, kapitalizmin fikirlerine aşık oldu. Bu aşık oluş, bu
fikirlerin vakıasını idrak edişinden değil de sırf
onların zahiri başarılarını görmesinden dolayı ve
kapitalizmin hükümlerinin kendi üzerine tatbikine boyun
büküşünden dolayıdır, bu çözümlerin kapitalizmin hayata
bakış açısından kaynaklandığını idrak edişinden
dolayı değil. Bunun için o, hayatın iniş ve yokuşlarına
(mücadelesine) kapitalist fikirlerin programı üzerinde
gitmesine rağmen düşünce olarak kapitalist fikirlerden boş
bir duruma düştü. İslam dinini kabul etmesi ve onun
fikirlerini okumasına rağmen de ameli olarak İslami
fikirlerden de boş bir duruma düştü.
KALKINMANIN SIRRI
Şüphesiz herhangi bir toplumun yükselişi/gelişmişliğini
veya çöküşünü belirleyen söz konusu toplumun
dinamiklerini oluşturan temel dünya görüşü/hadaratıdır.
Şayet dünya görüşü (hadaratı) somut, yüce -değerler-
ise, o dünya görüşü söz konusu topluma kalkınmanın
yollarını açarak gelişmesini sağlayacaktır. Şayet
toplumun dünya görüşü düzeysiz düşük ise toplum hiç
bir zaman yaşamında kalkınma diye bir şeyi tanımayacak,
tatmayacaktır.
Geçmişten günümüze insan toplumlarına
egemen olan hadaratlardan söz edilirken, insan topluluklarını
birini diğerinden ayıran, yaşam biçimleri, eğilim modelleri
ve ilişki tarzlarından bahsediliyor. O halde hadaratı;
"her toplumun kendine özgü yaşam tarzı" diye
tamamlamak en doğru olanıdır. Nitekim insanoğlunun
davranışlarını, yaşam tarzlarını ve diğerleri ile
ilişkilerini belirleyen ve bu noktada temel dayanaklarını,
oluşturan hayat hakkındaki mefhumlarıdır. O halde
"hadarat"hayat hakkındaki
mefhumların/yaklaşımların bütünüdür. Örneğin batı
hadaratını meydana getiren, batılı anlamda yaşamı
yorumlayan değerler, mefhumlardır. Aynı şekilde İslam
hadaratı da; İslam'ın yaşamı yorumlayan değerleridir.
Toplum ve halkları
kalkınmışlık/gelişmişlik düzeyine taşıyan söz konusu
toplumun (hayat hakkındaki) düşünceleri olduğu gibi, bu düşünceler
o toplumu çöküşe de götürebilir. Kuşkusuz toplum
taşıdığı düşüncesinin yüceliği (tutarlılığı) ile yücelir.
Düşüncesi düşüklüğü (tutarsızlığı) ile de inişe geçer
veya düzeysiz bir yaşam sürer. Bu bağlamda bir toplumun
zihniyetini oluşturan, kendi içinde ve dışındaki diğer
toplumlarda olan ilişkilerini belli normlara göre düzenleyen
ve problemlerini sistematize eden düşünce yapısıdır. Böylelikle
o düşünce yapısı ölçeğinde bir hadaratın yükselişi
veya inişi söz konusudur. O halde yüce olan veya diğer
ifadesi ile tutarlı olan düşünce nedir?
Şüphesiz düzeyli tutarlı düşünce;
insana, davranışlarına (yaşamın her aşamasına) yönelik
bir görüşü, karşılaştığı tüm olaylarda kendisine bir
tavrı belirleyebilen ve yaşamının hiçbir parçasını göz
ardı etmeden tüm toplumsal ilişkilere yönelik bir biri ile
içten içe bağı olan bir düzenleme ile toplumda tutarlı bir
yaşam biçimini, belirli bir davranış modelini ve çok açık
bir rengi olan sistematik verileri insanlığa sunabilen
tutarlı bütüncül ve kapsamlı bir düşüncedir. İşte bu düşünce
yapısının (problemlere yaklaşımı ile) ürettiği
çözümlerde, bir tutarsızlık, temel prensiplerinde, bir
çelişki söz konusu değildir. Böylesi bir düşünce yapısı
kendisini kanıksayan ve sistemini uygulamaya koyduğu beşer
toplumunu -adım adım- kalkınmaya doğru sürekli gelişerek
yol alan güçlü tutarlı bir toplum haline dönüştürür.
Ancak problem söz konusu nitelikleri barındıran
ve öylesine bütünlüğe ve kapsamlılığa haiz olan tutarlı
düşünceyi elde etmede kilitlenmektedir. Toplumlar böylesi
bir düşünceye nasıl ulaşabilecekler?
Kuşkusuz hissedilir gerçekler (vakıa) ve
tarih aydın bir bakışa gereksinim duymadan böylesi bir düşüncenin
ancak belirli bir kâidenin varlığı ile var olabileceğini gözler
önüne sermiştir. Her bir binanın temele ihtiyacı olduğu
gibi bir düşünce yapısı, binası içinde -zemini oluşturabilecek-
temel düşüncenin varlığı da aynı mesabededir. İşte bu
ancak, kainat, hayat ve insana ilişkin geldiği ve varacağı
yeri gösteren ve daha sonrada yaşamının boyutları ve
hayattaki gayesini ne olduğunu tanıtan akli bir akide/inanç
olması ile fikri kaide niteliğini kazanabilecektir. İşte bu
akide üzerine söz konusu düşünce yapısının/binasının
inşa edilebileceği bir zemin, esas oluşmuş demektir. Yine,
bir toplum içerisindeki insanlar arasındaki ilişkilerde
baskın olan duygu, sahip oldukları düşünce tarzının
uyumluluğunu sağlamasının yanında onların
davranışlarının idare edecek olan sistemlerinde çıktığı
siyasi bir akide olması da o temel düşüncenin
özelliklerindendir. Söz konusu akidenin bu özelliği ile
beraber toplum, kendisine has bir hadarat ve konum kazanmış
olur. O toplumun akidesi; fikri kaide olarak benimsediği ve
kalkınma yolunda gelişerek onunla ilerlediği akidesi olur.
İDEOLOJİ: Kendisinden nizamın çıktığı
akli bir akidedir. İdeolojide esas insan, hayat ve kainat
hakkında genel bir düşünüştür. İdeolojiye hayatta
varlık ve uygulama imkanı vermesi açısından metot, ideoloji
için gerekli bir unsurdur. Bütün fikirler bu temel üzere
kurulur ve bütün hayat müşküllerinin çareleri ondan çıkarılır.
Dolayısıyla ideoloji düşünce ve metottan ibarettir.
Arap yarım adasında bir ideoloji olarak boy
gösteren İslam dini insan, hayat, kainat ve bunların öncesi
ve sonrası ve yine bunların yaşam öncesi ve sonrası ile
olan ilişkileri hakkında kapsamlı bir düşünce sunan akli
bir akide üzerine bina edilmiştir. Yine bu akideden insan için
yaşamında en uygun sistemler çıkmış, bu sistemler inanç,
insanın yaratıcısı ile olan alakasını kişinin kendi nefsi
ile olan alakasını ve kişinin diğer insanlarla olan
ilişkilerini belirli bir düzene sokmuştur.
Bu akideden (temel dünya görüşünden)
Hilafet yönetimi olarak bilinen bir yönetim sistemi ortaya çıkmıştır.
İşte bu akide Lâ İlâhe İllalah Muhammedun Rasulullah akidesidir.
İslam akidesinden söz konusu sistemlerin çıkışı ise bütünü
ile Allah (c.c.)’dan, elçisi Muhammed (s.a.v.)’e vahiy
olarak inen Kur’an ve Sünnetten istinbat edilerek ortaya
konulmuştur.
İşte bu akide, köklü İslam devletinin
üzerine bina edildiği fikri kaidesi olmuştur. Böylece Arap
yarımadasında gerçekleşen kalkınma büyük bir coğrafyayı
kapsayacak tarzda doğuda Çin’e, batıda Atlas Okyanusuna
kadar tarihin bir benzerini daha görmediği hızlı bir
yayılma gerçekleştirmiştir.
Avrupa da ise gördüğümüz gibi bir tarafı
din adamlarının diğer bir tarafı da krallar ve filozofların
işgal ettiği uzun yıllar süren tartışmalar ve kıyasıya mücadeleler
yeni bir düşünceyi dinin hayattan ayrılması anlamına gelen
yada laiklik diye tanımlanan temel düşünce üzerine kurulu
Liberalist dünya görüşünü doğurmuştur. İşte bu düşünce
modern batı hadaratının üzerine bina edildiği dayanağı ve
de siyasi bir akidesi olmuştur. Bu siyasi akideden, insana dini
veya lâ dini hiçbir kayıtlama getirmeyen, onu son derece
özgür bırakan kapitalist sistem doğmuştur. İşte batının
günümüze değin kalkınmışlığını sağlayan ve bu
çerçevede toplumların kendisine köle eden temel dünya
görüşü/ideolojisi budur.
İşte kalkınmanın gerçek tanımı budur.
Daha öz bir ifade ile bir toplumda ideolojinin varlığı o
toplumun kalkınma/gelişmesinin sebebidir.
Ancak her kalkınma doğru bir kalkınma
değildir. Bunu inceleyecek olursak;
İdeoloji -akidesi ve sistemi- ile
kalkınmanın sırrı ise, bunun anlamı doğru kalkınmanın
kaynağı da tartışmasız doğru ideolojidir. Doğru ideoloji
ise insan aklına kanaat getiren insan fıtratına uygun ve
kalbine itminan kazandıran doğru bir akide üzerine bina
edilmiştir. İşte bu akide, özelliği itibarı ile hayat,
kainat ve insana ilişkin doğru bir düşünce ve cevabı
verecektir. İşte tüm zamanlarda ve coğrafyalarda
uygulanabilir olan ve insanın doğru kalkınmasını garanti
eden böylesi bir ideolojidir.
Yanlış akide üzerine bina edilmiş bir
ideoloji ise şüphesiz uygulanması, pratiği mümkün olmayan
bir ideolojidir. Böylesi bir ideoloji ancak bir takım
problemleri ve bunalımları bünyesinde barındıran, vakıayı
temel alan toplumlarda bir tepki olduğundan çoğu kez
uygulanabilirliği yoktur. Tabii bunun neticesinde kendilerinin
yanlış kalkınmalarının sebebi olarak gördükleri sistemin
gölgesinde arayışa başlayacaklardır. Buna en yakın örnek
komünist ideolojidir.
Bu İdeolojinin bozukluğu itibariyle,
yetmiş yıl gibi kısa bir zaman dilimine sığmayan
kalkınmayı ortaya koymuştur. Sebebi ise; “hiçbir ilah
yoktur hayat ise maddeden ibarettir” demesi ile yaratıcının
varlığını inkar ve insanın fıtratı ve aklı ile çatışmasına
sebep olmuştur. Aynı şekilde, kapitalist ideolojide yanlış
bir ideolojidir. Çünkü akidesi temel görüşü dinin
hayattan ayrılması inancını temsil eden ruhani bir yönü
olmayan bir düşüncedir. -O sadece yaratıcıdır, işlerini
idare etmede de serbest bıraktı.- ilkesine dayandırmış bu
da yaratıcıya muhtaç olan insan fıtratı ile çelişmiştir.
İslam ise; insan fıtratına uygun akla
kanaat verecek bir ideolojidir. İnsan, kainat, hayat ve bu dünya
hayatının öncesi Allah ve sonrası kıyamet günü ile ilgili
kapsamlı ve doğru düşünceyi insana sunması iledir. Ve
İslam insanın yaratıcısı ile olan ilişkisini onun
buyruklarına bağlı kalması yasaklarından ise kaçınması
ve yaşamını elçisi Muhammed (s.a.v.)’e indirdiği sistem
paralelinde sürdürmesi gibi yükümlülükle açıklamıştır.
Eğer onun emirlerine bağlı kalırsa cennetini müjdeleyerek,
şayet emirlerine karşı aksi yöne yönelirse isyan ve taşkınlık
ederse cehennem ile korkutarak insanın daha yeryüzünde yaşarken
kıyamet ve sonrası ile bağını kurmuştur.
Bu yaklaşım bizlere İslami kalkınmanın
diğer tüm kalkınma hareketlerinden farklı ve özgün olduğu
gerçeğini ortaya koyacaktır.
Hadarat; hayata yönelik mefhumların bütünüdür.
Hadarat; ideolojinin temeli üzerine kurulur. Bu anlamda
Müslümanların İslam’ın dışında hiçbir şekilde bir dünya
görüşünün -öyle veya böyle- almaları ve transfer
etmeleri caiz değildir. Nitekim İslam onlara (Müslümanlara)
çok seçkin bir hadaratı -dünya görüşünü- sunmuştur.
Medeniyet ise; hayat işlerinde -günlük
yaşantıda- kullanılan maddi şekillerin tümüdür.
Medeniyet özel ve genel olur. Hadarattan doğan medeni
şekiller heykeller gibi özel olurlar. İlimden onun
gelişmesinden, sanattan ve onun yükselişinden doğan medeni
şekiller de genel olurlar. Bu bağlamda İslam’ın dünya
görüşü ile çelişmediği takdirde Müslümanların
almaları caizdir.
İDEOLOJİK ANLAMDA İSLAM
Eğer insan “doğru kalkınmayı” ve
dahası mutluluğu istiyorsa öncelikle düzeyli bir insani
davranışa sahip olması gerekir. İnsanın kalkınmasını
yada çöküşünü hazırlayan yine insanın
davranışlarıdır şüphesiz. O halde insanı söz konusu
davranışlara iten güçler nelerdir. Onları inceleyelim.
Maddi güç: Bedenin ve maddi olanakların
sağladığı güç. Bunlarla istekler doyurulabilir.
Manevi güç: Kendisinde var olan sıfatlardır.
Kendisinde olmasıyla övünebileceği veya övülebileceği
sıfatlardır. Bu sıfatlara sahip olabilmek için kendisi
harekete geçebilir. Kahramanlık, cesaret, cömertlik bunlara
birer örnektir.
Ruhi güç: Allah ile olan ilişkiyi
idrakten doğan güç. Bu idrak vicdandan da doğmuş olabilir
akıldan da.
İnsanı davranışa sürükleyen bu üç
güçten en zayıfı maddi güç, en etkili olanı ise ruhi güçtür.
Bu gücün doğru olarak harekete geçmesi için idrak sadece
vicdandan değil akıldan olmalıdır.
Eğer düzeyli bir davranışın ne olduğuna
vakıf olmak istiyorsak öncelikle doğru düşüncenin ne olduğuna
vakıf olmamız gerekmektedir. Çünkü insanın davranışları
ile mefhumları, düşünceleri arasında çok sıkı bir
ilişki vardır. Kendisinde belirli bir şahsa karşı
kızgınlık mefhumu/düşüncesi olan bir bireyin, davranışları
sevgi mefhumu taşıdığı şahsa yönelik olan davranışlarından
tam tersi şeklinde seyredecektir. Hiç tanımadığı ve
kendisi hakkında da hiçbir mefhum -düşüncesi- olmadığı
şahsa karşı davranışları ise daha bir başka şekilde
olacaktır. Bundan dolayıdır ki insanın davranışlarını
belirli bir düzeye çıkartmak istiyorsak öncelikle onda doğru
mefhumları, hayat hakkındaki düşüncelerini oluşturmak
durumundayız.
Bu konudaki bir Ayet-i Kerimede Allah (c.c.)
“Bir kavim nefislerinde olanı
değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez”
(Ra’d 11)
Ancak şu da var ki varlık hakkındaki
mefhumların oluşumunu ancak belirli bir dünya görüşüne
dayandığı, yani, insana bu dünya hayatında var oluşunun
anlamı ve gayesini açıklayabilen bir dünya görüşünün
bakış açısından doğduğunda mümkün olabilir.
Dünya hayatı hakkındaki düşünce ise
ancak kainat, insan ve dünya hayatı, öncesi ve sonrası
hakkında ve de -insan, hayat ve kainatın- bu dünya hayatı
öncesi ve sonrası ile ilgili noktasında bir düşüncenin oluşumundan
sonra mümkün olabilir. Çünkü bu hayat hakkındaki tüm düşüncelerin
dayandığı temel fikir veya fikri kaidedir.
Bu varlıklar hakkında kapsamlı bir düşüncenin
verilmesi insanın büyük düğümü çözmesi demektir. Bu
büyük düğüm çözüldüğünde diğer problemler/düğümler
çözülecektir. Çünkü bunlar temel probleme bağlı bütünden
bir parça durumundadırlar.
İnsanoğlu bu çözümü elde ettiğinde
temel bir düşünceye sahip olmuş olur. Diğer bir değişle
ideolojiye sahip olmuş olur. İdeoloji; tüm fikirlerin
üzerine bina edildiği temel düşüncedir. Bu bağlamda temel
düşünce; kendisinden önce hiçbir düşüncenin bulunmadığı
bir düşüncedir. Şüphesiz insanlığın kalkınmasına kefil
olan böylesi bir ideolojidir. Tabii ki, bu ideolojinin insanlığı
kalkındırabilmesi için insanın temel sorunlarını yine
insanın fıtratına uyan, aklını tatmin edici ve kalbine güven
verici tarzda çözüm önerebilirse, işte o ideoloji,
insanlığı kalkındırmanın garantisini verebilir.
Muhakkak ki ideoloji bir şahsın zihninden
doğar. Bu doğuş ya Allah’ın ona vahyi ve tebliğini
emretmesi suretiyle, veya o şahısta parlayan bir deha ile
olur. Allah’ın vahyi ile bir insanın zihninde beliren
ideoloji yegane doğru ideolojidir. Zira o, kainat, insan ve
hayatın yaratıcısından gelmiştir. Bu şüphe ve tereddüde
meydan vermeyen kat’i bir ideolojidir. Kendisinde bulunan deha
ile bir şahsın zihninde doğan ideoloji ise batıldır.
Çünkü o ideoloji sınırlı olan varlığı kavramaktan aciz
bulunan bir akıldan doğmuştur. Ve çünkü, nizam koyma
hususunda insan anlayışı yaşadığı çevrenin tesiri altında
kalmağa, çelişkiye düşmeğe, ihtilafa ve değişikliğe
uğramaya mahkumdur. Bunlar çelişkili bir sistemin meydana
gelmesine, dolayısıyla insanlığın mutsuzluğuna sebep olur.
İşte bundan dolayı bir şahsın zihninden doğan ideolojinin
hem akidesi hem de bu akideden çıkan sistemi batıldır.
İşte burada, dünyada yalnız İslam’ın
tek doğru ideoloji olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Bundan dolayı İslam; beşeriyetin doğru kalkınması ve onun
gerçek mutluluğa ulaşmasının yegane garantisi olabilecek
tek ideolojidir. Tarih bütün açıklığı ile bu gerçeğe en
iyi tanıktır. İslam’ın gerçek şekli ile tatbik olduğu dönemlere
tanıklık eden asırlar, insan oğlunun tanıdığı en büyük
kalkınma devresine tanıklık eden asırlardır. İşte bugünde
insanlık başta Müslümanlar olmak üzere insanın erdemli
yaşamı yakalaması ve onun mutluluğa ulaşmasını istiyor
ise İslam’ı toplum ve devlet planında tatbiki ile hayata
yeniden dönüşünü sağlamaları gerekmektedir.
DEVLET, TOPLUM VE HAYAT SİSTEMİ OLARAK
İSLAM
Toplum; aralarında sürekli ilişkilerin
bulunduğu insan topluluğudur. İnsanlar arasında sürekli ilişkiyi
sağlayan, ortak fikirlerin, duyguların ve nizamların
bulunması zaruridir.
Kuşkusuz insan toplulukları, toplumun
bireyleri arasındaki, ilişkilerinin çözülmemesi,
çöküntüye uğramaması velhasıl sürekliliği için
insanların toplum içerisinde ilişkilerin siste matize
edeceği, bu ilişkilerden doğacak olan problemleri çözeceği
ve toplumun her bir üyesinin tüm fonksiyonlarını,
davranışlarını icra ederken kayıtlı kalacağı, yönlendirici
ilkeler mesabesindeki sistemi yürürlüğe koyucu, toplumun
işlerini idare edecek ve yasaların dışında hareket edenleri
engelleyecek bir otoritenin de gerekliliğini ortaya koymuştur.
Eğer insanlar her bir bireyin kendi çıkarı ve faydasını,
dilediği bir biçimde diğerlerinden elde etme noktasında
serbest bırakılırsa, bu durumda toplum, kuvvetlinin zayıfı
yediği, orman yasalarının geçerli olduğu, yada insanlar, büyüğün
küçüğü yediği balıklar topluluğuna dönüşecek ve
ardından o toplum çökecek ve toplum olma niteliğini
kaybedecektir. İşte bu açıdan baktığımızda insanların,
tarihin başlangıcından buyana toplumların içeride bir
sistemle ve onun yürütülmesi ile tanışıklığının
olduğunu, toplumdaki tüm bireylerine yasalar karşısında
sorumluluğu yüklediğini ve yasaları ihlal edenlere
yaptırım uyguladığını, kendi işlerini söz konusu
yasalara göre idare eden otoriteye boyun eğdiklerini görüyoruz.
İşte bunun adı siyasi “otorite” veya “devlettir”.
İşte bu sistem ya; insanı, hayatı ve
kainatı yaratan Allah katından belirlenecek yada insanın
kendiliğinden yani sistem, kaynağını ya vahiyden alacak yada
beşer aklından. Bu iki kaynaktan hangisi doğru olanıdır?
Bu sorunun net yanıtı ise! Hissedilir
vakıa, insan aklının, beşeriyetin hayat nizamı olması
doğrultusunda uygun bir yasayı bile belirlemekten aciz
oluşudur. Çünkü burada istenilen insanın sorunlarını,
insan vasfı ile yaklaşarak çözmektir. Yani insanın uzvi
ihtiyaçları ve içgüdülerinin tatminini çözecek bir
sistem. İnsan aklının, insanın bu efsanevi, gizemli yönünü
ve tüm incelikleri ile insanın tümüne vakıf olma imkanı
yoktur ki, ona uygun olacak bir sistemi ve yasaları
belirleyebilsin.
Ama Yüce ve münezzeh olan yaratıcı
-Allah- insanı, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını yaratandır.
O halde onun bu yapısına -nefsine- en uygun sistemleri ve
çözümleri de bilecek olan da O dur. Yüce Allah şöyle
buyurdu.
“And olsun ki; İnsanı biz yarattık ve
nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de biz biliriz. Biz ona
şah damarından daha yakınız.” (Kaf 16)
“Hiç O, yaratan bilmez mi? Ki o, latiftir.
Her şeyden haberdardır.” (Mülk 14)
İnsan, insan için yasa belirlediğinde ve
çözümler ürettiğinde gerçekte insanın problemlerini insan
vasfı ile çözmüyor. Yani o insanın karşılaştığı geçici
ve sadece dışa yansıyan bir problemini çözmektedir.
Ama ya Allah katından gelen sistem!
Kuşkusuz o insanı insan vasfı ile ele alan her zamana ve her
coğrafyaya uygun yasalar bütünüdür. Çünkü insan,
içgüdü ve uzvi ihtiyaçları neyse odur. Tarihi sürecin işlemesi
ve zamanın akışı ile asla değişmeyecektir. Yani Allah’ın
yarattığı insan fıtratı zaman ve mekana göre farklılık
arz etmeyeceğine göre, Allah’tan gelen bu sistemde, insanı
insan vasfı ile, yani tüm içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının
yapısal niteliğine göre değerlendirilecektir. Bu yönü ile
İslam insana tüm coğrafya ve zaman diliminde tanıklık
edebilecek yegane bir hayat sistemidir.
YEGANE MUTLULUK YÜCE ALLAH’IN RIZASININ
KAZANILMASIDIR
Kuşkusuz mutluluk; her bir insanın
ulaşmayı hedeflediği bir istektir. Ama bu mutluluk
anlayışı kişiden kişiye, toplumdan topluma değişmektedir.
Çünkü her insan; kendine özgün bir anlayışla mutluluğu
temin için çaba sarf etmektedir. Tabii ki bu, onların her
birinin mutluluğu elde ettikleri veya edecekleri anlamına
gelmez. Çünkü mutluluk, tek doğru tanımı ve ulaşılması
noktasında bir ikinci versiyonu olmayan -kendine has yolu-
kendi içinde gerçekliği olan bir kavramdır. Tabii ki insan
mutluluğu farklı olarak anlamaya, kendi gerçekliğinden uzak
başka bir yolla onu elde etmeğe çalıştıkları için yollarından
sapmışlardır.
Yaşamlarını putlara, yıldızlara ve bir
takım toplum önderlerine ve kahramanlarına taparak geçirenler,
yaşamlarını büyük servetler kazanma uğrunda feda edenler
yada yaşamlarını içkinin, uyuşturucunun ve şehvetlerinin
peşinde koşarak geçiren ve cinayetin bir çok parmak
ısırtacak çeşitleri ile sabah akşam iç içe olan insanlık-insanlar.!
İşte, bu yapılanların hepsi mutluluğu elde etme adına.
Çünkü onlar bu yaşantı biçimini mutluluğa ulaştırıcı
anlamına geldiğinin yanılgısına kapılmışlardır.
İşte bunlar insanın, içgüdü ve uzvi
ihtiyaçlarını tatmin ederken ona hiçbir kayıtlama ve
kısıtlama gibi bir düşünce temeline dayandırmayan bir
anlayıştan kaynaklanmaktadır. Batılı dünya görüşünün
bunları serbest bırakmasıyla bireyin yeni yeni arayışlara,
sevk edilen içgüdüsel ve aksiyonlara bağımlı hale
getirilen bedensel isteklerinin doyumu ve lezzetini sağlayacak
keşifler ve buluşlara kilitlenmesi ile tabii sonuç olarak batı
toplumunda bireyin çılgınlığı, taşkınlığı, cinsiyet
kavramının, zinanın, homoseksüellik ve lezbiyenliğe yönelmeleri,
hayvanlarla ilişki kurmaları gibi insan fıtratına aykırı
bir boyut kazanması ile karşı karşıya kalındığını,
esrar, uyuşturucu vb.lerin kullanımının ürküten boyutlara
ulaştığı durumunu anlamamız pek şaşırtıcı olmasa
gerek.
Eğer bedensel doyumun elde edilmesinde en büyük
pay mala düşüyor ise batı toplumunun gözünde büyük
servetlere ulaşmak neden en lüks olmasın ki? Söz konusu
emele varma noktasında batı insanı kayıtsız kalacak, ister
ticaretle, ister faiz yolu ile, ister kiralama, ister kadın
pazarlama yolu, isterse sanayi, isterse de kumarla buna
ulaşabileceklerdir.
Çünkü özgürlük düşüncesi batılı
insanın aklına, anayasa metinlerinden daha köklü yerleşmişti.
Bundan ötürü birey yasakların belirlediği çerçeveyi aşmaktan
kendini hiçbir zaman alamamıştır.
İşte bilanço; neredeyse en kırsal
kesimlerine kadar yaygınlaşan ve kurumsallaşan mafya,
uyuşturucunun ve eroinin ürküten boyutlara ulaşan ticari
yayılmacılığı, mal ve can emniyetine kastın artık
önlenemez boyutlara varmasına sebebiyet vermiştir.
Yine eğer şöhret ve etkinlik, dünyevi
kazancın yollarından ise, o zaman etkinlik-nüfuz ve şöhret
batı insanının gözünde ulaşılması gereken bir idealdir.
İşte buradan hareketle kapitalist ideoloji ve tatbikçileri
nezdinde en mutlu insan; mal, nüfuz-etkinlik, otorite ve şöhrete
en çok sahip olan bireydir.
Bütün bunlar, batı toplumunu; kuvvetlinin
zayıfı ezdiği, yediği bir ormana çevirmiştir. Sevgi ve
saygınlığa hak kazanmak ve kar eden olmak için, insanlar
birbiri ile yarışmakta bir takım mekanizmalar elde ederek, güçlü
olma isteğinin hatta daha güçlü rakip -olabilmek için
devlet otoritesine sahip olmaya değin uzanan amaçsız bir serüvenin
yaşandığı toplumlar.
Ama mutluluk arayışla çaldığı
kapının, kendisine sıkıntı, bunalım ve aşılmaz bir iç
tahribin dışında başka bir şey getirmediğini günümüz
insanları anlamaya-algılamaya başlamıştır.
Bütün bu olumsuz tablo; onların insanın
eğilimlerinin doyumuna ilişkin şu üç değerlendirmeden uzak
olmaları sonucundadır.
İnsanın, yeme, içme, uyuma gibi benzeri
uzvi ihtiyaçları, devamlılık ve cinsel iç güdüsü gibi
bazı içgüdülerinin maddi olarak her ne kadar doyumu sağlanıyorsa
da insanın, maddi anlamda doyuma ulaşamayacağı, ancak ruhi
çizgide doyurabilir bir yönü olmasıdır. Bu da yine insanın
fıtratında olan yüce bir yaratıcıya yegane kudret sahibi
bir varlığa ve onunla iletişim kurmaya yönelik duyduğu
ihtiyacıdır. İşte batı düşüncesi; insanın bu ruhi yönünü
görmezlikten gelmiş; beşeri yaşamında onu tek kanatlı
kuşa çeviren bir yaklaşımla vicdanında büyük bir gedik
açmıştır.
İnsanın içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını
tatmin etmek için bir arayışta olması gayet doğaldır. Gerçek
problem; bunları tatmin ederken belli bir sistem içerisinde
tatmin edilmemesidir. Yoksa insan tabii ki bunları
doyuracaktır. İnsanı mutluluğa yada bunalıma sürükleyen,
doyumun niteliğidir.
İnsan içgüdülerinden birini göz ardı
edip diğer içgüdüsünü doyurabilir. Bu şekilde göz ardı
ettiğini bastırmış olur. Yani içgüdülerinin doyumunda
belli bir oranı, belli bir sistemi takip etmediği zaman, içgüdüler
arasındaki denge paylaşımını gözetemediği takdirde bu
durum insanı bunalımlara, şaşkınlığa ve ardından bir
endişe ve huzursuzluğa itecek ve buna bağlı olarak da
topluma huzursuzluk hakim olacaktır.
İnsanın içgüdülerine değinirken onun
eğilimlerinde en büyük etkinin kutsama içgüdüsünde yattığını
ifade etmek gerekmektedir. İnsan bu dünya hayatına gözlerini
açar açmaz bir takım isteklerin kendisinde bulunduğunu hemen
fark edecektir. Her şeyin bir denge de olması her şeyi
insanın emrine amade kılındığını fıtri olarak dünyaya
gözünü açar açmaz hissetmeye başlar. Bu durumda şaşkına
dönen insan tüm bu göz kamaştırıcı nimetleri kendisine
bahşeden yegane güç ve kudret sahibini kutsamak, ona şükür
ve secde etmek için kendisini bir arayışın içerisinde
bulacaktır. İşte bundan dolayıdır ki insan, (her ne kadar
gerçek yaratıcısını/Allah’ı tanımaktan geri durmuşsa
da) içinde fıtren saklı bulunan o tapınma/kutsama içgüdüsünü
değişik şekillerde tatmine çalıştığı bilinen bir gerçektir.
Kuşkusuz kutsama içgüdüsü; insan fıtratının
özüdür. Yapısal niteliğinin doğal sonucu olarak insanın
aciz oluşu, onun işlerini idare edecek bir yaratıcının
tanıklığına duyduğu ihtiyaçtır.
İşte insan, bu yönünü göz ardı edip
yaratıcı/Allah ile bu bağlamda ilişiğinin kurulmasından
ziyade bunu maddi bir takım yaklaşımlarla sağlanma yönüne
gidilmesi sonuç olarak insanı bunalıma ve problemli bir
yaşama sürdürecektir. Her ne kadar mutluluk arayışında
olsa bile ona hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Tıpkı serap
peşinde koşan ama her defasında eli boş dönenin durumu
gibi.
Şimdi ise onlarla ilgili yüce Rabbimizin
sözü üzerine bir düşünelim.
“Küfredenlere gelince; onların amelleri
engin bir çöldeki serap gibidir. Susayan, onu su zanneder.
Nihayet ona vardığı vakit, (zannettiği gibi) bir şey
bulmazda yanında Allah’ı bulur. O da ona tamamıyla
hesabını görüverir. Allah çok çabuk hesap görendir. Yahut
derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. O denizi bir dalga bürür,
üstünden bir dalga daha. Üstünden bir bulut. Bunlar bir biri
üstüne öyle yığılmış karanlıklardır ki, kendi elini çıkarsa
hemen hemen onu dahi göremez! Her kime de Allah nur vermemişse
de artık onun için nur yoktur.” (Nur 39-40)
Bu bağlamda İslam’ın mutluluk yorumu
yegane doğru bir yorum olduğu ve tek doğru model olduğu gerçeği
ortaya çıkıyor. Çünkü o insanı en iyi şekilde bilen ve
ihtiyaçlarının çözümünde onlara en güzel yolu sunan ve
içgüdülerinin tatmininde tek doğru yolu çizendir. Bundan
dolayı insan yaşamında Allah’ı emir ve yasakları
doğrultusunda belirlenen çizgi üzere hareket etmesi
gerekmektedir.
Dolayısıyla insan; Allah’ın emir ve
nehiyleri doğrultusunda hareket ettiği zaman, kendisi için
mutluluğu garanti altına alabilir. Böylelikle insanın; ideal
olan mutluluğu; Allah’ın rızasına nail olmak, bunalımı
da; Allah’ın rızasından uzak kalmak olarak görüyoruz. Şu
ayetlerinde Rabbimiz bizlere bunu haber vermektedir.
“Muhakkak ki size Allah’tan bir nur ve
apaçık bir kitap (Kur-an) geldi. Onunla Allah kendi rızasına
uyanları selamet yollarına eriştirir.” (Maide 15-16).
“Erkek ve kadın olan her kim mümin olarak
salih bir amel isterse biz ona muhakkak güzel bir yaşam
(standardı) sağlarız” (Nahl 97)
“Eğen benden size bir yol gösteren
gelirse bilin ki benim yol göstericime uyanlar için hiçbir
korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara
38)
“O kimseler ki, Rabbımız Allah’tır
deyip sonra dosdoğru yol alırlar. Onlara hiçbir korku yoktur,
onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Ahkaf 13)
Sonra her iki grup arasında bir
karşılaştırma yapan Rabbimiz;
“Her kim hidayetçime uyarsa, işte o
sapmaz, bedbaht olmaz. Her kimde benim zikrimden yüz çevirir
ise ona dar bir geçim vardır. Ve onu kıyamet günü kör haşr
ederiz.” (Ta-ha 123-124)
Böylelikle mutluluk tanımı; Allah’ın
koyduğu emir ve yasaklar doğrultusunda dünya nimetlerinden
faydalanmaktır.
Aynı şekilde mutluluk; şiddet, imtihan ve
sıkıntılı durumla da özdeşleşebilir. Nitekim Müslüman
birey savaş ortamında kanını döker, kendini cesurca sipere
atar savaşırken o mutluluğun alasını tadabilir. Çünkü o,
Allah’ın rızasını kazanma noktasında; en büyük
modellerden birisini; Allah’ın dininin yücelmesi, üstün
gelmesi için cihad etmekte olduğunun bilincindedir. İşte
kızgın çöl kumları üstünde yalçın bir kaya parçası
altında dudaklarından “Allah birdir, Allah birdir,”
ifadelerini söylediğinde bu mutluluğu Bilal (r.a.)
yaşıyordu. Sonra Yusuf (a.s.) Allah’ın rızasının zindan,
kızgınlığının ise dünya nimeti ve lüksü ile özdeş
olduğu bir anda zindanı dolayısı ile Allah’ın rızasını
-tercih ederken bizlere- mutluluğun ve huzurun en güzel
örneklerini sunuyordu. Kralın hanımı;
“Yemin ederim ki, ben bunun nefsinden murad
etmek istediğimde o, iffet göstererek yanaşmadı. Yani yemin
ederim ki eğer emri yapmasa, mutlaka zindana atılacak ve
zelillerden olacaktır.” (Yusuf 32) şeklinde onu tehdit
ettiğinde o, şu güzel cevabı, karşılığı veriyordu.
“Ya Rabbi! Zindan bana bunların davet
ettiklerinden daha makbuldür.” (Yusuf 33)
Yüce Rabbimiz mutluluğun kendi rızasını
kazanmanın dışında gerçekleşmeyeceğini, bir çok ayette,
yine kendi rızasını cennet vaadi ile birlikte zikrederek
pekiştirmekte ve Cennet nimetlerini Allah’ın rızasıyla
kazanılacağını ifade etmektedir. Söyleyenlerin en izzetlisi
olan -Allah- diyor ki:
“Allah erkek mü’minlere de, kadın mü’minlere
de içlerinde ebedi kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan
adn cennetlerini ve çok güzel meskenleri (köşkleri) va’d
etti. Allah’ın rızası ise daha büyüktür. İşte büyük
kurtuluş da budur.” (Tevbe 72)
“Rableri katında onların mükafatı,
altlarından ırmaklar akan adn cennetleridir. Orada ebedi
olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı onlar da Allah’tan
razı olacaklardır. İşte bu, Rabbinden korkana mahsustur.” (Beyyine
8)
VAHY İLE KALKINIŞ
Daha önce insanları kalkındıracak tek
ideolojinin sadece İslam olduğunu vurgulamıştık. Şüphesiz
İslam, La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah iki
şahadet, İslam şeriatının detaylarının dayandığı temel
görüştür. Muhammed (s.a.v.)’e inen vahiy, insan, hayat ve
kainat hakkında kapsamlı bir fikir verdiğine ve hayata
ilişkin -tüm alanları kapsayan- sistemler belirlediğine göre
bu din bir ideoloji olmuştur. İşte bu ideoloji (İslam) insan
kaynaklı olmayıp sadece vahiy kaynaklı olan tek ideolojidir.
İşte İslam ümmetinin kalkınma sırrı buradadır.
Ancak İslam ümmetinin kalkınmasının
devamını sağlayacak olan Allah’ın emir ve yasaklarına
bağlılıkları iledir. Başka bir ifade ile Muhammed (s.a.v.)’e
indirilen vahye bu ümmet düşünce ve uygulama planında
sarsılmaz/muhkem bağla bağlandığı ölçüde kalkınacak ve
ilerleyecek, vahiyden uzaklaştıkça da çökecek ve açılacaktır.
Bu sabit bir dengedir. İşte İslam tarihi buna en iyi
şahittir.
Müslümanlar, İslam toplumunda -Peygamber
ve Raşidi Hilafet döneminde- yaşamlarını İslam üzerinde
şekillendirdiklerinde, kalkınmışlıklarının en güzel
modelini gerçekleştirdiler ve o dönemleri en hayırlı
asırlar olarak geçirdiler. Daha sonraları o sade çizgi
bozulmaya başladığında İslam toplumunda davranışlar, yönelimler,
vahyin indirdiği ilkeler ve hükümlerden ayrılmaya
başlamış, böylece İslam ümmetinin bedenine çöküş
hastalığı girmiştir. Söz konusu çöküntünün sebebi,
toplum ile vahyin arasının açılmasıdır. Bu ayrılma
genişledikçe ümmetin çöküşü kök salmış ve bu da
devletin ortadan kalkmasına sebebiyet vermiştir.
İşte Müslümanlar, tekrar İslam’ı
kendi özgü yapısına tüm saf ve sadeliği ile hiçbir şüpheci
yaklaşıma yer vermeden son derece olağan bir hırsla anlamaya
çalışmak durumundadırlar. Ta ki onların bağlılıkları
Muhammed (s.a.v.)’e inen vahye, düşünce ve hükümlerine
olsun. Buda Müslümanların İslam hukukunun kaynaklarına
bakış açılarını netleştirmeleri zorunluluğunu
doğurmaktadır ki hükümlerini ilahi vahyin belirlediği
kaynakların dışında almasın.
Müslümanlar İslam şeriatını/hukukunu
şu dört kaynaktan almakta idiler. Kur-an, Sünnet, İcma,
Kıyas. İslam’ın kalkınmışlık dönemlerinde
Müslümanların İslam’a ve yasama kurallarına yönelik
yaklaşımları böyle idi. Ancak işte çöküş dönemlerinde
Müslümanların yasama kaynakları birden çoğalıverdi. Ve
nerede ise o kaynakların çoğunun vahiyle hiçbir ilişkisi
yoktu. Ümmetin gerilemesini ve çöküşünü daha da kamçılayan
akıl, vakıadan etkilenme, maslahatlar (çıkarları) vb.. türetilmiş
kaynaklar sayılmaktadır. Doğal olarak bu, İslam’ın net
olarak anlaşılmadığının göstergesidir. İslam’ın
Muhammed (s.a.v.)’e indirilen vahyin zaferini isteyen
ümmetin, bir yanda hükümlerini ve yasal dayanaklarının bir
çoğunu vahyin dışındaki kaynaklardan alıp, aynı zamanda
İslam’ın nehyettiği ile ona (İslam’a) yardıma çalışması
çok şaşırtıcı bir durumdur.
İSLAM TOPLUMU
Toplum ve Kalkınması :
İslam tarihinin başlaması ile birlikte,
İslam temelinde düzeyli bir yaşamın ikamesi için çaba sarf
edilmiş ve Peygamber (s.a.v.)’imiz döneminden bu yana geçmişlerimiz,
söz konusu ideali gerçekleştirmede başarılı olmuşlardır.
Zaten yüce Allah (c.c.) özellikle onlara bu sorumluluğu yüklemiş
ve Allah Rasülü (s.a.v.)’e inen vahiy ile o yüce ideale
varacak yolunu çizmiştir. Allah’u Teala Nur süresi 55’inci
ayeti kerimesinde şöyle buyurdu.
“Sizden iman edip yararlı işler yapanlara
Allah şöyle vaadde bulundu; Yemin olsun ki onlardan evvel
gelenleri (İsrail oğullarını) nasıl (kafirlerin) yerine
getirdiyse onları da (kafirlerin arazisine) getirecek ve onlara
kendileri için seçtikleri dinlerini (İslam’ı) kuvvetle
uygulama imkanı verecek. Onları korkularının ardından
huzura kavuşturacak. Bana hiçbir şeyi ortak koşmayarak
ibadet edecekler. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, artık
onlar fasıkların ta kendileridir.” [Nur 55]
Ancak bugün, toplumumuzun hiç de
iyimserlikle bakılamayacak bir hakikati, çöküşü yaşamakta
olduğu hiçbir akıl sahibinin tartışamayacağı su götürmez
bir gerçektir. Bu durumda toplumu kalkındıracak yolu/modeli
yeniden araştırmak kaçınılmaz bir sorumluluk olarak
karşımıza çıkmaktadır. Buradaki araştırmamız, herhangi
bir kalkınma modeline yönelik değil aksine tek doğru
kalkınmanın modelini sunan yeniden İslami kalkınmanın
araştırılmasıdır.
İslam’ın Müslümanlar için İslami bir
toplum oluşturmaları noktasında yolu çizdiği bir gerçektir.
Farklı bir deyişle İslam, Müslümanların, toplumlarını
kalkındırmaları noktasında gerekli olan metodu
belirlemiştir. Ancak bir gerçek olarak önümüzde duran
toplumun vakıasını iyiden iyiye bilmeden söz konusu modelin
anlaşılması ve uygulanabilirliği mümkün değildir.
Çünkü bir problemin çözümünde İslam’ın takip ettiği
metot şöyledir.
Çözümü istenen problemin özü üzerinde
yoğunlaşabilmesi için söz konusu olayın/vakıanın iyiden
iyiye incelenmesi analizinin yapılıp anlaşılması, Vakıa
ile ilgili şer-i hükümlere dönülüp onların iyiden iyiye
anlaşılması. Burada amaç söz konusu vakıa ile ilgili Allah’ın
hükmünün bilinmesi olacaktır. Ortaya atılmış sorunun
çözümü için söz konusu vakıanın/problemin üzerine
şer-i çözümlerin uygulanmasıdır. Kuşkusuz toplumun gerçeğine
ilişkin derin bir gözlem, bizlere toplumun -bireyleri arasındaki-
ilişkilere egemen olan unsurların şu üç ana başlıkta
toplandığını gösteriyor. Bunlar, Fikirler (düşünceler),
Duygular ve Sistemlerdir.
Fikirler (düşünceler): İnsanın
davranışları, onun sahip olduğu düşünce yapısına
bağlıdır. O doğru gördüğünü yapacak, yanlış gördüğünü
ise terk edecektir. İnsanlar arasında belirli bir diyalogun
sağlanması, aralarında ortak bir düşünce yapısı
oluşturulması ile mümkündür. Nitekim insanlar belirli bir
çıkar üzere toplanmışlardır. Her iki tarafında düşünceleri
söz konusu çıkar noktasında birleştiğinde ikisi arasında
bir diyalog kurulabilir. Şayet çıkarları noktasındaki düşünceleri
farklılık arz ederse bir diyalogdan söz etmek olasılık
dışıdır.
Duygular: İnsanlar sahip olduğu
fikirler doğrultusunda bir duygu yumağını da
taşımaktadır. Nitekim bireyler arasındaki diyalogun
sağlanması için, adına toplandıkları çıkarları
noktasında duygu birlikteliğinin de sağlanması elzemdir. Böylece
doğru/uygun bildikleri karşısında beraber sevinsinler,
yanlış bildikleri karşısında da beraber üzülsünler.
İşte toplumda genel sözleşmeyi (yaygın bir geleneği)
oluşturacak olan bu duygu ve düşüncelerdir.
Sistemler: Her toplumda insanların
işlerini idare eden, ilişkilerini siste-matize eden ve
aralarındaki anlaşmazlıkları çözen bir otorite vardır. Bütün
bunlar söz konusu otoritenin benimsediği ve yürürlüğe
koyduğu ve toplumun tüm bireylerine bağlılığı zorunlu
kıldığı sistemle sağlanmaktadır. Bu anlamı ile
sistemlerin toplumsal ilişkiyi sağlayan büyük bir etken olduğu
anlaşılıyor.
İşte bir toplum; söz konusu düşünceler,
duygular ve sistemlerle nitelik kazanmaktadır. Örneğin
toplum, söz konusu unsurları, tümü ile kapitalist unsurlar
ise kapitalist bir toplum, komünist unsurlar ise komünist bir
toplum, İslami unsurlar ise İslam toplumu diye
nitelendirilecektir.
Böylesi bir toplumun belirli bir kimliği ve
seçkin karakteri kazanabilmesi için söz konusu etken unsurlar
(düşünceler/duygular/sistemler)’in birbiri ile çelişmeyen,
bağdaşır olması, aralarında sıkı bir iletişimin olması
gerekmektedir.
Kapitalist ve İslam-i düşüncenin birlikte
var olduğu günümüzde, o toplumun ne bir rengi ne de belirli
bir kimliği olacaktır. Dahası bu toplum var olan böylesi
statükoyu koruduğu sürece asla ama asla ömründe kalkınma
ile hiç mi hiç tanışmayacaktır.
Benzer bir biçim olarak, yaygın olan
anlayış ile, idarecilerin, toplumun duygu ve düşünceleri
ile çatışan, uyuşmayan sistemleri uygulamaları ile bir bölünmenin
yaşandığı toplumlar, yönetilen ve yönetenler arasında düşmanlığın
sürekli alevlenmesi tıkanıklığın, bunalımların
yaşandığı toplumlar olacaktır. Bu tip toplumlar
gelişmişliğe ve kalkınmaya en uzak toplumlardır.
Dahası, toplumların ilerlemeleri, duygu, düşünce
ve sistemlerin yüceliği ve ulviliği ile olacak, bunların düzeysiz
ve tutarsızlığı ise çöküşünü hazırlayacaktır. Ancak
bir toplumun fikirleri, duyguları akli bir akideye dayalı
olması, sistemlerinin de böylesi bir akideden çıkmış
olması halinde kalkınmış bir toplum olacaktır.
Şayet doğru kalkınmış bir toplum istiyorsak bu, ancak
İslam toplumunun oluşumu ile mümkün olacaktır. Yani İslam
akidesi üzerine bina edilmiş; tüm duygu, düşünce ve
sistemlerin İslam-i olduğu bir toplumu oluşturmakla
olacaktır. Çünkü tek doğru akide İslam akidesidir.
|