Ayın Konusu

İnceleme

Soru-Cevap

Kitap Tanıtım

Hakkımızda

Ana Sayfa
Kitap
Beyan
Yeni Sayı
Arşiv
Haber
Sizden Gelen
Link
Email
İslam Devleti
İslam'a Davet
Hizb-ut Tahrir
Hilafet Nasıl Yıkıldı
İslam Şahsiyeti
İslam'da İctimai Nizam
İslam'da Yönetim Nizamı
İslam'da Ekonomik Sistem
Diğer kitaplar için tıklayınız

KALKINMA VE MODELLERİ

Abdullah BAYRAM

Arapça lügatte Nehada fiili, kalkınma kelimesinin köküdür. Kalkınma Nahda kelimesiyle ifade edilir. Bu kelimenin karşılığından birisi ka-me‘dir. Kalktı anlamındadır. Aynı zamanda takat güç anlamında kullanılır.

Araplar, kalkınma kelimesini sözlük anlamıyla kullandılar. Örneğin; İntehadal kavm dendiğinde Ka’mu, İlel Kital yani topluluk savaşa kalktı anlamını ifade etmek üzere, bunu söylemişlerdir. Bu kelimenin bugün kendisine yüklenen anlamıyla, kullanılması yenidir. Yani Araplar bu kelimeyi bugün tabir ettiğimiz Istılahi anlamıyla kullanmamışlardır. Bu anlam, onlar nezdinde bilinen bir anlam değildir.

Biz bu kavramı ıstılahi anlamıyla ele alacağız. O halde bugün kendisine yüklenen anlamıyla;

Kalkınma nedir? Nasıl gerçekleşir? Şu toplum niçin kalkınmış, diğeri neden çökmüştür? Sorun; din, teknoloji ve medeniyet mi yoksa düşünce ve kültür merkezlimidir? İşte kalkınmanın bu temel sorunlarına; ilk önce tarihten örnekler vererek konumuza başlayalım.

Eski tarihte dünya, Mısır, Sumeri, Eşveri, Babil, Fars, Yunan vb. birçok devletlerin doğuşu ve yok oluşlarına şahit olmuştur. Bu döneme damgasını vuran büyük kalkınma, ise, İtalya ‘Roma’ şehrinden kalkıp Avrupa’yı daha sonra bütünüyle orta denizi kapsayıcı mahiyette Havza’ya yayılan Roma imparatorluğunun doğuşudur.

M. 5’inci asrın, yani ortaçağın başlaması ile Roma imparatorluğunun yıkılıp, kalıntıları üzerine geri kalmışlığı ve çökmüşlüğü ile ortaçağ uygarlığı Avrupa’da kurulur. Ve “Karanlık Çağ” diye isimlendirilen, bu dönemde gerileme ve çöküş, Avrupalı üzerinde asırlar boyu süregelen bir karanlık kabus devresi olmuştur. Avrupa o dönemlerde bunları yaşarken doğu ise büyük bir kalkınmaya sahne oluyordu. Ki şüphesiz bu dönemde İslam yayılmış ve sınırlarını genişletmiştir. İslam devleti, asırlar boyu İslam toplumuna ışık tutmuş ve bu süreç içerisinde yeryüzünün en büyük devleti olmuştur.

Yeni çağda yani, 15’inci asır ile gündeme giren kalkınma çabaları çağdaş batı tarihinin başlaması ile meyvelerini verdiği bu dönem, İslam devletinin çözülüşü ve Müslümanların yoğun çöküş dönemini yaşadığı, bu dönem, bilinen günümüz batı uygarlığının doğuş tarihi olan M. 18’inci asrın sonlarına tekabül etmektedir. Nitekim bu dönemler içinde İslam devleti hızlı bir çöküş yaşamıştır.

Yine 20’inci asırda da dünya, (M.1917’de) hayat bulan komünist ideolojisi ile yeni bir kalkınma hareketi başlamıştır. Ancak komünizm 20’inci asırda uluslar arası devletler planında büyük rol oynamasına rağmen, 70 senelik kısacık ömrü ile belki de ideolojilerin en kısa ömürlüsü olmuştur.

Tarihte görüldüğü üzere her asırda ve her toplumda bir kalkınmışlık ve iniş/çöküş dönemleri yaşanmıştır. Belli bir kalkınmışlık döneminden sonra inişe geçen bir toplumun yeniden kalkınmışlığını gerçekleştirmesi ve öncesinden daha da yüksek düzeyde bir ilerlemeyi yakalaması için, içinde bulunduğu çökmüşlük konumunu aşması gerekmektedir. Toplumlar bunu nasıl gerçekleştirecekler? Şimdi de bunları inceleyelim.

 

FİKRİ SERVET

 

Fikirler, kalkınma/gelişme halinde olan herhangi bir ümmet için hayatında kazandığı en büyük servettir. Aydın fikirde, köklü bir ümmet için ise neslin selefinden (kendisinden önceki nesillerden) teslim aldığı en büyük bir hediyesidir.

Maddi servet, ilmi keşif, sanayisel icatlar ve benzerlerinin yeri, fikirlerden çok daha aşağı seviyededir. Hatta bunlara ulaşmak fikirlere dayandığı gibi bunların korunmaları da fikirlere dayanır.

Fikri servetlerini muhafaza etmekte devam eden bir ümmetin maddi servetleri tahrip edilse dahi, onu hemen yenilemesi mümkündür. Halbuki fikri serveti çökmüş olup da maddi serveti kalırsa, bu servetlerin azalması ve fakirleşmesi çabuk olur. Keza ümmet, düşünce metodunu kaybetmeden, keşfettiği ilmi haki katları kaybetse, onların çoğunu bulması mümkündür. Halbuki kendisinin verimli düşünce metodunu kaybederse, hemen geriler ve elindeki icat ve keşifleri kaybeder. Bundan dolayı her şeyden evvel fikirlere hırs göstermek gerekli olur. Bu fikirler esası üzerinde ve verimli düşünce metoduna göre maddi servet kazanılır, ilmi keşifler ve sanayisel icatlara v.b. doğru gidilir.

Fikirlerden maksat; ümmetin fertlerinin genelde vakıaları hissettiklerinde, ellerindeki bilgileri bu vakıalar hakkında hüküm vermek için kullanmalarıyla ümmetin hayat vakıalarında düşünme ameliyesinin bulunmasıdır. Yani onlar, ellerindeki fikirleri hayatta en güzel şekilde kullanırlar. Başarılı kullanmanın tekerrürü ile onlarda verimli düşünme metodu meydana gelir.

İslam ümmeti; bugün, fikirlerden yoksun sayılmaktadır. Dolayısıyla onun verimli düşünme metodunu da kaybetmiş olması doğaldır. Zira yeni nesil, selefinden herhangi bir İslami fikirler teslim almadığı gibi gayri İslami fikirlerde teslim almadı. Ve tabii olarak da verimli bir düşünme metodu da teslim almadı.Bu nesil kendiside, ne fikirler ve ne de verimli bir düşünme metodu kazanmamıştır. Bunun için memleketlerinde maddi bir servet bulunmasına rağmen fakirlik halinde görülmesi, sanayisel icapların ve ilmi keşiflerin kendisine okutulduğu, bunların kendisinin de duyup müşahede ettiği halde sanayisel icatlardan ve ilmi keşiflerden yoksun bir halde görünmesi normal olur. Çünkü o verimli bir düşünme metoduna sahip olmadıkça onlara verimli bir şekilde atılabilmesi mümkün değildir. Yani hayat sahasında güzel bir şekilde kullanacağı fikirlere malik olmadıkça bunu yapamaz.

İslam Ümmetinin bugünkü nesli kendisinde icat edilmesi istenilen fikre zıt olan fikirlere de bağlanmamıştır ki, ona verilecek bu fikri idrak etsin ve iki fikir arasında çarpışmada olup, bu çarpışmadan doğru olan fikri bulsun. O herhangi bir fikir ve düşünce metodundan yoksundur. Zira o, İslâm’ı fikirlere hayali bir felsefe olarak varis olmuştur. Tıpkı bugün Yunanlıların Aristo, Eflatun felsefelerine varis oldukları gibi. O, İslamiyet’i bir takım merasim ve şekiller olarak miras aldılar, Hırıstiyanlık dininin miras alınışı gibi. Aynı zamanda o, kapitalizmin fikirlerine aşık oldu. Bu aşık oluş, bu fikirlerin vakıasını idrak edişinden değil de sırf onların zahiri başarılarını görmesinden dolayı ve kapitalizmin hükümlerinin kendi üzerine tatbikine boyun büküşünden dolayıdır, bu çözümlerin kapitalizmin hayata bakış açısından kaynaklandığını idrak edişinden dolayı değil. Bunun için o, hayatın iniş ve yokuşlarına (mücadelesine) kapitalist fikirlerin programı üzerinde gitmesine rağmen düşünce olarak kapitalist fikirlerden boş bir duruma düştü. İslam dinini kabul etmesi ve onun fikirlerini okumasına rağmen de ameli olarak İslami fikirlerden de boş bir duruma düştü.

 

KALKINMANIN SIRRI

 

Şüphesiz herhangi bir toplumun yükselişi/gelişmişliğini veya çöküşünü belirleyen söz konusu toplumun dinamiklerini oluşturan temel dünya görüşü/hadaratıdır. Şayet dünya görüşü (hadaratı) somut, yüce -değerler- ise, o dünya görüşü söz konusu topluma kalkınmanın yollarını açarak gelişmesini sağlayacaktır. Şayet toplumun dünya görüşü düzeysiz düşük ise toplum hiç bir zaman yaşamında kalkınma diye bir şeyi tanımayacak, tatmayacaktır.

Geçmişten günümüze insan toplumlarına egemen olan hadaratlardan söz edilirken, insan topluluklarını birini diğerinden ayıran, yaşam biçimleri, eğilim modelleri ve ilişki tarzlarından bahsediliyor. O halde hadaratı; "her toplumun kendine özgü yaşam tarzı" diye tamamlamak en doğru olanıdır. Nitekim insanoğlunun davranışlarını, yaşam tarzlarını ve diğerleri ile ilişkilerini belirleyen ve bu noktada temel dayanaklarını, oluşturan hayat hakkındaki mefhumlarıdır. O halde "hadarat"hayat hakkındaki mefhumların/yaklaşımların bütünüdür. Örneğin batı hadaratını meydana getiren, batılı anlamda yaşamı yorumlayan değerler, mefhumlardır. Aynı şekilde İslam hadaratı da; İslam'ın yaşamı yorumlayan değerleridir.

Toplum ve halkları kalkınmışlık/gelişmişlik düzeyine taşıyan söz konusu toplumun (hayat hakkındaki) düşünceleri olduğu gibi, bu düşünceler o toplumu çöküşe de götürebilir. Kuşkusuz toplum taşıdığı düşüncesinin yüceliği (tutarlılığı) ile yücelir. Düşüncesi düşüklüğü (tutarsızlığı) ile de inişe geçer veya düzeysiz bir yaşam sürer. Bu bağlamda bir toplumun zihniyetini oluşturan, kendi içinde ve dışındaki diğer toplumlarda olan ilişkilerini belli normlara göre düzenleyen ve problemlerini sistematize eden düşünce yapısıdır. Böylelikle o düşünce yapısı ölçeğinde bir hadaratın yükselişi veya inişi söz konusudur. O halde yüce olan veya diğer ifadesi ile tutarlı olan düşünce nedir?

Şüphesiz düzeyli tutarlı düşünce; insana, davranışlarına (yaşamın her aşamasına) yönelik bir görüşü, karşılaştığı tüm olaylarda kendisine bir tavrı belirleyebilen ve yaşamının hiçbir parçasını göz ardı etmeden tüm toplumsal ilişkilere yönelik bir biri ile içten içe bağı olan bir düzenleme ile toplumda tutarlı bir yaşam biçimini, belirli bir davranış modelini ve çok açık bir rengi olan sistematik verileri insanlığa sunabilen tutarlı bütüncül ve kapsamlı bir düşüncedir. İşte bu düşünce yapısının (problemlere yaklaşımı ile) ürettiği çözümlerde, bir tutarsızlık, temel prensiplerinde, bir çelişki söz konusu değildir. Böylesi bir düşünce yapısı kendisini kanıksayan ve sistemini uygulamaya koyduğu beşer toplumunu -adım adım- kalkınmaya doğru sürekli gelişerek yol alan güçlü tutarlı bir toplum haline dönüştürür.

Ancak problem söz konusu nitelikleri barındıran ve öylesine bütünlüğe ve kapsamlılığa haiz olan tutarlı düşünceyi elde etmede kilitlenmektedir. Toplumlar böylesi bir düşünceye nasıl ulaşabilecekler?

Kuşkusuz hissedilir gerçekler (vakıa) ve tarih aydın bir bakışa gereksinim duymadan böylesi bir düşüncenin ancak belirli bir kâidenin varlığı ile var olabileceğini gözler önüne sermiştir. Her bir binanın temele ihtiyacı olduğu gibi bir düşünce yapısı, binası içinde -zemini oluşturabilecek- temel düşüncenin varlığı da aynı mesabededir. İşte bu ancak, kainat, hayat ve insana ilişkin geldiği ve varacağı yeri gösteren ve daha sonrada yaşamının boyutları ve hayattaki gayesini ne olduğunu tanıtan akli bir akide/inanç olması ile fikri kaide niteliğini kazanabilecektir. İşte bu akide üzerine söz konusu düşünce yapısının/binasının inşa edilebileceği bir zemin, esas oluşmuş demektir. Yine, bir toplum içerisindeki insanlar arasındaki ilişkilerde baskın olan duygu, sahip oldukları düşünce tarzının uyumluluğunu sağlamasının yanında onların davranışlarının idare edecek olan sistemlerinde çıktığı siyasi bir akide olması da o temel düşüncenin özelliklerindendir. Söz konusu akidenin bu özelliği ile beraber toplum, kendisine has bir hadarat ve konum kazanmış olur. O toplumun akidesi; fikri kaide olarak benimsediği ve kalkınma yolunda gelişerek onunla ilerlediği akidesi olur.

 

İDEOLOJİ: Kendisinden nizamın çıktığı akli bir akidedir. İdeolojide esas insan, hayat ve kainat hakkında genel bir düşünüştür. İdeolojiye hayatta varlık ve uygulama imkanı vermesi açısından metot, ideoloji için gerekli bir unsurdur. Bütün fikirler bu temel üzere kurulur ve bütün hayat müşküllerinin çareleri ondan çıkarılır. Dolayısıyla ideoloji düşünce ve metottan ibarettir.

Arap yarım adasında bir ideoloji olarak boy gösteren İslam dini insan, hayat, kainat ve bunların öncesi ve sonrası ve yine bunların yaşam öncesi ve sonrası ile olan ilişkileri hakkında kapsamlı bir düşünce sunan akli bir akide üzerine bina edilmiştir. Yine bu akideden insan için yaşamında en uygun sistemler çıkmış, bu sistemler inanç, insanın yaratıcısı ile olan alakasını kişinin kendi nefsi ile olan alakasını ve kişinin diğer insanlarla olan ilişkilerini belirli bir düzene sokmuştur.

Bu akideden (temel dünya görüşünden) Hilafet yönetimi olarak bilinen bir yönetim sistemi ortaya çıkmıştır. İşte bu akide Lâ İlâhe İllalah Muhammedun Rasulullah akidesidir. İslam akidesinden söz konusu sistemlerin çıkışı ise bütünü ile Allah (c.c.)’dan, elçisi Muhammed (s.a.v.)’e vahiy olarak inen Kur’an ve Sünnetten istinbat edilerek ortaya konulmuştur.

İşte bu akide, köklü İslam devletinin üzerine bina edildiği fikri kaidesi olmuştur. Böylece Arap yarımadasında gerçekleşen kalkınma büyük bir coğrafyayı kapsayacak tarzda doğuda Çin’e, batıda Atlas Okyanusuna kadar tarihin bir benzerini daha görmediği hızlı bir yayılma gerçekleştirmiştir.

Avrupa da ise gördüğümüz gibi bir tarafı din adamlarının diğer bir tarafı da krallar ve filozofların işgal ettiği uzun yıllar süren tartışmalar ve kıyasıya mücadeleler yeni bir düşünceyi dinin hayattan ayrılması anlamına gelen yada laiklik diye tanımlanan temel düşünce üzerine kurulu Liberalist dünya görüşünü doğurmuştur. İşte bu düşünce modern batı hadaratının üzerine bina edildiği dayanağı ve de siyasi bir akidesi olmuştur. Bu siyasi akideden, insana dini veya lâ dini hiçbir kayıtlama getirmeyen, onu son derece özgür bırakan kapitalist sistem doğmuştur. İşte batının günümüze değin kalkınmışlığını sağlayan ve bu çerçevede toplumların kendisine köle eden temel dünya görüşü/ideolojisi budur.

İşte kalkınmanın gerçek tanımı budur. Daha öz bir ifade ile bir toplumda ideolojinin varlığı o toplumun kalkınma/gelişmesinin sebebidir.

Ancak her kalkınma doğru bir kalkınma değildir. Bunu inceleyecek olursak;

İdeoloji -akidesi ve sistemi- ile kalkınmanın sırrı ise, bunun anlamı doğru kalkınmanın kaynağı da tartışmasız doğru ideolojidir. Doğru ideoloji ise insan aklına kanaat getiren insan fıtratına uygun ve kalbine itminan kazandıran doğru bir akide üzerine bina edilmiştir. İşte bu akide, özelliği itibarı ile hayat, kainat ve insana ilişkin doğru bir düşünce ve cevabı verecektir. İşte tüm zamanlarda ve coğrafyalarda uygulanabilir olan ve insanın doğru kalkınmasını garanti eden böylesi bir ideolojidir.

Yanlış akide üzerine bina edilmiş bir ideoloji ise şüphesiz uygulanması, pratiği mümkün olmayan bir ideolojidir. Böylesi bir ideoloji ancak bir takım problemleri ve bunalımları bünyesinde barındıran, vakıayı temel alan toplumlarda bir tepki olduğundan çoğu kez uygulanabilirliği yoktur. Tabii bunun neticesinde kendilerinin yanlış kalkınmalarının sebebi olarak gördükleri sistemin gölgesinde arayışa başlayacaklardır. Buna en yakın örnek komünist ideolojidir.

Bu İdeolojinin bozukluğu itibariyle, yetmiş yıl gibi kısa bir zaman dilimine sığmayan kalkınmayı ortaya koymuştur. Sebebi ise; “hiçbir ilah yoktur hayat ise maddeden ibarettir” demesi ile yaratıcının varlığını inkar ve insanın fıtratı ve aklı ile çatışmasına sebep olmuştur. Aynı şekilde, kapitalist ideolojide yanlış bir ideolojidir. Çünkü akidesi temel görüşü dinin hayattan ayrılması inancını temsil eden ruhani bir yönü olmayan bir düşüncedir. -O sadece yaratıcıdır, işlerini idare etmede de serbest bıraktı.- ilkesine dayandırmış bu da yaratıcıya muhtaç olan insan fıtratı ile çelişmiştir.

İslam ise; insan fıtratına uygun akla kanaat verecek bir ideolojidir. İnsan, kainat, hayat ve bu dünya hayatının öncesi Allah ve sonrası kıyamet günü ile ilgili kapsamlı ve doğru düşünceyi insana sunması iledir. Ve İslam insanın yaratıcısı ile olan ilişkisini onun buyruklarına bağlı kalması yasaklarından ise kaçınması ve yaşamını elçisi Muhammed (s.a.v.)’e indirdiği sistem paralelinde sürdürmesi gibi yükümlülükle açıklamıştır. Eğer onun emirlerine bağlı kalırsa cennetini müjdeleyerek, şayet emirlerine karşı aksi yöne yönelirse isyan ve taşkınlık ederse cehennem ile korkutarak insanın daha yeryüzünde yaşarken kıyamet ve sonrası ile bağını kurmuştur.

Bu yaklaşım bizlere İslami kalkınmanın diğer tüm kalkınma hareketlerinden farklı ve özgün olduğu gerçeğini ortaya koyacaktır.

Hadarat; hayata yönelik mefhumların bütünüdür. Hadarat; ideolojinin temeli üzerine kurulur. Bu anlamda Müslümanların İslam’ın dışında hiçbir şekilde bir dünya görüşünün -öyle veya böyle- almaları ve transfer etmeleri caiz değildir. Nitekim İslam onlara (Müslümanlara) çok seçkin bir hadaratı -dünya görüşünü- sunmuştur.

Medeniyet ise; hayat işlerinde -günlük yaşantıda- kullanılan maddi şekillerin tümüdür. Medeniyet özel ve genel olur. Hadarattan doğan medeni şekiller heykeller gibi özel olurlar. İlimden onun gelişmesinden, sanattan ve onun yükselişinden doğan medeni şekiller de genel olurlar. Bu bağlamda İslam’ın dünya görüşü ile çelişmediği takdirde Müslümanların almaları caizdir.

 

İDEOLOJİK ANLAMDA İSLAM

 

Eğer insan “doğru kalkınmayı” ve dahası mutluluğu istiyorsa öncelikle düzeyli bir insani davranışa sahip olması gerekir. İnsanın kalkınmasını yada çöküşünü hazırlayan yine insanın davranışlarıdır şüphesiz. O halde insanı söz konusu davranışlara iten güçler nelerdir. Onları inceleyelim.

Maddi güç: Bedenin ve maddi olanakların sağladığı güç. Bunlarla istekler doyurulabilir.

Manevi güç: Kendisinde var olan sıfatlardır. Kendisinde olmasıyla övünebileceği veya övülebileceği sıfatlardır. Bu sıfatlara sahip olabilmek için kendisi harekete geçebilir. Kahramanlık, cesaret, cömertlik bunlara birer örnektir.

Ruhi güç: Allah ile olan ilişkiyi idrakten doğan güç. Bu idrak vicdandan da doğmuş olabilir akıldan da.

İnsanı davranışa sürükleyen bu üç güçten en zayıfı maddi güç, en etkili olanı ise ruhi güçtür. Bu gücün doğru olarak harekete geçmesi için idrak sadece vicdandan değil akıldan olmalıdır.

Eğer düzeyli bir davranışın ne olduğuna vakıf olmak istiyorsak öncelikle doğru düşüncenin ne olduğuna vakıf olmamız gerekmektedir. Çünkü insanın davranışları ile mefhumları, düşünceleri arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Kendisinde belirli bir şahsa karşı kızgınlık mefhumu/düşüncesi olan bir bireyin, davranışları sevgi mefhumu taşıdığı şahsa yönelik olan davranışlarından tam tersi şeklinde seyredecektir. Hiç tanımadığı ve kendisi hakkında da hiçbir mefhum -düşüncesi- olmadığı şahsa karşı davranışları ise daha bir başka şekilde olacaktır. Bundan dolayıdır ki insanın davranışlarını belirli bir düzeye çıkartmak istiyorsak öncelikle onda doğru mefhumları, hayat hakkındaki düşüncelerini oluşturmak durumundayız.

Bu konudaki bir Ayet-i Kerimede Allah (c.c.)

“Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez” (Ra’d 11)

Ancak şu da var ki varlık hakkındaki mefhumların oluşumunu ancak belirli bir dünya görüşüne dayandığı, yani, insana bu dünya hayatında var oluşunun anlamı ve gayesini açıklayabilen bir dünya görüşünün bakış açısından doğduğunda mümkün olabilir.

Dünya hayatı hakkındaki düşünce ise ancak kainat, insan ve dünya hayatı, öncesi ve sonrası hakkında ve de -insan, hayat ve kainatın- bu dünya hayatı öncesi ve sonrası ile ilgili noktasında bir düşüncenin oluşumundan sonra mümkün olabilir. Çünkü bu hayat hakkındaki tüm düşüncelerin dayandığı temel fikir veya fikri kaidedir.

Bu varlıklar hakkında kapsamlı bir düşüncenin verilmesi insanın büyük düğümü çözmesi demektir. Bu büyük düğüm çözüldüğünde diğer problemler/düğümler çözülecektir. Çünkü bunlar temel probleme bağlı bütünden bir parça durumundadırlar.

İnsanoğlu bu çözümü elde ettiğinde temel bir düşünceye sahip olmuş olur. Diğer bir değişle ideolojiye sahip olmuş olur. İdeoloji; tüm fikirlerin üzerine bina edildiği temel düşüncedir. Bu bağlamda temel düşünce; kendisinden önce hiçbir düşüncenin bulunmadığı bir düşüncedir. Şüphesiz insanlığın kalkınmasına kefil olan böylesi bir ideolojidir. Tabii ki, bu ideolojinin insanlığı kalkındırabilmesi için insanın temel sorunlarını yine insanın fıtratına uyan, aklını tatmin edici ve kalbine güven verici tarzda çözüm önerebilirse, işte o ideoloji, insanlığı kalkındırmanın garantisini verebilir.

Muhakkak ki ideoloji bir şahsın zihninden doğar. Bu doğuş ya Allah’ın ona vahyi ve tebliğini emretmesi suretiyle, veya o şahısta parlayan bir deha ile olur. Allah’ın vahyi ile bir insanın zihninde beliren ideoloji yegane doğru ideolojidir. Zira o, kainat, insan ve hayatın yaratıcısından gelmiştir. Bu şüphe ve tereddüde meydan vermeyen kat’i bir ideolojidir. Kendisinde bulunan deha ile bir şahsın zihninde doğan ideoloji ise batıldır. Çünkü o ideoloji sınırlı olan varlığı kavramaktan aciz bulunan bir akıldan doğmuştur. Ve çünkü, nizam koyma hususunda insan anlayışı yaşadığı çevrenin tesiri altında kalmağa, çelişkiye düşmeğe, ihtilafa ve değişikliğe uğramaya mahkumdur. Bunlar çelişkili bir sistemin meydana gelmesine, dolayısıyla insanlığın mutsuzluğuna sebep olur. İşte bundan dolayı bir şahsın zihninden doğan ideolojinin hem akidesi hem de bu akideden çıkan sistemi batıldır.

İşte burada, dünyada yalnız İslam’ın tek doğru ideoloji olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı İslam; beşeriyetin doğru kalkınması ve onun gerçek mutluluğa ulaşmasının yegane garantisi olabilecek tek ideolojidir. Tarih bütün açıklığı ile bu gerçeğe en iyi tanıktır. İslam’ın gerçek şekli ile tatbik olduğu dönemlere tanıklık eden asırlar, insan oğlunun tanıdığı en büyük kalkınma devresine tanıklık eden asırlardır. İşte bugünde insanlık başta Müslümanlar olmak üzere insanın erdemli yaşamı yakalaması ve onun mutluluğa ulaşmasını istiyor ise İslam’ı toplum ve devlet planında tatbiki ile hayata yeniden dönüşünü sağlamaları gerekmektedir.

 

DEVLET, TOPLUM VE HAYAT SİSTEMİ OLARAK İSLAM

 

Toplum; aralarında sürekli ilişkilerin bulunduğu insan topluluğudur. İnsanlar arasında sürekli ilişkiyi sağlayan, ortak fikirlerin, duyguların ve nizamların bulunması zaruridir.

Kuşkusuz insan toplulukları, toplumun bireyleri arasındaki, ilişkilerinin çözülmemesi, çöküntüye uğramaması velhasıl sürekliliği için insanların toplum içerisinde ilişkilerin siste matize edeceği, bu ilişkilerden doğacak olan problemleri çözeceği ve toplumun her bir üyesinin tüm fonksiyonlarını, davranışlarını icra ederken kayıtlı kalacağı, yönlendirici ilkeler mesabesindeki sistemi yürürlüğe koyucu, toplumun işlerini idare edecek ve yasaların dışında hareket edenleri engelleyecek bir otoritenin de gerekliliğini ortaya koymuştur. Eğer insanlar her bir bireyin kendi çıkarı ve faydasını, dilediği bir biçimde diğerlerinden elde etme noktasında serbest bırakılırsa, bu durumda toplum, kuvvetlinin zayıfı yediği, orman yasalarının geçerli olduğu, yada insanlar, büyüğün küçüğü yediği balıklar topluluğuna dönüşecek ve ardından o toplum çökecek ve toplum olma niteliğini kaybedecektir. İşte bu açıdan baktığımızda insanların, tarihin başlangıcından buyana toplumların içeride bir sistemle ve onun yürütülmesi ile tanışıklığının olduğunu, toplumdaki tüm bireylerine yasalar karşısında sorumluluğu yüklediğini ve yasaları ihlal edenlere yaptırım uyguladığını, kendi işlerini söz konusu yasalara göre idare eden otoriteye boyun eğdiklerini görüyoruz. İşte bunun adı siyasi “otorite” veya “devlettir”.

İşte bu sistem ya; insanı, hayatı ve kainatı yaratan Allah katından belirlenecek yada insanın kendiliğinden yani sistem, kaynağını ya vahiyden alacak yada beşer aklından. Bu iki kaynaktan hangisi doğru olanıdır?

Bu sorunun net yanıtı ise! Hissedilir vakıa, insan aklının, beşeriyetin hayat nizamı olması doğrultusunda uygun bir yasayı bile belirlemekten aciz oluşudur. Çünkü burada istenilen insanın sorunlarını, insan vasfı ile yaklaşarak çözmektir. Yani insanın uzvi ihtiyaçları ve içgüdülerinin tatminini çözecek bir sistem. İnsan aklının, insanın bu efsanevi, gizemli yönünü ve tüm incelikleri ile insanın tümüne vakıf olma imkanı yoktur ki, ona uygun olacak bir sistemi ve yasaları belirleyebilsin.

Ama Yüce ve münezzeh olan yaratıcı -Allah- insanı, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını yaratandır. O halde onun bu yapısına -nefsine- en uygun sistemleri ve çözümleri de bilecek olan da O dur. Yüce Allah şöyle buyurdu.

“And olsun ki; İnsanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 16)

“Hiç O, yaratan bilmez mi? Ki o, latiftir. Her şeyden haberdardır.” (Mülk 14)

İnsan, insan için yasa belirlediğinde ve çözümler ürettiğinde gerçekte insanın problemlerini insan vasfı ile çözmüyor. Yani o insanın karşılaştığı geçici ve sadece dışa yansıyan bir problemini çözmektedir.

Ama ya Allah katından gelen sistem! Kuşkusuz o insanı insan vasfı ile ele alan her zamana ve her coğrafyaya uygun yasalar bütünüdür. Çünkü insan, içgüdü ve uzvi ihtiyaçları neyse odur. Tarihi sürecin işlemesi ve zamanın akışı ile asla değişmeyecektir. Yani Allah’ın yarattığı insan fıtratı zaman ve mekana göre farklılık arz etmeyeceğine göre, Allah’tan gelen bu sistemde, insanı insan vasfı ile, yani tüm içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının yapısal niteliğine göre değerlendirilecektir. Bu yönü ile İslam insana tüm coğrafya ve zaman diliminde tanıklık edebilecek yegane bir hayat sistemidir.

 

YEGANE MUTLULUK YÜCE ALLAH’IN RIZASININ KAZANILMASIDIR

 

Kuşkusuz mutluluk; her bir insanın ulaşmayı hedeflediği bir istektir. Ama bu mutluluk anlayışı kişiden kişiye, toplumdan topluma değişmektedir. Çünkü her insan; kendine özgün bir anlayışla mutluluğu temin için çaba sarf etmektedir. Tabii ki bu, onların her birinin mutluluğu elde ettikleri veya edecekleri anlamına gelmez. Çünkü mutluluk, tek doğru tanımı ve ulaşılması noktasında bir ikinci versiyonu olmayan -kendine has yolu- kendi içinde gerçekliği olan bir kavramdır. Tabii ki insan mutluluğu farklı olarak anlamaya, kendi gerçekliğinden uzak başka bir yolla onu elde etmeğe çalıştıkları için yollarından sapmışlardır.

Yaşamlarını putlara, yıldızlara ve bir takım toplum önderlerine ve kahramanlarına taparak geçirenler, yaşamlarını büyük servetler kazanma uğrunda feda edenler yada yaşamlarını içkinin, uyuşturucunun ve şehvetlerinin peşinde koşarak geçiren ve cinayetin bir çok parmak ısırtacak çeşitleri ile sabah akşam iç içe olan insanlık-insanlar.! İşte, bu yapılanların hepsi mutluluğu elde etme adına. Çünkü onlar bu yaşantı biçimini mutluluğa ulaştırıcı anlamına geldiğinin yanılgısına kapılmışlardır.

İşte bunlar insanın, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını tatmin ederken ona hiçbir kayıtlama ve kısıtlama gibi bir düşünce temeline dayandırmayan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Batılı dünya görüşünün bunları serbest bırakmasıyla bireyin yeni yeni arayışlara, sevk edilen içgüdüsel ve aksiyonlara bağımlı hale getirilen bedensel isteklerinin doyumu ve lezzetini sağlayacak keşifler ve buluşlara kilitlenmesi ile tabii sonuç olarak batı toplumunda bireyin çılgınlığı, taşkınlığı, cinsiyet kavramının, zinanın, homoseksüellik ve lezbiyenliğe yönelmeleri, hayvanlarla ilişki kurmaları gibi insan fıtratına aykırı bir boyut kazanması ile karşı karşıya kalındığını, esrar, uyuşturucu vb.lerin kullanımının ürküten boyutlara ulaştığı durumunu anlamamız pek şaşırtıcı olmasa gerek.

Eğer bedensel doyumun elde edilmesinde en büyük pay mala düşüyor ise batı toplumunun gözünde büyük servetlere ulaşmak neden en lüks olmasın ki? Söz konusu emele varma noktasında batı insanı kayıtsız kalacak, ister ticaretle, ister faiz yolu ile, ister kiralama, ister kadın pazarlama yolu, isterse sanayi, isterse de kumarla buna ulaşabileceklerdir.

Çünkü özgürlük düşüncesi batılı insanın aklına, anayasa metinlerinden daha köklü yerleşmişti. Bundan ötürü birey yasakların belirlediği çerçeveyi aşmaktan kendini hiçbir zaman alamamıştır.

İşte bilanço; neredeyse en kırsal kesimlerine kadar yaygınlaşan ve kurumsallaşan mafya, uyuşturucunun ve eroinin ürküten boyutlara ulaşan ticari yayılmacılığı, mal ve can emniyetine kastın artık önlenemez boyutlara varmasına sebebiyet vermiştir.

Yine eğer şöhret ve etkinlik, dünyevi kazancın yollarından ise, o zaman etkinlik-nüfuz ve şöhret batı insanının gözünde ulaşılması gereken bir idealdir. İşte buradan hareketle kapitalist ideoloji ve tatbikçileri nezdinde en mutlu insan; mal, nüfuz-etkinlik, otorite ve şöhrete en çok sahip olan bireydir.

Bütün bunlar, batı toplumunu; kuvvetlinin zayıfı ezdiği, yediği bir ormana çevirmiştir. Sevgi ve saygınlığa hak kazanmak ve kar eden olmak için, insanlar birbiri ile yarışmakta bir takım mekanizmalar elde ederek, güçlü olma isteğinin hatta daha güçlü rakip -olabilmek için devlet otoritesine sahip olmaya değin uzanan amaçsız bir serüvenin yaşandığı toplumlar.

Ama mutluluk arayışla çaldığı kapının, kendisine sıkıntı, bunalım ve aşılmaz bir iç tahribin dışında başka bir şey getirmediğini günümüz insanları anlamaya-algılamaya başlamıştır.

Bütün bu olumsuz tablo; onların insanın eğilimlerinin doyumuna ilişkin şu üç değerlendirmeden uzak olmaları sonucundadır.

İnsanın, yeme, içme, uyuma gibi benzeri uzvi ihtiyaçları, devamlılık ve cinsel iç güdüsü gibi bazı içgüdülerinin maddi olarak her ne kadar doyumu sağlanıyorsa da insanın, maddi anlamda doyuma ulaşamayacağı, ancak ruhi çizgide doyurabilir bir yönü olmasıdır. Bu da yine insanın fıtratında olan yüce bir yaratıcıya yegane kudret sahibi bir varlığa ve onunla iletişim kurmaya yönelik duyduğu ihtiyacıdır. İşte batı düşüncesi; insanın bu ruhi yönünü görmezlikten gelmiş; beşeri yaşamında onu tek kanatlı kuşa çeviren bir yaklaşımla vicdanında büyük bir gedik açmıştır.

İnsanın içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını tatmin etmek için bir arayışta olması gayet doğaldır. Gerçek problem; bunları tatmin ederken belli bir sistem içerisinde tatmin edilmemesidir. Yoksa insan tabii ki bunları doyuracaktır. İnsanı mutluluğa yada bunalıma sürükleyen, doyumun niteliğidir.

İnsan içgüdülerinden birini göz ardı edip diğer içgüdüsünü doyurabilir. Bu şekilde göz ardı ettiğini bastırmış olur. Yani içgüdülerinin doyumunda belli bir oranı, belli bir sistemi takip etmediği zaman, içgüdüler arasındaki denge paylaşımını gözetemediği takdirde bu durum insanı bunalımlara, şaşkınlığa ve ardından bir endişe ve huzursuzluğa itecek ve buna bağlı olarak da topluma huzursuzluk hakim olacaktır.

İnsanın içgüdülerine değinirken onun eğilimlerinde en büyük etkinin kutsama içgüdüsünde yattığını ifade etmek gerekmektedir. İnsan bu dünya hayatına gözlerini açar açmaz bir takım isteklerin kendisinde bulunduğunu hemen fark edecektir. Her şeyin bir denge de olması her şeyi insanın emrine amade kılındığını fıtri olarak dünyaya gözünü açar açmaz hissetmeye başlar. Bu durumda şaşkına dönen insan tüm bu göz kamaştırıcı nimetleri kendisine bahşeden yegane güç ve kudret sahibini kutsamak, ona şükür ve secde etmek için kendisini bir arayışın içerisinde bulacaktır. İşte bundan dolayıdır ki insan, (her ne kadar gerçek yaratıcısını/Allah’ı tanımaktan geri durmuşsa da) içinde fıtren saklı bulunan o tapınma/kutsama içgüdüsünü değişik şekillerde tatmine çalıştığı bilinen bir gerçektir.

Kuşkusuz kutsama içgüdüsü; insan fıtratının özüdür. Yapısal niteliğinin doğal sonucu olarak insanın aciz oluşu, onun işlerini idare edecek bir yaratıcının tanıklığına duyduğu ihtiyaçtır.

İşte insan, bu yönünü göz ardı edip yaratıcı/Allah ile bu bağlamda ilişiğinin kurulmasından ziyade bunu maddi bir takım yaklaşımlarla sağlanma yönüne gidilmesi sonuç olarak insanı bunalıma ve problemli bir yaşama sürdürecektir. Her ne kadar mutluluk arayışında olsa bile ona hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Tıpkı serap peşinde koşan ama her defasında eli boş dönenin durumu gibi.

Şimdi ise onlarla ilgili yüce Rabbimizin sözü üzerine bir düşünelim.

“Küfredenlere gelince; onların amelleri engin bir çöldeki serap gibidir. Susayan, onu su zanneder. Nihayet ona vardığı vakit, (zannettiği gibi) bir şey bulmazda yanında Allah’ı bulur. O da ona tamamıyla hesabını görüverir. Allah çok çabuk hesap görendir. Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. O denizi bir dalga bürür, üstünden bir dalga daha. Üstünden bir bulut. Bunlar bir biri üstüne öyle yığılmış karanlıklardır ki, kendi elini çıkarsa hemen hemen onu dahi göremez! Her kime de Allah nur vermemişse de artık onun için nur yoktur.” (Nur 39-40)

Bu bağlamda İslam’ın mutluluk yorumu yegane doğru bir yorum olduğu ve tek doğru model olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Çünkü o insanı en iyi şekilde bilen ve ihtiyaçlarının çözümünde onlara en güzel yolu sunan ve içgüdülerinin tatmininde tek doğru yolu çizendir. Bundan dolayı insan yaşamında Allah’ı emir ve yasakları doğrultusunda belirlenen çizgi üzere hareket etmesi gerekmektedir.

Dolayısıyla insan; Allah’ın emir ve nehiyleri doğrultusunda hareket ettiği zaman, kendisi için mutluluğu garanti altına alabilir. Böylelikle insanın; ideal olan mutluluğu; Allah’ın rızasına nail olmak, bunalımı da; Allah’ın rızasından uzak kalmak olarak görüyoruz. Şu ayetlerinde Rabbimiz bizlere bunu haber vermektedir.

“Muhakkak ki size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur-an) geldi. Onunla Allah kendi rızasına uyanları selamet yollarına eriştirir.” (Maide 15-16).

“Erkek ve kadın olan her kim mümin olarak salih bir amel isterse biz ona muhakkak güzel bir yaşam (standardı) sağlarız” (Nahl 97)

“Eğen benden size bir yol gösteren gelirse bilin ki benim yol göstericime uyanlar için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara 38)

“O kimseler ki, Rabbımız Allah’tır deyip sonra dosdoğru yol alırlar. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Ahkaf 13)

Sonra her iki grup arasında bir karşılaştırma yapan Rabbimiz;

“Her kim hidayetçime uyarsa, işte o sapmaz, bedbaht olmaz. Her kimde benim zikrimden yüz çevirir ise ona dar bir geçim vardır. Ve onu kıyamet günü kör haşr ederiz.” (Ta-ha 123-124)

Böylelikle mutluluk tanımı; Allah’ın koyduğu emir ve yasaklar doğrultusunda dünya nimetlerinden faydalanmaktır.

Aynı şekilde mutluluk; şiddet, imtihan ve sıkıntılı durumla da özdeşleşebilir. Nitekim Müslüman birey savaş ortamında kanını döker, kendini cesurca sipere atar savaşırken o mutluluğun alasını tadabilir. Çünkü o, Allah’ın rızasını kazanma noktasında; en büyük modellerden birisini; Allah’ın dininin yücelmesi, üstün gelmesi için cihad etmekte olduğunun bilincindedir. İşte kızgın çöl kumları üstünde yalçın bir kaya parçası altında dudaklarından “Allah birdir, Allah birdir,” ifadelerini söylediğinde bu mutluluğu Bilal (r.a.) yaşıyordu. Sonra Yusuf (a.s.) Allah’ın rızasının zindan, kızgınlığının ise dünya nimeti ve lüksü ile özdeş olduğu bir anda zindanı dolayısı ile Allah’ın rızasını -tercih ederken bizlere- mutluluğun ve huzurun en güzel örneklerini sunuyordu. Kralın hanımı;

“Yemin ederim ki, ben bunun nefsinden murad etmek istediğimde o, iffet göstererek yanaşmadı. Yani yemin ederim ki eğer emri yapmasa, mutlaka zindana atılacak ve zelillerden olacaktır.” (Yusuf 32) şeklinde onu tehdit ettiğinde o, şu güzel cevabı, karşılığı veriyordu.

“Ya Rabbi! Zindan bana bunların davet ettiklerinden daha makbuldür.” (Yusuf 33)

Yüce Rabbimiz mutluluğun kendi rızasını kazanmanın dışında gerçekleşmeyeceğini, bir çok ayette, yine kendi rızasını cennet vaadi ile birlikte zikrederek pekiştirmekte ve Cennet nimetlerini Allah’ın rızasıyla kazanılacağını ifade etmektedir. Söyleyenlerin en izzetlisi olan -Allah- diyor ki:

“Allah erkek mü’minlere de, kadın mü’minlere de içlerinde ebedi kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan adn cennetlerini ve çok güzel meskenleri (köşkleri) va’d etti. Allah’ın rızası ise daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe 72)

“Rableri katında onların mükafatı, altlarından ırmaklar akan adn cennetleridir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı onlar da Allah’tan razı olacaklardır. İşte bu, Rabbinden korkana mahsustur.” (Beyyine 8)

 

VAHY İLE KALKINIŞ

 

Daha önce insanları kalkındıracak tek ideolojinin sadece İslam olduğunu vurgulamıştık. Şüphesiz İslam, La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah iki şahadet, İslam şeriatının detaylarının dayandığı temel görüştür. Muhammed (s.a.v.)’e inen vahiy, insan, hayat ve kainat hakkında kapsamlı bir fikir verdiğine ve hayata ilişkin -tüm alanları kapsayan- sistemler belirlediğine göre bu din bir ideoloji olmuştur. İşte bu ideoloji (İslam) insan kaynaklı olmayıp sadece vahiy kaynaklı olan tek ideolojidir. İşte İslam ümmetinin kalkınma sırrı buradadır.

Ancak İslam ümmetinin kalkınmasının devamını sağlayacak olan Allah’ın emir ve yasaklarına bağlılıkları iledir. Başka bir ifade ile Muhammed (s.a.v.)’e indirilen vahye bu ümmet düşünce ve uygulama planında sarsılmaz/muhkem bağla bağlandığı ölçüde kalkınacak ve ilerleyecek, vahiyden uzaklaştıkça da çökecek ve açılacaktır. Bu sabit bir dengedir. İşte İslam tarihi buna en iyi şahittir.

Müslümanlar, İslam toplumunda -Peygamber ve Raşidi Hilafet döneminde- yaşamlarını İslam üzerinde şekillendirdiklerinde, kalkınmışlıklarının en güzel modelini gerçekleştirdiler ve o dönemleri en hayırlı asırlar olarak geçirdiler. Daha sonraları o sade çizgi bozulmaya başladığında İslam toplumunda davranışlar, yönelimler, vahyin indirdiği ilkeler ve hükümlerden ayrılmaya başlamış, böylece İslam ümmetinin bedenine çöküş hastalığı girmiştir. Söz konusu çöküntünün sebebi, toplum ile vahyin arasının açılmasıdır. Bu ayrılma genişledikçe ümmetin çöküşü kök salmış ve bu da devletin ortadan kalkmasına sebebiyet vermiştir.

İşte Müslümanlar, tekrar İslam’ı kendi özgü yapısına tüm saf ve sadeliği ile hiçbir şüpheci yaklaşıma yer vermeden son derece olağan bir hırsla anlamaya çalışmak durumundadırlar. Ta ki onların bağlılıkları Muhammed (s.a.v.)’e inen vahye, düşünce ve hükümlerine olsun. Buda Müslümanların İslam hukukunun kaynaklarına bakış açılarını netleştirmeleri zorunluluğunu doğurmaktadır ki hükümlerini ilahi vahyin belirlediği kaynakların dışında almasın.

Müslümanlar İslam şeriatını/hukukunu şu dört kaynaktan almakta idiler. Kur-an, Sünnet, İcma, Kıyas. İslam’ın kalkınmışlık dönemlerinde Müslümanların İslam’a ve yasama kurallarına yönelik yaklaşımları böyle idi. Ancak işte çöküş dönemlerinde Müslümanların yasama kaynakları birden çoğalıverdi. Ve nerede ise o kaynakların çoğunun vahiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Ümmetin gerilemesini ve çöküşünü daha da kamçılayan akıl, vakıadan etkilenme, maslahatlar (çıkarları) vb.. türetilmiş kaynaklar sayılmaktadır. Doğal olarak bu, İslam’ın net olarak anlaşılmadığının göstergesidir. İslam’ın Muhammed (s.a.v.)’e indirilen vahyin zaferini isteyen ümmetin, bir yanda hükümlerini ve yasal dayanaklarının bir çoğunu vahyin dışındaki kaynaklardan alıp, aynı zamanda İslam’ın nehyettiği ile ona (İslam’a) yardıma çalışması çok şaşırtıcı bir durumdur.

 

İSLAM TOPLUMU

Toplum ve Kalkınması :

İslam tarihinin başlaması ile birlikte, İslam temelinde düzeyli bir yaşamın ikamesi için çaba sarf edilmiş ve Peygamber (s.a.v.)’imiz döneminden bu yana geçmişlerimiz, söz konusu ideali gerçekleştirmede başarılı olmuşlardır. Zaten yüce Allah (c.c.) özellikle onlara bu sorumluluğu yüklemiş ve Allah Rasülü (s.a.v.)’e inen vahiy ile o yüce ideale varacak yolunu çizmiştir. Allah’u Teala Nur süresi 55’inci ayeti kerimesinde şöyle buyurdu.

“Sizden iman edip yararlı işler yapanlara Allah şöyle vaadde bulundu; Yemin olsun ki onlardan evvel gelenleri (İsrail oğullarını) nasıl (kafirlerin) yerine getirdiyse onları da (kafirlerin arazisine) getirecek ve onlara kendileri için seçtikleri dinlerini (İslam’ı) kuvvetle uygulama imkanı verecek. Onları korkularının ardından huzura kavuşturacak. Bana hiçbir şeyi ortak koşmayarak ibadet edecekler. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, artık onlar fasıkların ta kendileridir.” [Nur 55]

Ancak bugün, toplumumuzun hiç de iyimserlikle bakılamayacak bir hakikati, çöküşü yaşamakta olduğu hiçbir akıl sahibinin tartışamayacağı su götürmez bir gerçektir. Bu durumda toplumu kalkındıracak yolu/modeli yeniden araştırmak kaçınılmaz bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradaki araştırmamız, herhangi bir kalkınma modeline yönelik değil aksine tek doğru kalkınmanın modelini sunan yeniden İslami kalkınmanın araştırılmasıdır.

İslam’ın Müslümanlar için İslami bir toplum oluşturmaları noktasında yolu çizdiği bir gerçektir. Farklı bir deyişle İslam, Müslümanların, toplumlarını kalkındırmaları noktasında gerekli olan metodu belirlemiştir. Ancak bir gerçek olarak önümüzde duran toplumun vakıasını iyiden iyiye bilmeden söz konusu modelin anlaşılması ve uygulanabilirliği mümkün değildir. Çünkü bir problemin çözümünde İslam’ın takip ettiği metot şöyledir.

Çözümü istenen problemin özü üzerinde yoğunlaşabilmesi için söz konusu olayın/vakıanın iyiden iyiye incelenmesi analizinin yapılıp anlaşılması, Vakıa ile ilgili şer-i hükümlere dönülüp onların iyiden iyiye anlaşılması. Burada amaç söz konusu vakıa ile ilgili Allah’ın hükmünün bilinmesi olacaktır. Ortaya atılmış sorunun çözümü için söz konusu vakıanın/problemin üzerine şer-i çözümlerin uygulanmasıdır. Kuşkusuz toplumun gerçeğine ilişkin derin bir gözlem, bizlere toplumun -bireyleri arasındaki- ilişkilere egemen olan unsurların şu üç ana başlıkta toplandığını gösteriyor. Bunlar, Fikirler (düşünceler), Duygular ve Sistemlerdir.

Fikirler (düşünceler): İnsanın davranışları, onun sahip olduğu düşünce yapısına bağlıdır. O doğru gördüğünü yapacak, yanlış gördüğünü ise terk edecektir. İnsanlar arasında belirli bir diyalogun sağlanması, aralarında ortak bir düşünce yapısı oluşturulması ile mümkündür. Nitekim insanlar belirli bir çıkar üzere toplanmışlardır. Her iki tarafında düşünceleri söz konusu çıkar noktasında birleştiğinde ikisi arasında bir diyalog kurulabilir. Şayet çıkarları noktasındaki düşünceleri farklılık arz ederse bir diyalogdan söz etmek olasılık dışıdır.

Duygular: İnsanlar sahip olduğu fikirler doğrultusunda bir duygu yumağını da taşımaktadır. Nitekim bireyler arasındaki diyalogun sağlanması için, adına toplandıkları çıkarları noktasında duygu birlikteliğinin de sağlanması elzemdir. Böylece doğru/uygun bildikleri karşısında beraber sevinsinler, yanlış bildikleri karşısında da beraber üzülsünler. İşte toplumda genel sözleşmeyi (yaygın bir geleneği) oluşturacak olan bu duygu ve düşüncelerdir.

Sistemler: Her toplumda insanların işlerini idare eden, ilişkilerini siste-matize eden ve aralarındaki anlaşmazlıkları çözen bir otorite vardır. Bütün bunlar söz konusu otoritenin benimsediği ve yürürlüğe koyduğu ve toplumun tüm bireylerine bağlılığı zorunlu kıldığı sistemle sağlanmaktadır. Bu anlamı ile sistemlerin toplumsal ilişkiyi sağlayan büyük bir etken olduğu anlaşılıyor.

İşte bir toplum; söz konusu düşünceler, duygular ve sistemlerle nitelik kazanmaktadır. Örneğin toplum, söz konusu unsurları, tümü ile kapitalist unsurlar ise kapitalist bir toplum, komünist unsurlar ise komünist bir toplum, İslami unsurlar ise İslam toplumu diye nitelendirilecektir.

Böylesi bir toplumun belirli bir kimliği ve seçkin karakteri kazanabilmesi için söz konusu etken unsurlar (düşünceler/duygular/sistemler)’in birbiri ile çelişmeyen, bağdaşır olması, aralarında sıkı bir iletişimin olması gerekmektedir.

Kapitalist ve İslam-i düşüncenin birlikte var olduğu günümüzde, o toplumun ne bir rengi ne de belirli bir kimliği olacaktır. Dahası bu toplum var olan böylesi statükoyu koruduğu sürece asla ama asla ömründe kalkınma ile hiç mi hiç tanışmayacaktır.

Benzer bir biçim olarak, yaygın olan anlayış ile, idarecilerin, toplumun duygu ve düşünceleri ile çatışan, uyuşmayan sistemleri uygulamaları ile bir bölünmenin yaşandığı toplumlar, yönetilen ve yönetenler arasında düşmanlığın sürekli alevlenmesi tıkanıklığın, bunalımların yaşandığı toplumlar olacaktır. Bu tip toplumlar gelişmişliğe ve kalkınmaya en uzak toplumlardır.

Dahası, toplumların ilerlemeleri, duygu, düşünce ve sistemlerin yüceliği ve ulviliği ile olacak, bunların düzeysiz ve tutarsızlığı ise çöküşünü hazırlayacaktır. Ancak bir toplumun fikirleri, duyguları akli bir akideye dayalı olması, sistemlerinin de böylesi bir akideden çıkmış olması halinde kalkınmış bir toplum olacaktır.

Şayet doğru kalkınmış bir toplum istiyorsak bu, ancak İslam toplumunun oluşumu ile mümkün olacaktır. Yani İslam akidesi üzerine bina edilmiş; tüm duygu, düşünce ve sistemlerin İslam-i olduğu bir toplumu oluşturmakla olacaktır. Çünkü tek doğru akide İslam akidesidir.

***

Yukarı