Hamd, sena ve övgülerin en
güzeli Allah (c.c.)’a mahsustur. Salat ve selam da Hz.
Muhammed Mustafa’ya, âline, ashabına ve onun yolunu takip
eden Müslümanlar üzerine olsun.
Şirk meselesini inceleyip daha sonra günümüz
Müslümanlarının bu kelimeyi nasıl anladıklarını,
akidelerinde ve amellerinde ortaya çıkan değişiklikleri izah
etmeye çalışacağız. Yine anlatmak istediğimiz şirk
kelimesinin anlamı olup, bunun direkt akideyle bağlantısı
kurulup daha sonrada hayat hakkında ki fikirlerimizi buradan
hareketle Kur’an ve Sünnete göre şekillendirmektir.
Bu kadar tahribata uğramış bir İslam toplumunu tekrar
eski berraklığına kavuşturmak ve bu yapıyı korumak için
bir İslam Devletinin mutlak manada inşa edilmesi
gerekliliğini, toplumumuza bir göz attığımızda daha da net
bir şekilde müşahede edeceğiz. Çünkü devlet, toplumu ve
fikirleri korumada önemli bir faktördür. Burada devletin
fertlere, şirke düşmeme garantisi verdiği
anlaşılmamalıdır. Bir toplumu ve fikri koruma altına alan
devlet faktörü bir güçtür.
Konumuza şirkin tanımını yaparak başlamak istiyoruz.
Şirk kelimesi Arapça da “Ortak olmak” manasına gelen
“Şe-Ri-Ke” fiil kökünden bir mastardır. “Şirk”
kelimesi; ortak koşma, ortak tanıma anlamına gelir. Istılahı
anlamı ise; âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c) zatında ve
sıfatlarında eş koşmak veya Allah’a ortak isnat etmektir.
Allah’a eş veya ortak koşmayla ilgili bütün fiillere “şirk”
denildiği gibi, bu fiillerin faillerine “müşrik” denilir.
“Şirk” kavramı, Allah’a eş koşmak veya Allah’a
ortak isnat etmek manasına gelmesine rağmen, günümüzdeki
toplumun anlayışa göre genel olarak, Allah’ı inkâr manasına
gelmektedir.
Oysa İslamla mükellef olan bir insan yaratılışla ilgili
bazı olaylara, görerek ve tefekkür ederek; “Allah vardır”
dese, sadece bu ikrar ve inanç o insanı Müslüman yapmaz.
Bilindiği gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah’ın
varlığına inanmaktadırlar. Nitekim müşriklerle ilgili Kur’an’ı
Kerimde şöyle buyrulmaktadır:
“Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi
ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan,
mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan)
çevrilip döndürülüyorlar?”
(Ankebut 61)
“Andolsun ki onlara: "Gökten su indirip onunla
ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?"
diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. De ki: (Öyleyse)
hamd de Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri
üzerinde) düşünmezler.” (Ankebut 63)
Kuran’ı Kerim de zikredilen bu gibi ayetler meseleye açıklık
getirmektedir. Müşrik, Allah’a inanmasına rağmen Allah’a
eş koşan insandır. Allah’a eş koşan insanın, Allah’ın
varlığına olan imanı ister taklidi iman, ister tahkiki iman
olsun bu insan “müşriktir” ve İslam dairesinde değildir.
Şirk meselesine bu kısa girişten sonra insanları müşrik
durumuna getiren şirk olgusunu, “itikadi” ve “ameli”
şirk olmak üzere iki genel başlıkta değerlendirebiliriz.
İTİKADI ŞİRK
İtikat demek, bir dinin temel inanç değerlerine kalbî bağlılık
ve inanmak demektir. İslam dinindeki iman esasları “amentü”
de belirtildiği üzere altı olarak sınırlandırılmasına
rağmen Müslümanlar, Allah’a, Peygambere ve bir bütün
olarak Kuran’ı Kerime inanmakla yükümlüdürler. Kuran’ı
Kerimde bildirilen bütün gerçekler, Kuran’ı Kerimde beyan
edilen bütün esaslar, Müslümanlar için birer iman esasıdır.
Bu iman esaslarını bölmek, bir kısmını esas, bir
kısmını detay kabul etmek, Müslümanlar için mümkün değildir.
İtikadı şirk içerisinde bulunan kimseler, genellikle
Müslüman olduklarını zanneden veya Müslüman olduklarını
ileri süren kimselerdir. Bunlarda meydana gelen itikadi
şirkten, bir çok örnekler verebilmemiz mümkündür. Mesela;
1- Herhangi bir insan, Hâlık, yani yegâne yaratıcı olan
Allah’a inandığını söylediği halde kâinatın, dünyanın
ve dünyanın içindekilerinin yaratılışını, Allah’la
beraber başka şeylere de nispet ediyorsa.
2- Rezzak, yani yegâne rızık verici olan Allah’a
inandığını söyleyip, rızık verici olarak Allah’la
beraber başka şeyleri de ön plana çıkarıyorsa.
3-“Hâdi”, yani yegâne hidayet edici olan Allah’a iman
ettiğini söyleyip; hidayet edici olarak başka şeyleri de görüyor
ise.
4-Yegâne ve mutlak Hakim olan Allah’a iman ettiğini söyleyip;
hakimiyeti Allah’tan başka kimselere veya mercilere nispet
ediyorsa, böylesi inanışlarda bulunan insanlar itikadi şirk
içerisindedir.
Kısaca örneklendirdiğimiz bu itikadi şirkler Müslümanlarda
olmamakla beraber Müslümanların bu gibi konularda yeterince
bilinçli oldukları söylenemez. Mesela; bazı alimler İslami
mücadeleleriyle ilgili olarak “Bizim mücadelemiz Allah’ın
hakimiyetini tesis etmek içindir” diyebiliyorlar!.. Böylesi
bir söz, öncelikle Allah’ın sıfatlarını bilmekle yükümlü
olan alimlere yakışmayacak bir sözdür. Oysa şu çok iyi
bilinen bir husustur ki oda Allah (c.c)nun bütün âlemler
üzerinde mutlak hakimiyete sahip olduğudur. Bu her hususta geçerlidir.
Bunu şu örnekle de vuzuha kavuşturabiliriz. Firavun ve
Nemrut, yönettikleri ülkede hakimiyetin gerçek sahibi
olsalardı, hiç şüphesiz ki Firavun Hz.Musa’yı, Nemrut ise
Hz. İbrahim’i gayet kolay öldürebilirlerdi. Oysa yalancı
hakimiyetin sözcüsü olan bu kişiler, Allah’ın elçileri
hakkında “Ölüm hükmünü“ vermelerine rağmen, ilahi
hakimiyetin takdirine boyun eğmek zorunda kalmışlar ve
öncelikle kendileri ölmüşlerdir. Çünkü Allah (c.c) kendi
hakimiyetini reddeden firavunlar üzerinde de mutlak hakimdir.
Bizler bazı zamanları “Hakimiyet Allah’ındır”
diyorsak, bu sözümüz; gerçekleştirmeyi istediğimiz bir
temenni değil, insanlara hatırlatmak istediğimiz apaçık bir
gerçektir.
AMELİ ŞİRK
Amel; fiil, eylem, hareket, davranış manasına gelir.
İnsanın yaşantısında meydana gelen fiil, eylem ve
davranışlarında kaynaklanan şirklere, kısaca “ameli şirk”
diyoruz. Ameli şirk, bizzat fiil ve eylemlerden zuhur eden
şirktir. Mesela; gaybı bildikleri inancıyla kâhinlere
gitmek, değişik maksatlar için büyü veya sihir yaptırmak,
göz boncuğu veya katır boncuğu takarak, bunlardan fayda
ummak, ölülerden veya birer mahluk olan yaratılmışlardan
gaybi yardım istemek, Allah’tan başkasına kurban kesmek,
insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacakları ile ilgili
olan Allah’ın hükümlerine rağmen kendi istekleri
doğrultusunda hükümler koymak veya bu şekilde hükümler
koyan müstekbirlere oy vererek onları meşru görmek ve onlara
destek vermek gibi. Bütün bunlar ameli şirktir.
Ameli şirkin kaynağında itikadi şirk olduğu gibi, bazı
hallerde itikadi cahillik de olabilir. Gerçi itikadi cahillikte
de şirk inanışlar vardır. Mesela; İslam’ın sadece bir
takım ibadetlerden oluşan bir din değil, başlı başına bir
hayat nizamı olduğunu anlamalarına, âlemler üzerinde mutlak
hakim olan Allah’ın insanların yaşantılarıyla ilgili
olarak hükümler vâzettiğini bilmelerine rağmen; bu ilahi hükümleri
reddeden müstek-birleri meşru görerek oylarıyla destekleyen
kişilerin amelinde, itikadi cahillik değil, itikadi şirk
vardır. Bu gibi konularda resmi veya gayri resmi
propagandalarla aldatılan, hakkı ve gerçeği bilmeyen
kimselerin fiillerinde ise itikadi cahillik bulunmaktadır.
Nitekim bütün bunları dikkate alan İslam, fiil-fail
ayırımını yapmakta, fiil ile fail arasında bilinç bağı
varsa, faili fiile göre sıfatlandırmaktadır.
Şirki yönelişlerde bulunan ve şirk fiilini işleyen fail
insan olduğu için, insanın araştırılması ve değişik
boyutlarıyla ortaya konulması gerekmektedir. Şirkin faili
olan insana yeterli açıklık getirilmediği sürece, şirki yönelişlerin
nedenleri de açıklık kazanmayacaktır. Dolayısıyla “İnsan
nedir? Nelere meyillidir? Zaaf ve yetenekleri nelerdir? gibi
sorulara cevap aramak kaçınılmazdır. İnsanları şirke sürükleyen
nedenlerin hepsi, insan fıtratıyla ilgilidir. İnsanları
şirke götüren nedenlere girmeden önce, bu nedenlerin
tesirinde kalan insan fıtratına kısa bir açıklık getirmek
gerekiyor.
Şirk meselesini incelerken, Allah’a şirk koşan müşrik
ile Allah’ı birleyen muvahhid, farklı farklı
yaratılışlar da olsalardı, bu durum bizler için çok daha
basit ve anlaşılır olabilirdi. Oysa ki her iki yönelişin
sahibi de insandır.Var oluşları itibariyle aynı
yaratılışa sahip olan insanlar, birbiri ile tamamen zıt iki
ayrı fiile, iki ayrı istikamete yönelebilmektedirler. Birbiri
ile çelişen bu farklılığı, yaratılıştaki (fıtrattaki)
farklılıklar olarak algılayamayız. İnsanın yaratılışı
ile olan gerçeği Kuran’ı Kerim şöyle beyan etmektedir.
“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah
insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir.
Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din
budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30)
Konumuzla ilgili olarak anlamamız gereken gerçek; Allah
(c.c.) sadece Müslümanları değil, bütün insanları din
fıtratı üzere yaratmıştır. Bütün insanlarda İslam
dininin bütün gereğini yerine getirebilecek imkânlar ve
yetenekler bulunmaktadır. Kuran’ı Kerimde zikredilen birçok
ilâhi buyruğu dikkate aldığımız zaman, insanda bulunan şu
vasıfların zikredildiğini görürüz. Değişik konularda
inanmak, sevmek, korkmak, sakınmak, itaat etmek, duymak, görmek,
bilmek, düşünmek, konuşmak, unutmak, hatırlamak,
umutlanmak, özenmek, güvenmek ve istemek gibi. İnsan bu
vasıflarla ilgili gelen hükümlerle mükelleftir.
Mükellefiyetlerin yerine getirilmesi için gerekli olan fıtri
donatım, insanda mevcuttur. Daha açık bir ifadeyle bu farklı
fiillere meyilli olarak yaratılmışlardır. Ancak yaratılış
itibariyle bütün insanlarda bulunan bu fıtri özellikler,
insanların arzularına göre şekillenmekte, tercih ettikleri
şeylerle doldurulmaktadır.
Mesela; korkmaya meyilli olarak yaratılan bir insan,
fıtratında bulunan korku boşluğunu, Allah korkusuyla veya
Allah’tan başka şeylerin korkusuyla doldurabilir. Sevmek ve
itaat etmek yönelişleri de aynen bu şekildedir. Fıtri temayüllerde
yaratılan insanlar hangi dine girerlerse girsinler, onlarda
meydana gelen değişiklik fıtri temayüllerde değil, bu
fıtri temayüllerle yöneldikleri, benimsedikleri şeylerdir.
İnsan fıtratıyla ilgili olan bu ilâhi kanunları,
zamanımız insanından daha çok iyi bilen şeytan işlerini bu
ilâhi kanunların tersine gerçekleştirmektedir. Nitekim, “Allah’ın
yaratışında değiştirme yoktur“ gerçeğinin
bilincinde olan şeytan, bu nedenle fıtri temayülleri değil,
bu temayüllerle yönelinen şeyleri değiştirmeye çalışmaktadır.
Mesela; fıtraten korkmaya meyilli olarak yaratılan bir
insana şeytan yanaşırken, bu vasfı yok etmeye çalışmaz.
Çünkü bu fıtri temayülü yok edemeyeceğini,
değiştiremeyeceğini bilir.
Zaten onun rahatsız olduğu şey insanın korkmaya meyilli
olarak yaratılması değil, bu fıtri temayül ile Allah’tan
korkmasıdır. Bu durumu önlemesi ve bununda ötesinde insanların
fıtri temayülünden faydalanabilmesi için, korkmaya meyilli
olarak yaratılan insanları şeytani vesveseler ve tağutu müeyyidelerle
korkutması gerekmektedir. Nitekim şeytan ve dostlarının da
yaptığı bu değil midir?
1. İnsanlara İslam’i davetin yapılmaması
İnsan fıtratının en belirgin özelliği, boşluk kabul
etmemesi veya boşluğa tahammül etmemesidir. İnsan kendisine
bir muhatap arar ve bununla o boşluğu doldurmak ister.
İnsanların fıtratında bulunan bu boşluklar, “doğru-yanlış,
iyi-kötü, güzel-çirkin“ mutlaka bir şeylerle
doldurulmasına rağmen, insanla bütünleşecek bu değerler
ancak ve ancak İslam’ın değerleridir. İşte bu değerlerle
insan âhenkli bir bütünlüğe girmekte ve yükselmektedir. Bu
mânada davetin insanlara ulaştırılması kaçınılmazdır.
Aksi takdirde insan, şirkî daveti metod olarak almakta ve
böylelikle fıtri boşluklar batıl davetlerle
doldurulmaktadır.
2. Dünyevi endişeler ve nefsi marazlar
Bu davetle karşılaşan her insan için bu davete icabet
eder diyemeyiz. Çünkü yine biliyoruz ki, davetle karşılaşmalarına
rağmen bu daveti kabul etmeyen bir çok insan bulunmaktadır.
Bu insanların daveti reddedip, şirke yönelmelerinin en
önemli nedeni dünyevi endişeler ve nefsi marazlardır.
Ekabir takım için faturası kabarık kabul edilen bu gibi dünyevi
endişelerin, halk kitlelerinde bir lokma ekmek veya iki kuruş
maaş gibi çok küçük birimlere indiğini görürüz. Bir
lokma ekmek veya iki kuruş menfaatin yanı sıra, devletten ve
devlet adamlarından korkmak, birçok zavallı insanın şirke yönelmesi
için yeterli birer sebep olabilmektedir.
3. Yarını uzak görme
Yarını uzak görme düşüncesi, insanlarda genel bir
hastalık durumuna gelmiştir. Halbuki gerçek böyle midir? Yarınlar,
gerçekten uzak mıdır?. Oysa uzak olan, yarın değil dündür.
Yirmi yıl sonramız değil, yirmi saniye öncemiz uzaktır,
uzaklaşmıştır bizden. Yirmi yıl yol gitsek bile, yirmi
saniye öncemize gitmemiz mümkün değildir. Fakat yarınlar,
durmak bilmeyen adımlarla üzerimize doğru gelmektedir.
Mesela; ihtiyacı olan birisine “Bugün sana on bin mark
vereyim, bir hafta sonra üç tırnağını sökeyim deseniz,
ihtiyacı olmasına rağmen teklifinize yanaşmaz. Çünkü
zamanın durmadığını ve o günün geleceğini iyi bilir.
Peki, bu bir haftalık süre geçecek ise, bir ömür
geçmeyecek mi?. Yaşasak ta ölsekte, tıkır tıkır işleyen
zaman, hesap gününe doğru yol almıyor mu?. Bazılarının
kuşkuyla baktıkları, uzak gördükleri yarınlar, Allah’a
andolsun ki gelecektir...
4. Batıl umutlar
İnsanları doğru veya yanlış birçok şeye sevk eden
önemli bir etkendir umut. İnsanlar geçmiş tarihimizde
cenneti umut ederek çok şeyler yapmışlardır. Cennet umudu
ortak bir arzu olmasına rağmen, bu umut için yapılmak
istenenler oldukça farklıdır.
Müminler bunu Allah’ın rızasına götürecek Kur’an ve
Sünnette ararlarken, bazıları firavunların izinde, bel’amların
dininde, sapıkların tekkesinde aramaktadırlar!.. İşte günümüzde
insanlar! Cennet umuduyla cehenneme yönelmiş, yaygın ve
bulaşıcı bir hastalığa düşmüşlerdir.
5. Duyu organlarının ilahlaştırılması
Âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c) insanlara yaratılışında
bazı duyu organları vermesine rağmen, bu duyu organları her
şeyi anlayabilecek keyfiyette değildir. Bir takım insanlar için
varlık âlemi, duyu organlarıyla müşahede edebildikleri
şeylerdir. “Ancak benim gördüğüm veya benim işittiğim
vardır“ demek, aynı zamanda “Ben her şeyi görürüm, işitirim“
demektir. Halbuki bizler biliyoruz ki, bu mutlak sıfat,
Rabbimize ait bir sıfattır. Yine birtakım insanlar göremedikleri
ilahı, görülebilir hâle getirmekten yanadırlar. İbadet için
yöneldikleri merciyi somut hale getirmek isterler. Ancak
duyularla direkt hissedilebilen ilahları kabul ederler. Bu
ister taştan, ister tahtadan olsun fark etmez. Esas olan
taptıkları şeyin meçhullükten çıkıp, müşahhas hale
gelmesidir. Sonuç olarak “görmediğime ibadet etmem“ diyen
ateist ile “ancak gördüğüme ibadet ederim“ diyen müşrik
arasında bir fark yoktur. Her ikisi de görülebilen bir ilah
istemektedirler. İkisinin de çıkış ve batış noktası duyu
organlarıdır.
6. Çoğunluğun etkisi
Bir çok insan kimlik ve kişiliğini, içinde bulunduğu
toplumdan almaktadır. Böylesi durumlarda söz konusu topluluk,
doğru yolda ise herhangi bir problem yoktur. Ancak bu toplum
cahili veya batıl nitelikli ise, insan ve toplum arasındaki
olumlu olan etkileşim, gayet olumsuz bir yöne kaymaktadır. Böylesi
bir toplumun insan üzerindeki baskısı, bu insanı doğrudan,
iyiden uzaklaştırıcı bir faktör olmaktadır. İşte böylesi
toplumlarda, toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek,
kötülüğüne rağmen iyiyi tercih etmek her kişinin işi
değil er kişinin işidir. Çünkü, böyle bir tercih de,
binlerce ağızdan çıkan “bu doğrudur“ sözüne, tek bir
ağız ile “hayır, bu yanlıştır“ demek vardır.
Dolayısıyla kendi kişiliğini içinde bulunduğu toplumda
bulan kimseler için, böyle bir tercih mümkün değildir.
Nitekim cahili toplumlarda yaşayan böylesi kimselerden, şu
ifadeleri sık sık duymamız mümkündür...
“Bunca insan yanlışta da sen mi doğrusun?.. sen mi
biliyorsun?..”
“Bunca insan aldatıldığının farkında değil de sen mi
farkındasın?..”
Demek ki, böyle kimselere göre “iyi veya doğru” çoğunluğun
kabul ettiğidir. Oysa tarihe baktığımız zaman bu
mantığın birçok hadisede battığını görürüz. Durum
böyle olunca toplumu veya çoğunluğu esas alarak hangi şeye
mutlak doğrudur diyebiliriz?! Aynı zaman da bu görüş
İslamın temel prensipleriyle çatışmaktadır. Bu izahlardan
sonra geçmiş tarihlerde ve çağımızda vuku bulan şirk
hadiselerine değinmek istiyoruz.
Allah’ı inkâr eden ateistler ile Allah’ın varlığına
inanmalarına rağmen Allah’a eş koşan müşrikler arasında
herhangi bir fark yoktur. Her iki şekilde de bunların cehennem
ehli olduğunu Kuran’ı Kerim bize bildirmektedir. Şöyle ki:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz;
ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim
Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”
(Nisa 116)
“(Resûlüm!) Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle
vahyolunmuştur ki: Andolsun (bilfarz) Allah'a ortak koşarsan,
işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!”
(Zümer 65)
“İşte bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini
ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı yapmakta
oldukları amelleri elbette boşa giderdi.” (En’am
88)
Meseleyi Kur’an’ı Kerimde ki geçmiş tarihle ilgili
verilere ve günümüzdeki görüntülere göre değerlendirecek
olursak, ne yazık ki geçmiş ve günümüz ayrımına gitmemiz
mümkün değildir. Çünkü şirk vakıası ve mantığı, hem
geçmişte hem de günümüzde aynıdır. Geçmişte ve günümüzdeki
müşriklerin nelere taptıklarına kısaca bir göz atarsak,
arada bir farkın olmadığına bizzat şahit olmuş oluruz.
Tabiata tapanlar
Geçmiş dünya tarihinde insanların, güneşe, aya ve
yıldızlara taptığını görürüz. Güneşte, ay da veya
yıldızlarda büyük güçler olduğunu kabul etmişler ve
karşılaştıkları olayların bu güçlerin etkisiyle meydana
geldiğine inanmışlardır. Tabi ki, bu batıl inanış
beraberinde bunlara karşı kulluğu ve putperestliği
getirmiştir. Mahdut akılları ile yaratıcının iradesini,
yaratılmış olan tabiata nispet edenler, tabiatı Allah’a
eş koşan tabiatperestlerdir. Bilimsellik adına ileri sürülen
bu gibi safsataların yanı sıra; yıldızların insanların
kaderi üzerinde müessir olduğuna, yıldız nameye ve yıldız
falına inanan kimselerde, aynı sapık fırkanın sapık müntesipleridir.
Cinlere tapanlar
Kur’an’ı Kerimin cinlerle ilgili beyanına göre cinler,
ateşten yaratılmış olup; aralarında hem iyilerin hem de kötülerin
bulunduğu mahlûklardır. Cinler hakkında bunları bilmemize
rağmen, biz insanlara göre varlıkları mâlum, mahiyetleri
ise meçhul mahlûklardır. Bakın Kur’an’ı Kerim bunu
nasıl anlatıyor:
“Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah
yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar
yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan
uzak ve yücedir..” (En’am 100)
Cinlerin Allah’a eş koşulması demek, Allah’ın yüce sıfatlarının
cinlere nispet edilmesi, Allah’tan istenmesi gereken şeylerin
cinlerden istenmesi demektir. Tabii ki bu durum geçmişe özgü
bir şey değil, günümüzde de durum aynıdır. Bakın bugün
camilerde üç beş insan varken, cinci hocaların kapıları,
sıra kapmak isteyen insanlarla doludur. İnsanların Allah’ın
huzuruna değil de, cinci hocaların huzuruna götüren etken şüphesiz
şirk etkenidir. Kendilerine entel veya elit tabaka denilen
kimseler ise aynı yönelişin modern boyutu olan medyumları
tercih etmektedirler. Cinlerin gaybı bilmediklerini Kur’an’ı
Kerim bildirmektedir.
“Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun
öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu
gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler
gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde
kalmazlardı.” (Sebe 14)
İnsanlara tapanlar
İnsanların, kendileri gibi birer mahlûk olan insanlara
tapmaları tuhaf olduğu gibi aynı zamanda en yaygın bir şirk
türüdür. Tarihin her sürecinde kendisini ilahlaştırmaya
çalışan firavunlar ve bu firavunlara kulluk yapan köleler
olagelmiştir. Bir kısım insanlar bu firavunlara sevgilerinden
dolayı kulluk yaparlarken bir kısmı da korktuklarından
dolayı kulluk yapmaktadırlar. Makamın veya paranın
yaptırım gücü, makama veya paraya değer verenler üzerinde
müessirdir. Oysa bir şeye değer vermek demek, onu meşru görmek
demektir. Dolayısıyla makama veya paraya değer vererek,
bunları ortadan kaldırmak mümkün değildir.
Ölmüşlere tapanlar
Yaşadığımız dünyada ölülere karşı iki ayrı
yaklaşım vardır. Bunlardan birisi; yalan ve iftiralarla
mevtayı kötülemek, diğeri ise; mevtada olmayan vasıflarla
onu yüceltmektir. Ölülere tapma hadisesi, ölmüş olan salih
veya azgın kimselerin, onlarda olmayan vasıflarla yüceltilmesi
üzerine gerçekleşmektedir. Bu tip insanlar ölünün görüş
ve ilkelerine itaat ederek, sevgi ve rızasını göstererek
şirke girmektedirler. Evet... Geçmişteki ve günümüzdeki
müşriklerin yöneldikleri bu insanlar ölüdürler. İstanbul’-
daki Eyyüb Sultana uzanan eller, İzmir’deki susuz dede- ye dökülen
sular, laik perestlerin akıttığı göz yaşları bunun göstergesi
değil midir?! Yaşanılan bu zillet öyle boyutlara ulaşmıştır
ki, dünya işleri falanca ölüye bırakılırken, âhiret işleri
falanca ölülere bırakılmaktadır. Daha açık bir ifadeyle
dirilerin idaresi, ölülere tevdi edilmiştir. Tabii bunlara
“diri“ denilebilirse.!....
Putlara (Sembollere) tapanlar
Geçmiş tarihimizde insanların taştan, ağaçtan yontukları
putlara taptıkları, bir çok insanlar tarafından
bilinmektedir. Günümüz insanları bunun geçmişe ait bir
şey olduğunu, günümüzde böyle bir şeyin olmadığını söyleyeceklerdir.
Fakat durum hiçte öyle değildir. Hatta putperestlik, günümüzde
altın çağını yaşamaktadır. Kalpler, sokaklar, ve
meydanlar bu putlarla öylesine doldurulmuştur ki, insanlar
putperestlerin hışmına uğramamak için hangi yöne
tüküreceklerini şaşırmaktadırlar!.. O kadar ki, her hangi
bir adresin tarifi bile bu putlara göre yapılmaktadır.
Sebeplere tapanlar
İnsanların sıkıntıya düşmeleri, bir takım şeylere
şiddetle muhtaç olmaları, insanların sık sık
karşılaştıkları bir durumdur. İşte böylesi durumlarda sıkıntıyı
giderecek sebeplere kulluk adabıyla yönelmek, yüceltmek,
bütün bu sebepleri yaratan Allah’a bu sebeplerle eş
koşmaktır. Sıkıntıya düşen insanların duası Allah’a,
sıkıntı kalktıktan sonra hamd ve şükürleri ise sıkıntılarının
kalkmasına vesile olan sebebedir. Halbuki o sebep ile
sıkıntıyı kaldıran Allah (c.c)’dır. Sebebi yaratan da, o
sebeple yardım edende Allah’tır. Bu insanlar Allah’ın
yardımına vesile olan herhangi bir sebebi ilâhlaştırmaya
çalışarak, kurtuluşlarına vesile olan sebebi, helaklarına
vesile olacak bir sebep durumuna getirmektedirler. Netice
olarak, sebepleri sınır tanımadan yüceltmek, sebeplere tapınmanın
en açık yolu olmaktadır.
Bugünkü ümmet ne aslına dönebiliyor ne de özendikleri
gibi olabiliyor. Bütün bu felaketlerin kökeninde, hayata bakış
açılarını, şirk düzeni içerisinde şirk cetveliyle
çizmeleridir. Bunun için bir türlü kendilerine gelemiyorlar.
Eğer bu ümmet tekrar aslına dönmek istiyorsa, her türlü
şirkten uzak olarak ilâhi değerlerle hayatlarını yönlendirmeleri
gerekmektedir. Topluma hakim olan bu köhneleşmiş fikirlerden,
toplumu yine İslam’ın berrak fikirleri ile süsleyerek,
şirkten uzak bir hayat yaşayabiliriz. Çünkü insanlar ne
zaman Allah’ın hükümlerinden uzaklaşmış iseler, işte o
zaman şirke ve bataklığa düşmüşlerdir.
Görüldüğü gibi bu pis havadan kurtulabilmemiz için
İSLAM DEVLET’i kaçınılmazdır. Çünkü Allah’ın hükümlerini
uygulamak için böyle bir müesseseye ihtiyacımız vardır.
Siz devlet olmaksızın hiç bir zaman Allah’ın hükümlerini
uygulayamazsınız, bunu yapamadığınız taktirde de Allah’ın
rızasına mazhar olamazsınız.
Allah sizleri ve bizleri bu yolda çalışıp mücadele eden
ve bu hal üzere ölen, korkarak, titreyerek, severek, sevinerek
O’nun huzuruna giden kullarından eylesin. Amin.
|