Ana Sayfa

Ayın Konusu

İnceleme

Soru-Cevap

Kitap Tanıtım

Hakkımızda

  Anasayfa
Kitap
Beyan
Yeni Sayı
Arşiv
Haber
Sizden Gelen
Link
Email
 


Hilafet.com'da ara Web'de ara

 Hilafet Nedir?

 

RAŞİD-İ HİLÂFET DÜŞÜNCESİNE SALDIRI

Mahmud AYDIN

Son dönemlerde Hilâfet, Hilâfeti hayata hakim kılmak isteyen kitle ve Müslümanlar üzerine medya tarafından bir şeyler yazılıp söylenmeye başlandı. İslam’a, değerlerine, Müslümanlara ve İslamî kitlelere karşı açık savaşın yürütüldüğü bir ortamda Hilâfet hakkında birileri tarafından kasıtlı gündem oluşturulmak istendiğini görüyoruz.

İslam Devleti, Hilâfet çalışmasını baltalamak veya yanlış mezralara çekerek Müslümanların kafalarını karıştırmak isteyen iç ve dış güçlerden oluşan bir veya birden fazla ekibin olduğu kanaatindeyiz.

Sabetay’cıların, kafirlerin, münafıkların ve bunların güdümünde hareket eden kişilerin, idarecilerin işleri, daima hakkı batılla karıştırmak olmuştur. Böyle yapanlar hakkında Allah’u Te’âla şöyle buyuruyor:

“Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” (Bakara 42)

Neden böyle yapıyorlar denecek olursa; çünkü küfür ehli ve onların avânelerinin ömürleri hakla batılı karıştırmak ve gizlemek üzerine kaimdir. Onlar ancak bu şekilde insanları haktan saptırarak, şüphe uyandırarak, hakkı ellerindeki imkanlarla gizleyerek ömürlerini uzatmak istiyorlar. Yine karışıklık, kaos ortamı ve bulanık bir havada ulaşmak istedikleri hedeflere yöneliyor ve bu yönde çalışmalarını sürdürüyorlar. Böylesi durumlar, onların yaşamalarını kolaylaştırıyor ve ömürlerini uzatıyor. Çünkü onlar, şunun farkındadır; eğer doğrular ortaya çıkarsa kendi nizamlarının yok olacağı ve sürdürdükleri saltanatların da son bulacağını gayet iyi idrak ediyorlar. Bunu bildikleri için tek düşünceleri; çeşitli desiselerle ömürlerini uzatmaktır. Onlar ne kadar ömürlerini uzatma yoluna giderlerse gitsinler düğümler teker teker çözülecek, küfür ve onun sulta sahipleri elbette bir gün yok olacaktır.

Allah’ü Te’âla yüce kitabı Kur’ânı Kerîm’de bu konu hakkında şöyle buyuruyor:

“Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.” (İsra 81)

Bu gerçeği onlar çok iyi biliyorlar. Er yada geç yok olmaya mahkumdurlar. Bundan dolayı çıkarttıkları ve çıkartacakları kargaşa içerisinde ömürlerini uzatmanın çaresi içerisindeler. Son günlerde gündemi ısıtmaya, mefhum kargaşası ile ömürlerine ömür katmak istiyorlar. Bilinçsiz bir şekilde İslamî kesimden bazı yazarların da bu akıntıya kapıldıklarını üzülerek belirtmek isteriz.

İslam’ın hayata hakim olması ve yeryüzünde yeniden Hilâfetin ikamesi için yürütülen çalışmanın önünü kesmek için her türlü yol denenmektedir. Tutuklama, işkence ve zulmün her türlüsü Müslümanlar üzerinde çeşitli şekillerde gerçekleştirildiği gibi bu yönde çalışmasını hiç taviz vermeden yürüten Hizb-ut Tahrir’e karşı da en acımasız bir şekilde saldırdılar. Bir çok yerde yasaklandı ve üyeleri hapsedildi. Hatta ölümle sonuçlanan uygulamalar oldu. Özbekistan’da yaşananlar bunun canlı örnekleridir. Halen Kerimov’un zindanlarında binlerce kişi İslam’ı hayata hakim kılma çalışması suçundan yatmaktadır.

Kerimov ve diğer ülkelerde yapılanlar bu çalışmanın ve bu düşüncenin önüne geçebildi mi? Elbette hayır. Aksine yayılmasında ve güçlenmesinde daha da etkileyici oldu. Bunun üzerine yaptıkları baskının sonuç getirmediğini gören ülkeler değişik bir yol seçimine yöneldiler.

Eziyet, işkence ve zulümle bu davayı göğüsleyen insanları yıldıramayacağını anlayan Kerimov başka bir yol deneyerek, Hilâfet düşüncesi ile fikrî alanda mücadele edeceğini açıkladı ve mollalarına bunun üzerinde çalışma yapmalarını emretti. Batı’daki ülkelerden de buna benzer çıkışlar oldu. Danimarka, bu çalışmanın yasaklanması veya ne yapılması gerektiği hususunda karar vermek için bir komisyon görevlendirdi ve neticede komisyon ‘Baskı ve yasaklamanın bu çalışmayı daha da güçlendirdiği, bunun yerine fikrî alanda bir mücadelenin sergilenmesi gerektiğini’ benimsendi.

Kökleri çok öncelere dayanan bu ‘fikrî mücadele’ çalışmaların son sıralar Türkiye’de de gündeme taşındığını görüyoruz. Ulusçu, Atatürkçü, milliyetçi, vatancı, Sabetayistlerin bu alanda takındıkları tavırlar dikkat çekici. Aşağıya aldığımız görüşler Hilâfet düşüncesi ile ne denli oynanmak istendiğini ortaya koymaktadır.

Atatürkçü bir web sayfasında, sanki günah çıkartıcasına bakın Hilâfet konusuna nasıl değiniyor:

“Hatta Hilâfet'in bile kaldırılması tartışılabilir... Zaten Hilâfet kaldırılmamış, şahıs elinden alınıp TBMM'ne tevdi edilmiştir!.. Yani TBMM şu anda istediği kişiyi Halîfe olarak görevlendirebilir...” (http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata2a.html)

2002 de başlayıp aralıklarla gündeme getirilen tartışmalı emekli tuğgeneral Nejat Eslen’in sözleri ile başka bir boyut daha kazanıyor:

Nejat Eslen; '2004 yılında Türkiye'de Hizb-ut Tahrir’in daha çok büyüyeceğini ve gündeme damgasını vuracağından’ söz etti. (27/12/2003 STV/00.30)

Generallerin İslam’a olan düşmanlıkları ortadadır. Hilâfet konusu ise onların korkulu rüyasıdır. Bunu gerçekleştirmek için çalışan bir partinin hoş karşılanacağı hiç beklenemez. Programda, baştan sona Hizb-ut Tahrir’in hiçbir şekilde konu edilmediği bir ortamda generalin çıkıp Hizb-ut Tahrir’den bahsetmesi, gizli bir emellerinin olduğuna işarettir.

Daha sonra Milli Gazete yazarlarından Mehmet Şevket Eygi’nin ‘28 Şubattan sonra’ adlı makalesinde Hilâfet konusundan bahsediyor ve İslamla bağdaşmaz dediği sistemi teknik kategorisine alarak İslamla bağdaştırmaya çalışıyor:

“Demokrasi bir din gibi, vazgeçilmez bir ideoloji olarak algılanırsa İslâm ile kesinlikle uyuşmaz ve bağdaşmaz. Lakin demokrasi bir metod, teknik, sistem, idare şekli olarak kabul edilirse pekâlâ İslâm ile bağdaşıp uyuşabilir.

İmam-ı Maverdi'nin "el-Ahkâmu's-Sultaniye" adlı kitabında Halîfenin seçimle işbaşına gelmesi meşru olduğu gibi, başkanlığın saltanat yoluyla babadan oğula, yahut hanedanın bir üyesinden başka bir üyesine geçmesi de meşru görülmüştür.” (Milli Gazete 6/3/2004)

Farklı bir açıdan Hilâfet konusuna yaklaşım devam ediyor ve Araştırmacı yazar Aytunç Altındal'ın iddiası devreye giriyor. Yazar Aytunç Altındal'ın iddiasına göre; ‘Sabetaycılar Türkiye'ye Hilâfeti geri getirecek.’ Tempo dergisinde yayınlanan makalesinde çok ilginç olan şu görüşlerden bahsediyor:

“Halife Sabetaycı mı olacak?

Genel olarak Selanikli, Dönme, Avdeti adlarıyla anılan ve Türkiye'nin belki de en gizemli cemaatini oluşturan Sabetaycıların sayısı tam olarak bilinmiyor. Ancak, Türkiye'yi ellerinde tuttukları ve hepsinin çok önemli görevler yürüttüğü iddia ediliyor. İddialar;

- 1924'te sona eren Hilâfet önümüzdeki günlerde Türkiye'ye getirilecek,

- Girişim BOP'un yürürlüğe girmesinden sonra uygulamaya konulacak,

- Bunda en önemli pay, Sabetaycı-devşirme-mason lobisine ait olacak,

- Hilâfet projesinin başlangıcı ise 40'lı 50'li yıllara kadar uzanıyor,

- Sabetaycılar aralarından bir Halîfe adayı bile belirlemiş durumda.

Peki, Tempo Sabetaycılık üzerine bir haber yapma gereğini neden duydu? Çünkü araştırmacı yazar Aytunç Altındal, geçtiğimiz günlerde kendisine konu hakkında başvurduğumuzda yeni bir açılım getirerek, Hilâfet kurumunun Sabetaycı-devşirme-mason koalisyonu tarafından Türkiye'de yeniden kurulabileceği iddiasını ortaya attı. Aynı iddiayı Mehmet Şevket Eygi de başka bir yorumla tekrarladı. Prof.Dr. Yalçın Küçük ise görüş vermeyeceğini, yalnızca kendisiyle röportaj yapılırsa görüşeceğini söyledi.

Üstelik Altındal'ın iddiasına göre, Hilâfet kurumu Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)'nin devam ayaklarından biri olarak yakın zamanda hayata geçeçek. Bu büyük projenin geçmişi ise aslında hayli eskilere dayanıyor. (Tempo/Enis TAYMAN 08/06/04)

Daha sonra saray mollası Yaşar Nuri bir çıkış yapıyor. Devletten aldığı işaretle Orta Asya’ya yöneliyor ve Özbekistan’ı ziyaret ediyor. Yaptığı açıklamalara bakıldığında ziyaretin yönlendirme ve kasıtlı olduğu kendini gösteriyor. Star gazetesinde özellikle Hizb-ut Tahrir ve İslam Devleti konusu üzerinde durmaktadır. ‘Özbekistan’ın düşündürdükleri’ adlı köşe yazısında zehrini şu cümlelerle kusuyor:

‘Anlaşılan o ki, Özbekistan’daki istikrar ve mutluluk atmosferinin temelinde, Kerimov’un dinci-bölücü fesada karşı verdiği mücadeledeki başarısı var. Ülkeyi bozgun ve çürüyüşe götüreceğini gördüğü ve dışarıdan güdüldüklerini bildiği dinci siyâset unsurlarını etkisiz kılmış, bunların ABD-AB gizli servislerince yönetildikleri bilinenlerini süratle sınır dışı etme basîretini göstermiştir.

Kerimov, aldığı basîretli bir kararla, bu unsurları, birkaç gün gibi kısa bir süre içinde etkisiz kılmış, ardından da tüm temsilcilerini ülke dışına atarak doğabilecek yıkımı daha baştan önlemiştir.

Arapçı bir siyasal İslam örgütü olan Hizbu’t-Tahrîr’e karşı verdiği mücadele ayrı bir anlam taşıyor. Orta Asya ve Rusya Müslümanların arasında faaliyet gösteren Arap kökenli ve İngliiz güdümlü Hizbu’t-Tahrîr örgütünün ana hedefinin Orta Asya ve Rusya Müslüman halkları ile Türkiye halkı arasında güven bunalımı yaratmak olduğu bilinmektedir…

İngiliz bozgunculuğu, Orta Asya ile Türkiye arasını açmada da benzeri bir şeytanet sergiliyor:

Örneğin, Hizbu’t-Tahrir’e şu sloganı pankart yaptırıyor:

Türkiye, Atatürk eliyle Hilâfeti kaldırdı ve Müslüman dünyayı başsız bıraktı…

Kimse çıkıp bu İngiliz şeytanlığına şunu sormuyor:

‘Türkiye dışındaki İslam dünyasının, özellikle İslam üzerinde patent hakkı iddiasında bulunan Arap dünyasının elini tutan mı var? Buyursun, Halîfeliği yeniden getirsinler, ihya etsinler. Etsinler de Filistin, Irak ve benzeri sorunları çözüversinler..’

Çözemezler. Çünkü, çözüm yolu ‘İslam’ın başı’ diye andıkları, esasında ise İslam dışı bir saltanat kurumu olan Halîfelik değil, Haçlı Batı emperyalizmine tarihinin en büyük ve en akıllı darbesini vuran Atatürk’ün felsefe, siyaset ve uygulamalarıdır.

Kardeş Özbek halkını, özgür Özbekistan’ı ve ona vücut veren İslam Kerimov’u takdir, sevgi ve saygıyla selamlıyorum!’ (24-29.06.2004 Star Gazetesi)

Saray mollası, zâlim Kerimov’un yaptıklarını haklı bulmakla aynı safta yer aldığını ortaya koymaktadır. Saptırma, fitne ve fesatta usta olan Yaşar Nuri bu ifadeleri ile dostunun sözcüsü kesiliyor.

Bir taraftan sert çıkışlar diğer taraftan nazikâne davranışlar devam ediyor. Ümmetin servetlerinin üzerine taht kuran, batılıların ekonomik taşeronculuğunu Türkiye toprakları üzerinde yürüten iş adamı Rahmi Koç’ta nazik bir çıkış yaparak bu konuda bir şeyler söyleme gereğini duyuyor. Rahmi Koç ‘Dinlerarası diyalog’ çerçevesinde katıldığı Antalya gezisinde şunları sarfediyor:

“Ilımlı Halîfe” “Vatikan’ın bir papası var. Müslümanlarında ruhanî bir liderleri, Halîfesi olması lazım.” (2003 Medya)

Bir başka girişim Hulki Cevizoğlu tarafından gerçekleştiriliyor. ‘Ceviz Kabuğu’ programcısı Hulki Cevizoğlu’nun ‘Yaşar Nuri Öztürk’e Soruyorum -Öztürk’ün portesi / Mehdilik İddiası/Öztürkün Hilîfeti- adlı kitapta; “Mehdilik ve Hilâfet kavramları özellikle yabancıların Türkiye ve İslam ülkelerini karıştırmak için kullandıkları kavramlar mı? Tarihe bakınca bu konuda çok denemeler görülüyor.’ gibi ifadelere yer veriliyor. Konu üzerine ısrarlı bir şekilde gidiliyor:

'Hilâfetini açıklasın'

Kitabında yer alan 'Öztürk'ün Hilâfeti' bölümünün Türkiye'de daha önceden hiç tartışılmadığını belirten Cevizoğlu, 'Kimsenin bilmediği, ortada bir de laik Cumhuriyeti yakından ilgilendiren çok önemli iddia var. Ama kimse bunu farketmiyor. O da Hilâfet.

Şimdi kendisine soruyorum. Nedir bu Yaşar Nuri Öztürk'ün Hilâfeti? Ayrıca kendisi, tam olarak ne olduğunu da açıklamıyor' diye konuştu.(Akşam2/01/2002)

Hulki Cevizoğlu bununla da kalmayıp 26 Temmuz 2003’te ATV’de sunduğu ‘Ceviz Kabuğu’ programında Kadir Mısıroğlu’nu ağırlıyor. Açık oturumda Lozan tartışması altında Hilâfet konusu gündeme taşınıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı ve İlahiyat Fakültelerine devletçe bu konuda önemli bir görev veriliyor:

“Diyanet özel araştırma yapacak

Diyanet, alan araştırması tanımı yaparak, “Yehova Şahitliği, Misyonerlik, Bahailik, Babiilk, Hizbullah, Hizb-ut Tahrir gibi “kökten dinci” ve bölücü akımlara karşı yapılacak mücadelede eğitim çalışmalarını İlahiyat Fakülteleriyle birlikte yürütülecek. Bu amaçla pilot bölgeler seçilerek halkın doğru bilgi edinmesi sağlanacak.” (Kaynak: 20.10.2004 - SABAH)

Hilâfet konusu bununla da kalmayıp Hilâfetin yıkılışında en etkin rolü oynayan Atatürk’e dayandırılıyor. Yine ulusçu, araştırmacı-yazar Aytunç Altındal yapılan bir mülâkatta; ‘Atatürk'ün vasiyeti neden açıklanmıyor?..’ başlığı altında gündeme taşınıyor:

Altındal'a göre, Atatürk'ün notlarında Hilâfet'le ilgili ilginç fikirleri yer alıyordu. Atatürk Hilâfetin kişi bazında değil, bütün İslam ülkeleri arasında rotasyonla değişecek bir kurum olarak canlandırılabileceğini söylüyordu. Altındal'a göre, bu vasiyeti 1958'de öğrenen Adnan Menderes, sonunu hazırlayan o cümleyi; 'Siz isterseniz Hilâfeti bile geri getirebilirsinizi bu nedenle söylemişti.

Altındal, Atatürk'ün '1920'lerde sadece 3 Müslüman devlet var. Türkiye, İran ve Afganistan. Bu sayı ileride 40'a 50'ye çıkarsa, bu devletler kendileri biraraya gelerek bir Hilâfet Meclisi oluştururlar' dediğini öne sürdü.

Mustafa Kemal'in saltanata karşı olduğunu, ancak Hilâfete bir müessese olarak karşı çıkmadığını savunan Altındal, Atatürk'ün fikirlerinin aslında bugün hayata geçtiğini düşünüyor. Bugünkü İKÖ'nün ana hatlarını 1920'lerde çizdiğini söyleyen Altındal, Mustafa Kemal'in Hilâfet'in 5 güçlü İslam üyesinin daim” konseyi oluşturmasını, bunların belirli süreler içinde rotasyonlu olarak Hilâfet'i temsil etmesini istediğini düşünüyorum' dedi.

ABD ve İngiltere'nin Hilâfet'i kişi bazında yeniden kurmak çabasında olduğunu söyleyen Altındal, 'Bizim tezimiz, Mustafa Kemal Atatürk'ün tezidir, yani 'Hayır; babadan oğula geçen Haîifelik olmaz. Bu akıl dışıdır' diyoruz. Biz atak davranamazsak, onların istediği Hilâfet'e gider' dedi.

İslam ülkelerinin tesis edeceği bir Hilâfet sistemine dünyada terörizmin önlenmesi için ihtiyaç duyulduğunu söyleyen Altındal, 'Bu sistemde en yüksek bir fetva makamı olacaktır. Böylelikle bir İslam Adaleti tesis edilir. Bir tarafın Vatikan'ı var öteki tarafın bir gücü yok. Bu İslam ülkelerinin gücünü arttıran bir şey olacak. Örneğin Hilâfet, tank alacak Bangladeş'e bu ülke İslam'a daha yakın, oradan al diyecek. Bu İslam'a saygıyı da arttıracak' dedi.

Aytunç Altındal, Nutuk'taki Hilâfetle ilgili bazı sözlerin kendi fikrini desteklediğini düşünüyor. Atatürk'ün, 1963 yılında Ankara Üniversitesi Basımevi'nde basılan Nutuk'unun 490'ıncı sayfasında aynen şu sözleri yer alıyor: ...Ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için ilgili Müslüman devletlerin delegelerinden bir Meclis kurulacaktır. Bu meclisin başkanı, birleşmiş Müslüman devletleri temsil edecektir diye bir karar alınırsa, işte o zaman, istenirse o birleşik Müslüman Devleti'ne Halîfelik adı verilir. Yoksa herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanlık Dünyası işlerini yönetip yürütme yetkisini vermesi us ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir.'

İşte zabıtlar:

Atatürk 1 Kasım 1922'de Meclis'te düzenlenen gizli oturumda konuşmuş, saltanatı yerden yere vururken Hilâfet ile cumhuriyetin bir arada varolabileceğini söylemişti. Atatürk konuşmasında Hilâfeti TBMM'nin temsil edeceğini vurgulamıştı. (Bu konuşmanın zabıtları solda) Hilâfet 3 Mart 1924'te kaldırıldı.

Altındal, Atatürk'ün notlarının Anıtkabir'de olduğu yolunda kendisine güvenilir bilgiler geldiğini de sözlerine ekledi. Altındal, Atatürk'ün sır vasiyetinin, Cumhurbaşkanlığı'nın ardından Meclis'te Atatürk'ü Koruma Komisyonu'nun kararıyla, Genelkurmay Başkanlığı'nın oluru alındıktan sonra açıklanabileceğini de sözlerine ekledi. (AKŞAM 10/11/2004)

Konunun Atatürk’e dayandırılmasının akabinde Hilâfet bakanlığı gündeme taşınıyor:

“Hilâfet Bakanlığı!

“Türkiye'de devletten bağımsız bir Hilâfet kurumu olamaz. Peki ne olur? Bir fantezi olarak en uç noktasını söyleyeyim: Çok çok 'Hilâfet Bakanlığı' olur! O da ancak 'devlet bakanlığı' biçiminde! Şunu da ekleyelim: Komplo teorilerinin doğru olup olmadığını anlamak mümkün değildir. Çünkü doğaları gereği sınanamazlar. Dolayısıyla bu tip teorilerin sağlamasını yapmak için genel yapılara, tarihin akışına filan bakmak gerekir.” (Emre Aköz/Sabah 11/11/2004)

Hilâfet konusunu sadeliğinden uzak bir şekilde Abdurrahman Dilipak’ın da ele aldığını görüyoruz. Abdurrahman Dilipak Hilâfet konusunda yazısının başında öyle şeyler söylüyor ki, konunun başında yazdıkları ile sonrasındaki arasında kendi kendine çelişkiye düşüyor ve Hilâfet kavramını laiklikle yan yana görüyor:

“Hilâfet olmadan, birçok sorunun çözüme kavuşması zor gibi… Halîfe Müslümanları temsil eder. Allah’a doğru tekamül yolculuğunda onları bir araya getiren, gözetleyen bir kurumdur. Ama yok. Bir asırdır yok.” derken yazının ilerleyen bölümünde;

“Aslında laiklikten söz edecekseniz, Halîfenin olması gerek. Yoksa dinle devleti ayıramazsınız… Yani demem o ki, laiklik sanıldığı gibi din devlet ayrılığını değil, kilise devlet ilişkisini düzenler. İslam dünyasında bir laik kurumdan söz edecekseniz Hilâfetin bir dini makam olarak devletin karşısına konulması gerekir.

Laiklik olsun diyorsanız, yine Hilâfete ihtiyacınız var. Olmasın diyorsanız yine öyle…” (Vakit 24/11/2004)

Önümüzdeki günlerde bu konunun daha fazla gündemde tutulacağını tahmin ediyoruz.

Yaptığımız alıntıların içeriklerine baktığımızda karşımıza iki ana husus çıkmaktadır.

1- Hilâfet konusunun asıl mensuplarının elinden alınıp başka mercilere teslimi,

2- Hilâfet konusunun aslından saptırılması ve başka sistemler altında düşünülmesi.

 

1- Hilâfet konusunun asıl mensuplarının elinden alınıp başka mercilere teslimi:

Hilâfet konusu İslam ümmetinin bir meselesidir. Onu hayata hakim kılacak olanda ümmetin kendisidir. Bu mesele İslam ümmetinden ayrı bir mesele değildir. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“Kim boynunda biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölmüştür.” (Müslim; H.No:1851)

Bu ve buna benzer bir çok delillerde Hilâfet konusunun Müslümanlarla alâkalı olduğunu görüyoruz. Sahâbenin icması da buna delil teşkil eder. Kafirlere, münafıklara, kafirlerin kuklalarına has bir mesele değildir. Kafirlerden, müşriklerden ve onların dalkavuklarından, saray mollalarından uzak durmak gerekir. Onlardan gelen hiçbir fikir benimsenmemeli ve itimat edilmemelidir.

Halîfe seçimlerinde de hiçbir kafirden, müşrikten, Hıristiyan’dan, Budist’ten biat alındığı söz konusu bile değildir. Hatta onlardan bu konuda görüş dahi alınmamıştır. İn’ikat biatı olsun veya itaat biatı olsun mutlaka Müslümanlardan alınmıştır. Görüldüğü gibi konu tamamen Müslümanlarla alakalıdır. Onu hayata hakim kılacak olanlar da yine Müslümanlar olacaktır. İslam’ı hayata hakim kılma işi bütün Müslümanların üzerine bir vecibedir. Müslümanların tümü olduğu gibi, bir grupta bu işi yerine getirmek için hareket edebilir.

Onu hayata hakim kılmak isteyen mutlaka İslamî kitleler bulunacaktır. Hadîsi şerifte Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

Ümmetimden, bu hak üzere olan bir grup sürekli var olacaktır. Allah’ın emri gelinceye kadar, muhalefet edenlerin muhalefeti onlara zarar veremez." (Ahmed Bin Hanbel Müs, Mükessirin 7925)

Ümmetimden, Allah’ın emrine göre hareket eden bir topluluk sürekli olarak var olacaktır. Onlara yardımı kesenler veya muhalefet edenler, onlara zarar veremezler. Ta ki Allah’ın emri gelinceye kadar. Onlar, insanlar üzerinde galiptirler." (Müslim K. İmarat 354)

Hadiste bahsedildiği gibi İslam Davasını yüklenen bir gurup mutlaka olacaktır. Onlar, şer’î hükümlerin kendilerine gösterdiği yolda hiç sapmadan dosdoğru yürüyenlerdir. İşte bunlar ancak İslama ve ümmete sahip çıkanlardır. İslamla uzaktan yakından alâkası olmayan kişilerin bu işi sahiplenmeye kalkışmaşı ancak aldatmacadan, saptırmadan veya belli odakların sözcülüğünü yapmaktan ibarettir.

İslam ümmeti 1924’ten günümüze kadar Hilâfetsiz yaşamaktadır. İslamî hayatı ortadan kaldıranlarsa bu ümmetten olmayanlardır. Kafirlerle birlik olup bu ümmete ihânet edenlerdir. İhânet edenler ve kafirlerle işbirliği içinde olup, Hilâfeti ortadan kaldıranlar kurdukları küfür yönetimleri ve gasbettikleri güçle zoraki bu ümmetin başında durmaktadırlar.

Bu meseleye sadece Türkiye meselesi imiş gibi bakmakta yanlıştır. Çünkü diğer beldelerdeki kukla yönetimler, idareciler ve o idarecilerin arkasında duranlarda Türkiye’deki yöneticiler gibi güdümlü ve sapık düşünce sahipleridirler. Onların Müslümanlara karşı olan ihânetleri âşikardır. Öyle ki; kafirler İslam beldelerini işgal ederken onlardan yardım alıyor, onların sırtlarına basarak hareket ediyorlar. Kafirler, istilalarla ümmetin temiz evlatlarını katlederken hain idareciler de kafirlerden alkış almak için içeride Müslümanları öldürüyor, hapsediyor, zulmediyor ve İslama, Müslümanlara her türlü zulüm ve saldırıda bulunuyorlar.

Şer’î hükümlerin yasaklandığı, başörtüsünün suç, her gün İslama ve Müslümanlara karşı saldırıların gerçekleştirildiği bir ortamda ve bunu gerçekleştirenlerin Hilâfet konusuna dört elle sarılmaları dikkat çekici değil midir?!..

Küfrün temsilcilerinin tövbe edip İslama samimi olduklarını söylemek içinse elimizde hiç mi kanıt yoktur. İslama teslimiyetlerinde hiçbir işâret göremediğimiz gibi Müslümanlara karşı tavırlarında da hiçbir değişiklik olmadığını ümmeti saptırmak için ortaya attıkları bu gibi fikirlerden anlıyoruz.

Akîdeleri bozuk, küfrün bataklığında, pislik içerisinde olanlar İslamın bir harfinin dahi temsilcisi olamazlar. Hele hele Hilâfet konusunda asla!

Hilâfet meselesinde ön plana çıkmaları veya belli alanlarda tartışılır hale getirmeleri gösteriyor ki; büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Bunu seziyorlar, görüyorlar bunun içinde önlem almaya çalışıyorlar. Onların önlemleri bellidir. Ya ellerindeki gücü kullanmak veya saptırıcı yöntemler keşfetmektir. Bu girişimleri de o sapıklıklarının bir parçasıdır. Yapmak istedikleri;

-İslamı hayata hakim kılmak isteyenlere çeşitli iftiralarda bulunmak. Ki; terörist, gerici, aşırı dinci, ajan vb. olmadık iftiralarda bulundular. Hatta bu kişileri tutukladıklarında, basın önünde kamuoyuna kötü göstermek için silah, eroin ve müstehcen kasetlerle teşhir ettiler. Ellerindeki basın-yayın ve diğer imkanları kullanarak fitne ve fesatlarını saçıyorlar. Ataları olan Mekke müşrikleri de İslama karşı aynı yolu kullanmışlardı.

Müşriklerde boş durmamış Rasûlullah (sav)’e olmadık hakaretlerde bulunmuşlardı. Hasta dediler, deli dediler, sihirbaz dediler, ama bunların hiç birisi düşünen insanlarca rağbet görmedi ve O hep Emin olarak kaldı. Çünkü insanlar Rasûlullah (sav)’in şahsiyetinde hiçbir aldatıcı şey göremiyorlardı. O, kendisine gelen vahiyle korunmuş, dosdoğru ve dimdik ayakta durarak davasında sebat ediyor ve taviz vermeden yoluna devam ediyordu.

Bugün, İslam davasının mensupları da Rasûlullah (sav)’i kendilerine örnek almışlardır. O’nun metodundan zerre kadar sapmadan yollarına devam etmektedirler. Onlarda İslam’a olan samimiyeti, davalarına olan bağlılığı, zorluklara karşı azimlerini görürsünüz.

Kirlenmiş ortamdan etkilenmeyen, bu kişilerdeki temiz İslam şahsiyeti ne kadar kirletilmek istenirse istensin bunu yapmak isteyenler güç yetiremeyecektir. Bu temiz insanlar İslamî şahsiyetleri ile ümmetin güvenini kazanmaya devam edecektir. Bozuk şahsiyetlerden sürekli zarar gören ümmet bu insanlarla yollarını birleştirmeye yöneldiği âşikardır.

İşte, bu yöneliş ve ortam küfür yöneticilerin hoşuna gitmediği gibi artık uykularını kaçırır olmuştur. Bundan dolayı da Hilâfet söylemini bu temiz kişilerin ellerinden alıp kirli şahsiyetlerin ellerine teslim ederek bulandırmak istiyorlar. Yani münafıkça bir yol benimsemişlerdir.

- Hilâfet konusunu temiz insanların elinden almak, onları saf dışı etmek için bazen açıktan bazen de üstü kapalı bir çalışma yürütüyorlar. Bunun için saray mollası Yaşar Nuri, Hulki Cevizoğlu, Aytunç Altındal ve bu işin şuurunda olmayan kişiler Hilâfet konusunda danışılacak merci gösterilmeye başlandı. Basın-yayında yer alan, hiçbir tartışmada, bu işin gerçek sahiplerine ne bir yer verilir ne de bu kişilerin yaptıkları çalışmalardan objektif bir şekilde bahsedilir. Çünkü, ümmetin güzide evlatları olan, bu işin gerçek sahipleri doğruyu ümmete göstermekten başka bir şey yapmayacaktır. Onlar, ümmetin kalkınması için çalışıyorlar, sömürgecilerin esâretinden kurtarmaya gayret gösteriyorlar. Hayırda yarışıyor, hayırı sunuyorlar.

Bundan dolayı bu kişiler basından, kamuoyundan tecrit edilmektedirler. Ki, böylece müşrik, küfür ehli hakkı gizlemiş olsunlar.

Baş vurdukları bu yöntemle başarı sağlayacaklarını umut ediyorlarsa bu asla mümkün değildir. Balçıkla güneşi sıvayamaya güçleri yetmez.

-Bütün zamanlarını fitne ve fesada harcayanlar konuyu yanlış kanallara yönlendirmektedirler. Atatürk’ün bu konu hakkındaki söylemlerini yücelterek, onun kişiliğinin arkasına saklanarak bir etki bırakmak istiyorlar. Atatürk’ün bu konuda söylemiş olduğu onu yüceltenler için bir delil olabilir ama Müslümanlar için asla delil değildir. Yine onu ve ilkelerini hayatlarına ölçü kabul edenler onun mirasına sahip çıkabilirler. Fakat hayatı küfür kokanın mirası da küfür ve sapıklıklarla doludur. Müslümanların delil alacakları yer ise bellidir. Hayatımıza ölçü alacağımız ancak şer’î hükümlerdir.

Sonra, Atatürk’ün vasiyeti yeni mi akıllarına düştü!.. Oysa ümmet Hicrî 83 yıldır Halîfesizdir. Bunun önündeki en büyük engel Atatürk’ün kurduğu bu devlettir, yasalarıdır ve ilkeleridir. Onun mirası olan bu devlet, fitne ve fesat yayarak ümmetin evlatlarını hem ekonomik açıdan hem de fikrî açıdan ne hale getirdiği ortadadır. Sömürülen, horlanan, aşağılanan kafirlerin güdümünde kıvranıp duran bir miras!.. Düzenlerini ve fikirlerini Allah kahretsin!.. O düzen ve fikirleri bu ümmeti vatancılık, milliyetçilik, ulusçuluk altında bölüp birbirine düşman etmedi mi?!.

-Diyanet İşlerine verilen görev başka bir çılgınlığın örneğidir. Bu ümmet bilir ki;

“…Muhakkak, alimler peygamberlerin mirasçılarıdır…” (Sünen-i İbn-i Mace c.1 sh.385)

TC. Kurumlarından biri olan Diyânet İşlerine ve eğitim kurumlarından İlâhiyât fakültelerine verdikleri görevle yine ümmetin evlatlarını karşı karşıya getirmek istiyorlar. Bu kurumların altında çalışan binlerce imam ve Müslüman evladı bulunmaktadır. Bunların İslam’a ve Müslümanlara kin besleyip düşman olduklarını düşünmek bile istemiyoruz. İslam’ı sevdikleri için böylesi göreve yöneldiler ve Müslümanlara faydalı olmak için bu işe soyundular. Devletin kendilerini çıkarları doğrultusunda kullanmak istediğini, İslamî bir çok konuyu onların ağzından, saptırarak vermek istedikleri âşikardır. Cihat, yahudiler, kafirler, Ramazan hilâli, İslam yönetimi ve siyâseti hakkında sizlere konuşmama yasağı koyanlar sizin dostunuz değil, düşmanlarınızdır. Hilâfet meselesi ve Hizb-ut Tahrir hakkında da yapılmak istenen yine İslam’a, sizlere ve bütün Müslümanlara düşman olanların işidir. Onlar, sizlerin daha bu konuda araştırma yapmadan önünüze bir sürü uyduruk haktan saptırıcı şeyler koyacaklardır. Sizlerin araştırmanıza onların tahammülü dahi yoktur. Onlar biliyor ki, sizler gerçek anlamda bir araştırmaya girdiğinizde bu hususta bir çok aydınlatıcı fikirler ve temiz şahsiyetler bulacaksınız. İşte bundan korktukları için ikazlar daha önceden gelecektir. Bu oyunlara gelmemeniz için Allah’ü Te’âla’nın kelâmını sizlere hatırlatmak isteriz:

“Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!” (Bakara 174,175)

Yukarıda verdiğimiz haberde de görüldüğü gibi verilen misyonda Hizb-ut Tahrir Yehova Şahitliği, Misyonerlik, Bahailik, gibi sapık guruplarla bir tutulmak isteniyor. Ayrıca kökten dinci ve bölücü akım olarak görülmesini istiyorlar.

Bu da yetmezmiş gibi Hilâfet meselesinin Sabetayistlerle birlikte yan yana konulması ve kamuoyuna bu şekilde yansıtılması isteniyor. Şer kokan bu girişimden amaçları ümmete Hilâfeti ve bu davayı yüklenenleri kirli göstermektir.

Yahudiler, dünyanın en nefret ettiği insanlardır. Yehova Şahitliği, Misyonerlik, Bahailik ise sapıklık ve küfürdür. Bunlarla eş tutmak, onlarla bağlantı kurmak, onların ağzıyla Hilâfeti gündeme taşımak ümmetin Hilâfete ve çalışanlarına bakışlarını vurmak demektir.

“İşte halkın en şerlileri onlardır.” (Beyyine 6)

İşte bu şerlerine siz imamları da âlet etmek istiyorlar. Ümmetin saf evlatları sizlerin ağzınızdan çıkan kelimeleri hayatlarında ölçü kabul ediyor. Buda İslam'ı gönülden sevdiklerinden ve onları İslam'ın temsilcileri olduklarını gördüklerinden dolayıdır.

Ümmetin evlatlarının ve imamların bu oyuna gelmeyerek bu meseleyi saptırmamaları, bu davanın elemanlarına düşman olacaklarına yardımcı olmalarını hatırlatıyoruz ki, bu iki dünyada da onların hayrına olacaktır. Onlar (imamlar) da çok iyi biliyor ki, her gün okudukları âyetlerde Allah kafirler, müşrikler ve onların uşaklarıyla birlikte olmayı, dost edinmeyi yasaklamıştır:

“Müminler, müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur…” (Al-i İmran 28)

 

2- Hilâfet konusunun saptırılması ve başka sistemler altında düşünülmesi:

İslam davasının sahiplenilmesinin önüne geçemeyen ve bu direnci kıramayan küfür düzenleri ikinci planlarını devreye koydular. O da İslam düşüncesine saldırıdır. Ümmetin İslamî fikirlerle tekrar donanmasının önüne geçmek için İslamî fikirleri aslından uzaklaştırmak ve fikirleri karıştırmak hedef edinilmiştir. Hilâfet konusu da bunlardan bir tanesidir. Ümmetin Hilâfet hakkında yanlış bilgilendirilmesi veya Hilâfete yanlış kılıflar geçirilmesi konusu yeni değildir.

Bu işi sömürgeci kafirler Hilâfeti yıkmak, onu ortadan kaldırmak için asırlardır uğraştıkları dönem içerisinde ortaya attılar. Savaşlarla yıkılamayan İslam Devleti ancak kavram kargaşası neticesinde yıkılabildi. Hilâfet, siyasî olma yerine ruhanî bir makam, ümmetin tümünü kapsayıcı yerine bir kavmin egemenliğinin güç simgesi, zamanını doldurmuş bir yapılanma görünümü içerisinde eritildi.

Ankara’da kurulan karton hükümetin kurucularından K.Atatürk Hilâfet konusunda şunları söylüyordu:

“Halifelik makamı da bütün İslam aleminin ruh ve vicdanının ve imanının birleşim noktası, İslam kalplerine ferahlık verebilecek bir şeref ve yücelikle tecelli edecektir.” (Hasan Hüseyin Ceylan/Cumhuriyet Dönemi s. 50)

Hilâfet bu yolla ruhanî bir çizgiye oturtturulmuş ve tehditler altında, saltanatı Hilâfetten ayıran kanunla (2 Kasım 1922’de) TC Millet Meclisine devredilmiştir. Böylece istenilen olmuş Hilâfet sultadan ayrılarak ruhanî ve sembolik bir makama dönüştürülmüştür. Her ne kadar itiraz edenler olsa da vazifesi belirlenmeden Abdülmecid Efendi Halîfe olarak ilan edilmiştir.

3 Mart 1924’te Mecliste Hilâfetin kaldırılması konusunda yapılan tartışmalarda saptırmalara gidilmiştir. Mustafa Kemal ve Prof. Seyyid Beyin yaptıkları konuşmalara bakıldığında İngiliz istihbarat elemanı olan müsteşrik Thomas W. Arnold’un 1924’te ilk baskısı yapılan The Caliphate (Hilâfet) adlı kitabı ile içerik bakımından bir paralellik arzettiğini görüyoruz. Yine bir benzeri 1925 yılında Mısır’da Şeyh Ali Abdurrazik tarafından kaleme alınan “fi’l-hilafe ve el-hükümah fi’l-İslam” adlı kitapta geçen içerik ve üslupla da aynı doğrultuda olduğunu görüyoruz. Bu da gösteriyor ki; dün de, bugün de İslam düşmanları Hilâfet düşüncesi noktasında aynı kaynaklardan beslenmişlerdir.

İslam’ın hayata hakim olmasını büyük tehlike gören küfür ehli günümüzde de Hilâfet kavramını iyice karıştırmak için çalışmaların sürdürüyorlar. Yukarıda verdiğimiz alıntılarda;

a- Vatikan benzeri Ruhanî liderlik, bu vasıfta bir Halîfe, Hilâfet Bakanlığı, laik düzen içerisinde de Hilâfet olur, Hilâfet sisteminde de demokrasi ve cumhuriyet vardır,

b- Birleşik İslam Devleti kurulması ve Halîfelik unvanı verilmesi, özlemi içerisinde olunduğunu görüyoruz.

a- Gündeme oturtturulmak istenen Sembolik veya ruhanî Hilâfet fikri yeni değildir.

Hilâfet kavramını karıştırmak için 1880’li yıllarında bir İngiliz diplomat ve ajan olan Wilfrid Scawen Blunt’in (1840-1992) yazdığı bir makalede ortaya atılmıştır. (Thomas W.Arnold, The Caliphate, Rautledge sh.227-228) Daha sonra W. S. Blunt ruhanî Hilâfet fikrini İslam alemine yaymak için Arap yazar Abdurrahman el-Kavakibi (1849-1902) ile irtibat kurdu. El-Kavakibi sembolik-ruhanî Hilâfet fikrini 1899 yılında yazılmış olan ‘Ummu’l-Qura’ kitabında açıkladı. Bu açıklamada şunlardan bahsetmektedir:

“İslam dünyasının ve Arapların tekrar derlenip toparlanmaları, Mekke’de Kureyş asıllı bir Halîfenin belirlenmesi ile olur. Bu yeni düzenlemeye göre siyâset ve ruhanî otorite ayrı olmalıdır. Ve Halîfe sadece ruhanî otoriteye sahip olmalıdır. Halîfe, özel bir şurâ tarafından denetlenmeli ve her üç yılda bir seçilmeli.’ (Ummu’l-Qura sh. 227)

Rahmi Koç ve diğerlerinin üzerinde durdukları, farklı yerlerde ve farklı üsluplarla gündeme getirdikleri Hilâfet konusunun bu görüşten farklı olduğunu söylemek mümkün değildir.

İngilizler, Mithat Paşa yolu ile 2. Abdülhamid zamanında anayasa değişikliğine gidilerek Halîfenin siyasî yetkilerden arındırılıp sadece ruhanî konumda kalması için de girişimlerde bulunmuşlardı. Yine sömürgeciler 19. yüzyılda Hilâfeti karalama ve onu saptırma amaçlı bir çok dergi ve gazete çıkartmışlardır. Ayrıca Veresman İngiliz Başkonsolosluğunda Cemaleddin Afgani ile buluşarak ‘Sembolik Hilâfet’ ve ‘Arap’ Hilâfeti’ fikrinin yayılması konusunda planlar yaptılar. (Nikki R.Keddie, An İslamic Response to Imperialism, Univ. Of California Prese, 1968, sh. 30 Sultan Abdulhamid’in hatıra defteri sh. 73)

Görüldüğü gibi ruhanî bir Hilâfet düşüncesi yeni değildir. Hilâfet Bakanlığı konusu da bundan farklı değildir. Hilâfetin bakanlıkla temsil edilmesini isteyenler ise bu konunun hiç mi hiç uzmanı olmadıklarını ortaya koymaktadırlar. Yani ne dediklerini kulakları duymuyor. Bakanlık demokratik sistemlerin bir ürünüdür. Bunun İslam’da kesinlikle yeri yoktur. Ayrıca bu söylem küfür sistemlerinden etkilenmedir. İslamî hayat ortadan kaldırıldıktan ve yerine küfür kanunları ve yönetim biçimleri oturtulduktan sonra, ortamdan etkilenen kişilerin gayri İslamî bir bakışla Müslümanları saptırmanın yollarını arayışlarıdır.

Bakanlık, kurulu düzene bağımlı çalışan bir vekilliktir. Yönetimi altında bulunduğu işlerden sorumlu, Cumhurbaşkanı veya kral tarafından atanmış yetkili veya nazırdır. Bu tarifin karşılığı herhalde düşündükleri bugünkü Diyânet İşlerini Hilâfet Bakanlığına dönüştürme olabilir. Ki, her hali ile bir yere bağımlı ve başkaları tarafından atanan bir kurumdur. Bunu Hilâfetle bağdaştırmak saçmalıktan başka bir şey değildir. Yetkileri kısıtlanmış, atanmış, sadece belli konularda faâliyet verecek bir Hilâfet anlayışı yukarıda bahsedilen İngilizlerin görüşlerinden farklı bir şey değildir.

b- Birleşik İslam Devleti kurulması ve Halîfelik unvanı verilmesi, özlemi içerisinde olunduğunu görüyoruz.

Bu düşüncenin bir benzerini Cemaleddin Afgani'nin İslam Birliği tarifinde görmek mümkündür:

“Benim içtenlikle istediğim, bu ülkeleri birleştiren tek otoritenin Kur’an ve onların din birliği olmasıdır. Her ülke için bir yönetim olur. Fakat bu yönetim, din birliğinden dolayı diğer ülkedeki yönetimle dayanışma bilincinde olur.”

Malezya devlet başkanının İslam birliği hakkındaki sözlerinin bundan farklı olmadığını görüyoruz.

“Malezya Başbakanı Mahathir’in yaptığı açıklamalar geniş yankı buldu. Toplantı sonucunda İslam dünyasında işbirliği önemlidir. Bugün D-8’lerin söylemlerini hatırlatan fikirler ortaya atılıyor. Konferanstan Filistin için temenni dışında somut bir teklif çıkmadı. Müslüman ülkeler ilerisi için geçerli ve yapıcı bir vizyon gösteremedi. Bütün bunlar 35 yıldır İslam Birliği, İslam BM’si, İslam NATO’su, İslam Dinarı gibi fikirleri niçin söylüyoruz. Bütün bu sorunlar İslam Konferansı’nda toplanıp dağılmayla çözülmez.” (Milli gazete 27/ekim /2003)

İslam birliği, İslam IMF’si gibi fikirlerde Cemalettin Afgani’nin görüşleri temel alınmıştır. MÜSİAD Başbakanı Erol Yarar’da bu görüşlerden etkilenmiş olmalı ki; aynı düşünceden bahsediyor.

“IBF Başkanı ve eski MÜSİAD Başbakanı Erol Yarar, Müslüman ülkelerin kendi aralarında IMF benzeri bir yapılanmaya gidebileceklerini söyledi. Yarar "Müslüman ülkeler kendi atıl kaynaklarını bir fonda toplayarak IMF benzeri bir kuruluşu oluştursalar ve yüz milyarlarca Müslüman ülkelerin kalkınmasını taahhüt etseler, bugün İslam ülkelerinin durumu nasıl olurdu? Bizler kaynak yönünden fakir değiliz. Bizler birliktelik, aksiyon, fikri çeşitlilik ve doğru istikamet yönünden fakiriz" diye konuştu.” (16 eylül 2004 Radikal)

Bu demektir ki; bugünkü İslam beldelerin bölünmüşlüğünü kabul etmektir. Ayrı ayrı yönetimlerin bulunması ve bu devletlerin kabulü parçalanmışlığı onaylamaktır. Parçalanmış devletlerin ekonomisi de parçalanmış demektir. Bu halde şekli bir birlikteliğin parçalanmışlığın dışında ne anlamı olabilir?!.

Kökünü İngilizlerden almış, bayraktarlığını Afgani, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın yaptığı ve günümüze kadar gelen bu ekolün yeniden canlandırılmaya çalışıldığı, yazarların ve bazı kişilerin bu hastalığın müptelası olduğu, Müslümanlarında bu etkinin altında kaldığı ortadadır. Kasıtlı ve manalı üretilen bu gibi düşünceler, İslam’a ve Müslümanlara düşman olanlar tarafından üretilmektedir. Maksatları ise; Müslümanların bu gibi fikirlerden etkilenip tek birliktelik olan Hilâfet altında birleşmelerini önlemektir.

Gerçekten Hilâfet istenmiş olsaydı, Hilâfet kendi çerçevesi içerisinde ele alınır ve onun hakkındaki hükümleri yine kaynağından alınmaya yönelinirdi. Fakat bunu yapma yerine gayri İslamî düşüncelerle hareket edildiği gayet açıktır.

Bütün bu çıkışlar ve saptırmaya yönelik çalışmalar şunu gösteriyor; Müslümanlar İslam’a yönelmişlerdir. İslam’dan kaynaklanan hükümleri hayatlarında tatbik etme arzuları kabarmaya başlamıştır. Bu bazda İslam Devleti düşüncesinin de gün geçtikce ümmet içerisinde yayıldığını görüyoruz. Bu yöneliş kafirler için bir korku unsurudur. Önlemenin yolu ise saptırmaktır.

Müslümanlar olarak kafirlerin hazırlayıp çeşitli şeklerde, değişik kişilerle İslam alemine pazarladığı sapık fikirlerden etkilenmemek ve tuzaklarına düşmemek için uyanık olmak zorundayız. Bunun için de bu düşüncelerin nereden ve nasıl geldiğini bilmemiz gerektiği gibi Hilâfetin mana ve muhtevasını bilmekte o kadar önemlidir.

Müslümanlarda şu günlerde İslam’a artan meyillerinin önüne geçilmek istendiği gibi kaynaklarına yönelmelerinin önlenilmesi isteniyor.

Gerçekten ümmet bir çıkış yapmıştır. O da İslamî hayata yöneliştir. Bu yönelişte artık kapitalizme, demokrasiye, laikliğe yer yoktur. Müslümanlar İslam’ı anlamak ve onunla hükmolunmak istiyorlar. Düşmanlar bundan dolayı saptırmalarla ümmetin önünü kesmek istiyorlar.

Ümmet Hilâfet konusunda aydınlanmak istiyor. Bunu yapacak olanlar bu işin içinde olan İslam davetçilerinin işidir. Bu noktada Hilâfet konusunun açıklanmasına gerek vardır.

Hilâfet; tarifini, yapısının şeklini şer’î hükümlerden almıştır. Hilâfet; İslam şeriâtının hükümlerini hakim kılması ve İslam Davetinin tüm insanlığa taşınması için yeryüzündeki tüm Müslümanların liderliğidir. Onda parçalanmışlık yoktur, Hilâfet tekdir.

Devlet, toplum ve hayat için düşünce ve metod bütünlüğüne sahip olması yönüyle İslâm, devlet ve yönetim kavramlarını kendisinin ayrılmaz bir parçası kılmıştır. Bu nedenle İslâm, Müslümanlara İslâm Devletini ve İslâm yönetimini ikame edip İslâm’ın hükümleri ile hükmetmelerini emretmiştir. Bu çerçevede, Kuran-ı Kerim'de, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmelerini emreden "Hüküm" ve "Sultan"a ilişkin onlarca âyet yer almaktadır.

"Allah'a itâat edin, Rasûl’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisa 59)

"Onu, Rasul’e ve onlardan olan ulu'l emre götürselerdi." (Nisa 83)

İslâm’da yönetim sistemi, devletin şeklini, vasıflarını, ilke ve temellerini, yönetim organlarını devletin üzerine bina edildiği esasları açıkça ortaya koyduğu gibi, tüm problemlerin çözümünün üretildiği düşünce, kavram ve ölçülerle uygulanacak anayasa ve yasaları da açıkça ortaya koyan bir sistemdir.

İslâm’ın yönetim nizamı ve devlet şekli tam anlamı ile özgün bir sistemdir. Bu nizam, dünya üzerindeki tüm sistemlerden gerek esas ve kurumları açısından ve gerekse sorunların halledildiği fikir, kavram ve ölçüler açısından farklılık arzeder. Yönetimin temsil ettiği şekiller, uygulanan anayasa ve kanunlar açısından da farklılıklar söz konusudur.

İslam’da yönetim şeklinin Hilâfet olduğu delillerde izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır: Müslim, Ebu Hazim'den şu hadisi rivayet eder: "Hişam b. Urve ve Ebu Salih, Ebu Hureyre'den o da Rasulullah'tan şunu rivayet etmiştir:

"Ebu Hüreyre ile beş sene beraber bulundum. Bana Rasulullah (s.a.v.)'den şunu işittiğini söyledi: "İsrail oğulları Nebîler tarafından siyaset (idare) edilirdi. Bir Nebî öldüğünde onu bir diğeri takip ederdi. Benden sonra artık Nebî yoktur. Ancak bir çok Halifeler olacaktır. Oradakiler dediler ki: “Bu durumda bize ne emredersin?” Dedi ki: “İlk biat edilene vefakar olun ve ona karşı olan görevlerinizi yerine getirin. Muhakkak ki Allah size karşı görevlerini yerine getirip getirmediklerini onlardan soracaktır.” (Buhari, 3196; Müslim, 3429; Ahmed b. Hanbel, 7619)

Bu ve diğer delillerde Hilâfetin soyut bir ifade değil aksine şeriatı uygulamak için var olan tek sulta olduğunu gösteriyor. Yönetimde ortaklık ve paylaşımcılığa yer olmadığını şu hadis beyan ediyor:

Müslim’in, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiği hadiste Rasul (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"İki Halife’ye biat edildiğinde ikincisini öldürün.” (Müslim, 3444)

İslâm’da yönetim nizamı, her bir vilâyetin yerel yönetiminin özerk olduğu, genel idare sisteminin ise federal vilâyetlerin birleşmesi ile oluştuğu federal sistemle de benzerlik göstermez. Tam tersi İslâm’da yönetim nizamı vahdet nizamıdır. İslâm Devleti için batıda Marekeş ne ise doğuda Horasan da odur. Bir an Hilâfet merkezinin Kahire'de olduğunu var sayarsak Feyyum kenti ne ise tüm diyar kentler de aynı mesâfededir. İslâm Devletinde tüm bölgelerin maliyesi ve bütçesi tek bir bütçe ve maliyedir. Bu bütçe, tüm tebâanın faydası esas alınarak harcanır. Vilâyetlerin bu uygulamada birbirine herhangi bir imtiyazı yoktur. İslâm’da yönetim nizamı kesinlikle Cumhuriyet değildir. Zira Cumhuriyet düzeninde sistem, egemenliğin halka ait olduğu demokrasi fikri üzerine kurulmuştur. Buna göre, halkın bizzat kendisi yasama ve yönetim hakkının sahibidir. Halk, yöneticiyi seçme, azletme, anayasa ve kanun yapma ya da mevcut anayasa ve kanunları değiştirip kaldırma hakkına sahiptir.

Halbuki İslâmî yönetim nizamında İslâm akidesi ve şer'î hükümler nizamın temelini oluştururlar. Bu nedenle İslâmi yönetim sisteminde egemenlik halkın değil, şeriatındır.

Hilâfet, karşılıklı rıza ve tercihe dayanan bir akittir. Böylece hiçbir kimse kendisine Hilâfet yetkisi verilmedikçe Halîfe olmaz.

Halîfe devlettir. Devlete ait bütün yetkilere sahiptir. Halife benimsediği hükümleri yürürlüğe koyar, devletin dahili ve harici işlerinden o sorumludur, yabancı elçileri kabul eder veya reddeder, muavin ve valileri tayin ve azleder, başkadıyı, daire müdürlerini, ordu komutanlarını, alay emirlerini tayin ve azleder, devlet bütçesinin gereğine göre dağıtılacağı şeri hükümleri benimser, egemenlik ancak şeriata aittir.

İslam’da devletin manası; diğer sistemlerdeki devlet manasından farklıdır. İslam’da devlet kelimesi ile kast olunan ancak sulta sahibi ve yönetim sahibidir. Devletin yetkileri sultanın (otorite sahibinin) yetkileridir. Mademki sultayı yüklenen Halîfedir, onun için Halîfe devlettir. “Halîfe devlettir” sözü bundan dolayıdır.

Rasûlullah (sav), Medine’de İslam Devletini kurunca otoriteyi üzerine almıştı. Otorite ile tüm yetkiler ona aitti. Bu durum, Rasûlullah (sav) Refiki alaya göçesiye kadar hayatı boyunca böyle devam etti. Ondan sonra Raşid Halîfeler geldiler. Onlardan her bir Halîfe otoritenin tamamını üzerine alıyor ve otorite ile ilgili yetkilerin tamamına sahip oluyordu. İşte bu Halîfenin devlet olduğuna dair delillerden bir delildir.

Hilâfet müminlerin emirliğidir. Masiyetle emretmediği müddetince ona itaat etmek farzdır. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“Kim emirinde hoşlanmadığı bir şey görürse, sabretsin. Zira sultadan bir karış dışarı çıkan ancak cahiliyye ölümü ile ölür.” (Müslim)

Görüldüğü gibi Hilâfet kendine özgü bir yönetim sistemidir. Bunun dışında başka yerlerde devlet arayışına gitmek veya başka sistemlerle bağdaştırmaya çalışmak yanlıştır.

İslam ümmetinin bu hususta İslamî duyarlılığını göstereceğini umuyoruz. Allah, samimi bir şekilde İslam’ı hayata hakim kılmak isteyen ve onlara yardımcı olanların yardımcısı olsun…

Allah, İslam ümmetini bugün içerisinde bulunduğu halden kurtarıp Hilâfetle nurlandırsın… Amin.

Mahmud AYDIN

29/11/2004

***

 

Yukarı