1921'de ölen
Avusturyalı Yahudi Müsteşrik Agnas Geldizher "İslâmi
Araştırmalar" kitabında şunu yazdı: "Kültür
tarihi açısından Muhammed'i kendi halkı nazarında bir
Peygamber olarak yapan öğretilerinde icad ediciliğin ve
dahililiğin var olması bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren
husus; Muhammed'in kendi öğretilerinin tümünü Yahudilikten
ve Hıristiyanlıktan almasıdır." Müsteşrik Maksim
Rodenson şöyle yazdı: "Bir grup insanların Rasûl'deki
durumu vahy olarak saymaları idraksizlikten ileri gelir."
Volteir’ de Hz. Muhammed (s.a.v)'e çattı ve birçok müsteşrik
Hz. Muhammed'e taarruz ettiler. Peygamber olmadığını veya
vahy olmadığını veyahut kendisine vahy edilmediğini göstermeye
çalıştılar. Peygamberliği veya vahy olması hakkında şüphe
ve kuşku meydana getirmek için çok uğraştılar.
Bu müsteşrikler böyle konuyla uğraşırken
ilmi araştırma yaptıklarını ve objektif şekilde meseleye
baktıklarını iddia ediyorlar. Halbuki, ilmi araştırmalardan
ve objektiflikten çok uzaktırlar. İslâm'a karşı
besledikleri kin ve nefret kendilerini bu işe sevk ediyor:
Çünkü, İslâm'ı yıkmaya çalışıyorlar. Bu nedenle, İslâm'ın
Rasûl'ü olan Hz. Muhammed'e taarruz ediyorlar. İddia
ettikleri ilmi araştırma ve objektiflik, İslam konusu olunca
ortadan kalkıyor. Kendisine Muhammed Esed adı veren Leopolde
Weiss, "Yolların Ayrılış Noktasında İslâm" adlı
kitabında şöyle yazıyor: "Müsteşriklerin İslam
aleyhine haksızca yazmaları ırsi bir iç güdü olduğu gibi
haçlı seferlerin meydana getirdiği etkiler üzerine kurulu doğal
bir özelliktir." Aynı kitapta müsteşriklerin birer
misyoner olduklarını gösteriyor. Şöyle yazıyor: "Gerçek
olan, çağdaş asırlardaki müsteşrikler Hıristiyanlık için
birer misyonerlerdir." ve şöyle devam ediyor: "İslâm
Dünyası, kendisinden Avrupa'nın istifade ettiği kadar ondan
(Avrupa'dan) istifade etmedi. Fakat, Avrupa bu iyiliği
tanımadığı gibi nankörlük yaptı. Şöyle ki; İslâm'a
karşı besledikleri kin ve nefreti azaltmadılar, tersini
yaptılar. Kinlerini, nefretlerini ve buğzlarını
artırdılar. Ve bu, bir huy oldu. Avrupa'da müslüman
kelimesinden söz edilince kin ve nefret Avrupa halklarının
duygularına hakim olur." Müsteşrikler, birer Hıristiyan
misyoner olmakla beraber birer resmi misyonerler olup sömürgeci
Batı'nın birer askerleridir. Birbirlerine derince düşman
olan Hıristiyanlar, İslâm'a ve müslümanlara karşı ittifak
ettikleri gibi hiç bir şeye karşı ittifak etmediler.
Halbuki; onlar, inançla ilgili hususta birbirlerine düşmandırlar.
Birbirlerine buğz ediyorlar. Rumlar'ın hakimiyeti altında
bulunan Lefkoşe'de (27.01.1990 da) Orta Doğudaki bütün
kiliselerin temsilcilerinin on yedi günlük toplantıları sona
erdi, ortak bildirilerinde yazdıklarına göre İslâm Dünyası'ndaki
yaşayan insanların çoğu müslüman olmasına rağmen burada
misyonerlik için işbirlik yapacaklarını anlaştılar. Bu
toplantıyla ilgili haber de şöyle geçti: "On beş yüzyıldan
beri bu toplantıya benzer bir toplantı yapılmadı. Diğer
kiliseleri tanımayan Katolik Kilisesi onlarla buluştu."
Bu olay, gerçeği sömürgeci olan Hıristiyan Dünyası'nın
İslâm'a ve müslümanlara karşı ne kadar kin ve buğz
besledikleri ve ne kadar düşman olduğunu gösteriyor.
Gösteriyor ki onlar, İslâm'a ve müslümanlara karşı
savaşlarını sürdürmede ısrarlıdırlar.
Sömürgeci Batı, İslâmla savaşında
kendi çocuklarıyla yetinmedi, söylediğini papağan gibi
tekrarlayacak ve Batı iddialarını yayacak yolunu
şaşırmış müslümanların bazı çocuklarını kendi
tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bunların
bir kısmını iktidara ulaştırdı. Libya Albayı Kaddafi
gibi. Bu Albay, on senedir Sünnete karşı düzenli kampanya
yaparak saldırıyor. Kendi ceza evlerinde yatan Hilâfet
Devleti kurmak için çalışan İslâmi bir Hizb'e mensub olan
on üç kişiyi idam etti. Çünkü bu Hizb, Kaddafi sünneti
inkâr edince onunla tartışmak için bir heyet gönderdi. Bu
heyet, sünnetin doğru bir kaynak olduğunu ispatladığı gibi
tefekkür, siyaset ve teşri (yasama) etmek için bir kaynak
olduğunu ispatladı.
Sünnetle savaşmanın ve onun hakkında şüphe
ve kuşkunun meydana getirebilmesinin sebebi ve sırrı nedir?
İslâm'ın Râsul'ü Muhammed (s.a.v)'in vahy olması ve
kendisine vahy edilmesi hususu hakkında şüpheleri ortaya
atmanın sebebi nedir? Öyle saldırılar ve öyle kampanyalar
niçin? Bazıları; sünneti niye bir içtihad olarak
göstermeye çalışıyor? Kaddafi'nin iddia ettiği gibi
Kur'an'ı korumak için sünneti red ettiğine dair bahaneler niçin?
Halbuki, kendisi Kur'an'ı yıkmak için sünneti inkar ettiğini
biliyor.
Batı ve müsteşrikler, müslümanların
Kur'an'a güvenlerini sarsamadılar. Eskiden; münafıklar da
sarsamamışlardı. Kur'an'a bir şey sokamadılar, böyle işlerde
başarılı olamadılar. Herhangi bir ayetle oynayamadılar.
Çünkü; Allahû Teâlâ, Aziz Kitabında dediği gibi
Kur'an'ı koruyacaktır. Şöyle buyurdu:
"Şüphesiz
ki zikri (Kur'an'ı) Biz indirdik ve onun koruyucularıda gerçekten
Biziz." (Hicr:9) ve
gerçekten de onu korudu. Bunun için, Batı ve askerleri
saldırılarını sünnete yöneltmeye ve yoğunlaştırmaya
başladılar. Şüphe ve kuşkuyu meydana getirmeye çalıştılar.
Bundan sonra Kur'an'ı yıkmaya çalışacaklar. Misal olarak,
kendisini Râsul olarak tanıtıp iddia eden Raşid Halife önce
sünnete dokunup onun hakkında şüpheleri meydana getirmeye
çalıştı. Başta şöyle iddia etti; "sahih hadisler azdır,
sayıları yüz taneyi geçmez" kampanyasını bunun
üzerine yoğunlaştırdı. Bazı cahiller kendi tarafına
çekilince sünneti tamamen reddetti ve ondan sonra Kur'an'a
dokunmaya başladı. 19 sayısını ayetlerin doğruluğunu
ispatlamak için kullanmaya başladı. Zira, bu sayıyı
Kur'an'ın mucizesi olarak sayıp bu sayıya uymayan ayeti red
ediyor, onları Kur'an'dan saymıyor. Kaddafi ise, sünnet hakkında
şüphe ve kuşkuyu meydana getirmeye çalıştıktan sonra onu
inkâr etti. Kur'an'a dokunmaya başladı; Arap milliyetçiliğini
bir ölçü olarak kullanıp Kur'an'dan bazı kelimeleri
kaldırmak istedi, bazı ayetleri te'vil etmeye (yanlış
yorumlamaya) başladı. Batı, Muhammed (s.a.v)'in
Peygamberliği ve kendisine vahy edilme olayı hakkında şüpheleri
meydana getirmek için Salman Rüşdü'yü ortaya çıkarttı.
Daha önce, 1923'te İngiliz Kilisesi, şeytanların Muhammed'e
vahy ettiğini batıl iddia ve iftirasını ortaya attı. Bunu
tutturamadı. 1959'da İngiliz Müsteşriki Montgamry Watt, bir
kitapta bu batıl iddia ve iftirayı tekrar yayınladı. Geçen
sene İngilizler bu sefer müslümanların sapık çocuklarından
birisi olan Rüşdü'ye böyle iftiraları yazdırdılar.
Böylece o sapık, "Şeytan
Ayetleri" kitabını çıkarttı. İngilizler, bu şekilde
iftiralarını ve yalan iddialarını tekrarlamak üzere
ısrarlı görünüyorlar. Bunun manası, İslâm'a ve
müslümanlara düşmanlıkları üzerine ısrarlıdırlar.
Zaten, İngilizler'den böyle şeyin çıkması garip değildir.
Şöyle ki: Haçlı seferlerinden beri İngilizler İslâm'a,
Devletine ve müslümanlara hile ve tuzak kurmaya başladılar.
O seferlerde Haçlılara liderlik ettiler. İslâm Devleti olan
Osmanlı Devleti'ni ve Hilâfet'i yıkmak için çok uğraştılar
ve yıkabildiler. Yahudileri Filistin'e yerleştirdiler. Ve hâlâ
İslâm'a karşı ve İslâm Devleti'nin kurulmasını
engellemek için çalışmaktadırlar.
1979'da Amerikan İstihbarat Teşkilatı
(CIA)'nın (Kahire'de) sorumlusu Mısır'daki hükümete, İslâmi
Cemaatler ve Hizbler'le savaşmak için bir rapor sunuyor. Birer
tavsiyeler şeklinde yayınlıyor. Bu tavsiyelerin üçüncü kısmının
birinci bendinde; "Muhammed'in Sünnetine ve diğer İslâmi
kaynaklara karşı saldırmayı ve bunlar hakkında şüphe ve
kuşku çıkartma kampanyaları düzenlemeyi" öneriyorlar.
Yine tavsiyelerde; "İslâm Hilâfeti'nin bütün asırlar
boyunca kötülüklerini bariz şekilde göstermeyi"
öneriyor. Özellikle Osmanlıların Halifeliklerine...
Bunların amaçları, müslümanlar teşri
etme (yasama) kaynağından mahrum olsunlar, böylece fıkıhsız,
tarihsiz ve fikirsiz olsunlar. Sünneti yıktıktan sonra
Kur'an'ı kolayca yıkabileceklerini zannediyorlar. Çünkü,
Kur'an'ı tefsir eden ve açıklayan sünnet yok olacak diye düşünüyorlar.
Böylece Kur'an, müphem (belirsiz) anlaşılmaz hale gelir ki
herkes istediği gibi onu te'vil etsin, şartlara ve adetlere
uydursunlar, sadece onun ismi kalsın. Bu olunca; Batılılar, müslümanlara
dinlerinden uzaklaştırıp kolayca sömürecekler ve onlara
hakim olacaklar. Aynı zamanda, İslâm Hilâfeti'ni kurma
yoluyla İslâm hayatının yeniden başlatılmasını ve kendi
(Batılıların) memleketlerine İslâm Devleti'nin
yüklenmesini engelliyecekler, bunun için çalışan samimi
Hizb ve Cemaatların çalışmalarını boşa çıkartacaklar ve
bunların tehlikesinden kurtulmuş olacaklar. Nitekim, İslâm
Devleti'nin kurulmasını kolaylaştıran husus, müslümanların
İslâm'a, teşri, tefekkür ve siyaset kaynakları olan Kur'an
ve Sünnet'e, eski şanlı ve onurlu, zaferlerle dolu olan İslâm
Devleti'nin tarihine güvenmeleridir.
Sünnete saldırı, yeni bir şey değildir.
Kafirler, müslümanların dinlerine bağlı kaldıkça, bu dini
doğru ve derin şekilde kavradıkça ve kuvvetli şekilde ona
sarılıp onu yüklendikçe onları (müslümanları)
yenemeyecekleri gibi onlarla savaşmanın kendilerine bir fayda
getirmeyeceğini idrak ettiler. Bu nedenle, Hicri birinci asrın
sonlarından beri münafıklar ve zındıklar, müslümanların
İslâm'a güvenlerini sarsmak ve fikirlerini karıştırmak,
teşri ve tefekkür kaynakları hakkında şüphe ve şek (güvensizlik)'i
meydana getirmek için çeşitli vesile ve üslup bulmaya çalıştılar.
Çünkü, bunda başarılı olurlarsa müslümanların İslâmi
anlayışları zaafa uğrayacak, bilahare İslâmi uygulamaları
zaafa uğrayacak ve kötü olacaktır. Bu gerçekleşince, İslâmi
uygulamaları terk etmeye başlayacaklar. Bundan sonra İslâm
Devleti yıkılacak ve müslümanlar parçalanacaklar. İşte
tasarladıkları şey gerçekleşti. Onların kullandıkları
vesile, Rasûlullah (s.a.v)'in söylemediği yalan hadisleri
yaymaktır. Bu hadisler doğru görünsün diye onlara (bu yalan
hadislere) İslâmi manayı kazandırdılar. Fakat müslümanlar,
münafık ve zındıkların hilesini fark edip suya düşürdüler
ve yaydıkları bu yalan hadisleri ortaya çıkartıp yok
ettiler. Doğru hadisleri tespit edip kaydettiler. Güvenilir
rivayetleri açıkladılar. Ancak, Sahabeler, ondan sonra gelen
Tabiin ve ondan sonra gelen Tabettabiin'in yoluyla Rasûlullah'tan
gelen hadisleri kabul ettiler. Buna büyük itina ve itham
gösterdiler.
Müslümanların kaynaklarını ve
Batılıların kaynaklarını incelediğimiz zaman şunu görürüz;
müslümanlar, Peygamberin siyeri, hayat ve sünnetini doğru
yolla rivayet ettiler. Şöyle ki; güvenilir rivayetleri kabul
ettiler. Rivayetle ve rivayet edenle ilgili bir şüphe
gördükleri zaman o rivayetleri red ediyorlardı. Ondan sonra
sahih rivayetleri kaydediyorlardı. Fakat Batılılar;
yazılmış tarihi kitaplara dayanıyorlar. Yazarın
yazdıkları her halükârda doğru olamaz, incelenmelidir.
Çünkü kendi hevesine ve siyasi görüşüne göre yazar. Ayrıca
siyasi durumlardan ve o zamanki otoritelerden etkilenir.
Onlardan korkarak veya onlara yağ çekerek yazarlar. Belli bir
menfaat etmek veya belli bir makama ulaşmak için yazar. Bunu
bu günlerde görüyoruz. Onun için Milâdi dördüncü asırda
Kral Kostantin zamanında inciller yazıldı ve bu Kral'ın
isteğine göre yazıldı. Bazıları ona muhalefet ettiler.
Fakat o bu muhalefetlerle savaştı. Kilise de onlarla
savaştı. M.492'de Papa Glasiyos; Barnaba İncili'ni okumayı
veya kütüphanede bulundurmayı yasakladı. Ayrıca yüzlerce
İncil vardır. Yine de, Paul'un saçma rüyalarına
inanıyorlar, halbuki bu rüyalar birer hurafelerdir. Bu güne
kadar kilise hurafeleri çıkartıyor, Hıristiyanlar da ona
inanıyorlar. Onun için kilise, zaman zaman şu iddiayı çıkartıyor:
Hz. Meryem'i kilise üzerinde veya bahçesinde gördüklerini
söylüyorlar. Hıristiyanlar da buna inanıyorlar.
Bu hurafelere ve batıl inançlara inanan Batı'ya
aldanan kişiler, buna rağmen Batıyı örnek edinirler ve
yalancı müsteşriklere inanırlar. Bu müsteşriklerin İslâm
hakkında söylediklerine güvenirler. Fakat bir kısım müslümanlar,
İslâm'ı savunmaya kalkışırken düşünmeden İslâm'ın töhmet
altında (kabahatli) olduğunu kabul ederek savunmaya
başlarlar. Onun için, Batılıları memnun edecek şekilde
İslâm'ı te'vil etmeye (saptırmaya) başlarlar; ayetlere ve
hadislere taşımadıkları manaları vererek İslâm'ı pratik
hayattan uzaklaştırırlar. Bir kısım müslümanlar, bazı
hadisleri hayat ve vakıalarına uymuyor diye rafa
kaldırırlar. Onun için; İslâm'ın, insanların adet ve
geleneklerine göre uygulanmasına davet etmeye başlarlar.
İslâm'ı idrak edip kaynaklarını
inceleyen ve bu kaynakların bize ulaşmasının yolunu
araştıran kişi, İslâm'ın kaynaklarının doğruluğundan
ve ulaşmanın yolunun sağlamlığından emin olur. O zaman,
silahını alıp düşmanların örümcek yuvasına benzer
kalelerine saldırır. Çünkü onların kaleleri,
değiştirilmiş sahte İncillerden örülmüştür. Buna Yunan
felsefesi karıştırılmıştır. İşte, Batılıların
kaynakları bunlardır. Onların hadaret ve kültürleri, yaşam
tarzları, hayat sistemleri ve devletleri buna dayanıyor.
Bunlar, bozuk ve batıl olmasına rağmen gerçekleştirdikleri
ilmi ve teknolojik ilerlemeyi, fikirleri ve sistemleri için
propaganda olarak kullanırlar. Sanki, bu fikirler ve sistemler
güzeldir, sanki bunun sayesinde bu ilerleme gerçekleşti! Onun
için, çok insan bunda aldandı ve Batıya hayran oldu. Böylece
Batı'nın yazarlarına ve müsteşriklerine güvendi ve onların
dediklerine ve batıl iddialarına kandı. Halbuki, Batı ilmin
ve teknolojinin temelini müslümanlardan aldı. Fakat, müslümanlar
içtihadı durdurduktan sonra onlarda tefekkür, araştırma ve
inceleme de durdu. Bundan dolayı, ilmi ilerlemeyi durdurmuş
oldular. Ondan sonra Batılılar gelip müslümanların ilmi
icad ve keşiflerini öğrendiler, buna binaen ilmi araştırma
yapıp "Sanayi Devrimi" gerçekleştirdiler. Leopolde
Weiss; "Yolların Ayrılış Noktasında İslâm" adlı
kitabında şöyle yazıyor: "Kalkınma ya da Batılı
teknik ve ilmin dirilmesi; İslâm ve özellikle Arap kaynaklarına
geniş şekilde dayanıyor. Bu da, Batı ile Doğu arasında
kurulmuş maddi temasla gerçekleşmiştir."
Şu var ki, Batılılar dinlerinin
esaslarını akıl yoluyla ispatlayamazlar. Çünkü onların
inançları akla dayanmıyor. Ayrıca, İncillerinin kendilerine
ulaşma yolu doğru değil. Onu sahih rivayetlerle
ispatlayamazlar. Sadece, belli kişiler tarafından yazılmış
birer kitaplar yoluyla kendilerine ulaştı. Halbuki, İslâm
Akidesi, akla dayanıyor ve akıl yoluyla ispatlandı. Tek bir
yaratıcının var olmasının gerekliliği akıl yoluyla
ispatlandı ve Kur'an'ın Allah'ın Kelamı olduğu akıl
yoluyla ispatlandı, buna binaen Muhammed (s.a.v)'in
Peygamberliği akıl yoluyla ispatlandı. Böylece Allah'ın
varlığı, Kur'an'ın O'nun Kelamı, Muhammed'in O'nun
Peygamberi ve Rasûl'ü oluşu akıl yoluyla sabittir. Hz.
Muhammed, Rasûl ve Peygamber olunca mâsun (masum) olur. Akıl
bunu gerektirir. Çünkü, risaleti insanlara olduğu gibi
ulaştıracak ve onlara onu açıklayacaktır. Onun için,
Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
"Sana Kitabı
indirdik ki insanlara indirileni açıklayasın."
(Nahl:44)
SÜNNET VAHİYDİR
Evet Rasûlullah (s.a.v)'in sözleri, amelleri ve susması
olan sünnet vahiydir. Ondan dolayı, Allahû Teâlâ şöy le
buyurdu:
"İnmekte olan yıldıza and
olsun ki arkadaşınız (Muhammed) hiç sapmadı ve azmadı, o
hevesinden konuşmaz. O ancak vahydir ve kendisine vahy edilir,
onu müthiş kuvvetli olan biri öğretti."
(Necm:1-5)
Bu ayette "vahy" kelimesi geneldir, sadece
Kur'an'la tahsis edilmedi. Her konuştuğu vahy olur. Rasûl'ün
konuştuğu ise sadece Kur'an değil, Hadis-i Şerif'i de
vardır. Onun için, "arkadaşınız Muhammed hiç sapmadı"
dedi. Bu bir pekiştirmedir, Muhammed'in hiç sapmadığını gösterir.
Ondan dolayı başka ayette şöyle buyurdu:
" De ki; ancak benim Rabbımdan
bana vahy edilene uymaktayım."
(A'raf:203)
O zaman Rasûl'ün ameli vahydir. Çünkü vahy'den başka
şeye uymaz. Başka ayette:
" De ki; sizi ancak vahy ile
uyarırım." (Enbiya:45)
Rasûl'ün uyarması vahy ile olur. Bütün uyarıları
vahydendir. Kendisinden değildir. Uyarıları sadece ayetler
değildir, hadisler de var. Orada çok uyarılar geçiyor.
Böylece, Rasûl'ün sözü ve ameli vahy olur. Nitekim
Rasûl'ün, vahye muhalif olana karşı susması düşünülemez.
Bu halde susması da vahyden olur. Şu var ki; Allahû Teâlâ
Rasûl'ün bütün getirdiğine uymamızı istedi ve bütün
nehylerden vazgeçmemizi de istedi. Şöyle buyurdu:
"Rasûl size ne getirdiyse o nu
alın, size ne nehyettiyse onu bırakın."
(Haşr:7)
Burada ifade geneldir. Sadece Kur'an'la tahsis edilmedi (özelleştirilmedi).
O zaman sünneti de kapsıyor. Çünkü, Rasûl Kur'an'la
beraber sünneti getirdi. Onun için Rasûl'e itaat olur.
Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
" Kim Rasûl'e itaat ederse
Allah'a itaat etmiş olur."
(Nisa:80)
Rasûl'e itaat, Allah'a itaat sayılırsa, Rasûl'ün sözü
ve ameli Allah'tan bir vahy olur. Yoksa, Rasûl kendi hevesinden
konuşursa veya hevesine ve aklına göre amel edecekse, ona
itaat Allah'a itaat olarak sayılmayacaktır. Bunu pekiştiren
başka ayet var:
" De ki; Allah'ı seviyorsanız,
bana uyun ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin."
(Ali İmran:31)
Ayette geçen
(Bana uyun), Rasûl'ün söz olsun, amel olsun bütün
emirlerine uyun demektir. Burada yalnız Kur'an'ı kasdetmiyor,
Rasûl'ün sünnetini daha fazla kastediyor. Allah'ı sevmek,
O'nun sevgisini kazanmak ve O'nun affını da kazanmak, Rasûl'e
uymakla gerçekleşir. Bunun manası; Rasûl, Allah'ın vahy
ettiğine göre konuşur ve amel eder. Rasûl, buna bir sözle
veya bir amelle muhalefet edecekse, Allahû Teâlâ, mutlak
şekilde ona uyun demeyecektir. Öyleyse, Rasûl'ün sünneti
vahyden başka bir şey değildir. Bu ayetlerden başka bir şey
anlaşılmaz...
Bu ayetler ve diğer ayetler de, Rasûl (s.a.v)'in müçtehid
olduğuna dair iddiayı çürütüyor ve o iddiayı ortadan
kaldırıyor. Çünkü, müçtehidin sözü vahy olmadığı
gibi bize söylediği şey yanlış da olabilecektir. Çünkü,
müçtehid yanlış içtihad yapabilir. Aynı anda, müçtehidin
görüşüne uyabilir, onun görüşü terk de edilebilir ve başka
müçtehidin görüşüne gidilebilir. Bu konu da, delilin
kuvvetliliğine, bunun sağlam ve derin şekilde
anlaşılmasına göre hareket edilir. Böylece içtihad, şerî
deliller için bir insanın anlayışıdır. Çünkü, içtihadın
manası, şerî hükümleri anlamak için zannına galibi gerçekleştirmek
üzere son zihni çaba sarfetmektir. Müçtehidin şerî
delillerden çıkarttığı hüküm kesin olmaz, zanni olur.
Müçtehid, bir şeyin haram veya helâl olup olmadığını
anlamaya çalışır. Bir şeyi helâl kılamaz veya haram da
kılamaz. Böylece, kendisi teşri edici (kanun koyucu)
değildir. Fakat, Rasûl (s.a.v) bir şeyi haram kıldığı
gibi helâl de kılıyor. Yani; teşri edicidir. Çünkü,
Kur'an onu öyle niteledi. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
"Allah' a ve Kıyamet Günü'ne
inanmayanlarla, Allah'ın Rasûlü'nün haram kıldığını
haram olarak kabul etmeyenlerle savaşın."
(Tevbe:29)
Bu ayet Rasûl'ün sözleri, amelleri ve bir şeye karşı
susması olan sünnetin, bir teşri kaynağı olduğunu kesin
şekilde gösteriyor. Teşri ancak vahydir. Böylece, bu ayet
sünnetin Allahû Teâlâ'dan bir vahyle geldiğini gösterir.
Bundan başka bir şey anlaşılmaz. Çünkü, teşri kaynak,
sadece Kur'an olsaydı, "Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kıldığını..."
denilmeyecekti. Sadece, "Allah'ın haram
kıldığını..." denilecekti. Bu delâlet ediyor ki,
Rasûl'ün haram kıldığını haram olarak kabul etmeyenlerle
savaşmak gerekir. Zira Allahû Teâlâ, Rasûl'ün hükmünü
yani verdiği emir veya söylediği şeyi kabul etmeyen kişinin
mü'min olmayacağını gösterdi. Şöyle buyurdu:
"Hayır, Rabbına and olsun ki aralarında çıkan
ihtilaf ve sorunlarda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hüküm
hakkında nefislerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (ona)
tam manasıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. "
(Nisa:65)
İşte Rasûl, müçtehid veya düşünür veyahut dahi
olsaydı; O’na muhakeme olunmak ve onun verdiği hükme
herhangi bir şüphe ve sıkıntıyı nefiste meydana getirmeden
tam teslimiyetin gösterilmesi istenmeyecekti. Çünkü,
müslüman müçtehidin içtihadına uyarken tam teslimiyet göstermez.
Sadece, galib-i zanna uyar. Diğer müçtehidlerin içtihadlarının
yanlış olduğunu kabul ederken doğru olabileceği ihtimalini
de düşünür. Onun için, başka müçtehidin içtihadına da
uyabilir. Fakat, Rasûl'ün hükmünden vazgeçip diğer müçtehidin
içtihadına uymak caiz değildir. Bu nedenle, bir adam, Rasûl'ün
hükmünü reddedip Ömer'in yanına gidip Ömer'in içtihadıyla
muhakeme olmak isteyince Ömer, onun kafasını vurdu. Bunun
akabinde yukarıdaki ayet nazil oldu. Rasûl, Ömer'in yaptığını
onayladı. Çünkü bu adam, Allah'ın vahyi olan sünneti
reddetti. Kur'an, Rasûl'ün hükmünü reddedenleri zalim olup
mü'min olmadıklarını bildirdi. Allahû Teâlâ şöyle
buyurdu:
"Aralarında hükmetmek için onlar
Allah'a ve Rasûl'e çağırıldıkları
zaman görürsün ki onlardan bir kısmı yüz çevirirler."
(Nur:48)
Ve şöyle ekledi:
"Hak, kendiler ine ait
olunca buna boyun eğerek gelirler. Bunlara ne oluyor ki,
kalplerinde hastalık mı var, yoksa kuşkuya mı kapıldılar?
Yoksa Allah ve Rasûlü'nün kendilerine haksızlık
edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır doğrusu onlar zalim
olanlardır." (Nur:49-50)
Allah 'ın hükmüyle beraber Rasûl'ün
hükmünü kabul etmeyenler yani Kur'an'la beraber sünneti
kabul etmeyenler, ya kalplerinde hastalık olan ya da
imanlarında şüphe bulunan yahut Allah ve Rasûlü'nün
kendilerine zulmedeceklerinden korkan kişilerdir. Bu üç sınıf
mü'min değildir. Zira Allah ve Rasûlü'nün hükümlerini
kabul edenler yani Kur'an ve sünnetle muhakeme olanların mü'min
oldukları gösterildi. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
" Mü'minler aralarında hükmetmesi
için Allah'a ve Rasûlü'ne çağırıldıkları zaman ancak;
İşittik ve itaat ettik, derler. İşte felaha kavuşanlar
bunlardır." (Nur:51)
Böylece All ahû Teâlâ, kendisine
itaatı daima Rasûlü'ne itaatla beraber gösterir. Allahû
Teâlâ bir çok ayette Rasûl'e itaat ve ona uymak üzerine
dururken, Rasûl'e itaat ve muhakeme olunmayı kendisine itaat
ve muhakeme olunmaya bağlarken yaptığı böyle te'kit
(takviye etme) ve pekiştirme ile, Rasûl'den meydana gelecek
her hususun vahy'den başka bir şey olmadığı anlaşılır. Müçtehid
olsaydı veya yalnız itaati vacib olan idareci olsaydı, böylece
kendi hükmüyle beraber onun hükmüne uymayı
gerektirmeyecekti. Ayrıca, Rasûl'e itaat veya çekişme olursa
Rasûl'e bu konu götürülmeyecekti, sadece Allah'a
götürülecekti. Çünkü, idarecilerle ihtilaf ettiğimiz ve
çekiştiğimiz zaman Allah ve Rasûlü'ne bunu götürüyoruz.
Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Rasûlü'ne ve
sizden olan u lûlemir'e
(idarecilere) itaat edin, eğer bir şey hakkında çekişirseniz
ve gerçekten Allah'a ve Kıyamet Günü'ne inanmışsanız onu
(çekişme sebebi olan konuyu) Allah'a ve Rasûlü'ne
götürün." (Nisa:59)
Allah (c.c); Allah'a Rasûl'e ve bizden olan idarecilere i taatı
emrederken, "çekişme olunca idarecilere götürün"
demedi. "Allah'a ve Rasûlü'ne götürün" dedi.
Bunun manası; idareciler; teşri edici değil, sırf işleri yürütenlerdir.
Ayrıca Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerine göre işlerini
yürütürler. Çünkü, çekişmeler olunca Allah'a ve Rasûlü'ne
gideriz. Yani Kur'an ve Sünnet'e çekişme konusunu götürürüz.
Bu götürme işi, Allah'a ve Kıyamet Günü'ne inanmaya dayandırıldı.
Yani Allah'a ve Rasûlü'ne çekişme konusunu götürmek
imandandır. Ayrıca Allahû Teâlâ, Rasûl'e uymanın hidayete
ermek olduğunu gösterdi:
"De ki, Alla h'a itaat
edin, Rasûl'e itaat edin, eğer yüz çevirirseniz Rasûl'e
ancak kendisine yükletilen husus düşer, size de yükletilen
husus (iman ve Allah'a ve Rasûlü'ne itaat) düşer. Eğer Rasûl'e
itaat ederseniz hidayete erersiniz ve Rasûl’ün üzerine düşen
husus ancak açık şekilde tebliğdir."
(Nur:54)
İşte (Eğer Rasûl'e
itaat ederseniz hidayete erersiniz) buyurdu. Öyleyse, ona itaat
etmezsek delalete (sapıklığa) düşeriz. Rasullullah bu ayeti
tasdik ederek şöyle buyurdu: "Size öyle iki şey
bıraktım ki, bunlara bağlanırsanız hiç sapmazsınız,
bunlar ise; Allah'ın Kitabı ve benim Sünnetimdir. "
Şu var ki, Allah ve Rasûlü bir hüküm verirlerse
mü'minler buna muhalefet etmeyecekleri gibi başka seçeneklerinin
bulunmadığını gösterdi. Halbuki Rasûl'ün hükmü bir
içtihad olsaydı mü'minler başka müçtehidlerin içtihadına
uyabileceklerdi. Yani başka seçenekleri olacaktı. Çünkü,
müçtehidin içtihadı bir seçenektir. O zaman Allahû Teâlâ
Rasûl'e o kadar itaat ve uymayı niye gerektiriyor, bunu
pekiştiriyor ve kendisine itaata bağlıyor?! Halbuki, müçtehid
olsaydı ona isyan delalet (sapıklık) sayılmayacaktı. Belli
bir müçtehidin görüşüne uymamanın sapıklık olduğunu hiç
bir kimse iddia edemez. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
" Allah ve Rasûlü bir husus
için hüküm verirlerse, artık mü'min erkek ve kadına o
hususu kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a
ve Rasûlü'ne isyan ederse apaçık bir delalete (sapıklığa)
düşmüş olur." (Ahzab:36)
Cehş'in kızı Zeynep, Harise oğlu Zeyd'le evlenmeye dair
Rasûl'ün emrini reddetti. Kardeşi olan Cehş'in oğlu
Abdullah da bu evliliğin yapılmasını reddetti. Fakat bu ayet
nazil olunca hemen Zeynep ve Abdullah, isteyerek Rasûl'ün
emrine uydular. Çünkü Rasûl'ün emrinin Allah'tan bir vahy
olduğunu anladılar. Ayrıca bu emir, kesindi. Zira bu emir,
Zeyd'i kendilerine sevdirmek veya seçtirmek için değildi.
Başka ayette, Allah (c.c), Rasûl'ün emrinden yüz
çevirenlerin münâfık olduklarını bildirdi. Şöyle
buyurdu:
"Onlara; Allah'ın
indirdiği ve Rasûl'e gelin denilince münafıkların senden
tam şekilde yüz çevirdiklerini görürsün."
(Nisa:61)
Allah'ın indirdiği Kur'an'dır. Fakat bununla yetinmedi,
onunla beraber Rasûl'e çağırdı. Rasûl'ü temsil eden ise
Sünnet'tir. Sadece Kur'an'a uymanın gerekli olduğu
anlaşılmasın diye Sünnet'e uymanın da gerekli olduğunu
bildirdi. Uymayan veya bunlardan (Kur'an ve Sünnet'ten) yüz
çevirenlerin münafık olduklarını bildirdi. Böylece, İslâm'ın
iki kaynağının var olduğu belirtti. Fakat, Kur'an Cebrail
(a.s) yoluyla direkt Rasûl'e indirildi. Sünnet ise, bazen
Cebrail yoluyla vahy ediliyordu, bazen Rasûl rüya görüyordu,
bazen de Allah, Rasûlü'ne bir şey söylemeyi veya amel etmeyi
ilham ediyordu. Şu var ki; Kur'an hem söz olarak hem mana
olarak Allah'tandır. Hadis-i Şerif; mana Allah'tan, fakat söz
Rasûlullah'tandır. Ondan dolayı, indirdiği Kur'an'la beraber
Rasûl'e uymayı gerektirdi. Rasûl'ün emrine muhalefet
etmekten sakındırdı. Muhalefet edenleri elemli bir azabla
tehdit etti, şöyle buyurdu:
" Rasûl'ün emrine muhalefet
edenler sakınsınlar ki başlarına bir belâ gelebilir veya
elemli bir azaba uğrayabilirler."
(Nur:63)
Rasûl, müçtehid olsaydı emrine muhalefet edilebilirdi.
Çünkü, başka müçtehidin görüşüne uyulabilir.
SÜNNET, KUR'AN GİBİ ŞERİ KAYNAKTIR
İşte; bu deliller, Sünnet'in Kur'an gibi kesin şekilde
bir teşri (şeriatın bir kaynağı) olduğunu gösterir. Buna
muhalefet etmenin elemli bir azabı gerektirdiğini de gösterir.
O halde, kanunlarımızı Kur'an'dan çıkarttığımız gibi Sünnet'ten
de çıkartırız. Fikirlerimizi ve görüşlerimizi de
Kur'an'dan aldığımız gibi Sünnet'ten de alırız. Çünkü,
Kur'an ve Sünnet, teşri (kanunlar) için birer kaynak olduğu
gibi fikir için de birer kaynaktır. Özel ve genel hayatımızı
Kur'an ve Sünnet'e göre yürütürüz. Siyasi ve İslâmi
hiziblerimizi bu iki kaynağa göre kurarız. Nitekim, İslâm
Devleti'mizi bu iki kaynak üzerine dayandıracağız ve yürüteceğiz.
İşte; bizde esas olan bu iki kaynaktır. Çünkü bunlar
Allah'tan birer vahydir. Nitekim, Allah'a kulluk, O'nun
emirlerine uymayı gerektirir. Müslümanlar, bundan başka
şeyi kabul etmezler.
Şu var ki, Sünnet'i sahih rivayetler yoluyla almalıyız.
Rivayet, sağlam olmayınca veya Kur'an'a ters düşerse onu
reddederiz. Bu hususa büyük itina ve özen göstermeliyiz. Zayıf
veya yalan rivayeti kabul etmeyiz. Çünkü değindiğimiz gibi
Sünnet bizim için bir kaynaktır. İstediğimiz menfaatı elde
etmek amacıyla bir görüş uydurup onu desteklemek için
Rasûl'ün söylemediği hadisi uyduramayız. Çünkü bu iş,
Rasûl'e bir iftira olur ki onu söyleyen cehennemlik olur.
Zira, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kim benim
hakkımda yalan söylerse kendi yerini cehennemde bulsun."
Böylece, sahih hadisten başkasını kabul edemeyiz.
SÜNNET'İN KUR'AN'LA ALAKASI VE ROLÜ
Şu konu da var: Sünnet'in Kur'an'la alâkası ve rolü.
Bunu şöyle açıklarız: Sünnet, Kur'an'ın mücmel manasını
açıklar. Yani, detaylarını gösterir ve açıklar. Allahû
Teâlâ şöyle buyurdu:
"Sana bu Kur'an'ı
indirdik ki insanlara kendilerine indirileni açıklayasın."
Misal olarak; Kur'an'da namazla ilgili ahkâm mücmel olarak
geçti. Sünnet ise namazın keyfiyetini, rekat sayılarını,
vakitlerini, şartlarını ve onu bozan hususlarını açıkladı.
Onun için, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Beni
nasıl namaz kılıyor gördüyseniz öyle namaz kılınız."
Hacc da mücmel olarak geçti, detayları Rasûlullah (s.a.v)
gösterdi. Şöyle buyurdu: "Haccla ilgili menasık
(hususları) benden alın."
Buna benzer çok konu Kur'an'da mücmel
olarak geçti, sünnet onun detaylarını açıkladı.
İşte bu, Sünnet'in birinci kısmıdır. Sünnetin ikinci kısmı
ise, umumi (genel) lafzı tahsis etmek (özelleştirmek)'tir.
Misal olarak, Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
" Allah size çocuklarınızın
alacağı miras hakkında erkeğe kadının payının iki
mislini tavsiye eder."
(Nisa:11)
Bu ayeti kerimede, her babanın miras bıraktığı ve her
çocuğun varis olduğu belirtiliyor. Fakat bu, genel
lafızdır. Sünnet ise, bunu bazı durumlarda tahsis etti. Yani
bunun özel durumlarını gösterdi. Şöyle ki; Rasûlullah
(s.a.v) şöyle buyurdu: "Biz Peygamber olarak miras bırakmayız."
Bu özel durumdur. Onun için Rasûl'ün bıraktığı mirastan
kızları bir şey alamadılar. Bu ayeti tahsis eden başka
durumda var. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Katil
mirasçı olmaz." Bir kişi babasını öldürürse
babasına varis olmaz. İşte, bu hadis ayeti bir durum için
tahsis etti. Buna benzer genel ifadeli ayetler ve bu ayetleri
tahsis eden hadisler var. Rasûlullah (s.a.v) müçtehid olsaydı,
öyle tahsisler getirmezdi. Çünkü müçtehid tahsisler ve
özelleştirmeler getirmez. Sadece Ku'an'ın genel ifadelerini
ve bunları tahsis eden hadisleri bulmaya ve anlamaya çalışır.
Nitekim, bu hadisler Rasûl'e Allah'tan vahy edildi. Mücmel
ifadeli ayetlerin detaylarını açıklayan ayetler gibi. Bunlar
da Rasûl'e vahy edildi. Bir içtihadın ürünü olamaz.
Müçtehidin böyle yapmaya hakkı da yoktur. Ondan kabul
edilmez. Bu detaylar ve o tahsisler içtihad ürünü olsaydı
başka müçtehit tarafından değiştirilebilecekti. Böyle
olsaydı Kur'an insanların elinde oyuncak olacaktı. Halbuki,
insanların rolü sırf Kur'an'ı anlamak ve uygulamaktır.
Ayrıca Rasûl, böyle tahsisler ve detayları nereden
bilecekti? O hevesine göre bunları söylemez. Zira o zaman
Kur'an'ın nassına ters düşer. Çünkü, Kur'an Rasûl'ün
hevesine göre konuşmadığını gösterdi. Arapların
adetlerinden de değildir. Araplar böyle şeyleri bilmezler.
Ayrıca Arapların ve diğer insanların adetlerine uyulmaz.
Çünkü Allahû Teâlâ bunu nehy (yasak) etti; şöyle
buyurdu:
" Eğer, onlara Allah'ın
indirdiğine (Kur'an'a) ve Rasûl'e (Sünnet'e) gelin denilirse
şöyle derler; atalarımızın üzerine bulundukları şey
bizim için kafidir. Peki, ya ataları hiç bir şey bilmeyen ve
yolu şaşırmış olsalarda mı?"
(Maide:104)
Ayrıca, böyle detaylar ve tahsisler başka dinlere bakarak
da olmaz. Nitekim, diğer dinlere uymamız caiz değildir.
Diğer din sahiplerinin dinimize uymaları gerekir. Çünkü
dinimiz, o dinleri kaldırdı. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
" Sana bu Kitabı hakla
indirdik, bu Kitap eski Kitapları tasdik ettiği gibi nesh
ediyor (kaldırıyor). Öyleyse, Allah'ın sana indirdikleriyle
aralarında hükmet, Hakkı bırakıp heveslerine uyma, her
ümmet için ayrı ayrı şeriat ve yol gösterdik."
(Maide:48)
Sünnet'in üçüncü kısmına gelince; Kur'an'da mutlak
ifadeli ayetler geçti. Rasûlullah (s.a.v), bu mutlak ayetler
için kayıtlar (sınırlandırmalar) gösterdi. Misal olarak;
" Erkek ve kadın hırsızın
ellerini kesin." (Maide:38)
Bu ayet laf zı (ifadesi) mutlaktır.
Rasûlullah (s.a.v),
el kesmek için sınırlandırmaları gösterdi; bunlardan,
"Çeyrek dinardan fazla çalınırsa el kesilir."
diye hadis söyledi. Bu sözün manası Allah'tan geldi. Fakat,
ayet olarak gelmedi. Rasûl'ün gösterdiği kayıtlar
(sınırlandırmalar) vahydir. Aynen, Rasûl'ün gösterdiği
detaylar ve tahsisler gibidir.
Bunun dışında Sünnet'in başka bir kısmı var ki o, bir fer'i
aslına ilhak etmek'tir. Şöyle ki; Rasûlullah (s.a.v)
yeni bir şey söyler, fakat bunun aslı (temeli) Kur'an'da mevcuttur.
Misal olarak; "Rasûlullah Hayber
Günü'nde evcil eşeklerin etini, katırların etini, dişi
kesici olan vahşi hayvanların etini ve tırnağı kesici olan
kuşların etini haram kıldı."
diye hadis geçiyor. Bu haram kılınmış şeyler Kur'an'da geçmedi.
Yeni teşri'lerdir. Fakat, Kur'an'da bunların temeli var. Allahû
Teâlâ şöyle buyurdu:
" O (Peygamber), onlara temiz
olanı helal ve pis olanı haram kılar."
(A'raf:157)
Bu ayet; Rasûlullah'ın (s.a.v), teşri edici olduğuna yani
Sünnet'in şeriatın bir kaynağı olduğuna kesin bir
delildir. Allahû Teâlâ, Rasûl'ü temiz olanı açıklayıp
helâl kılar ve pis olanı da açıklayıp haram kılar diye
niteledi. Böylece Rasûlullah (s.a.v) evcil eşeklerin ve
katırların eti, dişi kesici olan vahşi hayvanların ve
tırnağı kesici olan kuşların etlerinin pis olduğunu açıklayıp
onları haram kıldı. Tıpkı, Kur'an'da Allahû Teâlâ’nın,
leşin, domuzun etini ve kanın pis olduğunu açıkladığı ve
haram kıldığı gibidir. Müçtehid veya düşünür bir şeyi
haram veya helâl kılar mı? Elbette hayır. Bu şekilde, bu
ayetle Rasûlullah (s.a.v)'in teşri edici olduğu yani Sünnet'in
şeriatın bir kaynağı olduğu kesin şekilde anlaşılır.
Bununla herhangi bir şüphe kalmaz. Ayetin tamamı şöyledir:
" Onlar ki, yanlarındaki Tevrat
ve İncil'de yazılı olarak buldukları o Rasûl'e ve o Ümmi
Peygamber'e uyarlar. O Rasûl ki, kendilerine marufu emreder ve
münkeri nehy eder. Onlara temiz olan şeyleri helâl ve pis
olan şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıkları,
sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan,
destekleyen, ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla
beraber indirilen Nur'a (Kur'an'a) uyanlar,
işte felaha erenler onlardır."
(A'raf:157)
Rasûl’ün, bir şeyi helâl ve haram kıldığı bu ayetle
bildirildi. Bu Kur'an dışında olacak. Çünkü ayetin
sonunda, "ve onunla beraber indirilen Nur'a (Kur'an'a)
uyanlar" diye ayrıca Kur'an'dan söz etti. Bundan dolayı,
Rasûl'ün getirdiği Sünnet'e inanmak gereklidir.
Rasûl, Kur'an'da hükmü geçmeyen kertenkele hakkında
sorulunca şöyle cevap verdi: " Onu
yemem ve onu haram kılmam."
Böyelece, Rasûl (s.a.v) kertenkeleyi temiz olan şeylere dahil
etti. Halbuki, Rasûl kendisi onu sevmiyordu ve ondan hiç hoşlanmıyordu.
Keza, Rasûlullah (s.a.v) tavşanı yemedi, fakat onun yenmesini
sahabelere müsaade etti. Rasûl (s.a.v) vahy olmasaydı
kertenkele etini ve tavşan etini haram kılardı. Çünkü,
bunları hiç sevmiyordu ve onlardan hoşlanmıyordu.
Ayrıca, hükmü Kur'an'da geçmeyen başka konular hakkında
hüküm verdi. Bunlardan; Rasûlullah (s.a.v), bir erkek, eşinin
halasıyla veya eşinin teyzesiyle veya eşinin erkek
kardeşinin veya kız kardeşinin kızlarıyla evlenemez diye
bir yasaklık getirdi. Böyle evlilikleri haram kıldı.
Bunların hükmü Kur'an'da geçmemesine rağmen Kur'an'da bunun
aslı vardır. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
" ...ve iki kız kardeşle
birlikte nikahlanmanız da size haram kılındı. Ancak daha
önce yaptığınız evlilik müstesna."
(Nisa:23)
Rasûlullah (s.a.v)'in getirdiği yasaklık Kur'an'da geçmiyordu.
Araplar da böyle bir yasaklılığı bilmiyordu. Rasûlullah
(s.a.v) hevesine göre böyle yasaklık getiremez. Ancak, vahyin
emrine göre bunu yapabilir. Bu Sünnet'in beşinci kısmıdır.
Sünnet'in altıncı kısmı ise; Kur'an'da hiç aslı geçmeyen
yepyeni teşrileri get irmesidir.
Misal olarak; "Üç senedir işletmeden
toprağı elde tutmakta, hiç bir kimsenin hakkı yoktur.",
"İnsanlar şu üç hususta ortaktırlar.
Su, mera (otlak yerleri) ve ateş'tir."
"Gümrük alan cennete giremez." Bu ve buna
benzer birçok hadisler var, Kur'an'da
hiç aslı ve benzeri de yoktur. Araplar da böyle şey
bilmiyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından da icad
edilmeleri mümkün olamaz. İcad edilince şeriat olmaz.
Çünkü, şeriatımızı Allah'tan alırız ve bu vahy yoluyla
olur. Bu, lafız ve mana olarak Allah'tan gelen Kur'an yoludur.
Sadece mana olarak Allah'tan gelen ise Sünnet yoludur. Sünnet,
yol manası taşımasına rağmen Rasûlullah'ın sözü, ameli
ve susması olarak tanınmıştır. Bir terim olarak
kullanılmıştır. Onu kullanmak sakıncalı değildir. Rasûlullah
(s.a.v) bunu kullandı, sahabeler de kullandılar. Ayrıca
nafile namaza da Sünnet denildi. Aynı kelimeyi, bir kaç
manada kullanmak sakıncalı değildir. Arapça'da bunun benzeri
çoktur. Ruh kelimesi bir kaç manada kullanılır; hayat
sırrı, Cebrail ve şeriat manalarıyla Kur'an'da kullanıldı.
Ayrıca, Allahû Teâlâ ile alâkayı idrak etmeye de ruh
denildi.
Böylece; Sünnet'in Allah'tan bir vahy olduğu anlaşılır.
Fakat, Sünnet'le ilgili rivayet mütevatir olunca kesin
şekilde vahy olur. Rivayet, mütevatir olmayıp haber-i ahad'la
olunca zann-ı galip vahy olur. Haber-i ahad bir imam veya bir müçtehid
tarafından sabit olmazsa kendisine göre zann-ı galip'le vahy
olmuyor.
Şu var ki; Sünnet konusu yalnız şerî hükümlerle sınırlı
değildi. Akaid'le ilgili fikirler meydana getirdi. Fakat,
rivayet mütevatir olmayınca inanç olmuyor, sırf tasdik olur.
Mütevatir olunca inanç olur, mücerret tasdik yetmez.
Kur'an'da geçmeyip mütevatir hadislerde geçen akaid var. Bazı
mü'minlerin Rasûlullah'la Cennet'te havd (havuz) diye adlandırılan
yerde buluşmasıyla ilgili rivayetler mütevatirdir. Bu, bizim
için inançtır. Bu hadisin Kur'an'da aslı yoktur. Mehdi,
Mesih-i Deccal ve Kabir azabıyla ilgili rivayetler haber-i ahad
olduğu için bu konular inanç hale getirilmez. Sadece tasdik
edilir.
Yine K ur'an'da aslı olmayıp da
gaib'le (gelecekle) ilgili hadisler var; bunlardan, "Kostantiniye'nin
(İstanbul'un) fethiyle ilgili hadis gerçekleşti. Roma
fethiyle ilgili hadis henüz gerçekleşmedi. Yine şu hadis de
var; "Peygamberlik dönemi olup Allah'ın istediği zamana
kadar sürecek ve sonra eriyecektir. Bundan sonra Peygamberlik
yolu üzerine Raşid-i Hilâfet olup da Allah'ın istediği
zamana kadar sürecek ve sonra eriyecektir. Ondan sonra
ısırıcı Krallık olup da Allah'ın istediği zamana kadar sürecek
ve sonra eriyecektir. Ondan sonra, Cebriyeci (diktatörlük)
olup da Allah'ın istediği zamana kadar sürecek ve eriyecek.
Bundan sonra Peygamberlik yolu üzerine Raşid-i Hilâfet
olacaktır." Bu hadis, gelecekle ilgilidir. Dört
dönem gerçekleşti, şu anda dördüncü dönem olan
diktatörlük hükmü altındayız. Beşinci dönem olan
Peygamber'in yolu üzerine yürüyecek Raşid-i Hilâfet'in
kurulmasını beklemekteyiz. İşte, bu ve buna benzer gaible
ilgili hadisler hiç maharetli bir müçtehid veya aydın bir düşünür
veyahut dahi bir siyasetçi tarafından tahmin edilemez. Nitekim
bunlar tahmin değil, kahin olmayan ve ilmini vahyden alan
değerli bir Rasûl'ün sözüdür. Zaten, Allahû Teâlâ
Rasûlü'ne bazen gaible ilgili haberler bildireceğini açıkladı.
Şöyle buyurdu:
" Allah gaib'in (geleceğin)
alimidir, gaib'i kimseye göstermez, ancak razı olduğu Rasûl'e
gösterir. Çünkü Allah onun önüne ve arkasına gözleyici
dizer." (Cinn:26-27)
Bu da Rasûl'e bir şeyi bildirmesi için ilham edileceğine
dair bir delildir.
Yine, vahy rüya yoluyla gerçekleşebilir. Rasûl (s.a.v)
Allah'ın kendisine gösterdiği rüya yoluyla Mekke'ye gireceğini
müslümanlara müjdelemişti. Allah, bunu gerçekleştirdi.
Bunun için şu ayeti indirdi:
" Mescid-i Haram'a gireceğinize
dair Rasûl'ün rüyasını Allah gerçekleştirdi."
(Fetih:27)
Eski Peygamberlere de rüya ile vahy
ediliyordu. Kur'an, Hz. İbrahim'in rüyasını şöyle anlatıyor:
" Ey oğlum, seni keseceğime
dair rüya görüyorum. (İsmail); ey babacığım,
emredildiğini yerine getir."
(Saffat:102)
Cebrail, bedevi suretiyle de ayet getirmeden Rasûlullah
(s.a.v)'in yanına geliyordu. Nitekim bir seferinde Rasûl'e
sahabeler arasındayken iman ve ihsan hakkında sordu. Cebrail
gittikten sonra sahabeler Rasûlullah'a bu adam hep seni tasdik
ediyor, kim di? diye sorunca, Rasûlullah (s.a.v) O, Cebrail
idi. Size, sizin dininizi öğretmeye geldi. Ayrıca Kıyamet Günü
hakkında Cebrail Rasûlullah'a sorunca, Rasûl "Sorulan
kişi sorandan bunun hakkında daha bilgili değildir."
diye cevap verdi. Ayrıca Cebrail, Rasûlullah'a namaz kılma
keyfiyetini öğretti. Her namaz vaktinin başlangıcında ve
sonunda ikişer defa gelip kıldı. Böylece namazın beş
vaktinin başlangıçlarını ve sonlarını öğretti.
Rekatların sayısını da öğretti. Bunlar, Rasûl'ün icadı
değildi. Bunu aklından çıkartmadı. Sabah namazının farzı
iki rekat, öğlenin farzı dört, ikindi dört, akşam üç ve
yatsı dört rekattır. Niçin böyledir?! Halbuki böyle sayılar
Kur'an'da geçmedi...
RASÛLULLAH İÇTİHAD Y APMADI
Sahabeler, bir şey hakkında itiraz ettikleri zaman, vahyden
olup olmadığını soruyorlardı. Bu genellikle ahkâmı
uygulamakla ilgili olup uslûplarda oluyordu. Rasûlullah
(s.a.v), fikir beyan ediyor veya bir amelin hükmünü
gösteriyordu, teşrileri gösteriyordu. Bunların uygulama
metodunu da gösteriyordu. Fakat, bu metodla ilgili uslûplar değişiyordu.
Uslûplar, her vakıada değişir. Çünkü metod, düşünceyi
uygulamak için sabit ve değişmeyen keyfiyettir. Onun için,
metod değiştirilemez. Allah ve Rasûlü, her konunun
hükmünü (düşüncesini) gösteriyorlardı. Ayrıca her hükmün
(düşüncenin) uygulama keyfiyetini (metodunu) gösteriyordu.
Fakat uslûplar, metodu uygulamak için her vakıada
değişebilen keyfiyettir. Sahabeler bu uslûpları görünce
görüşlerini aktarıyorlardı. Fakat, vahyden bir uslûp gelip
gelmediğini soruyorlardı. Bu savaşla, fenle ve ilimle ilgili
oluyordu. Bunlardan uygun olanı seçmek gerekir. Bu konu şöyle
misallerle açıklanır: Bedir suyunun arkasında konakladılar.
El-Habab b. El-Munzir adlı bir sahabe Rasûl'e şöyle sordu:
"Bu konaklama Allah'tan bir vahiyle mi gerçekleşti? O
zaman ne ileri gideriz ne de geri döneriz. Yoksa, görüş gösterme,
harp sanatı ve hile kurma meselesi midir?" Rasûlullah
(s.a.v); "Hayır, görüş gösterme, harp sanatı ve
hile kurma mes elesidir."
El-Habab; "Öyleyse bu konaklama uygun değil. Suyun
önüne gidip düşmanların sudan içmelerini
engelleyelim." Rasûlullah (s.a.v) bu görüşü kabul etti
ve uyguladı. Bu vakıa, stratejik uslûplarla ilgilidir. Uygun
olan uslûp yapılır. Rasûlullah (s.a.v), bunu kabul edince,
bizim için şerî delildir ki, stratejik uslûplarda doğru görüş
kabul edilir. Bu, şûra konusunu açıklar. Çünkü Allahû
Teâlâ;
" Onlarla işlerde danış."
(Ali İmran:159) buyuruyor.
Fakat bu, mücmeldir; detayları açıklanmadı. Rasûlullah
(s.a.v), böylece bu vakıada şûranın detaylarının bir
kısmını göstermiş oldu. Onun için, "Rasûlullah
(s.a.v) önce içtihad etti, sonra bir sahabe onu
düzeltti" denilemez. Burada, içtihad yoktur. Ancak, şûrayı
uygulamak vardır. Çünkü Allah Rasûlü'ne; "Onlarla işlerde
danış" dedi. Yine o, Hendek Vakıasında sahabeleriyle
danıştı. Salman El-Farisi (r.a) hendek kazmak görüşünü
gösterdi. Rasûlullah (s.a.v), hemen onu kabul etti ve bu işi
yaptı. Böylece, stratejik uslûplarda şûra yapılıp doğru
olan görüş kabul edilir. İslâm Devleti'nde Ümmet
Meclisi'nde Halife stratejik uslûplarla ilgili hususlarda
üyelere danışacak, doğru görüşü kabul edecektir. Burada
çoğunluk geçerli değildir.
Hurma ağaçlarının aşılanması konusunda, Rasûlullah
(s.a.v)'in bu ilmi konuda görüş söyleyerek bunun yapılmasını
neyh etti. Hurma ağaçları meyve vermeyince Rasûlullah
(s.a.v) şöyle dedi: "İşte, bu hususlar dünya işlerinizdir.
Siz bunları daha iyi bilirsiniz." Rasûlullah (s.a.v),
böyle yapıp söyleyince müslümanlara bir şey öğretmek
istedi. İlmi konular, insanların görüşüne bırakılır.
Bunda doğru söyleyen kişinin görüşü geçerlidir. Bu bizim
için şerî delildir. Buna binaen, İslâm Devleti'nde Ümmet
Meclisi'nde ilmi hususlar tartışılırken, doğru görüş
alınır, doğru sözü sadece bir kişi söylese bile Halife
onun görüşünü kabul eder. Burada çoğun-luk aranmaz.
Uhud Vakıasında, Rasûlullah (s.a.v) müslümanlara danıştı,
çoğunluk Medine'nin dışına çıkıp düşmanlarla
karşılaşmayı istedi. Halbuki; Rasûlullah'ın görüşü
Medine'de düşmanlarla karşılaşmaktı. Fakat, Rasûlullah
(s.a.v) görüşünden vazgeçip çoğunluğa uydu, hatta müslümanlar
Rasûlullah (s.a.v) kendi görüşünden vazgeçip kendi görüşlerine
uyduğunu görünce, kendi görüşlerinden vazgeçe-rek
Rasûl'ün görüşüne uymak istediler. Rasûlullah (s.a.v),
bunu kabul etmedi, onların görüşüne uyup orduyu düşmanlarla
karşılaşmak için Medine'nin dışına çıkarttı, Uhud
mevkiinde konakladı. Bu hâdise incelenirse, içtihad konusu
görülmez. Çünkü Cihad, Medine'nin içinde olur, dışında
da olur. Bu konu müslümanlar, işlerine uygun olanı yaparlar,
işin menfaatini gözetmeye çalışırlar, işin menfaatı
hususunda çoğunluk görüşüne uyulur. Bu vakıada, stratejik
konu veya ilmi ve fenni konu yoktur ve öyle şey
tartışılmadı. İşin menfaatı tartışıldı. Hangisi daha
faydalı; Medine'de savaşmak yoksa dışında mı savaşmak? Böylece,
İslâm Devleti'nde, Ümmet Meclisi'nde Halife bir işin
menfaatı tartışılınca çoğunluğa uyulacak, çoğunluğun
görüşü bağlayıcı olur. Meselâ, bir yol veya bir köprü
daha yapılsın mı veya yapılmasın mı? diye Meclis'te
tartışılınca çoğunluk ne istiyorsa o yapılır. Fakat, çoğunluk
yapılsın deyince yol ve köprüyle ilgili fenni hususlar tartışılır.
Fakat bu halde, çoğunluğa uyulmaz, doğru görüş aranır.
İşte, Rasûlullah'ın o vakıada davranışı bizim için şerî
delil oldu ki, o davranışlar şûranın detaylarını açıklamaktadır.
Hudeybiye Vakıasına gelelim: Rasûlullah (s.a.v) Kureyş'le
belli bir müddet için sulh (barış) yapmak istedi, anlaşma
yaptı. Müslümanların çoğu buna itiraz ettiler. Hatta Ömer
(r.a) da itiraz etti. Fakat Rasûlullah (s.a.v), bunun vahyden
olduğunu açıklayınca müslümanlar sustular. Buna göre,
İslâm Devleti'nde teşri konuda yani bir şerî hüküm
benimseyip kanun haline getirme hususunda vahye tabi olunur.
Halife, bir şerî hüküm benimseyip onu kanun haline getirmek
isteyince Ümmet Meclisi'ndeki müslüman üyelerin görüşlerini
dinler, sadece delili kuvvetli olan hükmü kabul eder. Bu
hususta Meclis'in görüşü bağlayıcı değildir. Onun için
şu şerî kaide çıkartılmıştır: "Ne kadar mesele
çıkarsa imamın (Halife'nin) bunlar hakkında birer şerî
hükmü benimseme hakkı vardır. "
İşte, Rasûlullah (s.a.v)'in yukarıda geçen vakıalardaki
tutumu ve hareketi bizim için Şeriat'tır. Buna göre hareket
ederiz, Raşid Halifeler de böyle davrandılar. Böylece
stratejik uslûplar, ilmi ve fenni konularda doğru görüş
kabul edilir, çoğunluğa bakılmaz. İşin menfaatı konusunda
çoğunluğa uyulur, doğru olup olmadığına bakılmaz. Bir
mesele için şerî hüküm benimsemek isteniyorsa çoğunluğa
bakılmaz, şerî delilin kuvvetliliğine ve sağlamlığına
bakılır. Bunların hepsi şûra için Rasûlullah'ın gösterdiği
detaylardır. Öyle gösterince, Allah bunu ondan istedi
demektir. Bazı kişiler; Bedir esirleri, ölen münafıklar
üzerine cenaze namazı kılmak, savaşa gitmek istemeyene izin
verme ve bir âmâya yüzünü asmak ve buna benzer meselelerin
Rasûl'ün birer içtihadları olduğunu zannederler. Bu
meseleler incelenirse herhangi içtihadi bir konu bulunmadığı
görülür.
Bedir esirleri meselesine gelince; Rasûlullah (s.a.v) Bedir
Vakıasında hemen esirleri alalım mı, yoksa çok katl
(öldürme) işi gerçekleştikten sonra mı esirleri alalım,
diye sahabelere danıştı. Çünkü iki şerî hüküm vardı.
Bunlar daha önce nazil olmuştu. Hemen esirler alınabilir ve
çok öldürme işi gerçekleştikten sonra alınabilir. Fakat,
bu vakıada hangi hüküm daha uygun veya hangisi daha evlâ,
seçme konusu var. Ebu Bekir (r.a)'ın görüşü; hemen
esirleri alalım. Ömer (r.a)'ın görüşü; önce çok
öldürme işi yapalım sonra esirleri alalım. Rasûlullah
(s.a.v), Ebu Bekir'in görüşünü uygun gördü ve onu uyguladı.
Bunun akabinde, Allahû Teâlâ şu ayeti indirdi:
"Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir
almak hiç bir Peygamber'e yaraşmaz."
(Enfal:67)
Burada, Rasûlullah (s.a.v) iç tihad
etti sonra Allah onu düzeltti, konusu yoktur. Çünkü,
içtihad hükmü bilinmeyen hususun hükmünü şerî
delillerden çıkartma meselesidir. Burada, bu mesele hakkında
şerî hükümler biliniyor. Fakat, bu vakıa için hangisi daha
uygun veya hangisi daha evlâ, seçme meselesidir. Rasûl
(s.a.v), daha uygun olanı veya daha evlâ olanı seçmeyebilir.
Bizim için, bu şerî mesele oldu ki o daha evlâ ve daha uygun
olanı arayıp seçmektir. Şu var ki Rasûlullah (s.a.v),
bundan sonra bir çok vakıalarda çok öldürme işi yapmadan
esirler aldı. Allahû Teâlâ, Rasûlü'ne bunu daha evlâ olup
olmadığına hakkında ayetle indirmedi. Öyleyse, diğer
vakıalarda esir alınabilir ve evlâ olan da oydu. Ve sadece
Bedir Vakıasında önce esirleri almak daha uygun veya daha
evlâ değildi. Çünkü o, kafirlerle ilk savaştı. Onları
korkutmak gerekirdi.
Ölen münafıklar üzerine cenaze namazı kılma meselesine
gelince; Rasûlullah (s.a.v) onların üzerine cenaze namazı
kılıyordu. Münafık Abdullah b. Ubey ölünce Ömer (r.a),
ölen münafıklar üzerine Rasûl'ün namaz kılmasına itiraz
etti. Bunun akabinde Allahû Teâlâ şu ayeti indirdi:
" Onlardan (münafıklardan) kim
ölürse onun üzerine cenaze namazı kılma, onun kabri
başında durma (cenazeye katılma). Onlar; Allah ve Rasûlü'nü
kabul etmiyorlar, kafir oldular. Ayrıca fasık (dinden çıkmış)
olarak öldüler."
(Tevbe:84)
Burada Rasûlullah içtihad yapıp yanıldı ve Allah onu düzeltti,
konusu yoktur. Zaten böyle şey söz konusu değildir.
Çünkü, daha önce onların cenaze namazlarını kılıyordu.
Bu vakıadan sonra yasaklandı. İçki meselesi gibi o da değildi.
Bir vakıadan sonra Ömer (r.a) Rasûl'e gelip içki konusunu
şikayet etti, Allah'ın bunu haram kılmasını diledi. Allahû
Teâlâ, bir ayet indirip içkiyi haram kıldı.
Tebuk Vakıasında ise; bazı kişiler savaşa gitmemek için
bahane göstererek Rasûlullah'tan izin istemeye geldiler.
Rasûlullah onlara izin verdi. Allahû Teâlâ, şu ayeti
indirdi:
" Allah, seni affetsin, doğru söyleyenler
sana açıkça belli oluncaya ve yalan söyleyenleri de
bilinceye kadar niçin onlara izin verdin?"
(Tevbe:43)
Burada da içtihad yoktur. Sadece bir vakıa için daha evlâ
olanı seçme konusu vardır. Çünkü, izin isteyene
veriliyordu. Ve Tebuk Vakıası Rasûlullah'ın hayatında son
savaştı. Daha önce, izin verme müsaadesiyle ilgili ayet
nazil olmuştu. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
" Bazı işleri için senden
izin istedikleri zaman onlardan dilediğine izin ver."
(Nur:62)
Buna göre, Rasûlullah (s.a.v) istediği zaman istediği
kimseye izin veriyordu. Tebuk Vakıasında bunu uygulayınca
Allahû Teâlâ daha evlâ olanın onlara izin vermemek
olduğunu Rasûl'e bildirdi.
Bir âmâ'ya (kör'e) yüzünü asma vakıasında da içtihad
yoktur. Rasûlullah (s.a.v) herkese tebliğ etmekle emr olundu;
bununla ilgili bir çok ayet vardır. Fakat, Rasûlullah (s.a.v)
Kureyş'in liderlerine tebliğ ederken kör bir adam geldi,
Rasûlullah'tan İslâm'ı öğrenmek istedi. Rasûlullah
(s.a.v) o anda başkalarıyla konuşuyordu ve bunların müslüman
olmalarını diliyordu. O anda kör adamın gelmesi Rasûlullah'ı
rahatsız etti. Onun için Rasûlullah (s.a.v), yüzünü (suratını)
astı. Allahû Teâlâ Rasûl'ün durumunu şöyle gösteriyor:
" Surat astı ve yüz çevirdi.
Kendisine o kör geldi diye. Nereden bilirsin belki o temizlenip
arınacak? Yahut o öğüt alacaktı da o öğüt kendisine
yarar sağlayacaktı. Kendisini zengin görüp tenezzül
etmeyene gelince, işte sen ona yöneliyorsun. Oysa onun arınmasından
sana ne? Fakat koşarak sana gelen, Allah'tan korkarak
gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır bu, (Kur'an) bir
hatırlatmadır, dileyen onu düşünüp öğüt alır."(Abese:1-12)
Burada da içtihad konusu yoktur. Rasûlullah o anda Kureyş'in
bazı ileri gelen kişileriyle meşguldu. Onları hidayete davet
ediyordu. Allahû Teâlâ, Rasûlü'ne, "Bu Kur'an bir hatırlatmadır,
dileyen onu düşünüp kabul eder, ondan dolayı kör adamı da
ihmal etme. Bu adam o kibirli kişilerden daha efdal (iyi)
olabilir. İşte burada daha evlâ olan bu kör adama öğretmektir;
durum ne olursa olsun" diye bildirdi. Rasûlullah (s.a.v)
bir hata yaptı da sonra Allahû Teâlâ onu veya onun içtihadını
düzeltti diye bir konu yoktur.
İşte, bu vakıalarda, Rasûlullah'ın içtihad yaptığına
dair herhangi bir işaret yoktur. Bu da, şeriatça ve aklen doğru
değildir. Onun hakkında öyle söylemek doğru değildir.
Çünkü, o vahydir, kendisine vahy edilir. Bu vahy ya Allah'tan
lafız ve mana olan Kur'an olur, ya da mana Allah'tan, lafız,
amel ve susma Rasûlullah'tan olur ve buna Sünnet denilir.
Zaten, hükmü bilinmeyen yeni husus hakkında Rasûlullah
(s.a.v) hiç bir şey demiyordu, vahy bekliyordu. Ya ayet
gelirdi ya da rüya görür yahut da ilham edilirdi. Müçtehid
olsaydı, hükmü bilinmeyen husus için içtihad yapardı.
Meselâ, bir kişi gelip karısının bir adamla zina
yaptığını gördüğünü söyledi, kendisinden başka şahid
yoktu. Zira, zina için dört şahid gerekir. Hatta, yalnız bir
kişi şahid olursa zina iftirasında bulunma cezasını alır.
Buna rağmen, karısı zina yapmış olup kendisinden başka
şahid bulamayan kocanın iftira eden olup olmadığı ve hükmü
ne olduğu hakkında Rasûlullah (s.a.v) vahyden haber bekledi.
Allah, bununla ilgili ayetler indirdi. Yine bir kadın Rasûlullah'a
gelip bir meselenin hükmünü tartıştı. Bu mesele; kocası
kendisine "Sen benim anam gibisin." demişti. Rasûlullah
(s.a.v) vahyden hüküm bekledi ve öyle cevap verdi.
Rasûlullah (s.a.v) müçtehid olsaydı bu meseleleri düşünüp
bir hüküm verirdi. Fakat, kendisi öyle değildi. O (s.a.v)
vahyden haber bekler, ya ayet nazil olur, ya rüya görür ya da
kendisine ilham edilirdi. Rasûlullah (s.a.v );
"Bir kadınla evlenmeyle emr
edildiğim zaman onu Cebrail bana rüyamda gösterir."
derdi. Bunun için Hz. Muhammed (s.a.v) İslâm'dan önce
evlâtlık edindiği Zeyd'in karısı olan Zeyneb'le kocası
boşadıktan sonra evleneceğine dair rüya gördü. Rasûlullah
bu rüyayı kimseye anlatamadı, çok çekindi. Çünkü, Zeyd
onun evlâtlığı idi, kimse evlâtlığının yani oğlunun
boşanmış karısıyla evlenemezdi. Büyük ayıptı. Fakat
Allahû Teâlâ evlât edinmeyi haram kılmak istedi ve artık
evlâtlık edilenlerin gerçek evlâtlar olmadığını da göstermek
istedi. Bu işi Rasûl'ü üzerinde uygulamak istedi. Kur'an bu
konuya şöyle değindi:
" Allah'ın açığa vuracağı
şeyi (daha önce gördüğün rüyayı) içinde gizliyorsun.
İnsanlardan çekiniyorsun. Oysa asıl kendisinden çekinilmeye
lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince
biz onu sana nikahladık ki bundan böyle evlâtlıkları,
kadınlarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla
evlenmek hususunda mü'minlere bir sakınca olmasın."
(Ahzab:37)
Rasûlullah'ın şahsi adetlerine gelince; müslümanlar ona
uymak zorunda değildirler. Yürüyüş, oturuş, kalkış
şekilleri ve buna benzer hususlar, Rasûlullah'ın şahsi
adetlerindendir. Bunları uygulamak için kimseye emir vermedi
ve kimseyi teşvik etmedi. Bunlarla mükellef değiliz.
Böylece, Rasûlullah'ın sözü, ameli ve bir şeye karşı
susması olan Sünnet'in, Allah'tan vahy olduğu kesinleşir,
bunda herhangi bir şüphe yoktur. Ayetler bunu kesin şekilde gösterdi.
Bu ayetleri başka şekilde te'vil etmek büyük günahtır.
Ayetler aynen olduğu gibi anlaşılmalıdır. Bazı kişiler,
"Sünnet Rasûl'ün bir içtihadı olup Rasûl yanılınca
Allah onu düzeltiyordu, ona rağmen biz Rasûl'e uyarız.
Çünkü Allah bizden ona uymamızı istedi." derler.
Öyleyse niye Allah, Rasûl'e uymayı zorunlu kıldı?! Rasûl'ün
Sünneti'nin bir özelliği var demek ki, işte bu özellik
Sünnet'in vahy olmasıdır. İçtihad olsaydı, bu Sünnet'e
uymayı zorunlu kılmazdı. Rasûl ile diğer müçtehidler arasında
fark olmayacaktı. Nitekim, içtihad yeni şeylerde yani hükmü
bilinmeyen şeylerde olur. Rasûlullah'ın yeni şeylerin hükmünü
vahyden beklediğini gördük. Hükmü bilinen hususlarda daha
evlâ veya uygun olanı seçme meselesi vardır.
Bazıları, "Öyleyse niye Buhari filan hadisleri almadı,
niye Müslim filan hadisleri almadı, bir müçtehid bir takım
hadisleri kabul ediyorken, aynı hadisler başka bir müçtehid
tarafından reddediliyor?" diye sorarlar ve kafalarına göre
hemen cevap verirler. "Demek ki Sünnet vahy değildir."
derler. Buna cevap, her imam ve her müçtehidin hadisleri kabul
etme hususunda bir yolu vardır. Bu yolla hadisi kabul ediyorlar
ve bunu yaparlarken zann-i galiple yapıyorlar. Diyorlar ki, bu
hadisin sahih olduğu zannıma galiptir. Yani, bu vahydir, diye
zannıma galiptir. Onun için bu hadislere zan-i delil denildi.
Fakat, mütevatir derecesine ulaşınca, o hadis kesin delil
olur. Böylece, Buhari bir hadisin sahih olduğu veya vahy
olduğu zannına galip gelince kabul ediyordu. Diğer imam ve müçtehidler
de öyle hareket ettiler. Çünkü, Rasûlullah (s.a.v) hayatında
tek kişinin rivayeti (haber-i ahad) veya (zanni delil) kabul
edildi. Sahabeler onunla amel ettiler. Fakat, rivayet edenler güvenilir
(fasık olmayan) kişiler olmalıdır. Fasık olanın rivayeti
kabul edilmez. Kur'an'da buna işaret edildi:
"Ey iman edenler! Bir fasık
size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın."
(Hucurat:6)
Öyleyse fasık olmayan bir kişi bize haber getirirse onu
kabul edeceğiz demektir. Allahû Teâlâ tek rivayetin kabul
edileceğini gösteriyor bu ayette. Fakat bu rivayet fasık
olmayan kişinin rivayeti olmalıdır. Onun için; imamlar ve
müçtehidler, hadisleri rivayet eden kişilerin hallerini
inceliyorlardı. Yalan söyleyen kişi veya töhmetli (suçlu)
kişi veya bid'at sahibi veya günah işleyen (fasık) kişi
veya cahil olan kişinin rivayeti kabul edilmiyor. Çünkü, bu
kişi güvenilir sayılmaz. Yine başka hususlar var; kişinin
hafızasıyla (zabt etmekle) ilgilidir. Bunlarda beş husustur,
şunlardır: Büyük hata işlemek, büyük gaflete düşmek,
evhamlı olmak, ezberliliğin çok kötü olması ve güvenilir
kişilerin rivayetlerine muhalefet etmesidir. Bir kişinin
bunlardan bir hali varsa onun rivayeti kabul edilmez. Çünkü,
güvenilir ve iyi zabd eden kişi olması lazımdır. Yine,
gizli ve aşikâr hali bilinmeyen kişinin rivayeti de kabul
edilmez. Buna göre, hadis kabul edilir veya reddedilirken onun
vahy olup olmadığına zann-ı galipin gerçekleşmesi gerekir.
Özetle; Sünnet Kur'an gibi şeriatın bir kaynağıdır.
Bir şey hakkında şerî hüküm göstermek istiyorsak bunlara
döneriz. İslâm Hilâfet Devleti'nin anayasası ve kanunları,
iç de dış siyaseti bu iki kaynaktan çıkartılan hükümlere
göre olur. İcmaı sahabe ise, Sünnet'e dayanır. Sahabelerin
İcmaı, Rasûlullah'ın bir sözü veya fiili veya bir susmasını
ortaya çıkartır. Şerî kıyas da, Kur'an ve Sünnet'e dayanır.
Kur'an'da ve Sünnet'teki illetler (teşri etmenin sebebi)
olunca kıyas yapılır. Bir devlet, İslâm Devleti olduğunu
iddia ederse, anayasası, kanunları ve siyasetinin Kur'an ve Sünnet,
sahabelerin icmaı ve Şerî kıyasa dayalı olduğunu
ispatlayacaktır. Yine bir hizb veya bir cemaat İslâmi olduğunu
iddia ederse, onun bütün fikirlerinin bu kaynaklardan aldığını
ispatlayacaktır. Böylece, teşri’de Allah ile Rasûlü arasında
fark kılınmamış olur. Şeriatı Rasûlullah'ın şu sözünde
gösterdiği gibi kabul etmeliyiz; "Bana
Kur'an verildi ve onun benzeri verildi."
Onun için, şeriat hususunda Kur'an ile Sünnet arasında
ayrım yapılmaz. Yukarıda izah ettiğimiz gibi hareket ederiz.
Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
" Allah'ı ve Rasûlleri’ni
inkâr edip de Allah ile Rasulleri’nin arasını ayırmak
isteyen, 'bir kısmına inanırız, bir kısmını reddederiz'
diyenler ve bunları arasında bir yol tutmak isteyenler, işte
onlar gerçekten kafir olanlardır."(Nisa:150-151)
İşte; Kur'an ve Sünnet, bizim için düşünce ve siyaset
kaynağı olup bunların açısından düşünür ve hareket
ederiz. İslâm fikirlerini hep buradan alıp hayat sahasına
indiririz. Bunları pratik hayatta kullana kullana bizde belli
tefekkür metodu doğar. Ümmette bu metod var olup hayatına ve
davranışına hakim olunca kalkınma (fikri yükselme) pratik
şekilde gerçekleşir. Bu kalkınmanın semeresi ilerlemedir.
Bu ilerleme, hayatın bütün meydanlarında görülür; ilmi,
teknoloji ve sanayi devrimleri gerçekleşir. Kafirler,
Kur'an'la ve Sünnet'le savaşırken İslâm ümmetini fikirsiz
bir ümmet haline getirmek istiyorlar ki böylece, ona Kıyamet
Günü'ne kadar hakim olsunlar. Zaten, onlar İslâm ümmeti ve
Devleti'ni böyle hezimete uğrattılar ve ona galip geldiler.
Onu fikirsiz hale getirip kendi fikirlerini karma karışık
şekilde vererek kendi açılarından zaferi gerçekleştirdiler.
Bu zaferi ebedileştirmek istiyorlar. Onun için, Kur'an'ı ve Sünnet'i
ortadan kaldırmak istiyorlar. Fakat, Kur'an'la fazla
uğraşmalarına rağmen müslümanların Kur'an'a güvenlerini
sarsamıyorlar. Bu nedenle Sünnetle uğraşıyorlar, müslümanların
buna güvenini sarsmak istiyorlar. Buna çok dikkat etmeli ve
sünnet konusu iyi bir şekilde müslümanlara izah edilmeli ki
onlar karışıklığa uğramasınlar. Aynı anda kafirlerin
hakimiyetini kırmak/yıkmak ve Kur'an ve Sünnet'in
hakimiyetini kurmak için her müslümanın uğraşması
farzdır. Böylece, İslâmi Hilâfet Devleti kurulsun.
İslâmi hayat yeniden başlasın...
|