Özelleştirme üzerinde çok konuşulmakta,
yazılmakta ve tartışılmaktadır. Bu tartışmalara bazı
İslâmi cemaatlerden müslüman yazar ve aydınlar da
katılmaktalar. Ancak bu tartışmalar; genellikle özelleştirme
nasıl yapılmalı, faydaları ve zararları nasıl olur, ne
kadar zaman içinde yapılmalıdır gibi teknik ve pragmatik açıdan
yapılmaktadır. Meseleye ideolojik açıdan pek
yaklaşılmamaktadır. Müslüman yazar ya da aydınların da bu
tartışmaya pragmatik açıdan yani özelleştirme neticesinde
oluşabilecek zarar ya da fayda açısından yaklaşmaları ve
eleştirmeleri hiç doğru değildir. Zira müslümanların
hayata ve hayatta herhangi bir hususa bakışları hep İslâm
akidesi ve hükümleri doğrultusunda yani İslâmi açıdan
olmalıdır.
Bir olaya İslâmi açıdan bakmak demek,
önce olayın realitesini, gerçeğini iyice anlamayı, ondan
sonra da o olayın ilgili şeri delillerini bulup o delillerden
çıkan şeri hükümlere göre tavır almayı gerektirir. Yoksa
o olayın neticesinde zarar mı olur, fayda mı olur, zor mu
olur, kolay mı olur hesabını yaparak tavır alınmaz. Böylesi
bir tavır müslümanlar tarafından da alınmış olsa İslâmi
bir tavır değil, ancak maslahatçı (pragmatik) bir tavır
olur.
İslâmi bakış açısına sahip olmayan müslümanlar
hep karşılaştıkları problemler ya da şartlar
doğrultusunda düşünmeye, dolayısıyla o şartlar
doğrultusunda değişmeye mahkum olurlar. Halbuki değişmesi
gereken müslümanın kendisi değil de, şartlar ve
koşullardır. Onun için müslümanların düşüncelerini vakıadan
(karşılaşılan koşullardan) değil de akidelerinden
almaları, onların “insanlara şahid kılınmış ümmet”,
“seçkin ümmet”, güdülen değil de “Allah’ın ahkamı
ile güden ümmet” olmalarının gereğidir. Yani inançlarının,
şahsiyetlerinin gereğidir.
Bu nedenle özelleştirme olayının gerçeğini
gösterme, sonuçları üzerinde bahsetme ve İslami açıdan
olayın nasıl çözülmesi gerektiğinden bahsedeceğiz.
1- Özelleştirmenin Tanımı Ve Oluşum Süreci
Özelleştirme, genel bir ifade ile; kamu mülkünde,
yönetiminde, kullanım tasarrufunda ya da hukukunda olan bir
mal, hizmet ve sanayinin çeşitli amaçlar adına, özel kişiye
ya da kuruluşlara devredilmesi, kamu tarafından o hizmetten
uzaklaşılması ya da satılması demektir.
Tanımdan da anlaşılacağı üzere; özelleştirme,
KİT’ler diye ifade edilen Kamu İktisadi Teşekkülleri için
söz konusudur. Bu teşekküllerin özelleştirilmesinden güdülen
amaç da şöyle ifade edilmelidir:
Kamu sektörü borçlanma ihtiyacını
azaltmak sureti ile para arzını kontrol altında tutmak ve böylece
enflasyon oranını düşürmek.
KİT’lerin tekel statülerini kaldırmak ve
serbest rekabet ortamında faaliyet göstermelerini sağlamak
sureti ile ekonomik rekabet ve verimliliği arttırmak.
Halkın daha büyük bir kesiminin
tasarruflarını hisse senetlerine yönelterek, sermaye
mülkiyetini yaygınlaştırmak.
Borçlanma ve vergi gelirlerine alternatif
olabilecek yeni bir gelir kaynağı oluşturmak.
Özelleştirme ile yük olarak görülen KİT’lerden
devletin kurtulması, buna ilaveten de sermaye piyasasında
serbesti amaçlanmaktadır.
Peki bugünkü anlamda KİT’ler nasıl
oluştu ?
KİT’lerin birçoğu dünyada 1930’lu yıllarda
yaygınlaşmaya başlayan karma ekonomi politikaları gereği
kamulaştırma, millileştirme, devletçilik sloganları
altında yapılan fert ya da özel sektöre ait bazı malların
ve mülklerin kamulaştırılması, yani devletin tasarrufu
altına alınması çalışmaları neticesinde oluşmuştur.
1920’lerde kurulan T.C. Devleti, her
hususta olduğu gibi ekonomik sistemde de o dönemde popüler
olan kapitalist ekonomik sistemi ithal etmişti. Kapitalist
ekonominin bir yaması olan karma ekonomiyi 1923’te yapılan
İzmir İktisad Kongresi’nde resmen benimsediğini ilân etmişti.
Yeni devletin nasıl bir ekonomi siyaseti ve sistemi
olacağını, kongrenin açış konuşmasını yapan M. Kemal’den
sonra konuşan İktisat vekili Mahmut Esad (Bozkur) şöyle açıklıyor:
Yeni Türkiye karma bir ekonomi sistemi
izlemektedir. Ekonomik teşebbüsleri kısmen devlet ve kısmen
kişiler almalıdır... Özetle bazı konularda ekonomimizde
devletleştirme yolu izlenecek ve bazı konularda ise, iktisadi
teşebbüsler özel sektöre bırakılacaktır.
İşte bu karma ekonomik sistemin gereği Türkiye’de
KİT’ler bugünkü haliyle ortaya çıkmıştır. KİT’lerin
ortaya çıkışında şu iki temel faktörün olduğu görülmektedir.
Devletleştirilen yabancı ve yerli
kuruluşlar: Bu yöntemle iflas etmekte olan yabancı sermayeli
ve yerli sermayeli şirketler çok yüksek fiyatlar ödenerek
millileştirildi. Böylece kamunun parası ile onların
sermayeleri kurtarılmış oldu.
Osmanlı Devletinden kalma ve sonra devletin
kurduğu şirketler: Tüm dünyada 1930 ile 1960’lı yıllar
arasında yaygın olan devletçilik, Kemalizmin de benimsemiş
olduğu temel ilkelerden birisi olduğundan Türkiye’de şu
amaç ve gerekçe gösterilerek yapılmaktaydı:
Gelir dağılımını değiştirmek, işçilerin
çalıştıkları teşebbüslerin kârlarına ortak
olmalarını sağlamak.
Tekel veya yarı tekellerin tüketiciyi
istismarını önlemek.
Diğer sektörlerin gelişmesine tesir eden
anahtar endüstrilerin kontrolünü devletin eline vermek.
İktisadi gayeler uğruna sosyal
menfaatlerin feda edilmiş olduğu zannını uyandıran
durumlarda sosyal denge sağlamak.
Çeşitli menfaat gruplarını
uzlaştırarak milli kaynakların ziyanını önlemek.
Gerek özelleştirmenin, gerekse
kamulaştırmanın ya da devletleştirmenin, temelde aynı
iktisadi amacı almaya yönelik olduğu apaçık ortadadır. Bu
durumda insanın aklına şu soru gelir: Devletleştirmenin
gerekçeleri ortadan kalktı mı ki, tekrar özelleştirmeye
gidilmektedir ?
Mesela devletleştirmenin gerekçesi olarak
gözüken:
Tekel veya yarı tekellerin tüketiciyi
istismarını önlemek hususunda ne değişti ?
Anahtar endüstrilerin (demirçelik,
madenlerin çıkartılması ve işletilmesi, ağır sanayi,
v.b.) kontrolü nasıl sağlanacak ?
İktisadi gayeler uğruna sosyal
(kamusal) menfaatlerin, hatta hakların feda edilmesi ve
kamu kaynaklarının heder edilmesi ne ile önlenecek?
Bu hususta da denge devletleştirme ile
sağlanamadı, özelleştirme ve bütün dünyası sadece
maddi menfaat olan canavar ruhlu kapitalistlerin
inisiyatifine terk etmekle mi sağlanacak ?
Şu halde gerek devletleştirme, gerekse
özelleştirme için ileri sürülen bu amaç ve gerekçeler
sadece aldatmaca ve şovdan ibarettir. Öyle ise her ikisinin de
asıl amacı nedir diye sorulursa, sadece yerli ve yabancı
sermaye sahiplerinin çıkarıdır deriz. Zira devletleştirme
sonucunda, yabancı ve yerli sermaye sahiplerinin iflas ederek
sermayelerinin ziyana uğraması, kamu malından çok yüksek
fiyatlar ödenerek önlenmiştir. Yani onlar, o yıllarda var
olan ekonomik krizden kamu malı ile kurtarılmışlardır.
Sonra da yine o sermaye sahipleri o kamu teşekküllerinin çoğuna
kısmen ortak olmuşlardır. Ödenen o yüksek fiyatların
karşılanması için kamu, vergi yükleri altında inim inim
inlerken o sıkıntılı yıllarda, o kapitalistler kâr oranlarını
%300’lere çıkararak sermayelerini kat kat
arttırmışlardır. Bugün de yine aynı durum ile gözler
önündedir. Şubat ayında yaşanan ekonomik kriz sonrası
önerilen çarelerin tamamı, bu yönde olmuştur. Mecliste çıkarılan
ve IMF tarafından istenen on beş yasanın temel amacı, budur
!
Özelleştirmede asıl şu iki amaç
öngörülmektedir:
Kapitalistlerin kasalarında kat kat katlanan
sermaye birikiminin daha da katlanabilmesi için dünyada 1980’li
yıllarda oluşan ticaret daralmasını aşarak sermayenin
ülkeler arasında dolaşabilmesini sağlamak.
Borçlu ülkelerin borçlarını düzenli bir
biçimde ödemek için KİT’lerden kaynaklanan yükü
hafifletmek, halktan alınan vergileri buna hasretmek.
İşte bu amaçları gerçekleştirmek için
büyük sermaye sahiplerinin denetiminde olan IMF ve Dünya
Bankası gibi kuruluşlar, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de
de özelleştirmeye teşvik ve hatta baskı yapmaktadırlar.
Onların yerli işbirlikçileri de özelleştirmeyi ballandıra
ballandıra halka anlatmaktalar, tozpembe manzaralar
sunmaktalar, globalleşme, küreselleşme, dünya ailesi gibi
saçma sapan laflarla kandırmaktalar. Bu baskı ve aldatmacı
propagandalar ile yapılmak istenen, kamu malları ile oluşmuş
olan KİT’leri yok pahasına yerli ya da yabancı sermaye
sahiplerine, peşkeş çekmektir. Mesela Kırşehir’de Köy-Tur
isimli bir mantar fabrikası tüm mal varlığı ile 7 milyar TL’ye
satılmıştır. Halbuki bu fabrikanın mal varlığının, 80
milyar TL’nin üstünde olduğu daha sonra kamuoyuna
yansımıştır. Sonuç olarak; bütün dünyada özelleştirme
propagandaları ile yapılmak istenen, dünyanın tamamını
beş altı dev sermaye sahibinin çiftliği haline getirmektir.
Böylece, dünyadaki tüm servetin bir kaç kişinin tekelinde
toplanmasını sağlanmaktır.
Şu halde; ister karma ekonomi şeklinde
olsun, ister özelleştirmenin damgasını vurduğu serbest
piyasa ekonomisi kılıfında olsun, liberalizm ya da kapitalizm
sisteminde her şey servet sahiplerinin lehinedir. Bu
uygulamalar sadece yamalıklar ya da kılıf değiştirmelerdir.
İşin gerçeği; özellikle 1980'den sonra
gündeme gelen bu olgu, dış borç krizlerine girmiş, hatta
borçlarının faizini bile ödeyemez hale gelmiş ülkelerin;
borç aldıkları ülkelere borçlarını ödeyebilir hale
getirilmesidir. Buna göre kamu şirketlerinin hisseleri, borçları
karşılığında satılacaktı. Nitekim Brezilya, Meksika,
Arjantin, Şili ve Türkiye’yi böyle yaptılar. Günümüzde
buna, bir de blok satışlar eklendi. Bu da aynı amaca hizmet
etmektedir.
Örneğin; Meksika bünyesindeki 905 kamu işletmesini
satmış, bundan 15.65 milyar dolar gelir sağlayıp, kötü
durumundan geçici bir süre için kurtulmuştu. Ancak 1993
yılında yine aynı duruma düşmüş ve petrol şirketini dahi
ABD'ye satmak zorunda kalmıştır. Aynı durum Arjantin'de de görülmektedir.
Bu ülkede de, bütün önemli gelir getiren işletmeler
satışa çıkarıldı ve gelişmiş ülkeler tarafından
alındı. Şimdi de Merkez Bankası’nın yapısı
değiştirilmek ve ülkenin en stratejik ve en kritik merkezi
olan Telekom satılmak suretiyle, benzer bir durum Türkiye’de
de yapılmak istenmektedir.
Özelleştirmesi yapılan, dolayısıyla
gelişmiş ülkeler tarafından alınan işletmeler ise;
haberleşme, ulaştırma, enerji, yeraltı kaynakları gibi
hayati ve önemli işletmelerdir.
İşte bundan dolayı, özelleştirme;
gelişmiş ülkelerin lehine büyük bir güç haline geldi. Bu
işten gelişmiş ülkelerin 1988-1992 arasındaki 4 yılda,
kazançları 60 milyar dolardır.
Bu ekonomik olgunun arkasında siyasi bir
fikrin bulunmadığını düşünmek mümkün değildir.
Çünkü özelleştirme fikri, halkları sömürmek metodu
üzerine kurulan kapitalist ideolojinin işlerinden bir iştir.
Ancak burada şunu belirtmek gerekiyor:
üzerinde durulması gereken husus; özelleştirme olsun mu,
olmasın mı, özelleştirme mi, devletleştirme mi gibi
tartışmalarda taraf olmak değildir. Yapılması gereken iş;
sadece olayın hakikatini ve arka planını keşfetmeye yönelik
olmalıdır. Özelleştirme olsun mu, ya da özelleştirme mi,
devletleştirme mi tartışmasında taraf değiliz. Çünkü
bizim olaya bakışımız tamamen başka boyuttadır. Zira bizim
yani müslümanların dünya görüşlerinde yani İslami
bakışta ne özelleştirme mefhumu vardır, ne de
devletleştirme mefhumu vardır. Şöyle ki;
Özelleştirme; ister aslı kamu mülkünden
olan, isterse sonradan kamu malı ile alınarak oluşan KİT’ler
ve onlara ait tüm mal ve mülkiyeti olsun; fertlere ya da özel
sektöre devredilmesi veya ferdi mülkiyete dönüştürülmesi
demektir.
Peki bu vakıa karşısında şeri hüküm
nedir ?
2- Özelleştirmenin Şeri Hükmü
Özelleştirme ve beraberinde getireceği
sorunlar, kapitalist nizamın tıkanmışlığının bir görüntüsü
ve onun ürettiği sorunlardan bir sorundur ki; bilindiği ve
tarihen sabit olduğu üzere, kapitalizmin sorun üreten bir yapısı
vardır. Bu da kapitalizm ideolojisinden kaynaklanmıştır.
Zira kapitalizme göre, tek çeşit mülkiyet vardır, o da
ferdi mülkiyettir.
İslâm’da mülkiyet konusuna gelince;
Mülkiyet, mal ve hizmetten yararlanmakla
ilgili olarak Şari’in (şeriat koyucunun) iznidir. Yani şeri
bir hükümdür. Zira şeriat nazarında malikül mülk, yani
mülkün gerçek sahibi Allahu Teâlâ şöyle demiştir:
De ki, Malikül Mülk(mülkün gerçek sahibi
olan) Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verirsin ve
dilediğinden geri alırsın. [Ali İmran 26]
Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne
varsa, hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. Sonunda dönüş de
ancak O’nadır. [Maide 18]
Size vermiş olduğu Allah’ın malından
onlara verin. [Nur 33]
O halde; mal ve mülk yalnız Allah’a
aittir. Ancak Allah; insanoğlunu, mal üzerinde halife kılmıştır.
Malı insanlara, O vermiştir. Yani ondan yararlanma iznini O
vermiştir. Bu izinle malın mülkiyet hakkını, insana Allah
vermiştir.
Sizi hakkında halife kıldığından
(maldan) infak edin ! [Hadid 7]
Görülüyor ki, Allah mala ait mülkiyetin
aslını belirtirken, malı kendi zatına izafe ediyor, Allah’ın
malı diyor. Mal mülkiyetinin insanların ellerine geçmesi
hususunu belirtirken de, malı insanlara izafe ediyor.
Hemen onların mallarını ödeyin !
[Nisa 6]
Onların mallarından al ! [Tevbe 103]
Ancak temsil yetkisi ile gelen bu mülkiyet
hakkı, insanoğlunun bütün fertlerine genel olarak gelmiştir.
Böylece insanlar bununla mülkiyet hakkına sahip
olmaktadırlar, fiili mülkiyete değil. Zira insanoğlu mülk
edinebilme hakkında temsil yetkisine sahiptir, mutlak mülkiyete
değil. Çünkü o mutlak mülkiyet, Allah’a aittir. Mâlikül
Mülk ancak O’dur. Ne fert, ne toplum, ne de devlet malı mülktür.
Belirli bir fert için fiili mülkiyete
gelince; İslâm o hususta ona sahip olması için Allah’tan
ferde izin olması şartını koşmuştur. Bundan dolayı İslam’a
göre insan, ancak Şari’in (şeriat koyucunun) izni olduğu
zaman, fiili mülkiyet edinebilme hakkını kazanabilir.
Allah’ın şeriatında üç çeşit mülkiyet
hakkı vardır.
1- Ferdi Mülkiyet: Şeriat ferdi mülkiyetin
var olduğunu göstermiştir. Böylece her ferd ancak şeriatın
gösterdiği bir yolla mülk edinebilir. Mala ferdi mülkiyeti
gerekli kılan şeri hükümler incelendiğinde, mülk
edinebilme yollarının şu beş yolla sınırlı olduğu ortaya
çıkar:
Çalışmak
Miras
Hayatın devamı için mal ihtiyacı
Devletin malından tebaasına vermesi
Karşılığında mal ve çaba sarf etmeden
fertlerin elde ettikleri mallar (hediye, hibe gibi)
Böylece şeriat mülk edinme yolları ve
sebeplerini belirlemiştir, bize terk etmemiştir. Malın
tanımını, ona ulaşmanın yollarını, harcamanın
sahalarını, helal-haram sınırı içinde belirlemiştir.
2- Kamu Mülkiyeti: Şeriat bütün
ümmeti ilgilendiren kamu mülkiyetinin de var olduğunu göstermiştir.
Ahmed b. Hanbel Resulullah (S.A.V.)’den şöyle rivayet etti: İnsanlar
üç şeyde ortaktırlar: Su, mera, ateş.
Kamu mülkiyeti şeriat koyucunun mallardan
ya da mülklerden istifade etmeye katılmak hususunda kamuya
verdiği izindir. Kamu mülkiyetinden olan mallar, şeriat
koyucunun aralarında ortaktır, diye belirlediği ve ferdi ona
sahip olmaktan menettiği mallardır. Bu ise; üç çeşit malda
tahakkuk eder:
a) Kamu için hayati dayanak teşkil eden
mallar: Yukarıdaki hadiste geçen su, mera, ateş gibi
temel ihtiyaç türünden olan bütün mallar. İbn Abbas(r.a.)’dan
rivayet edilen hadisin metnine ilaveten Enes(r.a.)’dan rivayet
edilen hadiste, Ondan para kazanmak da haramdır. ifadesi
de vardır.
İbn Mâce, Ebu Hureyre (r.a.)’den
Rasulullah (sav)’in şöyle dediğini rivayet etti: Üç
şey men edilmez: Su, mera, ateş.
Bu delillerden anlaşılıyor ki; su, mera,
ateş kamu mülkiyetindendir, ferdi mülkiyete dönüştürülmeleri
caiz değildir. Ancak hadiste geçen bu üç şeyin kamu mülkiyetinden
olmaları, Rasulullah (sav)’ın diğer uygulamalarından
anlaşılıyor ki, kamunun onlara duyduğu zaruri ihtiyaca
binaendir.
b) Miktarı tükenmez olan mallar:
Miktarı tükenmez olan, yani çok büyük miktarda olan
madenler de kamu mülkiyetindendir. Hiçbir ferdin böylesi bir
şeyi özel mülkiyetine alması caiz olmaz. Nitekim Tirmizi,
Ebyad b. Himal’den şöyle rivayet etti:
O, Rasulullah (sav)’e gelip bir tuz
bölgesinin kendisine ikta edilmesini istemiştir. Rasulullah
(sav) de orayı ona ikta etti. Ebyad oradan kalkıp gidince,
Peygamber(sav)’in yanında bulunanlardan bir adam, Ey Allah’ın
resulü, ona ne ikta ettin biliyor musunuz ? Ona kaynağı
kesilmeyen su ikta ettiniz. dedi. Bunun üzerine Resulullah
(S.A.V.); onu ondan geri alıyorum dedi.
Kaynağı kesilmeyen su ikta edilmez. O adam,
o tuz yerini kaynağı kesilmeyen suya benzetti. Çünkü o da
sürekli bir tuz madeni konumundaydı. Bu hadis Rasulullah (sav)’in
bir tuz dağını Ebyad b. Himal’e (ikta ettiğine) mülk
olarak verdiğine, dolayısıyla tuz madeninin ferdi mülkiyete
verilebileceğine de delâlet ediyor. Ancak Resulullah (S.A.V.)
onun tükenmez bir maden olduğunu anlayınca, ondan vazgeçtiğini,
o tuz mülkiyetini ondan geri aldığını da gösteriyor.
Böylece böylesi bir özelliğe sahip bir madenin fert mülkiyetine
giremeyeceğini, onun genel (kamu) mülkiyetinden olduğunu
belirtmiş oluyor.
Bu hüküm, yani tükenmeyen ve kesilmeyen
madenlerin genel mülkiyet kabul edilmesi bütün madenler
içindir. İster bu madenler herhangi bir işlem görmeden elde
edilir cinsten olsun, tuz, sürme ve yakut gibi, insanların
direkt olarak istifade ettikleri türden olsun; isterse bir takım
işlemlerden sonra elde edilen; altın, gümüş, demir, bakır,
kurşun v.b. gibi olsun, madenlerin hepsinin mülkiyeti
geneldir. İster bu madenler katı olsun (billur gibi), ister
petrol gibi sıvı halde bulunsun, ister doğalgaz gibi gaz
halinde bulunsun, bu madenlerin hepsi hadisi şerifin kapsamına
girer.
c) Tabiatları gereği ferdin mülkiyetinde
bulunmaları mümkün olmayan şeyler: Onlar topluma
gereken, menfaatlerini kapsayan mallardır. Dolayısıyla, a
şıkkına ait deliller bunlara da geçerlidir. Fark ise şudur:
Kamunun temel ihtiyacı durumunda olan mallardan, temel ihtiyaç
olma vasfı kaybolunca ferdi mülkiyete dönüşebilme özelliği
vardır. Ancak bu tür mal ve mülkler (yollar gibi) asla ferdi
mülkiyete dönüşemezler. Buna delil Rasulullah (sav)’den
rivayet edilen bazı hadislerdir. Mesela Rasulullah (sav) Mina’nın
ferdi mülkiyete dönüşmesini nehy etmiştir. Yollara
oturmayı yasaklamıştır. Bu tür kamu mülkiyetine nehirler,
denizler, umumi kanallar, liman ve boğazlar, köprüler,
yollar, barajlar ve bunlar üzerindeki elektrik santralleri, su
depoları v.b. girer.
3- Devlet Mülkiyeti: Şeriat devlete ait
mülkiyetin de var olduğunu belirtmiştir. Bu mülkiyet ferdi
mülkiyet özelliği taşıdığı halde, kamunun haklarının
olabildiği mülkiyettir. Şeriatın devletin görüşü ile
tasarrufu altına terk ettiği mülkiyettir.
Bu mal ve mülkiyetin devlete ait oluşunun
anlamı, devletin o mallar hakkında tasarruf yetkisine sahip
olması demektir. Bu da bir çeşit mülkiyettir. Çünkü
mülkiyetin anlamı; sahibi olduğu mal üzerinde bir şahsın
tasarruf yetkisinin olmasıdır. Buna göre; tasarruf ve işletebilmesi
devletin yetkisine terkedilmiş olan her mal, devlet mülkü
kabul edilir. Nitekim şeriat koyucu belli malları devlet mülkü
kılmıştır. Ve şeriat bu malların harcanılacak yerini
tayin etmiş değildir. Zira şeriat, harcanılacak yerlerini
belirttiği malların tasarrufunu devletin görüşüne bırakmamıştır.
Böylesi bir mal ise devlet mülkü olamaz. Mesela zekât devlet
mülkü sayılmaz. Zira zekâtın mülkü şeriatın belirtmiş
olduğu sekiz sınıfa aittir. Devlete düşen sadece onu
belirtilen yerlere dağıtmaktır.
Her ne kadar devlet hem genel mülkiyeti, hem
de devlete ait mülkiyetin tedbirlerini icra ediyorsa da, her
iki mülk arasında bir fark vardır. Şöyle ki: genel
mülkiyete ait olan bir malın devlet mülkiyeti olması caiz
değildir. Bu sebeple devlet genel(kamu) mülkiyetine ait olan
herhangi bir malın aslını bir kimseye vermez. Fakat
genel(kamu) mülkiyetinden kamunun her kesiminin istifade
etmesini temin eder. Devletin mülkiyeti böyle değildir.
Devlet isterse kendisine ait herhangi bir malı belirli bir
kimseye verebilir, bir başkasına vermeyebilir. Ya da onu,
eğer onda insanların işlerinin güdülmesi ile ilgili bir
hususu görürse fertlere yasaklayabilir. Mesela haraç malını
isterse ziraatin gelişmesi için çiftçilere verip, başkalarına
vermeyebilir. Ya da silah satın alarak başka kimseye vermeden
sadece o sahaya harcayabilir. Sonuç olarak devlet, kendisine
ait malda tebanın maslahatı için uygun gördüğü şekilde
tasarrufta bulunur.
Devlet mülkiyetine örnek olarak şunlar
verilebilir:
Sahralar, dağlar, sahiller, fertlere ait
olmayan ölü araziler.
Nehir yatakları gibi araziler.
Feth edilen araziler.
Feth edilen ülkelerdeki o devlete ait tüm
binalar ve devlet dairelerindeki mallar, okullar,
hastahaneler, harpte ölenlerin malları, binaları, ya da
devletin kendisinin devlet daireleri için yaptığı veya
satın aldığı bina ve mallar.
Devlet, devlet mülkiyetinden olan mallarından
gelir elde edebilir. Fakat bu devletin tüccar olması, üretici
ya da işletmeci olması demek değildir. Onun devlet mülkiyetinden
gelir sağlaması kazanç maksadı ile olan bir tasarruf değil,
tebaanın işlerini gütmesi ile ilgili bir tedbirdir. Devletin
bu tedbiri şöyle olabilir :
Devlet malından olan arazi, bina ve
malların satılması, kiraya verilmesi şeklinde.
Meyvalı ağaçlı arazilerin
işletilmesinin 1/4, 1/3, 1/2 gibi oranlarda mahsül karşılığı
olarak kiraya verilmesi.
Ziraat arazilerinin, işçiler tutarak işletilmesi.
Suyu çekilmiş nehir yataklarının
ihyası ile.
Devlete ait arazilerden, tebasının
fertlerine ikta etmesi.
Ölü arazilerin ihyası için fertlere
verilmesi ve teşviki.
Özet olarak diyebiliriz ki; üç çeşit mülkiyet
vardır.
Ferdi Mülkiyet
Kamu Mülkiyeti
Devlet mülkiyeti.
Bunların ne olduğunu ve sınırlarını
şeriat belirlemiştir. Burada ise, detaylara inmeden ana
hatları zikredildi. Bu açıklama ile İslâm’ın mülkiyete
bakışını ortaya konulmaya çalışıldı.
Şu halde ne kamulaştırmanın ne de özelleştirmenin,
İslâm nizamında vakıası yoktur.
Kamulaştırmaya gelince; O ne kamu, ne de
devlet mülkiyetindendir. Kamulaştırma, kapitalizm nizamının
kendi yırtıklarını, kusur ve ayıplarını, zulmünü
örtmek için yaptığı yamalıklardandır. Kamulaştırma;
devletin, ferdi mülkiyet olma özelliğini taşıyan bir malda
kamu menfaatini görmesi sonucunda, ferdi mülkiyeti devlet
mülkiyetine dönüştürmesidir. Bu ise; şeriattaki kamu mülkiyeti
ve devlet mülkiyetinde farklıdır. Zira kamu ve devlet mülkiyetinin
belirlenmesi devletin görüşüne terk edilmemiştir. Bu mülkiyetin
belirlenmesi, malın özelliği ve sıfatı hakkında sabit olan
İslâmi hükümlerine göre olur. Bunun için devlet, istediği
zaman kamu menfaati düşüncesinde ve bahanelerinden hareket
ederek rasgele zulümle ferdi mülkiyete müdahale ederek kamulaştıramaz.
Buna gücü yetmez (değerini vermiş olsa bile). Çünkü
fertlere ait mallar şeriata göre korunmuştur. Hiçbir
kimsenin devlet de olsa ferdi mülkiyete tecavüz yetkisi
yoktur, caiz değildir.
Aynı şekilde devlet, kamu mülkiyetine ait
olan herhangi bir mülkü menfaat ve maslahat düşüncesi ile
ferdi mülkiyete dönüştürmesi de caiz değildir. Çünkü bu
mallardaki maslahatı şeriat belirlemiştir. Bunu da neyin kamu
mülkiyeti olduğunu, neyin devlet mülkiyeti olduğunu, neyin
ferdi mülkiyet olduğunu belirterek yapmıştır.
Hem kamulaştırma, hem de özelleştirme,
şeriatın kesinlikle yasakladığı malın belli kişiler, ya
da kesimlerin elinde tekelleşmesine açılan kapılardır.
Şeriat ise böylesi kapıları kesinlikle tanımamaktadır.
Zira Allahu Teâlâ malın belli ellerde toplanmasını şöyle
yasaklamıştır:
Böylece o mallar içinizden yalnız
zenginler arasında dolaşan bir devlet(varlık) olmasın.
[Haşr 7]
Özelleştirme uygulamalarının arkasındaki
siyasi hedef ise; özellikle gelişmekte olan ülkelere ait bir
sanayi ve de ekonomik birikimi olmamasını sağlamak. Zira bu
ülkelerde mevcut sömürgeci devletlerin kontrolü dışında
oluşabilecek yeni yönetimler için ekonomik bir güç ve varlık
olmasın. Ve o yönetimler sömürgeci devletler karşısında
bir varlık oluşturmasınlar. Bu uzun vadeli bir siyasi tedbir
olarak telakki edilebilir.
Özelleştirme uygulamaları gerçek anlamda
devlet anlayışına, özellikle de İslâm’da devlet anlayışına
tamamen terstir. Zira İslâm’da devletin asli işlerinden
birisi de tebaasının zorunlu ihtiyaçlarını
karşılamaktır. Devlet bunu çeşitli şekillerde ama şeri
çerçeve içinde yapmak zorundadır. Şeri hükümler
çerçevesinde zenginlerden alıp, mağdur ve fakirlere
dağıtır. İslâm devletinde malın üç beş zenginin
tekelinde toplanmasına giden yollar tıkanmıştır. Bu da hem
ekonomik tedbirler ile, hem de cezalar sistemi ile ve hem de
eğitim ile yapılmakta, yani İslâm sisteminin bütünlüğü
içinde sağlanmaktadır. Malın sadece zenginler arasında
dolaşan bir varlık olmasını sağlayan hususlardan, stokçuluk,
sahtekârlık, yalancılık, rüşvet ve en önemlisi faiz çok
şiddetli bir şekilde yasaklanmış ve de faillerine şiddetli
müeyyideler konulmuştur. Diğer yandan eğitim ile; cömertlik,
başkasını kendi nefsine tercih etmek, kânaat gibi mefhumlar
ile insan unsuru eğitilmektedir. Allah ve ahiret inancı
kalplere ve zihinlere yerleştirilmekte, amellerin ölçüsü
menfaat değil de; helal-haram, sevap-günah olmaktadır. Bu
sistem içinde zenginler devletin ve kamunun malını yiyen
vampirler değil, malları ile kamunun ihtiyaçlarının
karşılanmasında devletin yardımcılarıdır. Devletin işi
de kamuya ait malları zenginlere peşkeş çekmek değil,
kamunun zaruri ihtiyaçlarını karşılamak ve kamunun
malından herkesin adilâne istifade etmesini sağlamaktır.
İşte devlet yanında olan zenginlere
örnek. Ebu Bekir, Osman, Ömer v.s. İşte kamu ihtiyaçların
karşılama sorumluluğunun bilincindeki devlete örnek, Raşidi
Hilâfet’in, Ömer(r.a.)’ın bir uygulaması:
Bir kıtlık yılında Mısır tarafından
gelen gıda kervanı yükleri ve develeri ile tebaaya dağıtılıyor.
Develerin etleri dağıtılırken, bir parça et de Halife Ömer’e
getiriliyor. Bu da senin hakkın denildiğinde, herkese
dağıtılıp dağıtılmadığını soruyor. Daha herkese
dağıtılmadığını öğrendiğinde, herkese dağıtılmadan
ben ondan bir lokma yemem diyor.
Elbette ki; bu uygulamayı mevcut sistemlerde
görmek mümkün olmaz. Çünkü bu Allah’tan gelen mükemmel
sistemin uygulamalarındandır. Bu güzellik ancak fıtrat
dininde, İslâm sisteminde ve onun yönetim sisteminde
mevcuttur. Başka bir sistemde değil.
3- Sonuç ve Yapılması Gereken İş
Şu halde özelleştirme ile yapılmak
istenen; aslı kamuya ait olan yollar, köprüler, barajlar,
elektrik santralleri, madenler ve işletmeleri, limanları, su
tesislerini v.b. mülklerin ferdi mülkiyete dönüştürülmesi
şeriata göre caiz değildir. Ne devletin, ne hükümetin, ne
de kamunun buna yetkisi yoktur. Zira onların hiçbirisi
malikül mülk değildir. Onların bu hususlarda vermiş
oldukları kararlar muteber değildir. Bu kararlar ile kamu mülkiyeti
vasfı o mallar üzerinden kalkmaz.
Özelleştirme de, kamulaştırma gibi
kapitalizmin bir yaması ve onun ürettiği bir sorundur. Bu ve
benzeri tüm sıkıntı ve sorunlardan kurtulmanın tek yolu; bütün
çağdaş, cahili, tağuti, beşeri ideolojilerden kurtulmak,
onları toplumsal hayattan kökünden söküp atarak İslâmi
hayatı başlatmaktır. Bu hem zaruret, hem de farzdır. Dünya
ve ahiret hayatımızda izzet ve saadetin tek yoludur. Bu ise,
ancak Raşidi Hilafet Devleti’ni kurmak için çalışan
samimi ve ihlaslı gençler ile birlikte çalışmakla olur.
Aksi halde hiç kimsenin bu tağuti batıl sistemlerden
kaynaklanan sıkıntılardan şikayet etmeye hakkı yoktur.
Sebep ortada dururken, neticelerle uğraşmak aptallık ve
abesle iştigaldir. Müslüman ise abesle iştigal etmemelidir.
İslâmi hayatın başlaması için gerekli çalışmayı
yapmalıdır.
|