Ayın Konusu

İnceleme

Soru-Cevap

Kitap Tanıtım

Hakkımızda

Ana Sayfa
Kitap
Beyan
Yeni Sayı
Arşiv
Haber
Sizden Gelen
Link
Email
İslam Devleti
İslam'a Davet
Hizb-ut Tahrir
Hilafet Nasıl Yıkıldı
İslam Şahsiyeti
İslam'da İctimai Nizam
İslam'da Yönetim Nizamı
İslam'da Ekonomik Sistem
Diğer kitaplar için tıklayınız

ÖZELLEŞTİRME

 Abdullah Bayram

Özelleştirme üzerinde çok konuşulmakta, yazılmakta ve tartışılmaktadır. Bu tartışmalara bazı İslâmi cemaatlerden müslüman yazar ve aydınlar da katılmaktalar. Ancak bu tartışmalar; genellikle özelleştirme nasıl yapılmalı, faydaları ve zararları nasıl olur, ne kadar zaman içinde yapılmalıdır gibi teknik ve pragmatik açıdan yapılmaktadır. Meseleye ideolojik açıdan pek yaklaşılmamaktadır. Müslüman yazar ya da aydınların da bu tartışmaya pragmatik açıdan yani özelleştirme neticesinde oluşabilecek zarar ya da fayda açısından yaklaşmaları ve eleştirmeleri hiç doğru değildir. Zira müslümanların hayata ve hayatta herhangi bir hususa bakışları hep İslâm akidesi ve hükümleri doğrultusunda yani İslâmi açıdan olmalıdır.

Bir olaya İslâmi açıdan bakmak demek, önce olayın realitesini, gerçeğini iyice anlamayı, ondan sonra da o olayın ilgili şeri delillerini bulup o delillerden çıkan şeri hükümlere göre tavır almayı gerektirir. Yoksa o olayın neticesinde zarar mı olur, fayda mı olur, zor mu olur, kolay mı olur hesabını yaparak tavır alınmaz. Böylesi bir tavır müslümanlar tarafından da alınmış olsa İslâmi bir tavır değil, ancak maslahatçı (pragmatik) bir tavır olur.

İslâmi bakış açısına sahip olmayan müslümanlar hep karşılaştıkları problemler ya da şartlar doğrultusunda düşünmeye, dolayısıyla o şartlar doğrultusunda değişmeye mahkum olurlar. Halbuki değişmesi gereken müslümanın kendisi değil de, şartlar ve koşullardır. Onun için müslümanların düşüncelerini vakıadan (karşılaşılan koşullardan) değil de akidelerinden almaları, onların “insanlara şahid kılınmış ümmet”, “seçkin ümmet”, güdülen değil de “Allah’ın ahkamı ile güden ümmet” olmalarının gereğidir. Yani inançlarının, şahsiyetlerinin gereğidir.

Bu nedenle özelleştirme olayının gerçeğini gösterme, sonuçları üzerinde bahsetme ve İslami açıdan olayın nasıl çözülmesi gerektiğinden bahsedeceğiz.

 

1- Özelleştirmenin Tanımı Ve Oluşum Süreci

Özelleştirme, genel bir ifade ile; kamu mülkünde, yönetiminde, kullanım tasarrufunda ya da hukukunda olan bir mal, hizmet ve sanayinin çeşitli amaçlar adına, özel kişiye ya da kuruluşlara devredilmesi, kamu tarafından o hizmetten uzaklaşılması ya da satılması demektir.

Tanımdan da anlaşılacağı üzere; özelleştirme, KİT’ler diye ifade edilen Kamu İktisadi Teşekkülleri için söz konusudur. Bu teşekküllerin özelleştirilmesinden güdülen amaç da şöyle ifade edilmelidir:

Kamu sektörü borçlanma ihtiyacını azaltmak sureti ile para arzını kontrol altında tutmak ve böylece enflasyon oranını düşürmek.

KİT’lerin tekel statülerini kaldırmak ve serbest rekabet ortamında faaliyet göstermelerini sağlamak sureti ile ekonomik rekabet ve verimliliği arttırmak.

Halkın daha büyük bir kesiminin tasarruflarını hisse senetlerine yönelterek, sermaye mülkiyetini yaygınlaştırmak.

Borçlanma ve vergi gelirlerine alternatif olabilecek yeni bir gelir kaynağı oluşturmak.

Özelleştirme ile yük olarak görülen KİT’lerden devletin kurtulması, buna ilaveten de sermaye piyasasında serbesti amaçlanmaktadır.

Peki bugünkü anlamda KİT’ler nasıl oluştu ?

KİT’lerin birçoğu dünyada 1930’lu yıllarda yaygınlaşmaya başlayan karma ekonomi politikaları gereği kamulaştırma, millileştirme, devletçilik sloganları altında yapılan fert ya da özel sektöre ait bazı malların ve mülklerin kamulaştırılması, yani devletin tasarrufu altına alınması çalışmaları neticesinde oluşmuştur.

1920’lerde kurulan T.C. Devleti, her hususta olduğu gibi ekonomik sistemde de o dönemde popüler olan kapitalist ekonomik sistemi ithal etmişti. Kapitalist ekonominin bir yaması olan karma ekonomiyi 1923’te yapılan İzmir İktisad Kongresi’nde resmen benimsediğini ilân etmişti. Yeni devletin nasıl bir ekonomi siyaseti ve sistemi olacağını, kongrenin açış konuşmasını yapan M. Kemal’den sonra konuşan İktisat vekili Mahmut Esad (Bozkur) şöyle açıklıyor:

Yeni Türkiye karma bir ekonomi sistemi izlemektedir. Ekonomik teşebbüsleri kısmen devlet ve kısmen kişiler almalıdır... Özetle bazı konularda ekonomimizde devletleştirme yolu izlenecek ve bazı konularda ise, iktisadi teşebbüsler özel sektöre bırakılacaktır.

İşte bu karma ekonomik sistemin gereği Türkiye’de KİT’ler bugünkü haliyle ortaya çıkmıştır. KİT’lerin ortaya çıkışında şu iki temel faktörün olduğu görülmektedir.

Devletleştirilen yabancı ve yerli kuruluşlar: Bu yöntemle iflas etmekte olan yabancı sermayeli ve yerli sermayeli şirketler çok yüksek fiyatlar ödenerek millileştirildi. Böylece kamunun parası ile onların sermayeleri kurtarılmış oldu.

Osmanlı Devletinden kalma ve sonra devletin kurduğu şirketler: Tüm dünyada 1930 ile 1960’lı yıllar arasında yaygın olan devletçilik, Kemalizmin de benimsemiş olduğu temel ilkelerden birisi olduğundan Türkiye’de şu amaç ve gerekçe gösterilerek yapılmaktaydı:

Gelir dağılımını değiştirmek, işçilerin çalıştıkları teşebbüslerin kârlarına ortak olmalarını sağlamak.

Tekel veya yarı tekellerin tüketiciyi istismarını önlemek.

Diğer sektörlerin gelişmesine tesir eden anahtar endüstrilerin kontrolünü devletin eline vermek.

İktisadi gayeler uğruna sosyal menfaatlerin feda edilmiş olduğu zannını uyandıran durumlarda sosyal denge sağlamak.

Çeşitli menfaat gruplarını uzlaştırarak milli kaynakların ziyanını önlemek.

Gerek özelleştirmenin, gerekse kamulaştırmanın ya da devletleştirmenin, temelde aynı iktisadi amacı almaya yönelik olduğu apaçık ortadadır. Bu durumda insanın aklına şu soru gelir: Devletleştirmenin gerekçeleri ortadan kalktı mı ki, tekrar özelleştirmeye gidilmektedir ?

Mesela devletleştirmenin gerekçesi olarak gözüken:

Tekel veya yarı tekellerin tüketiciyi istismarını önlemek hususunda ne değişti ?

Anahtar endüstrilerin (demirçelik, madenlerin çıkartılması ve işletilmesi, ağır sanayi, v.b.) kontrolü nasıl sağlanacak ?

İktisadi gayeler uğruna sosyal (kamusal) menfaatlerin, hatta hakların feda edilmesi ve kamu kaynaklarının heder edilmesi ne ile önlenecek?

Bu hususta da denge devletleştirme ile sağlanamadı, özelleştirme ve bütün dünyası sadece maddi menfaat olan canavar ruhlu kapitalistlerin inisiyatifine terk etmekle mi sağlanacak ?

Şu halde gerek devletleştirme, gerekse özelleştirme için ileri sürülen bu amaç ve gerekçeler sadece aldatmaca ve şovdan ibarettir. Öyle ise her ikisinin de asıl amacı nedir diye sorulursa, sadece yerli ve yabancı sermaye sahiplerinin çıkarıdır deriz. Zira devletleştirme sonucunda, yabancı ve yerli sermaye sahiplerinin iflas ederek sermayelerinin ziyana uğraması, kamu malından çok yüksek fiyatlar ödenerek önlenmiştir. Yani onlar, o yıllarda var olan ekonomik krizden kamu malı ile kurtarılmışlardır. Sonra da yine o sermaye sahipleri o kamu teşekküllerinin çoğuna kısmen ortak olmuşlardır. Ödenen o yüksek fiyatların karşılanması için kamu, vergi yükleri altında inim inim inlerken o sıkıntılı yıllarda, o kapitalistler kâr oranlarını %300’lere çıkararak sermayelerini kat kat arttırmışlardır. Bugün de yine aynı durum ile gözler önündedir. Şubat ayında yaşanan ekonomik kriz sonrası önerilen çarelerin tamamı, bu yönde olmuştur. Mecliste çıkarılan ve IMF tarafından istenen on beş yasanın temel amacı, budur !

Özelleştirmede asıl şu iki amaç öngörülmektedir:

Kapitalistlerin kasalarında kat kat katlanan sermaye birikiminin daha da katlanabilmesi için dünyada 1980’li yıllarda oluşan ticaret daralmasını aşarak sermayenin ülkeler arasında dolaşabilmesini sağlamak.

Borçlu ülkelerin borçlarını düzenli bir biçimde ödemek için KİT’lerden kaynaklanan yükü hafifletmek, halktan alınan vergileri buna hasretmek.

İşte bu amaçları gerçekleştirmek için büyük sermaye sahiplerinin denetiminde olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de özelleştirmeye teşvik ve hatta baskı yapmaktadırlar. Onların yerli işbirlikçileri de özelleştirmeyi ballandıra ballandıra halka anlatmaktalar, tozpembe manzaralar sunmaktalar, globalleşme, küreselleşme, dünya ailesi gibi saçma sapan laflarla kandırmaktalar. Bu baskı ve aldatmacı propagandalar ile yapılmak istenen, kamu malları ile oluşmuş olan KİT’leri yok pahasına yerli ya da yabancı sermaye sahiplerine, peşkeş çekmektir. Mesela Kırşehir’de Köy-Tur isimli bir mantar fabrikası tüm mal varlığı ile 7 milyar TL’ye satılmıştır. Halbuki bu fabrikanın mal varlığının, 80 milyar TL’nin üstünde olduğu daha sonra kamuoyuna yansımıştır. Sonuç olarak; bütün dünyada özelleştirme propagandaları ile yapılmak istenen, dünyanın tamamını beş altı dev sermaye sahibinin çiftliği haline getirmektir. Böylece, dünyadaki tüm servetin bir kaç kişinin tekelinde toplanmasını sağlanmaktır.

Şu halde; ister karma ekonomi şeklinde olsun, ister özelleştirmenin damgasını vurduğu serbest piyasa ekonomisi kılıfında olsun, liberalizm ya da kapitalizm sisteminde her şey servet sahiplerinin lehinedir. Bu uygulamalar sadece yamalıklar ya da kılıf değiştirmelerdir.

İşin gerçeği; özellikle 1980'den sonra gündeme gelen bu olgu, dış borç krizlerine girmiş, hatta borçlarının faizini bile ödeyemez hale gelmiş ülkelerin; borç aldıkları ülkelere borçlarını ödeyebilir hale getirilmesidir. Buna göre kamu şirketlerinin hisseleri, borçları karşılığında satılacaktı. Nitekim Brezilya, Meksika, Arjantin, Şili ve Türkiye’yi böyle yaptılar. Günümüzde buna, bir de blok satışlar eklendi. Bu da aynı amaca hizmet etmektedir.

Örneğin; Meksika bünyesindeki 905 kamu işletmesini satmış, bundan 15.65 milyar dolar gelir sağlayıp, kötü durumundan geçici bir süre için kurtulmuştu. Ancak 1993 yılında yine aynı duruma düşmüş ve petrol şirketini dahi ABD'ye satmak zorunda kalmıştır. Aynı durum Arjantin'de de görülmektedir. Bu ülkede de, bütün önemli gelir getiren işletmeler satışa çıkarıldı ve gelişmiş ülkeler tarafından alındı. Şimdi de Merkez Bankası’nın yapısı değiştirilmek ve ülkenin en stratejik ve en kritik merkezi olan Telekom satılmak suretiyle, benzer bir durum Türkiye’de de yapılmak istenmektedir.

Özelleştirmesi yapılan, dolayısıyla gelişmiş ülkeler tarafından alınan işletmeler ise; haberleşme, ulaştırma, enerji, yeraltı kaynakları gibi hayati ve önemli işletmelerdir.

İşte bundan dolayı, özelleştirme; gelişmiş ülkelerin lehine büyük bir güç haline geldi. Bu işten gelişmiş ülkelerin 1988-1992 arasındaki 4 yılda, kazançları 60 milyar dolardır.

Bu ekonomik olgunun arkasında siyasi bir fikrin bulunmadığını düşünmek mümkün değildir. Çünkü özelleştirme fikri, halkları sömürmek metodu üzerine kurulan kapitalist ideolojinin işlerinden bir iştir.

Ancak burada şunu belirtmek gerekiyor: üzerinde durulması gereken husus; özelleştirme olsun mu, olmasın mı, özelleştirme mi, devletleştirme mi gibi tartışmalarda taraf olmak değildir. Yapılması gereken iş; sadece olayın hakikatini ve arka planını keşfetmeye yönelik olmalıdır. Özelleştirme olsun mu, ya da özelleştirme mi, devletleştirme mi tartışmasında taraf değiliz. Çünkü bizim olaya bakışımız tamamen başka boyuttadır. Zira bizim yani müslümanların dünya görüşlerinde yani İslami bakışta ne özelleştirme mefhumu vardır, ne de devletleştirme mefhumu vardır. Şöyle ki;

Özelleştirme; ister aslı kamu mülkünden olan, isterse sonradan kamu malı ile alınarak oluşan KİT’ler ve onlara ait tüm mal ve mülkiyeti olsun; fertlere ya da özel sektöre devredilmesi veya ferdi mülkiyete dönüştürülmesi demektir.

Peki bu vakıa karşısında şeri hüküm nedir ?

 

2- Özelleştirmenin Şeri Hükmü

Özelleştirme ve beraberinde getireceği sorunlar, kapitalist nizamın tıkanmışlığının bir görüntüsü ve onun ürettiği sorunlardan bir sorundur ki; bilindiği ve tarihen sabit olduğu üzere, kapitalizmin sorun üreten bir yapısı vardır. Bu da kapitalizm ideolojisinden kaynaklanmıştır. Zira kapitalizme göre, tek çeşit mülkiyet vardır, o da ferdi mülkiyettir.

İslâm’da mülkiyet konusuna gelince;

Mülkiyet, mal ve hizmetten yararlanmakla ilgili olarak Şari’in (şeriat koyucunun) iznidir. Yani şeri bir hükümdür. Zira şeriat nazarında malikül mülk, yani mülkün gerçek sahibi Allahu Teâlâ şöyle demiştir:

De ki, Malikül Mülk(mülkün gerçek sahibi olan) Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden geri alırsın. [Ali İmran 26]

Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa, hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. Sonunda dönüş de ancak O’nadır. [Maide 18]

Size vermiş olduğu Allah’ın malından onlara verin. [Nur 33]

O halde; mal ve mülk yalnız Allah’a aittir. Ancak Allah; insanoğlunu, mal üzerinde halife kılmıştır. Malı insanlara, O vermiştir. Yani ondan yararlanma iznini O vermiştir. Bu izinle malın mülkiyet hakkını, insana Allah vermiştir.

Sizi hakkında halife kıldığından (maldan) infak edin ! [Hadid 7]

Görülüyor ki, Allah mala ait mülkiyetin aslını belirtirken, malı kendi zatına izafe ediyor, Allah’ın malı diyor. Mal mülkiyetinin insanların ellerine geçmesi hususunu belirtirken de, malı insanlara izafe ediyor.

Hemen onların mallarını ödeyin ! [Nisa 6]

Onların mallarından al ! [Tevbe 103]

Ancak temsil yetkisi ile gelen bu mülkiyet hakkı, insanoğlunun bütün fertlerine genel olarak gelmiştir. Böylece insanlar bununla mülkiyet hakkına sahip olmaktadırlar, fiili mülkiyete değil. Zira insanoğlu mülk edinebilme hakkında temsil yetkisine sahiptir, mutlak mülkiyete değil. Çünkü o mutlak mülkiyet, Allah’a aittir. Mâlikül Mülk ancak O’dur. Ne fert, ne toplum, ne de devlet malı mülktür.

Belirli bir fert için fiili mülkiyete gelince; İslâm o hususta ona sahip olması için Allah’tan ferde izin olması şartını koşmuştur. Bundan dolayı İslam’a göre insan, ancak Şari’in (şeriat koyucunun) izni olduğu zaman, fiili mülkiyet edinebilme hakkını kazanabilir.

Allah’ın şeriatında üç çeşit mülkiyet hakkı vardır.

1- Ferdi Mülkiyet: Şeriat ferdi mülkiyetin var olduğunu göstermiştir. Böylece her ferd ancak şeriatın gösterdiği bir yolla mülk edinebilir. Mala ferdi mülkiyeti gerekli kılan şeri hükümler incelendiğinde, mülk edinebilme yollarının şu beş yolla sınırlı olduğu ortaya çıkar:

Çalışmak

Miras

Hayatın devamı için mal ihtiyacı

Devletin malından tebaasına vermesi

Karşılığında mal ve çaba sarf etmeden fertlerin elde ettikleri mallar (hediye, hibe gibi)

Böylece şeriat mülk edinme yolları ve sebeplerini belirlemiştir, bize terk etmemiştir. Malın tanımını, ona ulaşmanın yollarını, harcamanın sahalarını, helal-haram sınırı içinde belirlemiştir.

2- Kamu Mülkiyeti: Şeriat bütün ümmeti ilgilendiren kamu mülkiyetinin de var olduğunu göstermiştir. Ahmed b. Hanbel Resulullah (S.A.V.)’den şöyle rivayet etti: İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, mera, ateş.

Kamu mülkiyeti şeriat koyucunun mallardan ya da mülklerden istifade etmeye katılmak hususunda kamuya verdiği izindir. Kamu mülkiyetinden olan mallar, şeriat koyucunun aralarında ortaktır, diye belirlediği ve ferdi ona sahip olmaktan menettiği mallardır. Bu ise; üç çeşit malda tahakkuk eder:

a) Kamu için hayati dayanak teşkil eden mallar: Yukarıdaki hadiste geçen su, mera, ateş gibi temel ihtiyaç türünden olan bütün mallar. İbn Abbas(r.a.)’dan rivayet edilen hadisin metnine ilaveten Enes(r.a.)’dan rivayet edilen hadiste, Ondan para kazanmak da haramdır. ifadesi de vardır.

İbn Mâce, Ebu Hureyre (r.a.)’den Rasulullah (sav)’in şöyle dediğini rivayet etti: Üç şey men edilmez: Su, mera, ateş.

Bu delillerden anlaşılıyor ki; su, mera, ateş kamu mülkiyetindendir, ferdi mülkiyete dönüştürülmeleri caiz değildir. Ancak hadiste geçen bu üç şeyin kamu mülkiyetinden olmaları, Rasulullah (sav)’ın diğer uygulamalarından anlaşılıyor ki, kamunun onlara duyduğu zaruri ihtiyaca binaendir.

b) Miktarı tükenmez olan mallar: Miktarı tükenmez olan, yani çok büyük miktarda olan madenler de kamu mülkiyetindendir. Hiçbir ferdin böylesi bir şeyi özel mülkiyetine alması caiz olmaz. Nitekim Tirmizi, Ebyad b. Himal’den şöyle rivayet etti:

O, Rasulullah (sav)’e gelip bir tuz bölgesinin kendisine ikta edilmesini istemiştir. Rasulullah (sav) de orayı ona ikta etti. Ebyad oradan kalkıp gidince, Peygamber(sav)’in yanında bulunanlardan bir adam, Ey Allah’ın resulü, ona ne ikta ettin biliyor musunuz ? Ona kaynağı kesilmeyen su ikta ettiniz. dedi. Bunun üzerine Resulullah (S.A.V.); onu ondan geri alıyorum dedi.

Kaynağı kesilmeyen su ikta edilmez. O adam, o tuz yerini kaynağı kesilmeyen suya benzetti. Çünkü o da sürekli bir tuz madeni konumundaydı. Bu hadis Rasulullah (sav)’in bir tuz dağını Ebyad b. Himal’e (ikta ettiğine) mülk olarak verdiğine, dolayısıyla tuz madeninin ferdi mülkiyete verilebileceğine de delâlet ediyor. Ancak Resulullah (S.A.V.) onun tükenmez bir maden olduğunu anlayınca, ondan vazgeçtiğini, o tuz mülkiyetini ondan geri aldığını da gösteriyor. Böylece böylesi bir özelliğe sahip bir madenin fert mülkiyetine giremeyeceğini, onun genel (kamu) mülkiyetinden olduğunu belirtmiş oluyor.

Bu hüküm, yani tükenmeyen ve kesilmeyen madenlerin genel mülkiyet kabul edilmesi bütün madenler içindir. İster bu madenler herhangi bir işlem görmeden elde edilir cinsten olsun, tuz, sürme ve yakut gibi, insanların direkt olarak istifade ettikleri türden olsun; isterse bir takım işlemlerden sonra elde edilen; altın, gümüş, demir, bakır, kurşun v.b. gibi olsun, madenlerin hepsinin mülkiyeti geneldir. İster bu madenler katı olsun (billur gibi), ister petrol gibi sıvı halde bulunsun, ister doğalgaz gibi gaz halinde bulunsun, bu madenlerin hepsi hadisi şerifin kapsamına girer.

c) Tabiatları gereği ferdin mülkiyetinde bulunmaları mümkün olmayan şeyler: Onlar topluma gereken, menfaatlerini kapsayan mallardır. Dolayısıyla, a şıkkına ait deliller bunlara da geçerlidir. Fark ise şudur: Kamunun temel ihtiyacı durumunda olan mallardan, temel ihtiyaç olma vasfı kaybolunca ferdi mülkiyete dönüşebilme özelliği vardır. Ancak bu tür mal ve mülkler (yollar gibi) asla ferdi mülkiyete dönüşemezler. Buna delil Rasulullah (sav)’den rivayet edilen bazı hadislerdir. Mesela Rasulullah (sav) Mina’nın ferdi mülkiyete dönüşmesini nehy etmiştir. Yollara oturmayı yasaklamıştır. Bu tür kamu mülkiyetine nehirler, denizler, umumi kanallar, liman ve boğazlar, köprüler, yollar, barajlar ve bunlar üzerindeki elektrik santralleri, su depoları v.b. girer.

3- Devlet Mülkiyeti: Şeriat devlete ait mülkiyetin de var olduğunu belirtmiştir. Bu mülkiyet ferdi mülkiyet özelliği taşıdığı halde, kamunun haklarının olabildiği mülkiyettir. Şeriatın devletin görüşü ile tasarrufu altına terk ettiği mülkiyettir.

Bu mal ve mülkiyetin devlete ait oluşunun anlamı, devletin o mallar hakkında tasarruf yetkisine sahip olması demektir. Bu da bir çeşit mülkiyettir. Çünkü mülkiyetin anlamı; sahibi olduğu mal üzerinde bir şahsın tasarruf yetkisinin olmasıdır. Buna göre; tasarruf ve işletebilmesi devletin yetkisine terkedilmiş olan her mal, devlet mülkü kabul edilir. Nitekim şeriat koyucu belli malları devlet mülkü kılmıştır. Ve şeriat bu malların harcanılacak yerini tayin etmiş değildir. Zira şeriat, harcanılacak yerlerini belirttiği malların tasarrufunu devletin görüşüne bırakmamıştır. Böylesi bir mal ise devlet mülkü olamaz. Mesela zekât devlet mülkü sayılmaz. Zira zekâtın mülkü şeriatın belirtmiş olduğu sekiz sınıfa aittir. Devlete düşen sadece onu belirtilen yerlere dağıtmaktır.

Her ne kadar devlet hem genel mülkiyeti, hem de devlete ait mülkiyetin tedbirlerini icra ediyorsa da, her iki mülk arasında bir fark vardır. Şöyle ki: genel mülkiyete ait olan bir malın devlet mülkiyeti olması caiz değildir. Bu sebeple devlet genel(kamu) mülkiyetine ait olan herhangi bir malın aslını bir kimseye vermez. Fakat genel(kamu) mülkiyetinden kamunun her kesiminin istifade etmesini temin eder. Devletin mülkiyeti böyle değildir. Devlet isterse kendisine ait herhangi bir malı belirli bir kimseye verebilir, bir başkasına vermeyebilir. Ya da onu, eğer onda insanların işlerinin güdülmesi ile ilgili bir hususu görürse fertlere yasaklayabilir. Mesela haraç malını isterse ziraatin gelişmesi için çiftçilere verip, başkalarına vermeyebilir. Ya da silah satın alarak başka kimseye vermeden sadece o sahaya harcayabilir. Sonuç olarak devlet, kendisine ait malda tebanın maslahatı için uygun gördüğü şekilde tasarrufta bulunur.

Devlet mülkiyetine örnek olarak şunlar verilebilir:

Sahralar, dağlar, sahiller, fertlere ait olmayan ölü araziler.

Nehir yatakları gibi araziler.

Feth edilen araziler.

Feth edilen ülkelerdeki o devlete ait tüm binalar ve devlet dairelerindeki mallar, okullar, hastahaneler, harpte ölenlerin malları, binaları, ya da devletin kendisinin devlet daireleri için yaptığı veya satın aldığı bina ve mallar.

Devlet, devlet mülkiyetinden olan mallarından gelir elde edebilir. Fakat bu devletin tüccar olması, üretici ya da işletmeci olması demek değildir. Onun devlet mülkiyetinden gelir sağlaması kazanç maksadı ile olan bir tasarruf değil, tebaanın işlerini gütmesi ile ilgili bir tedbirdir. Devletin bu tedbiri şöyle olabilir :

Devlet malından olan arazi, bina ve malların satılması, kiraya verilmesi şeklinde.

Meyvalı ağaçlı arazilerin işletilmesinin 1/4, 1/3, 1/2 gibi oranlarda mahsül karşılığı olarak kiraya verilmesi.

Ziraat arazilerinin, işçiler tutarak işletilmesi.

Suyu çekilmiş nehir yataklarının ihyası ile.

Devlete ait arazilerden, tebasının fertlerine ikta etmesi.

Ölü arazilerin ihyası için fertlere verilmesi ve teşviki.

Özet olarak diyebiliriz ki; üç çeşit mülkiyet vardır.

Ferdi Mülkiyet

Kamu Mülkiyeti

Devlet mülkiyeti.

Bunların ne olduğunu ve sınırlarını şeriat belirlemiştir. Burada ise, detaylara inmeden ana hatları zikredildi. Bu açıklama ile İslâm’ın mülkiyete bakışını ortaya konulmaya çalışıldı.

Şu halde ne kamulaştırmanın ne de özelleştirmenin, İslâm nizamında vakıası yoktur.

Kamulaştırmaya gelince; O ne kamu, ne de devlet mülkiyetindendir. Kamulaştırma, kapitalizm nizamının kendi yırtıklarını, kusur ve ayıplarını, zulmünü örtmek için yaptığı yamalıklardandır. Kamulaştırma; devletin, ferdi mülkiyet olma özelliğini taşıyan bir malda kamu menfaatini görmesi sonucunda, ferdi mülkiyeti devlet mülkiyetine dönüştürmesidir. Bu ise; şeriattaki kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyetinde farklıdır. Zira kamu ve devlet mülkiyetinin belirlenmesi devletin görüşüne terk edilmemiştir. Bu mülkiyetin belirlenmesi, malın özelliği ve sıfatı hakkında sabit olan İslâmi hükümlerine göre olur. Bunun için devlet, istediği zaman kamu menfaati düşüncesinde ve bahanelerinden hareket ederek rasgele zulümle ferdi mülkiyete müdahale ederek kamulaştıramaz. Buna gücü yetmez (değerini vermiş olsa bile). Çünkü fertlere ait mallar şeriata göre korunmuştur. Hiçbir kimsenin devlet de olsa ferdi mülkiyete tecavüz yetkisi yoktur, caiz değildir.

Aynı şekilde devlet, kamu mülkiyetine ait olan herhangi bir mülkü menfaat ve maslahat düşüncesi ile ferdi mülkiyete dönüştürmesi de caiz değildir. Çünkü bu mallardaki maslahatı şeriat belirlemiştir. Bunu da neyin kamu mülkiyeti olduğunu, neyin devlet mülkiyeti olduğunu, neyin ferdi mülkiyet olduğunu belirterek yapmıştır.

Hem kamulaştırma, hem de özelleştirme, şeriatın kesinlikle yasakladığı malın belli kişiler, ya da kesimlerin elinde tekelleşmesine açılan kapılardır. Şeriat ise böylesi kapıları kesinlikle tanımamaktadır. Zira Allahu Teâlâ malın belli ellerde toplanmasını şöyle yasaklamıştır:

Böylece o mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet(varlık) olmasın. [Haşr 7]

Özelleştirme uygulamalarının arkasındaki siyasi hedef ise; özellikle gelişmekte olan ülkelere ait bir sanayi ve de ekonomik birikimi olmamasını sağlamak. Zira bu ülkelerde mevcut sömürgeci devletlerin kontrolü dışında oluşabilecek yeni yönetimler için ekonomik bir güç ve varlık olmasın. Ve o yönetimler sömürgeci devletler karşısında bir varlık oluşturmasınlar. Bu uzun vadeli bir siyasi tedbir olarak telakki edilebilir.

Özelleştirme uygulamaları gerçek anlamda devlet anlayışına, özellikle de İslâm’da devlet anlayışına tamamen terstir. Zira İslâm’da devletin asli işlerinden birisi de tebaasının zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaktır. Devlet bunu çeşitli şekillerde ama şeri çerçeve içinde yapmak zorundadır. Şeri hükümler çerçevesinde zenginlerden alıp, mağdur ve fakirlere dağıtır. İslâm devletinde malın üç beş zenginin tekelinde toplanmasına giden yollar tıkanmıştır. Bu da hem ekonomik tedbirler ile, hem de cezalar sistemi ile ve hem de eğitim ile yapılmakta, yani İslâm sisteminin bütünlüğü içinde sağlanmaktadır. Malın sadece zenginler arasında dolaşan bir varlık olmasını sağlayan hususlardan, stokçuluk, sahtekârlık, yalancılık, rüşvet ve en önemlisi faiz çok şiddetli bir şekilde yasaklanmış ve de faillerine şiddetli müeyyideler konulmuştur. Diğer yandan eğitim ile; cömertlik, başkasını kendi nefsine tercih etmek, kânaat gibi mefhumlar ile insan unsuru eğitilmektedir. Allah ve ahiret inancı kalplere ve zihinlere yerleştirilmekte, amellerin ölçüsü menfaat değil de; helal-haram, sevap-günah olmaktadır. Bu sistem içinde zenginler devletin ve kamunun malını yiyen vampirler değil, malları ile kamunun ihtiyaçlarının karşılanmasında devletin yardımcılarıdır. Devletin işi de kamuya ait malları zenginlere peşkeş çekmek değil, kamunun zaruri ihtiyaçlarını karşılamak ve kamunun malından herkesin adilâne istifade etmesini sağlamaktır.

İşte devlet yanında olan zenginlere örnek. Ebu Bekir, Osman, Ömer v.s. İşte kamu ihtiyaçların karşılama sorumluluğunun bilincindeki devlete örnek, Raşidi Hilâfet’in, Ömer(r.a.)’ın bir uygulaması:

Bir kıtlık yılında Mısır tarafından gelen gıda kervanı yükleri ve develeri ile tebaaya dağıtılıyor. Develerin etleri dağıtılırken, bir parça et de Halife Ömer’e getiriliyor. Bu da senin hakkın denildiğinde, herkese dağıtılıp dağıtılmadığını soruyor. Daha herkese dağıtılmadığını öğrendiğinde, herkese dağıtılmadan ben ondan bir lokma yemem diyor.

Elbette ki; bu uygulamayı mevcut sistemlerde görmek mümkün olmaz. Çünkü bu Allah’tan gelen mükemmel sistemin uygulamalarındandır. Bu güzellik ancak fıtrat dininde, İslâm sisteminde ve onun yönetim sisteminde mevcuttur. Başka bir sistemde değil.

3- Sonuç ve Yapılması Gereken İş

Şu halde özelleştirme ile yapılmak istenen; aslı kamuya ait olan yollar, köprüler, barajlar, elektrik santralleri, madenler ve işletmeleri, limanları, su tesislerini v.b. mülklerin ferdi mülkiyete dönüştürülmesi şeriata göre caiz değildir. Ne devletin, ne hükümetin, ne de kamunun buna yetkisi yoktur. Zira onların hiçbirisi malikül mülk değildir. Onların bu hususlarda vermiş oldukları kararlar muteber değildir. Bu kararlar ile kamu mülkiyeti vasfı o mallar üzerinden kalkmaz.

Özelleştirme de, kamulaştırma gibi kapitalizmin bir yaması ve onun ürettiği bir sorundur. Bu ve benzeri tüm sıkıntı ve sorunlardan kurtulmanın tek yolu; bütün çağdaş, cahili, tağuti, beşeri ideolojilerden kurtulmak, onları toplumsal hayattan kökünden söküp atarak İslâmi hayatı başlatmaktır. Bu hem zaruret, hem de farzdır. Dünya ve ahiret hayatımızda izzet ve saadetin tek yoludur. Bu ise, ancak Raşidi Hilafet Devleti’ni kurmak için çalışan samimi ve ihlaslı gençler ile birlikte çalışmakla olur. Aksi halde hiç kimsenin bu tağuti batıl sistemlerden kaynaklanan sıkıntılardan şikayet etmeye hakkı yoktur.

Sebep ortada dururken, neticelerle uğraşmak aptallık ve abesle iştigaldir. Müslüman ise abesle iştigal etmemelidir. İslâmi hayatın başlaması için gerekli çalışmayı yapmalıdır.

 

Yukarı