Ayın Konusu

İnceleme

Soru-Cevap

Kitap Tanıtım

Hakkımızda

Ana Sayfa
Kitap
Beyan
Yeni Sayı
Arşiv
Haber
Sizden Gelen
Link
Email
İslam Devleti
İslam'a Davet
Hizb-ut Tahrir
Hilafet Nasıl Yıkıldı
İslam Şahsiyeti
İslam'da İctimai Nizam
İslam'da Yönetim Nizamı
İslam'da Ekonomik Sistem
Diğer kitaplar için tıklayınız

GEÇMİŞ VE GÜNÜMÜZ İNSANLARINDA ŞİRKİN YERİ

A. Rasimoğulları

Hamd, sena ve övgülerin en güzeli Allah (c.c.)’a mahsustur. Salat ve selam da Hz. Muhammed Mustafa’ya, âline, ashabına ve onun yolunu takip eden Müslümanlar üzerine olsun.

Şirk meselesini inceleyip daha sonra günümüz Müslümanlarının bu kelimeyi nasıl anladıklarını, akidelerinde ve amellerinde ortaya çıkan değişiklikleri izah etmeye çalışacağız. Yine anlatmak istediğimiz şirk kelimesinin anlamı olup, bunun direkt akideyle bağlantısı kurulup daha sonrada hayat hakkında ki fikirlerimizi buradan hareketle Kur’an ve Sünnete göre şekillendirmektir.

Bu kadar tahribata uğramış bir İslam toplumunu tekrar eski berraklığına kavuşturmak ve bu yapıyı korumak için bir İslam Devletinin mutlak manada inşa edilmesi gerekliliğini, toplumumuza bir göz attığımızda daha da net bir şekilde müşahede edeceğiz. Çünkü devlet, toplumu ve fikirleri korumada önemli bir faktördür. Burada devletin fertlere, şirke düşmeme garantisi verdiği anlaşılmamalıdır. Bir toplumu ve fikri koruma altına alan devlet faktörü bir güçtür.

Konumuza şirkin tanımını yaparak başlamak istiyoruz.

Şirk kelimesi Arapça da “Ortak olmak” manasına gelen “Şe-Ri-Ke” fiil kökünden bir mastardır. “Şirk” kelimesi; ortak koşma, ortak tanıma anlamına gelir. Istılahı anlamı ise; âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c) zatında ve sıfatlarında eş koşmak veya Allah’a ortak isnat etmektir. Allah’a eş veya ortak koşmayla ilgili bütün fiillere “şirk” denildiği gibi, bu fiillerin faillerine “müşrik” denilir.

“Şirk” kavramı, Allah’a eş koşmak veya Allah’a ortak isnat etmek manasına gelmesine rağmen, günümüzdeki toplumun anlayışa göre genel olarak, Allah’ı inkâr manasına gelmektedir.

Oysa İslamla mükellef olan bir insan yaratılışla ilgili bazı olaylara, görerek ve tefekkür ederek; “Allah vardır” dese, sadece bu ikrar ve inanç o insanı Müslüman yapmaz. Bilindiği gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah’ın varlığına inanmaktadırlar. Nitekim müşriklerle ilgili Kur’an’ı Kerimde şöyle buyrulmaktadır:

“Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebut 61)

“Andolsun ki onlara: "Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. De ki: (Öyleyse) hamd de Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler.” (Ankebut 63)

Kuran’ı Kerim de zikredilen bu gibi ayetler meseleye açıklık getirmektedir. Müşrik, Allah’a inanmasına rağmen Allah’a eş koşan insandır. Allah’a eş koşan insanın, Allah’ın varlığına olan imanı ister taklidi iman, ister tahkiki iman olsun bu insan “müşriktir” ve İslam dairesinde değildir.

Şirk meselesine bu kısa girişten sonra insanları müşrik durumuna getiren şirk olgusunu, “itikadi” ve “ameli” şirk olmak üzere iki genel başlıkta değerlendirebiliriz.

İTİKADI ŞİRK

İtikat demek, bir dinin temel inanç değerlerine kalbî bağlılık ve inanmak demektir. İslam dinindeki iman esasları “amentü” de belirtildiği üzere altı olarak sınırlandırılmasına rağmen Müslümanlar, Allah’a, Peygambere ve bir bütün olarak Kuran’ı Kerime inanmakla yükümlüdürler. Kuran’ı Kerimde bildirilen bütün gerçekler, Kuran’ı Kerimde beyan edilen bütün esaslar, Müslümanlar için birer iman esasıdır. Bu iman esaslarını bölmek, bir kısmını esas, bir kısmını detay kabul etmek, Müslümanlar için mümkün değildir.

İtikadı şirk içerisinde bulunan kimseler, genellikle Müslüman olduklarını zanneden veya Müslüman olduklarını ileri süren kimselerdir. Bunlarda meydana gelen itikadi şirkten, bir çok örnekler verebilmemiz mümkündür. Mesela;

1- Herhangi bir insan, Hâlık, yani yegâne yaratıcı olan Allah’a inandığını söylediği halde kâinatın, dünyanın ve dünyanın içindekilerinin yaratılışını, Allah’la beraber başka şeylere de nispet ediyorsa.

2- Rezzak, yani yegâne rızık verici olan Allah’a inandığını söyleyip, rızık verici olarak Allah’la beraber başka şeyleri de ön plana çıkarıyorsa.

3-“Hâdi”, yani yegâne hidayet edici olan Allah’a iman ettiğini söyleyip; hidayet edici olarak başka şeyleri de görüyor ise.

4-Yegâne ve mutlak Hakim olan Allah’a iman ettiğini söyleyip; hakimiyeti Allah’tan başka kimselere veya mercilere nispet ediyorsa, böylesi inanışlarda bulunan insanlar itikadi şirk içerisindedir.

Kısaca örneklendirdiğimiz bu itikadi şirkler Müslümanlarda olmamakla beraber Müslümanların bu gibi konularda yeterince bilinçli oldukları söylenemez. Mesela; bazı alimler İslami mücadeleleriyle ilgili olarak “Bizim mücadelemiz Allah’ın hakimiyetini tesis etmek içindir” diyebiliyorlar!.. Böylesi bir söz, öncelikle Allah’ın sıfatlarını bilmekle yükümlü olan alimlere yakışmayacak bir sözdür. Oysa şu çok iyi bilinen bir husustur ki oda Allah (c.c)nun bütün âlemler üzerinde mutlak hakimiyete sahip olduğudur. Bu her hususta geçerlidir. Bunu şu örnekle de vuzuha kavuşturabiliriz. Firavun ve Nemrut, yönettikleri ülkede hakimiyetin gerçek sahibi olsalardı, hiç şüphesiz ki Firavun Hz.Musa’yı, Nemrut ise Hz. İbrahim’i gayet kolay öldürebilirlerdi. Oysa yalancı hakimiyetin sözcüsü olan bu kişiler, Allah’ın elçileri hakkında “Ölüm hükmünü“ vermelerine rağmen, ilahi hakimiyetin takdirine boyun eğmek zorunda kalmışlar ve öncelikle kendileri ölmüşlerdir. Çünkü Allah (c.c) kendi hakimiyetini reddeden firavunlar üzerinde de mutlak hakimdir. Bizler bazı zamanları “Hakimiyet Allah’ındır” diyorsak, bu sözümüz; gerçekleştirmeyi istediğimiz bir temenni değil, insanlara hatırlatmak istediğimiz apaçık bir gerçektir.

AMELİ ŞİRK

Amel; fiil, eylem, hareket, davranış manasına gelir. İnsanın yaşantısında meydana gelen fiil, eylem ve davranışlarında kaynaklanan şirklere, kısaca “ameli şirk” diyoruz. Ameli şirk, bizzat fiil ve eylemlerden zuhur eden şirktir. Mesela; gaybı bildikleri inancıyla kâhinlere gitmek, değişik maksatlar için büyü veya sihir yaptırmak, göz boncuğu veya katır boncuğu takarak, bunlardan fayda ummak, ölülerden veya birer mahluk olan yaratılmışlardan gaybi yardım istemek, Allah’tan başkasına kurban kesmek, insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacakları ile ilgili olan Allah’ın hükümlerine rağmen kendi istekleri doğrultusunda hükümler koymak veya bu şekilde hükümler koyan müstekbirlere oy vererek onları meşru görmek ve onlara destek vermek gibi. Bütün bunlar ameli şirktir.

Ameli şirkin kaynağında itikadi şirk olduğu gibi, bazı hallerde itikadi cahillik de olabilir. Gerçi itikadi cahillikte de şirk inanışlar vardır. Mesela; İslam’ın sadece bir takım ibadetlerden oluşan bir din değil, başlı başına bir hayat nizamı olduğunu anlamalarına, âlemler üzerinde mutlak hakim olan Allah’ın insanların yaşantılarıyla ilgili olarak hükümler vâzettiğini bilmelerine rağmen; bu ilahi hükümleri reddeden müstek-birleri meşru görerek oylarıyla destekleyen kişilerin amelinde, itikadi cahillik değil, itikadi şirk vardır. Bu gibi konularda resmi veya gayri resmi propagandalarla aldatılan, hakkı ve gerçeği bilmeyen kimselerin fiillerinde ise itikadi cahillik bulunmaktadır. Nitekim bütün bunları dikkate alan İslam, fiil-fail ayırımını yapmakta, fiil ile fail arasında bilinç bağı varsa, faili fiile göre sıfatlandırmaktadır.

Şirki yönelişlerde bulunan ve şirk fiilini işleyen fail insan olduğu için, insanın araştırılması ve değişik boyutlarıyla ortaya konulması gerekmektedir. Şirkin faili olan insana yeterli açıklık getirilmediği sürece, şirki yönelişlerin nedenleri de açıklık kazanmayacaktır. Dolayısıyla “İnsan nedir? Nelere meyillidir? Zaaf ve yetenekleri nelerdir? gibi sorulara cevap aramak kaçınılmazdır. İnsanları şirke sürükleyen nedenlerin hepsi, insan fıtratıyla ilgilidir. İnsanları şirke götüren nedenlere girmeden önce, bu nedenlerin tesirinde kalan insan fıtratına kısa bir açıklık getirmek gerekiyor.

Şirk meselesini incelerken, Allah’a şirk koşan müşrik ile Allah’ı birleyen muvahhid, farklı farklı yaratılışlar da olsalardı, bu durum bizler için çok daha basit ve anlaşılır olabilirdi. Oysa ki her iki yönelişin sahibi de insandır.Var oluşları itibariyle aynı yaratılışa sahip olan insanlar, birbiri ile tamamen zıt iki ayrı fiile, iki ayrı istikamete yönelebilmektedirler. Birbiri ile çelişen bu farklılığı, yaratılıştaki (fıtrattaki) farklılıklar olarak algılayamayız. İnsanın yaratılışı ile olan gerçeği Kuran’ı Kerim şöyle beyan etmektedir.

“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30)

Konumuzla ilgili olarak anlamamız gereken gerçek; Allah (c.c.) sadece Müslümanları değil, bütün insanları din fıtratı üzere yaratmıştır. Bütün insanlarda İslam dininin bütün gereğini yerine getirebilecek imkânlar ve yetenekler bulunmaktadır. Kuran’ı Kerimde zikredilen birçok ilâhi buyruğu dikkate aldığımız zaman, insanda bulunan şu vasıfların zikredildiğini görürüz. Değişik konularda inanmak, sevmek, korkmak, sakınmak, itaat etmek, duymak, görmek, bilmek, düşünmek, konuşmak, unutmak, hatırlamak, umutlanmak, özenmek, güvenmek ve istemek gibi. İnsan bu vasıflarla ilgili gelen hükümlerle mükelleftir.

Mükellefiyetlerin yerine getirilmesi için gerekli olan fıtri donatım, insanda mevcuttur. Daha açık bir ifadeyle bu farklı fiillere meyilli olarak yaratılmışlardır. Ancak yaratılış itibariyle bütün insanlarda bulunan bu fıtri özellikler, insanların arzularına göre şekillenmekte, tercih ettikleri şeylerle doldurulmaktadır.

Mesela; korkmaya meyilli olarak yaratılan bir insan, fıtratında bulunan korku boşluğunu, Allah korkusuyla veya Allah’tan başka şeylerin korkusuyla doldurabilir. Sevmek ve itaat etmek yönelişleri de aynen bu şekildedir. Fıtri temayüllerde yaratılan insanlar hangi dine girerlerse girsinler, onlarda meydana gelen değişiklik fıtri temayüllerde değil, bu fıtri temayüllerle yöneldikleri, benimsedikleri şeylerdir. İnsan fıtratıyla ilgili olan bu ilâhi kanunları, zamanımız insanından daha çok iyi bilen şeytan işlerini bu ilâhi kanunların tersine gerçekleştirmektedir. Nitekim, “Allah’ın yaratışında değiştirme yoktur“ gerçeğinin bilincinde olan şeytan, bu nedenle fıtri temayülleri değil, bu temayüllerle yönelinen şeyleri değiştirmeye çalışmaktadır.

Mesela; fıtraten korkmaya meyilli olarak yaratılan bir insana şeytan yanaşırken, bu vasfı yok etmeye çalışmaz. Çünkü bu fıtri temayülü yok edemeyeceğini, değiştiremeyeceğini bilir.

Zaten onun rahatsız olduğu şey insanın korkmaya meyilli olarak yaratılması değil, bu fıtri temayül ile Allah’tan korkmasıdır. Bu durumu önlemesi ve bununda ötesinde insanların fıtri temayülünden faydalanabilmesi için, korkmaya meyilli olarak yaratılan insanları şeytani vesveseler ve tağutu müeyyidelerle korkutması gerekmektedir. Nitekim şeytan ve dostlarının da yaptığı bu değil midir?

1. İnsanlara İslam’i davetin yapılmaması

İnsan fıtratının en belirgin özelliği, boşluk kabul etmemesi veya boşluğa tahammül etmemesidir. İnsan kendisine bir muhatap arar ve bununla o boşluğu doldurmak ister. İnsanların fıtratında bulunan bu boşluklar, “doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin“ mutlaka bir şeylerle doldurulmasına rağmen, insanla bütünleşecek bu değerler ancak ve ancak İslam’ın değerleridir. İşte bu değerlerle insan âhenkli bir bütünlüğe girmekte ve yükselmektedir. Bu mânada davetin insanlara ulaştırılması kaçınılmazdır. Aksi takdirde insan, şirkî daveti metod olarak almakta ve böylelikle fıtri boşluklar batıl davetlerle doldurulmaktadır.

2. Dünyevi endişeler ve nefsi marazlar

Bu davetle karşılaşan her insan için bu davete icabet eder diyemeyiz. Çünkü yine biliyoruz ki, davetle karşılaşmalarına rağmen bu daveti kabul etmeyen bir çok insan bulunmaktadır. Bu insanların daveti reddedip, şirke yönelmelerinin en önemli nedeni dünyevi endişeler ve nefsi marazlardır.

Ekabir takım için faturası kabarık kabul edilen bu gibi dünyevi endişelerin, halk kitlelerinde bir lokma ekmek veya iki kuruş maaş gibi çok küçük birimlere indiğini görürüz. Bir lokma ekmek veya iki kuruş menfaatin yanı sıra, devletten ve devlet adamlarından korkmak, birçok zavallı insanın şirke yönelmesi için yeterli birer sebep olabilmektedir.

3. Yarını uzak görme

Yarını uzak görme düşüncesi, insanlarda genel bir hastalık durumuna gelmiştir. Halbuki gerçek böyle midir? Yarınlar, gerçekten uzak mıdır?. Oysa uzak olan, yarın değil dündür. Yirmi yıl sonramız değil, yirmi saniye öncemiz uzaktır, uzaklaşmıştır bizden. Yirmi yıl yol gitsek bile, yirmi saniye öncemize gitmemiz mümkün değildir. Fakat yarınlar, durmak bilmeyen adımlarla üzerimize doğru gelmektedir. Mesela; ihtiyacı olan birisine “Bugün sana on bin mark vereyim, bir hafta sonra üç tırnağını sökeyim deseniz, ihtiyacı olmasına rağmen teklifinize yanaşmaz. Çünkü zamanın durmadığını ve o günün geleceğini iyi bilir. Peki, bu bir haftalık süre geçecek ise, bir ömür geçmeyecek mi?. Yaşasak ta ölsekte, tıkır tıkır işleyen zaman, hesap gününe doğru yol almıyor mu?. Bazılarının kuşkuyla baktıkları, uzak gördükleri yarınlar, Allah’a andolsun ki gelecektir...

4. Batıl umutlar

İnsanları doğru veya yanlış birçok şeye sevk eden önemli bir etkendir umut. İnsanlar geçmiş tarihimizde cenneti umut ederek çok şeyler yapmışlardır. Cennet umudu ortak bir arzu olmasına rağmen, bu umut için yapılmak istenenler oldukça farklıdır.

Müminler bunu Allah’ın rızasına götürecek Kur’an ve Sünnette ararlarken, bazıları firavunların izinde, bel’amların dininde, sapıkların tekkesinde aramaktadırlar!.. İşte günümüzde insanlar! Cennet umuduyla cehenneme yönelmiş, yaygın ve bulaşıcı bir hastalığa düşmüşlerdir.

5. Duyu organlarının ilahlaştırılması

Âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c) insanlara yaratılışında bazı duyu organları vermesine rağmen, bu duyu organları her şeyi anlayabilecek keyfiyette değildir. Bir takım insanlar için varlık âlemi, duyu organlarıyla müşahede edebildikleri şeylerdir. “Ancak benim gördüğüm veya benim işittiğim vardır“ demek, aynı zamanda “Ben her şeyi görürüm, işitirim“ demektir. Halbuki bizler biliyoruz ki, bu mutlak sıfat, Rabbimize ait bir sıfattır. Yine birtakım insanlar göremedikleri ilahı, görülebilir hâle getirmekten yanadırlar. İbadet için yöneldikleri merciyi somut hale getirmek isterler. Ancak duyularla direkt hissedilebilen ilahları kabul ederler. Bu ister taştan, ister tahtadan olsun fark etmez. Esas olan taptıkları şeyin meçhullükten çıkıp, müşahhas hale gelmesidir. Sonuç olarak “görmediğime ibadet etmem“ diyen ateist ile “ancak gördüğüme ibadet ederim“ diyen müşrik arasında bir fark yoktur. Her ikisi de görülebilen bir ilah istemektedirler. İkisinin de çıkış ve batış noktası duyu organlarıdır.

6. Çoğunluğun etkisi

Bir çok insan kimlik ve kişiliğini, içinde bulunduğu toplumdan almaktadır. Böylesi durumlarda söz konusu topluluk, doğru yolda ise herhangi bir problem yoktur. Ancak bu toplum cahili veya batıl nitelikli ise, insan ve toplum arasındaki olumlu olan etkileşim, gayet olumsuz bir yöne kaymaktadır. Böylesi bir toplumun insan üzerindeki baskısı, bu insanı doğrudan, iyiden uzaklaştırıcı bir faktör olmaktadır. İşte böylesi toplumlarda, toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, kötülüğüne rağmen iyiyi tercih etmek her kişinin işi değil er kişinin işidir. Çünkü, böyle bir tercih de, binlerce ağızdan çıkan “bu doğrudur“ sözüne, tek bir ağız ile “hayır, bu yanlıştır“ demek vardır. Dolayısıyla kendi kişiliğini içinde bulunduğu toplumda bulan kimseler için, böyle bir tercih mümkün değildir. Nitekim cahili toplumlarda yaşayan böylesi kimselerden, şu ifadeleri sık sık duymamız mümkündür...

“Bunca insan yanlışta da sen mi doğrusun?.. sen mi biliyorsun?..”

“Bunca insan aldatıldığının farkında değil de sen mi farkındasın?..”

Demek ki, böyle kimselere göre “iyi veya doğru” çoğunluğun kabul ettiğidir. Oysa tarihe baktığımız zaman bu mantığın birçok hadisede battığını görürüz. Durum böyle olunca toplumu veya çoğunluğu esas alarak hangi şeye mutlak doğrudur diyebiliriz?! Aynı zaman da bu görüş İslamın temel prensipleriyle çatışmaktadır. Bu izahlardan sonra geçmiş tarihlerde ve çağımızda vuku bulan şirk hadiselerine değinmek istiyoruz.

Allah’ı inkâr eden ateistler ile Allah’ın varlığına inanmalarına rağmen Allah’a eş koşan müşrikler arasında herhangi bir fark yoktur. Her iki şekilde de bunların cehennem ehli olduğunu Kuran’ı Kerim bize bildirmektedir. Şöyle ki:

“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” (Nisa 116)

“(Resûlüm!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun (bilfarz) Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!” (Zümer 65)

“İşte bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi.” (En’am 88)

Meseleyi Kur’an’ı Kerimde ki geçmiş tarihle ilgili verilere ve günümüzdeki görüntülere göre değerlendirecek olursak, ne yazık ki geçmiş ve günümüz ayrımına gitmemiz mümkün değildir. Çünkü şirk vakıası ve mantığı, hem geçmişte hem de günümüzde aynıdır. Geçmişte ve günümüzdeki müşriklerin nelere taptıklarına kısaca bir göz atarsak, arada bir farkın olmadığına bizzat şahit olmuş oluruz.

Tabiata tapanlar

Geçmiş dünya tarihinde insanların, güneşe, aya ve yıldızlara taptığını görürüz. Güneşte, ay da veya yıldızlarda büyük güçler olduğunu kabul etmişler ve karşılaştıkları olayların bu güçlerin etkisiyle meydana geldiğine inanmışlardır. Tabi ki, bu batıl inanış beraberinde bunlara karşı kulluğu ve putperestliği getirmiştir. Mahdut akılları ile yaratıcının iradesini, yaratılmış olan tabiata nispet edenler, tabiatı Allah’a eş koşan tabiatperestlerdir. Bilimsellik adına ileri sürülen bu gibi safsataların yanı sıra; yıldızların insanların kaderi üzerinde müessir olduğuna, yıldız nameye ve yıldız falına inanan kimselerde, aynı sapık fırkanın sapık müntesipleridir.

Cinlere tapanlar

Kur’an’ı Kerimin cinlerle ilgili beyanına göre cinler, ateşten yaratılmış olup; aralarında hem iyilerin hem de kötülerin bulunduğu mahlûklardır. Cinler hakkında bunları bilmemize rağmen, biz insanlara göre varlıkları mâlum, mahiyetleri ise meçhul mahlûklardır. Bakın Kur’an’ı Kerim bunu nasıl anlatıyor:

“Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir..” (En’am 100)

Cinlerin Allah’a eş koşulması demek, Allah’ın yüce sıfatlarının cinlere nispet edilmesi, Allah’tan istenmesi gereken şeylerin cinlerden istenmesi demektir. Tabii ki bu durum geçmişe özgü bir şey değil, günümüzde de durum aynıdır. Bakın bugün camilerde üç beş insan varken, cinci hocaların kapıları, sıra kapmak isteyen insanlarla doludur. İnsanların Allah’ın huzuruna değil de, cinci hocaların huzuruna götüren etken şüphesiz şirk etkenidir. Kendilerine entel veya elit tabaka denilen kimseler ise aynı yönelişin modern boyutu olan medyumları tercih etmektedirler. Cinlerin gaybı bilmediklerini Kur’an’ı Kerim bildirmektedir.

“Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” (Sebe 14)

İnsanlara tapanlar

İnsanların, kendileri gibi birer mahlûk olan insanlara tapmaları tuhaf olduğu gibi aynı zamanda en yaygın bir şirk türüdür. Tarihin her sürecinde kendisini ilahlaştırmaya çalışan firavunlar ve bu firavunlara kulluk yapan köleler olagelmiştir. Bir kısım insanlar bu firavunlara sevgilerinden dolayı kulluk yaparlarken bir kısmı da korktuklarından dolayı kulluk yapmaktadırlar. Makamın veya paranın yaptırım gücü, makama veya paraya değer verenler üzerinde müessirdir. Oysa bir şeye değer vermek demek, onu meşru görmek demektir. Dolayısıyla makama veya paraya değer vererek, bunları ortadan kaldırmak mümkün değildir.

Ölmüşlere tapanlar

Yaşadığımız dünyada ölülere karşı iki ayrı yaklaşım vardır. Bunlardan birisi; yalan ve iftiralarla mevtayı kötülemek, diğeri ise; mevtada olmayan vasıflarla onu yüceltmektir. Ölülere tapma hadisesi, ölmüş olan salih veya azgın kimselerin, onlarda olmayan vasıflarla yüceltilmesi üzerine gerçekleşmektedir. Bu tip insanlar ölünün görüş ve ilkelerine itaat ederek, sevgi ve rızasını göstererek şirke girmektedirler. Evet... Geçmişteki ve günümüzdeki müşriklerin yöneldikleri bu insanlar ölüdürler. İstanbul’- daki Eyyüb Sultana uzanan eller, İzmir’deki susuz dede- ye dökülen sular, laik perestlerin akıttığı göz yaşları bunun göstergesi değil midir?! Yaşanılan bu zillet öyle boyutlara ulaşmıştır ki, dünya işleri falanca ölüye bırakılırken, âhiret işleri falanca ölülere bırakılmaktadır. Daha açık bir ifadeyle dirilerin idaresi, ölülere tevdi edilmiştir. Tabii bunlara “diri“ denilebilirse.!....

Putlara (Sembollere) tapanlar

Geçmiş tarihimizde insanların taştan, ağaçtan yontukları putlara taptıkları, bir çok insanlar tarafından bilinmektedir. Günümüz insanları bunun geçmişe ait bir şey olduğunu, günümüzde böyle bir şeyin olmadığını söyleyeceklerdir. Fakat durum hiçte öyle değildir. Hatta putperestlik, günümüzde altın çağını yaşamaktadır. Kalpler, sokaklar, ve meydanlar bu putlarla öylesine doldurulmuştur ki, insanlar putperestlerin hışmına uğramamak için hangi yöne tüküreceklerini şaşırmaktadırlar!.. O kadar ki, her hangi bir adresin tarifi bile bu putlara göre yapılmaktadır.

Sebeplere tapanlar

İnsanların sıkıntıya düşmeleri, bir takım şeylere şiddetle muhtaç olmaları, insanların sık sık karşılaştıkları bir durumdur. İşte böylesi durumlarda sıkıntıyı giderecek sebeplere kulluk adabıyla yönelmek, yüceltmek, bütün bu sebepleri yaratan Allah’a bu sebeplerle eş koşmaktır. Sıkıntıya düşen insanların duası Allah’a, sıkıntı kalktıktan sonra hamd ve şükürleri ise sıkıntılarının kalkmasına vesile olan sebebedir. Halbuki o sebep ile sıkıntıyı kaldıran Allah (c.c)’dır. Sebebi yaratan da, o sebeple yardım edende Allah’tır. Bu insanlar Allah’ın yardımına vesile olan herhangi bir sebebi ilâhlaştırmaya çalışarak, kurtuluşlarına vesile olan sebebi, helaklarına vesile olacak bir sebep durumuna getirmektedirler. Netice olarak, sebepleri sınır tanımadan yüceltmek, sebeplere tapınmanın en açık yolu olmaktadır.

Bugünkü ümmet ne aslına dönebiliyor ne de özendikleri gibi olabiliyor. Bütün bu felaketlerin kökeninde, hayata bakış açılarını, şirk düzeni içerisinde şirk cetveliyle çizmeleridir. Bunun için bir türlü kendilerine gelemiyorlar. Eğer bu ümmet tekrar aslına dönmek istiyorsa, her türlü şirkten uzak olarak ilâhi değerlerle hayatlarını yönlendirmeleri gerekmektedir. Topluma hakim olan bu köhneleşmiş fikirlerden, toplumu yine İslam’ın berrak fikirleri ile süsleyerek, şirkten uzak bir hayat yaşayabiliriz. Çünkü insanlar ne zaman Allah’ın hükümlerinden uzaklaşmış iseler, işte o zaman şirke ve bataklığa düşmüşlerdir.

Görüldüğü gibi bu pis havadan kurtulabilmemiz için İSLAM DEVLET’i kaçınılmazdır. Çünkü Allah’ın hükümlerini uygulamak için böyle bir müesseseye ihtiyacımız vardır. Siz devlet olmaksızın hiç bir zaman Allah’ın hükümlerini uygulayamazsınız, bunu yapamadığınız taktirde de Allah’ın rızasına mazhar olamazsınız.

Allah sizleri ve bizleri bu yolda çalışıp mücadele eden ve bu hal üzere ölen, korkarak, titreyerek, severek, sevinerek O’nun huzuruna giden kullarından eylesin. Amin.

***

Yukarı