Allah’ın indirdikleri ile hükmet / yönet. Onların arzularına
uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer yüz
çevirirlerse, bil ki Allah, ancak
günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister.
İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. Yoksa onlar
cahiliyye (İslâm dışı) yönetim mi
istiyorlar? İyi anlayan bir toplum için, hükmü
Allah’tan daha güzel kim vardır? [Maide: 49-50]
Muhterem İmâm
Âyetullah Humeynî’ye,
Allah’ın Selamı, Rahmeti
ve Bereketi Üzerinize Olsun!
Bizi Müslümanlardan kıldığı için Allah’a
Hamd ederiz. Yeryüzüne Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’nın
hükmünü hayata tekrar Hâkim
kılmak için Allah [Subhânehu ve
Te’alâ]’ın Kitâbı’nı
ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi
ve Sellem]’in Sünneti’ni tatbik edecek,
bütün dünyaya İslam Risâleti’ni
yüklenip tebliğ edecek Râşidi
Hilâfet Devleti’nin kurulması için
çalışan Hizb-ut Tahrir’lilerden
kıldığı için Allah’a
şükrederiz.
Bundan yaklaşık dört ay önce sizinle yaptığımız
son buluşmamızdan sonra size ve Dışişleri bakanı İbrahim Yezdi’ye
bir müzekkere sunmuş, içte ve dışta karşılaşacağınız birçok
problemin çözümü için zaman kaybetmeden başvuracağınız doğru ve
etkili çözümleri o müzekkerede bildirmiştik. Ayrıca o müzekkerede,
önünüzde duran birçok işlere çare için İslam’ı
tam olarak ortaya koymakta geciktiğinizi dile getirmiştik. Her
geçen gün biraz daha zorlukların fazlalaştığını, İslâmî Hükümler
ile İslam’a muhâlif
hükümlerin şu ana kadar bir arada mevcut olduğunu, anarşinin durmadan
tırmandığını, bunun da varlıklarını devam ettirmeye çalışan,
fırsat buldukça İslam’a ve onun
hükümlerine saldırısını açıkça ilan eden
İslam düşmanlarının önünde fırsatlar hazırladığını da
bildirmiştik. Bu hususta olaylar karşısında kesin tavır
takınmanızı ve doğru çözümlere başvurmanızı ısrarla size
anlatmıştık. Buna da Ehl-i Hâl
ve’l Akd’in bey’at edeceği, Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti ile amel edecek bir Halîfe’yi
seçmekle işe başlayabileceğinizi söylemiştik.
İlk Halîfe’nin
bizzat sizin olmanızı, Halîfe
olur olmaz da mevcut ikili idâreye (yani
İslâmî ve Ğayri İslâmî hükümlerin bir arada bulunduğu idâreye) son
verilerek şimdiki idâreyi
ortadan kaldırmak üzere halktan bey’at almanızı, idârenin
kilit noktalarını zaman kaybetmeden teslim almanızı, Şer’î Hükümler esasına dayandırdığınız devleti
teşkilatlandırmanızı, devletin Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem] ‘in Sünneti’nden alınmış
olan İslam Anayasası’nı
kabul ettiğini ilan etmenizi istemiştik.
Biz size, Allah’ın Kitâbı
ve Rasulullah [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti’nden ve her
ikisinin irşad ettikleri Sahâbe İcmâı’ndan
ve müctehidlerin Kıyas’ından
alınmış kâmil
bir İslam Anayasası metnini ve bununla birlikte, her maddesinin
gerekçesi olan sebepleri ve alındıkları delilleri açıklayan
Mukaddimet-ud Düstur’u
size takdim etmiştik.
Ayrıca mevcut siyâsî ortamı
ortadan kaldırmanızı ve İslâmî
Akîde’ye dayanmayan ve Şer’î
Hükümleri kabul etmeyen her siyâsî hareketi, Millîyetçilik,
Vatancılık ve maddi fikir esasına dayanan Komünizm veya dini
hayattan ayıran Kapitalizm gibi düşüncelere engel olmanızı,
bununla beraber İslâmî Akîde’yi
temel alan ve İslâmî Hükümleri kabul eden kitleleri serbest
bırakmanızı ısrarla sizden istemiştik.
Ayrıca Sovyetler Birliği’nin,
özellikle Batı’nın
ve Amerika’nın
etki ve nüfuzundan kurtulmanızın, onlarla yapılmış bulunan bütün
anlaşmaların, özellikle Askeri İttifakların hepsini kaldırmanızın vâcib
olduğunu söylemiş ve ısrarla bunun üzerinde durmuştuk. Hele
gelişmiş silahlarla Amerika’nın
İran’ı
koruyacağını savunan Karşılıklı Güven Anlaşması’nı
kaldırmanızı ve onların nüfuzunu yerleştiren Müsteşarlar, teknik
elemanlar, şirketler, okul, hastane ve elçilik gibi faydası yerine
zararı dokunan bu nüfuz vasıtalarından memleketi kurtarmanızı
teklif etmiştik.
İşte son buluşmamızın üzerinden dört aydan daha
fazla bir süre geçtiği halde
hiçbir şey değişmedi! Her şey kendi eski
hali üzerinde kalmaya devam ediyor. Düşman canavarca tutumunu ve
saldırısını fazlalaştırmış, durum kötüleşmiş bulunuyor. Daha sonra
bir de baktık ki, bir Anayasa Taslağı hazırlanmış ve bu taslağın
incelenmesi için bilir kişilerden oluşan bir Anayasa Komisyonu
kurulmuş. Bu komisyon, taslak hakkında kendi görüşünü belirleyecek
ve gerekli düzeltmeleri yapacakmış!
Görev anlayışımız, inceleyip hakkındaki
görüşümüzü belirtmek için bizi bu Anayasa Taslağı’nı
elde etmeye sevk etti. Bakalım bu anayasa gerçekten Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti’nden alınmış
İslâmî bir Anayasa mıdır? yoksa, İslam dünyasındaki mevcut diğer
İslâmî olmayan anayasalardan bir anayasa mıdır? dedik ve
hazırlanmış bulunan bu Anayasa Taslağını elde edebilmek için,
birçok ülkedeki elçiliklerinizle bağlantı kurduk. Ancak onlarda
bulunmadığı için elde edemedik. En son Lübnan’da
yayınlanan El-Sefir gazetesinin 21-22-23 ağustos tarihlerinde üç
gün arka arkaya yayınladığı ve Muhammed
Sâdık el-Hüseyni tarafından Arapça’ya
tercüme edilen Anayasa Taslağınızı elde etme imkânı bulduk.
Bu gazetenin yayınından elde ettiğimiz metni, Beyrut’taki
İran elçiliğine götürüp oraya arz ettiğimizde, bu metnin sağlam ve
emin bir şekilde tercüme edildiğini bize ifade ettiler. Biz de
onların bu sözüne güvenerek, bu taslak üzerinde gerekli
incelememizi yaptık. Bu husustaki görüşümüzü belirtmeden önce; bir
devlet ne zaman İslâmî bir devlet, bir Dâr ne zaman
Dâr-ul İslam ve bir anayasa ne zaman İslâmî Anayasa
olur, hususlarını biraz izah etmeyi uygun
bulduk. Bu bilgilerin ışığı altında, çıkarılan ve bilir kişilerden
oluşturulan Anayasa Komisyonu’nun
tartışmasını yaptığı bu Anayasa Taslağı, acaba İslâmî midir,
yoksa İslâmî değil midir? Bundan sonra bu anayasa İran’da
yürürlüğe girdiği zaman İran Devleti, İslâmî
bir devlet, dârı İslâmî bir Dâr olur mu,
olmaz mı?
Devlet:
Bir devletin İslâmî bir devlet olabilmesi için
üç şart gerçekleşmelidir:
1. Devlet, İslâmî
Akîde’ye dayanmalıdır.
2. Anayasası ve bütün kanunları ve onun
varlığını meydana getiren her unsur bu Akîde üzerine oturmuş
olmalıdır.
3. Bütün kanaatleri,
kavram ve ölçüleri İslâmî Akîdenden fışkırmalıdır.
Yoksa, sadece devletin esasının Akîdeden olması
yeterli olmaz. Bu esas; varlığını oluşturan ve onu ilgilendiren
büyük - küçük her şeyde temsil edilmelidir. Bu nedenle, İslâmî Akîde’den
kaynaklanmadığı için, Demokrasi kavramlarına, daha doğrusu Küfür
Nizamlarına devletin temelinde hiçbir zaman yer verilmez. Yine
İslâmî Akîde’ye
dayanmadığı için, Millîyet ve
Vatan kavramları, devletin varlığında birer
unsur olamazlar. Çünkü İslâmî Akîde onu reddediyor ve haram kabul
ediyor. Ayrıca devlet teşkilatlarında Demokrasi mefhumu ile
bakanlıklar kurulması câiz
olmadığı gibi; krallık, imparatorluk veya cumhuriyet gibi bir
yönetim şeklinin de bulunması
câiz değildir. Çünkü bu yönetim şekilleri,
İslâmî Akîde’den
kaynaklanmadığı gibi, İslâmî
Akîde’den fışkıran hiçbir mefhum ve
hükümlere de uymamaktadır.
Dâr’a gelince;
Bir memlekette iki şart gerçekleşmedikçe, o yer
Dâr-ul İslam olamaz.
1. Her bölgesine İslam Ahkâmı’nın
tatbik edilerek o yer, İslam Sultası (Otoritesi) ve Hâkimiyeti
altında bulunmalıdır.
2. Oranın emniyeti, güvenliği Müslümanların
güç ve sultasıyla sağlanmış olmalıdır.
Anayasa’ya gelince;
Bir anayasanın, İslâmî Anayasa olabilmesi için
de iki şart var olmalıdır.
1. İslâmî Akîde temeli üzerine oturmalıdır.
2. Her maddesi; Allah’ın
Kitâbı olan Kur’an-ı
Kerîm’den ve Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in
Sünneti’nden veya bu ikisinin gösterdiği
ölçülerden (Sahâbe İcmâı ve Kıyas)
olmalıdır.
Yukarıda zikredilenlerin ışığı altında, bu
Anayasa Taslağı hakkındaki görüşlerimizi arz edelim. Ancak ayrı
ayrı bölümlere, bend ve şıklarına geçmeden önce, bu anayasa
taslağını, incelemekle vardığımız neticeyi açıklamakta yarar
görüyoruz: Her şeyden önce bu taslağı hazırlayan kimse bunun;
bütün Müslümanları kapsayan İslâmî bir devletin anayasasını
hazırladığını adeta hiç düşünmemiştir. Yine bu taslağı hazırlayan,
bu anayasanın küfür nizamları altında ezilen bütün Müslümanları
birleştirecek, onların yaşadıkları bütün İslam memleketlerini tek
bir parça haline getirecek, hepsini kaynaştırarak tek bir Devlet
yapacak ve bütün Müslümanların
Halîfesi olacak bir başkanın hükmüyle idâre edilecek
İslâmî bir Devletin anayasası olacağını hiçbir zaman aklından dahi
geçirmemiştir.
Yine bu anayasayı hazırlayan kimse, bunu; İslam
Devleti’nin
anayasası olarak hazırlayacağı yerde, Kavmi (Millîyetçi)
bir devletin yani İran Devleti’nin
anayasası olarak hazırlamıştır. Bunun için anayasada geçen bir çok ibârede bu
anayasanın İran Cumhuriyeti’nin
anayasası olduğu, Devlet başkanının, bakanların ve meclis
üyelerinin İranlı olmalarının şart olduğunu ifade ediyor. İranlı
olma şartını her bölümde ve birçok maddede belirtmeye gayret
etmiş, devletin bayrağını İran Bayrağı ve yazı ve haberleşmede
Farsça’yı resmî dil
olarak kabul etmiştir. Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi bu
anayasa, İslâmî bir Devletin değil, aksine bir kavmin anayasası
olarak görülmüştür. Çünkü İslâmî bir anayasa, kavmi hiçbir ibâre
taşımayacağı gibi, bütün
maddeleri Şer’î hükümlerden olur. Aynı zamanda böyle bir
anayasa, bir cemaate veya gruba değil, bütün Müslümanlara şamil
olur.
Evet, bu Anayasa Taslağı’nı
hazırlayan zat, İslâmî Akîde’yi temel olarak almayı düşünmediği
için haliyle maddeleri de İslâmî Akîde’den
kaynaklanmamıştır. Bundan dolayı, bu maddeler Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti’nden
alınmamıştır. Ancak bazı maddelerde İran’da
resmî dinin İslam olduğu ifade ediliyor.
Bazı maddeleri de Tevhid Nizamına, İslam ahlâk ve mânâsına
işaret ediyor. Fakat anayasayı hazırlayan zat; Batı’da
ve Amerika’daki Kanun çıkartma, Hâkimiyet ve
Kanun uygulama yetkilerini millete veren, halkı tek yetki kaynağı
kabul eden Batı Demokrasisi mefhumunu düşünerek bu anayasayı
hazırlamıştır ki, Batı’daki
tüm anayasalar, bu temel esasa göre hazırlanırlar. Onlara göre
bütün yetki, milletindir.
Halbuki, İslam, Demokrasi kavramını, küfür
kavramı olarak kabul etmektedir. Ona dayanan tüm anayasaları ve
anayasa hükümlerini küfür kabul etmektedir. Çünkü bunlar, İslâmî Akîde’den
alınmadığı gibi, Kitâb ve
Sünnet’ten de kaynaklanmamışlardır. Bunlar;
beşeri yani insanın yaptığı kanunlardır. Durum böyle iken, Anayasa
Taslağı’nı
hazırlayan bu şahsın, Demokrasinin bu mefhumundan, ondan
kaynaklanan anayasalardan, Batı’nın
kanun ve nizamlarından ilham alarak bunları hazırladığını, bu
Anayasa Taslağı’nın
hemen hemen bütün maddelerinde görmek mümkündür. Bu zat
çalışmalarında, ne İslâmî
Akîde’yi ne de İslâmî hükümleri
gözetmiştir. Birinci bölümde Genel Esaslar kısmındaki bazı
maddeleriyle, İkinci bölümdeki İslâmî Hükümlerin uygulanmasında
herhangi bir değer taşımayan “ İran’ın Resmî
dini İslam’dır “ ifadesinden başka, bu bölümlerde İslam’dan
hiçbir şeye yer vermemiştir.
Anayasa Taslağı’nı
hazırlayan bu zat, yönetim nizamını ve devlet başkanı, bakanlar,
Şûrâ meclisi, kaza (yargı) ve ordudan meydana gelmiş devlet
teşkilatını izah etmiş ve devlet şeklini de Batı kanunlarından
ilham almak suretiyle ortaya koymuştur. Devlet başkanının
yetkileri ile bakanlar ve Şûrâ
meclisinin bütün yetkileri, İslâmî Akîde’den
kaynaklanan, Allah’ın Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem]’in Sünneti’nden alınmış Şer’î hükümlerin belirledikleri yetkiler olmayıp,
Batı Demokrasisine ait kavramların belirlediği yetkilerdir.
Anayasa Taslağı, eğitim
ve öğretimin eşit bir şekilde bütün insanlara devlet tarafından
yaygın hale getirilmesinin, devletin görevleri arasında olduğunu
belirtirken, devletin gereğine göre hareket edeceği eğitime ait
herhangi bir siyâsî
görüş ortaya koymadığı eğitim programının esasını beyan etmediği
gibi, eğitim gaye ve programına da herhangi bir açıklık
getirmemiştir. Halbuki bütün insanların belirli bir şekilde,
istifade etmeleri için bu konuda açık bir siyâsetin,
benimsenmesi şarttır. Ayrıca bu Anayasa Taslağında bazı maddeler iktisâdî
ve mali konulara değiniyorsa da yine devletin tatbik etmesi
gerekli olan iktisâdî
nizamın çeşidini izah etmemiştir. Uygulanacak iktisâdî nizamın
İslâmî, Kapitalist veya Komünist bir iktisâdî nizam
olacağına dair, herhangi bir açıklık getirilmemiştir. Oysa bu
hususun da bütün açıklığıyla izah edilmesi vâciptir.
Anayasada kullanılan ifadeler dikkatle hazırlanmamış, kanuni
ifadeler de eksiklikler görülmektedir. İzahı yapılmayan bir takım
genel ifadeler kullanılmıştır. Özellikle Birinci Bölümün Genel
Esaslar konusunda, kastedilen ve arzulanan anlama işaret etmesi
için, bütün kanun terim ve ifadelerin açık ve aşikar olması
gerekirken, buna uyulmadığını görüyoruz. Metinde kullanılan
kelimelerin izahlarının yapılmayışı ve kanuni ifadelere gerekli
dikkatin verilmeyişi acaba Farsça olan asıl metinde var mıdır
yoksa sadece Arapça metinde mi mevcuttur?
bilmiyoruz.
Şimdi bu Anayasa Taslağı’nı
bölüm bölüm ele alıp, incelemeye başlayalım. Önce Birinci Bölümün
Genel Esaslar konusunu ele alalım. Bu bölümün ilk maddesi
şöyledir.
Birinci Bölüm
Madde 1: İran’da
yönetim şekli İslâmî cumhuriyettir
Daha önce yukarıda belirttiğimiz gibi,
Cumhuriyete dayalı yönetim nizamı, İslam’daki
yönetim nizamı gibi değildir. Onun yönetim sistemi, demokrasideki
yönetim sistemlerinden biridir. İster bu cumhuriyet Amerika’daki
gibi, bütün yetkilerin başkanda toplandığı bir cumhuriyet isterse
Batı Almanya cumhuriyetinde olduğu gibi, bütün yetkilerin
başbakana ait olduğu parlamenter bir cumhuriyet olsun,
cumhuriyetin bu her iki şekli de Hâkimiyet ve
kanun çıkartma hakkını, sadece millete / halka veren Demokratik
nizamlardan biridir. Bunun için devlet başkanı, belli bir zaman
için halk tarafından seçilir. Seçilen bu devlet başkanı halka
karşı sorumludur Halk onu seçme yetkisine sahip olduğu gibi,
görevinden alma yetkisine de sahiptir. Devlet başkanı halkın
görüşlerine bağlıdır. Meclisin çıkarttığı kanunlara göre uygulama
yapmak zorundadır. Çünkü kanun çıkarma hakkı sadece halka aittir.
Bu hak, milletvekilleri tarafından temsil edilir.
Halbuki, İslam’da
Yönetim Nizamı böyle değildir. İslam’da
Allah’ın Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]
‘in Sünneti’ni hakem kabul etmek suretiyle, Ümmetten Ehl-i Hal
ve’l Akd’ın bey’atlarıyla
seçilen Halîfe’nin
belli bir zaman sınırlaması olmaksızın yönetime geçtiği Hilâfet Nizamı’dır.
Kendisine verilen görevi yapacak güçte olduğu ve Allah’ın
hükümlerini tatbik etmeye devam ettiği müddetçe Halîfe olarak
ümmetin başında kalır. Kendisini
seçerek yönetime getiren Ümmet Halîfeyi görevinden alma
yetkisine sahip değildir.
Halîfe ümmetin görüşüne değil Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü’nün
Sünnetine bağlıdır. Çünkü İslam’da
Hâkimiyet milletin değil Şeriatındır. Bundan
dolayı ümmet kanun yapma yetkisine sahip değildir. Kanun koyan
ancak Allah’tır.
Şeriat Ümmete insanları yönetme yetkisi vermiştir. Ümmet bu yetkisini yerine
getirecek herhangi bir kişiyi tayin eder. Daha sonra seçilmekle
vekil tayin edilen bu kişiye
bey’at eder. Ümmetin bey’atını almış olan bu
kimse, aynı zamanda Ümmetin işlerin yürütmek ve ümmeti yönetme
yetkisini de almış olur.
Halîfe’nin
uygulamalarının Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]‘in Sünneti’nden alınmış
Şer’î
Hükme uygun olması şarttır. Bunun için cumhuriyet, İslâmî olmadığı
gibi, İslâmî Akîde’den
kaynaklanmamış ve Kitâb ile Sünnet’ten
alınmamıştır. Cumhuriyet, küfür nizamı olan Batı Demokrasisinden
alınmıştır. Bunun için İslam Devleti’nin
cumhuriyeti alması kesinlikle
câiz değildir. Bundan dolayı sizi, bu görüşü
kabul edip, anayasada bunu uygulamaya koymaya, nizamın cumhuriyet
nizamı olduğunu ifade eden her maddeyi anayasadan çıkarmaya davet
ediyoruz.
Madde 2: İran
İslam Cumhuriyetinin nizamı, temel İslam Kültürü, ahlâk ve
devriminin dayandığı tevhidi bir nizamdır. Bu nizam insan
fazilet ve değerlerinin, kendi nefsine karşı mesuliyetlerinin
dayandığı bir nizamdır.
Bu maddede de, İslam ile bağdaşmayan veya
bağdaşan birçok yorumlara müsait ve açık genel lafızlar yer
almaktadır. Bu lafızlar incelenip, seçilmiş değildir. Bu maddenin
yerine aşağıdaki ifadenin konulması daha uygundur: “Devletin
dayandığı nizam, İslâmî
Akîde’den kaynaklanan, Allah’ın Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti’nden
ve her ikisinin gösterdiği (Sahâbe İcmâı ve Kıyas) esaslardan alınmış olan
İslam Nizamıdır.”
Bununla Nizam, herhangi başka bir şeyle
karıştırılma ihtimalinden uzak olarak ince bir tarif ile
belirlenmiş ve Nizamın sadece İslam Nizamı olduğu anlaşılmış olur.
Fakat bu taslakta geçen metin; hiçbir şekilde, Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti’nden
alınmış, İslâmî Akîde’den
kaynaklanan İslam Nizamı manasını içermemektedir. Bunun için,eğer
Devleti İslâmî bir devlet haline getirmek niyetinde iseniz, sizi
bu maddenin yerine size takdim ettiğimiz bu ibâreyi koymaya
çağırıyoruz.
Madde 3: Kamuoyu (millet),
yönetimin esasıdır.
Bu ifadeye karşı biz de diyoruz
ki; “İslâmî yönetimin esası, İslâmî Akîde’dir.”
Şöyle ki; yönetim veya yönetim teşkilatlarını ilgilendiren her
şeyin esasını İslâmî Akîde meydana getirir. Aynı zamanda bu Akîde, anayasa
ve devletteki diğer kanunların da esasını oluşturur. Yönetimde,
onun teşkilatlarında, anayasada ve kanunlarla ilgili bütün
hususlarda, İslâmî Akîde’den
kaynaklanmayan hiçbir şeye kesinlikle
müsaade edilmez.
Bunun için, İslam’da
kamuoyu, yönetimin veya idârenin esası
değildir. Olsa olsa Batı demokrasilerinde esas olarak kabul edilir
ki, bunlar da zaten küfür nizamlarıdır.
Madde 4: Tevhid toplumunun yapısı için, maneviyat ve İslam Ahlâkı;
İktisâdî, İctimâî ve
Siyâsî ilişkilerin esası kabul edilir.
Bu ifade karşısında biz
de diyoruz ki: Toplum; muayyen
fikirler, mefhumlar, kanaatler ve ölçüler
üzerine aralarındaki muayyen alâkalar ile bağlantılı insanlardan
ibârettir. İslâmî toplum;
İslamî fikirler, mefhumlar, kanaatler ve ölçüler olmadıkça ve
infâz sahasına konulmadıkça
binâ edilemez. Bu varlığı oluşturmak ta
İslâmî Akîde üzere olmalıdır. Bu da ancak, bütün nizamı İslâmî
Akîde’ye
dayandırmak, insanları yöneten fikir ve hükümleri İslâmî Fikir ve Hükümler
olarak tatbik safhasına koymakla olur. İslâmî Toplum,
ancak ve ancak bununla oluşur. Bu
maddenin buna göre, ifade edilmesi şarttır.
Madde 5:
Hürriyet (özgürlük) ve Bağımsızlık anlamlarını birbirine bağlayan
bu maddeye gelince;
Bize göre İslam’da
özgürlük, kulluğun zıttıdır. Yoksa bugünün
tâbiriyle ifade edilen hürriyetler demek
değildir. Zira bugün ifade edilen hürriyet; Batılı küfür
nizamlarına ait kavramlardan biridir. İnanç özgürlüğü, Düşünce
özgürlüğü, şahsi (özel hayatta) özgürlük ve mülk edinme özgürlüğü
ve bunlar gibi olan tüm hürriyetler, İslam ile çelişen küfür
nizamlarına ait tâbirlerdendir.
Oysa her Müslüman, Akîdesinin gereği olarak,
Şer’î
Hükümlere bağlıdır. Mesela, İslam’dan
vazgeçen mürtedler öldürülür. Müslüman hem şahsi hem de siyâsî
hayatında, Şer’î Hükümlere bağlı olduğu gibi, mülkiyetin (mal ve
servetin) kazanılması ve harcanması hususunda da Şer’î
Hükümlere bağlıdır. O halde Batı
Demokrasisinden çıkan özgürlük veya hürriyet kavramları İslam’da
yoktur ve bunları kabul etmek haramdır. Gayri-müslimler
inançlarını terk etmelerinden ötürü kınanamazlar. İnançlarının
gerektirdiği şekilde ibadet etme hakkına sahiptirler. İbadet,
yeme, içme, giyinme, evlenme ve boşanmalarını dinlerinin
esaslarına göre ve İslam’ın
izin verdiği ölçüler çerçevesinde yapabilirler. Buna göre özgürlük
(hürriyet) kavramı İslam’dan
değildir. Bu taslağı hazırlayan kimse bu
tâbiri, küfür olan Batı demokrasisinden
ilham alarak kullanmıştır.
Madde 6: İran
İslam Cumhuriyeti, içişlerinde başka ümmetlere herhangi bir
baskı yapılmasına karşı çıkar.
Buna karşı bizim görüşümüz ise, şudur: Bu ibâreden
anlaşıldığına göre, bu anayasayı hazırlayan zat,
Diplomasi ve Cihâd yollarıyla, İslam Daveti’ni
tüm dünyaya tebliğ ederek, İslam âleminde bulunan kâfirlerin
Müslümanlar üzerindeki baskılarını yok edip Müslümanları tek bir
devlet çatısı altında toplamaya mecbur olacak olan bir İslam
Devleti’nin anayasasını
hazırladığını hiçbir zaman düşünmemiştir. Yoksa, bir İslam Devleti’nin
anayasasını hazırlayan kimse, bütün dünyayı hedef almış olsaydı,
bütün dünyadan sorumlu olduğu için, böyle bir ifade kesinlikle
aklına gelemezdi.
Madde 10: İran
İslam Cumhuriyeti, bütün insanlara eğitim ve öğretim imkânlarını
hazırlar.
Evet, böyle deniliyor fakat, hazırlayacağı
eğitim ve öğretimin ne olacağı açıkça gösterilmiyor. Bütün insan
ve toplumların eğitilmesi, devletin temel ve en önemli işlerinden
olduğu halde, eğitim siyâseti
ile ilgili olarak herhangi bir özel bölüm ayrılmamış ve bu eğitim
/ öğretimin nasıl olacağının ayrıntıları hiçbir şekilde
verilmemiştir. Halbuki, anayasada eğitim programının dayandığı
esasın, İslâmî Akîde olduğu açıkça belirtilmeliydi. Aynı zamanda,
Eğitim Siyâseti’nin
İslâmî Düşünce ve İslâmî Şahsiyeti oluşturduğunu, bundan dolayı
eğitim ve öğretimin bu siyâset
esasına dayandırılacağı da açıkça ortaya konulmalıydı. Çünkü
eğitimin hedefi; İslâmî Şahsiyet meydana getirmek, hayata İslâmî
Fikir ile bakılmasını sağlamak ve hayatın işlerinde lâzım olan
bilgi ve beceriyi kazandırmaktır. Eğitim her döneminde, İslâmî
Kültür’ün
verilmesi, bu kültürün zaman ve sayı bakımından, bütün devlet
okullarında diğer ilimlerle eşit olarak yapılması gerekir. İslam
Devleti’nin
her bölgesinde eğitim programı tektir. Devletin belirleyip
yürürlüğe koyduğu programdan başka hiçbir programa yer verilmez ve
bütün yabancı okullar yasaklanır.
İkinci Bölüm
Madde 13: İran’ın resmî dîni
İslam’dır.
Mezhebi Câferî’dir.
Resmî dinin İslam olduğu
ifadesi; Mısır, Irak, Ürdün ve diğer Arap devletlerinin
anayasalarında da vardır. Oysa bu anayasalar, dini hayattan ayırma
esasına (laikliğe) dayanan Batı anayasalarından alınmış
anayasalardır. Bu anayasalar İslam’ı;
devlet ve hayattan, insanların işlerini
yönetmekle ilgili bütün nizamlardan
ayırmakla kalmamış, ayrıca,
iktisâdî, ictimâî ve dış siyâsette İslam’ın
insanlarla ilişkisini kestiği gibi, mahkemelerde tatbik edilen
kanunlarda bile, bu alâkayı
ortadan kaldırmışlardır. Bazı memleketler hariç, diğer bütün
memleketlerde Batı’nın
Medeni Kanunları uygulanmaktadır. Ancak bazı beldelerdeki
mahkemelerde, İslam’ın
bazı cezaları tatbik edilmektedir. Resmî din İslam’dır
demek, herhangi bir şey ifade etmediği gibi, Cuma ve Bayram
günlerini tatil ilan etmek, Oruç ve Hacc zamanlarını ilan etmekten
başka herhangi bir işe yaramamaktadır. Zaten bu Anayasa Taslağı’nı
hazırlayan zatın gayesi de budur!
Bunun için anayasanın bütün bölümleri, İslam Hükümleri’nden
değil, Batı’nın
kanun ve anayasalarından alınmıştır. Eğer bu Anayasa Taslağı’nı
hazırlayan zatın amacı İslam Devleti için İslâmî bir Anayasa
hazırlamak olmuş olsaydı; devletin, anayasanın ve diğer tüm
kanunların esasını, İslâmî Akîde’nin
oluşturduğunu apaçık bir şekilde beyan ederdi. Buna göre; “Devletin
kuruluşunda veya teşkilatında İslâmî
Akîde’yi esas almayan veya onunla ilgili İslâmî Akîde’den
kaynaklanmayan herhangi bir hususa; anayasa ve kanunların hiçbir
yerinde kesinlikle yer verilemez!”
ibâresini anayasanıza koymanızı sizden
istiyor ve sizi, bu ibâre ile
çelişen bütün ifadeleri; anayasanızın tamamının silinmesine yol
açsa dahi, hemen metinden çıkartmaya, her maddesinin İslâmî Akîde’ye
dayanan ve Allah’ın Kitâbı ile Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem]‘in Sünneti’nden ve bu ikisinden
çıkan Sahâbe İcmâı ve Kıyas’tan
kaynaklanan Şer’î Hükümler haline gelmesi için yeni
düzenlemeler yapmaya çağırıyoruz. Sadece bu şekilde devlet, İslâmî
bir Devlet haline gelebilir. Eğer siz bunu yapmaz iseniz,
devletiniz; adı İslam Devleti olan, gerçekte ise, İslam bir Devlet
olmaktan çok uzak bir devlet olarak varlığını sürdürür.
Mezhebin, Câferî mezhebi
olduğu ibâresine gelince; Böyle
bir ibârenin orada yer alması devletin, İran
Kavmine ait bir devlet, mezhebinin de Câferî / Şii bir
mezhep olduğunu ifade ediyor. Böylece onun bütün Müslümanlara ait
bir İslam Devleti olmadığı anlaşılmış bulunuyor. Halbuki, vâcib olan şey,
İslâmî bir Devletin herhangi bir mezhep zikredilmeksizin, sadece
İslam’a
dayalı bir devlet olduğu belirtilmeliydi. İslâmî olduğu iddia
edilen bu devlet, mezhep yerine İslam’a
dayandırılmalıydı. İslâmî bir devlette Halîfe, Veraset veya Mezhep
taassubuyla hareket etmeyerek, hangi mezhebin Şer’î delili kuvvetli ise, o mezhebin delilini benimser.
İşte bu şekilde yapılacak olan bir hareket ümmeti, mezhep
taassupluğundan ve kavmi (Millîyetçi)
parçalanmadan kurtarırdı. Bundan dolayı anayasanın herhangi bir
yerinde, Millîyetçi veya mezhepçi
bir devlet anlayışını simgeleyen her türlü ifadeden uzak durmak vâciptir. “Şahsi
haller ile Dini Eğitim ve Terbiye hususunda her Müslüman, İran’ın
her yerinde bağlı bulunduğu mezhebe göre amel eder.”
anlamındaki bir ifade Müslümanları bir araya toplayacağı yerde,
onları birbirinden ayırmaktadır. Çünkü Müslümanlar, diğer
insanlardan farklı olarak tek bir Ümmettirler. Halîfe veya
imamın kabul ettiği hususlara bütün Müslümanların itaat etmeleri vâciptir.
Bunun için bütün Müslümanların tek bir potada eriyip, tek bir
ümmet olabilmelerini sağlamak için, onlara ait kanun, eğitim ve
terbiyenin de aynı olması zorunludur.
Üçüncü Bölüm
Millî Hâkimiyet ve ondan
kaynaklanan yetkiler ve sultayı (otoriteyi) dile getiren Üçüncü
Bölümde de yine bu Anayasa Taslağı’nı
hazırlayan şahsın, bu anayasayı hazırlarken, diğer bölümlerde de
olduğu gibi Batı Demokrasisinden etkilendiği açıkça görülmektedir.
Bu bölüm, bütün yetki ve sultanın halka ait olduğunu, Yönetimin ve Hâkimiyetin
sadece halktan kaynaklandığını, bundan dolayı da kanunları sadece
halkın yapacağını ifade etmektedir. Buna göre halk, devleti
şeklini ve devlet başkanını tayin eder. Bunun için de Anayasa ve
Kanunları çıkaracak ve halkı temsil edecek kimseleri bizzat halkın
kendisi seçer. Nitekim bu husus Anayasa Taslağı’nın
15.
maddesinde şöyle belirtilmektedir:
Madde 15: Millî Hâkimiyet,
herkesin hakkıdır. Bu hakkı herkesin menfaati için tatbik etmek
vâciptir.
Bu Hâkimiyet mefhumundan kaynaklanan haklar
olarak; Yasam Yetkisi, Yürütme ve Yargı
Yetkisi gibi hususlar 16. maddede de şu şekilde ifade
edilmektedir:
Madde 16: Millî Hâkimiyet
hakkının kullanılmasında yetkiler üçe ayrılır: Yasama, Yürütme ve Yargı yetkisi. Bu yetkilerin birbirinden
ayrılması şarttır.
Bu ifade, Batı demokrasisi esasına dayanan
bütün anayasalarda aynen mevcuttur. 17.
maddede ise, biraz daha ileri gidilerek, halkın kanun
yapabileceği, onun yaptığı kanun ile halkın, Yürütme ve Yargı
yetkisine de sahip olduğu açıklanıyor.
Madde 17: Yasama yetkisi, Millî Şûrâ Meclisi yolu ile yapılır. Millî
Şûrâ Meclisi’nin
çıkardığı kanunlar Cumhurbaşkanı’nın
onaylaması ile, Yargı ve Yürütme yetkililerince uygulama
safhasına koyulur.
Bütün bu ifadeler
muhakkak ki, İslam Hükümleri ile tamamen çelişmektedir. Çünkü
İslam’da
yetki, Ümmetin değil Şeri’at’ındır.
Ümmet kanun yapma yetkisine sahip olamaz. Kanun koyan yalnızca Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’dır.
Bundan dolayı Hâkimiyet,
yalnızca Şeri’at’ın
olduğu için halkın yapacağı hiçbir kanunun herhangi bir değeri
yoktur. Hem halkın hem de
yöneticilerin itaati yalnızca Şeri’at’a
olur. Halîfe, anayasa ve kanun olarak, Şer’î Hükümleri benimseyip, bunları Ümmetin
vekillerine arz eder ve onların görüşlerini alır. Ancak bu hususta
onların görüşleri, Halîfe’yi
hiçbir zaman bağlamaz. Kanunları kabul edip yürürlüğe koymada
sadece Halîfe’nin
yetkisi vardır. Halkın ve vekillerinin (Ümmet Meclisi’nin)
herhangi bir yetkisi yoktur. Nitekim bu husus Allah [Subhânehu ve
Te’alâ]’nın;
Onların aralarında Allah’ın
indirdikleriyle hükmet ve onların arzularına uyma! Allah’ın
indirdiklerinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın!
[Mâide 49]
ayet-i kerîmesinde ve yine;
Biz Sana Kitâb’ı
Hak olarak indirdik ki, Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar
arasında hükmedip hainlerden
taraf olmayasın. [Nîsa 105]
ayet-i kerîmesinde açıkça
belirtilmektedir. Şeri’at
otorite yetkisini Ümmete vermiştir. Ümmet bu
yetkisiyle Halîfe’yi
seçer ve kendi adına insanların işlerini yürütmesi için, O’na
bey’at eder. Ümmetin bey’at ettiği kimseye
itaat farzdır. Halîfe, Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti’ni
tatbik ettiği müddetçe ve açık bir küfür göstermedikçe, ümmet onu
görevinden alma (azletme) hakkına sahip olamaz.
Bunun için anayasanın bu
bölümünün de mutlak olarak İslam ile hiçbir ilgili yoktur. O küfür
nizamı olan Kapitalist
Batı anayasalarından alınmıştır.
Dördüncü Bölüm
Bayrak, dil ve yazıyı ilgilendiren 4.
bölüme baktığımız zaman, bu bölüm bu anayasanın, bütün
Müslümanları bir araya toplamayı hedef edinen bir İslam Devleti’nin
anayasası olsun diye değil, onun İran halkı ve kavmi için
hazırlanmış bir anayasa olduğunu açıkça görüyoruz. Mesela 20.
maddede şöyle deniliyor:
Madde 20: İran bayrağı; İslam Cumhuriyeti’ne
has bir işaret taşımakla beraber, yeşil, beyaz ve kırmızı
renklerden oluşur.
Bu ifade ile, bu bayrağın bir İslam Devleti
Bayrağı değil, bir kavim ve milletin bayrağı olduğu gösteriliyor.
Çünkü İslam Devleti’nin
bayrağının, aynen Rasulullah
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Bayrağı
gibi olması şarttır. Nebî
[‘Aleyhi’s Salâtu ve’s Selâm]’ın bayrağı
ise, siyah bir parça kumaştan
ibâret idi. Sancağı ise üzerinde [لاإله
إلا الله محمد رسول الله] yazılı beyaz bir kumaştan ibâret idi. İşte
bugün kurulacak olan bir İslam Devleti’nin
Bayrağı’nın
da aynen bu şekilde olması şarttır. Ortak dil ve yazıyı ifade
eden, 21.
madde de yine bu anayasanın bir millete ve kavme ait olduğunu
tekrarlıyor:
Madde 21: İranlılar için müşterek dil ve yazı Farsça’dır.
Haberleşme ve yazışmaların bu dil ile yapılması gerekir.
Bu İran İslam Cumhuriyeti’nin
dilinin Farsça olduğunu açıkça ortaya koyar ve bu da yine İslam
ile çelişen bir durumdur. Çünkü İslam’ın
tek bir dili vardır, o da Arapça’dır.
Bu Araplara ait bir dil oluşundan değil, Allah’ın
indirmiş olduğu Kur’an-ı
Kerîm ve Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in
hadislerinin dili olduğu içindir. Kendi dili olmadan Allah’ın
dinini hakkıyla anlamak mümkün olmayacağı gibi, ictihad yapıp
ortaya yeni çıkan meselelere ait, Şer’î
hükümleri anlamak da Arapça olmadan mümkün
değildir. Gerek Nebî [‘Aleyhi’s
Salâtu ve’s Selâm] zamanında, gerekse Sahâbeler [RadiyAllahu ‘Anhum]
döneminden sonra gelen Tabiin’in devrinde,
İslam Devleti, Arapça’dan
başka bir dil kullanmamıştır. Hatta Arap olmayan kavimlerden,
İslam’ı
kabul eden herkes Arapça’yı
öğreniyor ve Arap Edebiyatı’nda
Arapları bile geçiyorlardı. Arap âlimlerden daha
fazla eserler vermişler ve bu eserlerinin hepsini de Arapça ile
yazmışlardır. Mesela, Buhârî,
Ebu Hanîfe, Muslim, Sibeveyh ve daha yüzlerce Arap olmayan âlimin
hepsi Arapça’yı öğreniyor ve eserlerini de
İslam’ın
dili olan Arapça ile yazıyorlardı. Arapça’nın
İslam’dan
ayrılması asla câiz
değildir. İslam ve Arapça birbirinden ayrılmayan iki unsurdur.
Bundan dolayı devletin resmî
dilinin Arapça olması vâciptir.
Beşinci Bölüm
Ümmetin hukuku ile ilgili 5.
bölüme baktığımız zaman, onun da birçok maddesinin kanunlarla
ilgili olduğunu görürüz. Zira bu bölüm 26 maddeden ibâret olup,
bunun 20 maddesi kanuna bağlanmıştır. Ancak gereğine göre bu
maddelerin uygulandığı kanun çeşidinin ne olduğu açıkça
belirtilmemiştir. Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]‘in Sünneti’nden alınmış,
İslâmî bir kanun mudur, yoksa Batı kanunlarından mı alınmış,
İslâmî olmayan bir kanun mudur,
hiç belirtilmemektedir. Fakat anayasanın
maddelerini inceleyen kimse, bu kanunların da yine ğayri-İslâmî
olduğunun farkına varır.
Yargı yetkisi ile ilgili 8.
bölümün 136. maddesi, 5. bölümde
açıkladığımız hususa işaret eden bariz bir delildir. Metin aynen
şöyledir:
Bölüm 8 / Madde 136: Vâzî (sıradan)
kanunlardaki, hukuki davalar hakkında Hâkimin; hüküm
çıkartmadığı maddelerde Şer’î örf ve kabul edilmiş bütün âdetler ile adâletin ve Ümmetin
menfaatinin gerektirdiği hususlardan ilham alarak hüküm
çıkarması gerekir.
Bu demektir ki; Hâkimler
yeri geldikçe Batı asıllı vazi kanunlarda olduğu gibi,
mahkemelerde hükmedebilecek, yani davalar için kanunlardan
herhangi bir hüküm çıkaramazlar ise, o zaman hüküm çıkarmak için
örf ve adetlere müracaat edeceklerdir. Bu yargı ile ilgili
mahkemelerde İslâmî kanunlar yerine Batı kanunları ile
hükmedilecek demektir. Bu ise, Şer’î
Hükme muhâlif olduğu gibi, devletin İslâmî
bir Devlet olmasına da ters düşer. Çünkü İslam Devleti’nin
bütün kanunlarının, İslâmî Akîde’den
kaynaklanması ve Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]‘in Sünneti’nden alınmış
olması şarttır. Bundan dolayı kanunların İslâmî Kanunlar olması
şart olduğu gibi, mahkeme ve diğer devlet teşkilatlarında tatbik
edilecek yegane kanunun Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]‘in Sünneti’nden alınmış
İslâmî kanunlar
olması hususunun anayasada belirtilmesi şarttır.
Tekrar, Ümmetin haklarına değinen 5.
bölümdeki bazı maddelere dönelim. 24.
madde aynen şöyledir:
Madde 24: Mektup ve Telefon konuşmalarının
kontrolü ile telefon ve teleks konuşmalarını meydana çıkarmak ve
telefon ile yapılan haberleşmeyi gizlice dinlemek, kanun hükmü
ile serbesttir.
Bu madde, telefon konuşmalarını gizlice
dinlemeyi, mektup ve telgrafların kontrol ve bütün gizli
hallerinin araştırılmasını kanun hükmüyle serbest bırakmaktadır.
Bu ise Allah [Subhânehu ve
Te’alâ]’nın;
(Birbirinizin)
gizli hallerini araştırmayın!
[Hucûrat 12]
şer’î hükmü ile tamamen çelişmektedir. Bunun için,
devletin kendi halkının gizli hallerini her ne şekilde olursa
olsun, araştırması haramdır. Bu, ister fertleri kontrol yoluyla
olsun isterse mektup, telgraf ve telefon konuşmalarını dinleme
yoluyla olsun, câiz
değildir. Bu işin her
türlüsü İslam’da
haram kılınmıştır. Çünkü bu davranış, yukarıdaki ayet ile tamamen
çelişmektedir. Devlete düşman olan kâfirlerin
durumunun araştırılmasından başka, hiç kimsenin gizli hallerini
araştırmak câiz
değildir. Rasulullah
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] sadece, İslam
düşmanı kâfirlerin hallerini araştırmak
ve keşfetmek için casuslar gönderiyordu. Fakat devlet, kendi
tebaasından olan bir kimseyi, ki bu şahıs ister Müslüman isterse kâfir
olsun, hiçbir şekilde gizli halini araştıramaz. Bu kesinlikle câiz
değildir.
Partileri, dernekleri, İslâmî dernekleri, başka
dine veya kavme mensup olan kimselerin kuracakları dernekleri ve
çeşitli siyâsî
oluşumları ilgilendiren 26.
maddenin metni, aynı zamanda
Millîyetçi, Vatancı veya bir mezhebe dayalı
kitlelerin ve partilerin oluşturulmasını ve bunların İslâmî
olmayan herhangi bir esasa göre kurulabileceğini de ifade
etmektedir. Halbuki İslam Devleti sınırları içerisinde, Millîyetçi,
Vatancı veya Mezhepçi yada buna benzer herhangi bir temele dayalı
hiçbir siyâsî ve partisel
faaliyet câiz olmadığı gibi, İslâmî olmayan
Akîde ve fikirlere dayalı bütün faaliyetler
de yasaklanır. Çünkü Şer’î Hüküm bunu reddetmektedir. Bunun için, bu
maddenin aynen şöyle olması gerekirdi: İslâmî Akîde esasına dayanarak,
benimsenecek hükümler Şer’î Hükümler olma şartıyla yöneticilerden hesap
sormak veya Ümmet yoluyla devlet iktidarını elde etmek için siyâsî partiler
kurmak Müslümanların hakkıdır. Partilerin kurulması için hiçbir ruhsata
(izine) ihtiyaç yoktur. İslam esası dışında bulunan her türlü
kitleleşme yasaklanır.
Bu ifade ile, bütün parti ve derneklerin Şer’î esasa dayanmasının farziyeti belirtilmiş
olmaktadır. Böylelikle bütün
siyâsî çalışmaların İslam esasına göre
olması ifade edilir.
Kamulaştırma konusunu ele alan 47.
madde ise, şöyledir:
Madde 47: Sanat, Ziraat ve Ticaret
ile ilgili özel mülkiyet, eğer
toplum menfaatlerine tecavüz veya bir zarara sebep olacak ise, o
taktirde Millî Şûrâ Meclisi’nden
çıkarılacak bir kanun gereğine dayanarak, bu özel mülkiyet
kamulaştırılır.
Bu madde de apaçık bir biçimde İslam ile
çelişmektedir. Çünkü İslam’da
ne devlet başkanı ne de Şûrâ Meclisi özel mülkiyeti ortadan
kaldıramaz. Özel Mülkiyet, şer’an
meşrudur. Ona tecavüz etmek veya zorla sahibinde almak, câiz değildir.
Ancak sahibinin rızası ile satın alınabilir. Eğer özel mülkiyet,
bir zarara veya tecavüze uğrarsa, devletin bu tecavüz ve zarara
engel olması şarttır. Bu devletin görevlerinden bir görevdir. Özel
mülkiyeti, kamulaştırmak ve bu tecavüz veya zararı önlememek
hiçbir zaman câiz olmaz. Devlet,
zarar veya tecavüzü ortadan kaldıracak, çareyi ortaya koyar.
Bundan dolayı bu madde de tamamen şer’î
hükme muhâliftir.
Altıncı Bölüm
Yasama Yetkisi ile ilgili 6.
bölümün, Birinci Kısmı, Millî Şûrâ
Meclisi ile alâkalıdır. Bu bölümün 1.
maddesi ile 48. maddesi Ümmetin temsilcisi durumunda olan Şûrâ Meclisi’ni
Millî tâbiriyle ifade etmektedir. Burada da
Anayasa Taslağı’nı
hazırlayan zatın, bunu bir İslam Devleti için değil, bir
Ulus-Devlet için hazırladığını açıkça ifade etmektedir. Gerek 24.
maddenin hepsinde gerekse bu kısmın
kapsadığı her yerde anayasayı hazırlayan zat, Şûrâ
Meclisi’ne Millî vasfını vermeye o kadar dikkat
etmiştir ki, Şûrâ Meclisi
tâbiri geçen her yerde Millî lafzını
eklemeyi asla ihmal etmemiştir. Bu ifade, Şûrâ
Meclisi’nin bir Ulus (Millî) Devlet’e ait
olduğunu gösterir, Ümmete değil! Şûrâ
Meclisi’nin üzerinde oturduğu esasa
baktığımızda ise, Meclisi ve onun çalışmalarına değinen bu bölümün
Birinci Kısmı ile, hak, imkân
ve yetkilerini içeren İkinci Kısmı’nı
incelediğimizde, bu meclisin üzerine kurulu olduğu esasın; halkı,
bütün yetkilerin kaynağı kabul eden Batı demokrasilerinin üzerinde
olduğu esas ile aynı olduğu açıkça görülür. Kâfir Batı
demokrasilerindeki esasa göre halk; kanun çıkarma yetkisine sahip
olduğu gibi, yönetim hakkına da sahiptir. Millet Meclisi’nin
kurulması, toplumun veya halkın kanun yapma yetkisini ifade eder.
Halkın kanun yapma hakkını meclis; onun adına ve onu temsilen
kullanır. Nitekim bu anayasayı hazırlayan kimse de, halkın bu
kanun yapma hakkını aynen Batı demokrasilerindeki
gibi, Millî Şûrâ
Meclisi’ne vermiş bulunmaktadır. Buna
binaen, bu hak ve yetkilerle ilgili İkinci Kısmın 55.
maddesinde şöyle denilmektedir:
Madde 55: Millî Şûrâ Meclisi,
genel meselelerde ve anayasada kendisi için belirtilen yetkiler
çerçevesinde kanun yapabilir, zaruretler halinde Millî Şûrâ Meclisi bazı kanunları yapma hakkını iç
komisyonlara gönderebilir.
Ayrıca bu anayasayı hazırlayan zat; Yasama ve
Yürütme yetkililerini, Millî Şûrâ
Meclisi’nin çıkartacağı kanunları
uygulamakla sorumlu tutmuştur. Nitekim 17.
maddede Millî Şûrâ
Meclisi’nden çıkacak kanunların
uygulanmasında, Ümmetin bütün fertlerini mecbur tutmuştur. Yine 48.
maddede de şöyle denilmektedir:
Madde 48: Toplum çoğunluğunun temsilcileri tarafından çıkarılan bütün
kanunların, toplumun bütün fertleri tarafından yerine
getirilmesi vâcip olur.
Bu ifadeler, Hâkimiyet’in
halka verildiği Kâfir
Batı demokrasisi esasına dayanan bütün Batı anayasalarındaki,
ifadelerin aynısıdır. Batı toplumlarında, halkı temsil eden
milletvekillerinin bulunduğu meclisten çıkan bütün kanunlara hem
halk hem de devlet uymak zorundadır.
Evet; bütün bunlar, İslam Hükümleri ile
çatışır. Çünkü İslam; kanun koyma yetkisini ümmete değil sadece
Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’ya
vermektedir. Ümmetin Hâkimiyeti veya kanun
koyma yetkisi diye bir şey yoktur!
İslam’da Hâkimiyet, Allah’ın
koyduğu Şeriat’a aittir. Allah
[‘Azze ve Celle] devlet başkanı olan Halîfe’ye sadece Kitâb
ve Sünnet ve bu ikisinden çıkan şer’î
delillerden kaynaklanan anayasa ve kanunları
kabul edip, onu halka tatbik etme ve buna itaat ettirme hakkını
vermiştir. Allah tarafından vahy indiği için Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem] de bir bakıma kanun koyucu idi.
Ondan sonra gelen Ebu Bekr,
‘Umer, ‘Usmân ve ‘Alî [RadiyAllahu ‘Anhum] gibi Halîfeler de yine
Allah’ın Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti’nden
alınmış belirli hükümleri benimseyip halka tatbik ediyorlar ve bu
tatbikatta onları itaat etmeye mecbur kılıyorlardı. Halîfeler,
sürekli bu hususlarda halk ile istişare ederlerdi. Fakat halkın
istişare sonucunda ortaya koydukları görüşler; Halîfe’yi
bağlayıcı olmazdı. Ümmetin kanun koyma hakkı olmadığı gibi,
hükümleri benimseyip tatbik etme yetkisi de yoktur. Bu hak ve
yetki sadece Halîfe’ye aittir.
Allah [‘Azze ve Celle] Ümmete sadece yöneticiyi seçme yetkisi
vermiştir. Bundan dolayı Ümmet, kendisini yönetecek herhangi bir yöneticiyi
seçme hakkına sahiptir. Ümmet, bir Halîfe seçip, kendisine bey’at
ettikten sonra; artık o, tebaasını yönetme ve onların işlerini
yürütme yetkisini eline almış olur. Halka tatbik ettiği bütün
hükümlerin Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti’nden
olması şarttır. Ümmetin onu
muhâsebe etme, denetleme hakkı vardır. Hatta
ümmetin Halîfeyi muhâsebe
etmesi vâciptir. Bunun için, Ümmetin seçtiği
temsilcilerin, bulunduğu, İslam’daki
Ümmet Meclisi’nin varlığı, yöneticileri denetlemek ve muhâsebe
etmek içindir. Fakat bu meclis, hiçbir zaman kanun yapma yetkisine
sahip değildir. Çünkü onları oraya temsilci olarak gönderen
ümmetin böyle bir hakkı yoktur. Halîfe de kanun koymaz. Halîfe sadece,
tatbik edeceği Şer’î hükümleri benimser. Eğer bir mesele hakkında
Şer’î hüküm yoksa, ya kendisi
ictihad eder yada müctehidlerin
ictihadlarından birini benimser. Ancak Halîfe, anayasa
ve kanunlardan yürürlüğe koymak istediği hükümleri, Ümmet Meclisi’nin
Müslüman Üyeleri’ne sunarak, onların bunun
üzerinde tartışma yapıp kendi görüşlerini bildirmelerini
isteyebilir. Ancak onların görüşleri Halîfe’yi
bağlayıcı değildir.
Bunun için, Anayasa Taslağı’nın
gerek yukarıdaki 55.
maddesinde ifade edilen görüşler gerekse, aşağıdaki 60.
maddesinde ifade edilen “Millî
Şûrâ Meclisi, şirketlerin ve genel müesseselerin kurulması için
ruhsatlar verilmesi ve ticaret, zanaat, ziraat ve madencilik ile
ilgili işlerde ihtikarcılığa ruhsat verilmesi için kararlar alma
yetkisine sahiptir. “ şeklindeki görüş ve gerekse “Devletlerarası
antlaşmaların ve ittifakların, Millî Şûrâ
Meclisi’nce kabul edilmeleri gerekir”
şeklindeki görüş ve gerekse 62.
maddedeki “Yabancı uzman ve müsteşarların
hükümetçe işe alınmaları için karar verme yetkisi, Millî Şûrâ
Meclisi’ne aittir” şeklindeki görüşler
ve bu bölümde (6.
bölümde) zikredilen diğer hak ve yetkilerin tamamı İslam’a
aykırıdır ve kabul edilmesi haramdır.
Çünkü; bu yetki ve hakların sahibi halkın temsilcilerinden oluşan Millî
Şûrâ Meclisi’ne ait değildir.
İslam’da
ise Ümmet Meclisi, sahip olduğu salahiyetleri
dahilinde yapmış olduğu bütün icraatlarından yöneticileri muhâsebe
etme hakkına sahiptir. Halîfe
yada yönetici ancak eğitim, sağlık ve buna
benzer dâhilî siyâsetle ilgili
hususlarda Ümmet Meclisi’yle istişare eder
ve onların görüşlerini alır.
Şimdi bu bölümde zikredilen bazı maddelere göz
atalım. 51. madde millet
temsilcilerinin etmesi gereken yemin ile alâkalıdır.
Bu maddede yemin şekli şöyle açıklanmıştır: “Ben
Kadir-i Mute’al Allah’a, Kur’an-ı
Kerîm’e ve insanlık şerefime yemin ederim...”
Halbuki, şer’î
hükme göre yemin sadece Allah’a olmalıdır.
Nitekim Rasulullah [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem] bir hadis-i şeriflerinde
şöyle buyurdu:
Her kim yemin etmek isterse ya Allah’a yemin
etsin yada hiç etmesin!
Buna göre insanlık şerefine yemin etmek
haramdır. Yine yemin metninde geçen “...İran milletinin, İslam
İnkılâbının getirdiklerinin bekçisi olacağıma...”
ibâresi, “İslam’ın emîn bekçisi olacağıma…”
şeklinde zikredilmeliydi. Çünkü Müslümana ancak İslam’ın emîn bekçisi
olması vâciptir.
Zira bir hadis-i şerifte Rasulullah
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] şöyle
buyurmuştur:
Sen İslam’ın
suğurundan (ileri
hatlarından) bir suğra üzerindesin, (sakın) senin tarafından
yıkılmasın!
İnkılabın getirdiklerinde ise İslam’a
muhâlif unsurlar vardır. Dolayısıyla
inkılâbın getirdiklerinden, İslam Ahkâmı’na
muhâlif olmayanlarla kayıtlandırılmadıkça,
İslam’a muhâlif olan
bir şeyin bekçisi olmaya yemin etmek câiz değildir.
Madde 60: Hükümetin Şûrâ Meclisi’nden
karar çıkarması halinde; şirketler ve genel müesseselerin
kurulma ruhsatlarını verme ve ticaret, sanayi ve madencilik ile
ilgili işlerde ihtikarcılığa ruhsat verme yetkisi vardır..
Bu madde hakkında sözümüz şudur: Bu madde; Şûrâ
Meclisi’nin muvâfakâtlerinden sonra,
hükümeti şirketlerin ve müesseselerin kurulması ruhsatını vermeye
yetkili kılmaktadır. Bu maddedeki, ifade ise geneldir. İster
kapitalist bir şirket olsun isterse başka tip bir şirket olsun,
isterse İslam Ahkâmı’na
uygun bir şirket olsun; hepsine şamildir. Oysa İslam; kapitalist
ve diğer İslâmî olmayan tüm şirketleşme çeşitlerini haram
kılmaktadır. Çünkü onlar, İslâmî Hükümleri ile çelişmektedir.
Ayrıca kapitalist şirketler faiz ile çalışırlar ve faiz
muamelelerine dahildirler. Bu da Haramdır.
Yine bu maddenin hükmünde; hükümetin ticaret,
sanayi, ziraat ve madencilikte ihtikarlığa ruhsat vermesi mubah
kılınmıştır. Bu ise şer’an câiz
değildir. Çünkü ihtikâr
haramdır. Şirketleri; sanayi, ticaret, ziraat vb. çeşitlerle
tahsis etmek ve onlardan başkasına, o işlerle uğraşmayı men etmek
şer’an câiz
değildir. Çünkü; ticari, sınai, zirai işlerle uğraşmak, tebaanın
bütün fertleri için mübahtır. Bu işleri bazı şahıs yada şirketlere
(ruhsat alabilenlere) tahsis edip, diğerlerini (ruhsat
alamayanları) bu işleri yapmaktan alıkoymak câiz olmaz.
Fakat madenciliğe gelince; bunu ister şahıs olsun isterse şirket;
bir ferde vermek kesinlikle haramdır. Çünkü madenler kamu
mülkiyetindendir yani Ümmetin ortak mallarındandır. Zira bir
hadiste Rasulullah [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuşlardır:
Müslümanlar üç şeyde müşterektirler: su, mer’a
ve ateş.
Nitekim, Rasul [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]
Ebid İbn
Hamal’a bir arazi vermişti. Daha sonra orda
tuz kaynağı olduğunu öğrenince araziyi geri aldı. Çünkü maden; -ister tuz olsun, ister
altın, gümüş yada demir yada
isterse bakır olsun-
muhakkak ki bütün Müslümanların mülküdür. Devlet
(Halîfe) Müslümanların yöneticisi ve
koruyucusu olarak, o madenlerin çıkartılması ve işletilmesi işini
üzerine alır. O nedenle; herhangi bir ferde veya şirkete, bu
işleri tek elde toplama ruhsatı verilmesi câiz değildir,
haramdır!
Madde 71: Meclisteki temsilciler,
ortaya koydukları inançları ve açıkladıkları görüşleri sebebiyle
kovuşturulamaz ve tutuklanamazlar.
Bu genel bir ifadedir. Müslüman bir temsilcinin
mecliste küfür Akîdesi veya fikrini ortaya
koyması halinde; o temsilcinin hesaba çekilemeyeceğini ve hakkında
kovuşturma yapılamayacağını yada tutuklanamayacağını da işaret
eder. Halbuki, böyle bir davranışta bulunan bir Müslüman ister
yönetici isterse temsilci olsun, kesinlikle hesaba çekilir. Çünkü
küfür fikirlerini dile getiren yada savunan bir kimse; tevbe
etmeye çağrılır. Eğer tevbe etmez ve küfründe sabit kalırsa,
kendisine mürted hükmü uygulanır yani öldürülmesi vâcip olur. Onun
için maddenin şu şekilde değiştirilmesi daha doğrudur: Meclis üyelerinin her birinin; Şeri’at’ın
belirlediği sınırları ve meclisteki iç tüzüğün sınırlarını aşmamak
kaydıyla, istediği gibi konuşma ve görüşünü beyan etme hakkı
vardır.
Madde 72: Bakanlar Kurulu kurulduktan ve ilan edildikten sonra, herhangi
bir iş yapmadan önce Meclis’ten
güvenoyu almalıdır.
Bu; kâfir Batı
devletlerinin üzerinde yürüdüğü şeydir. O Batı devletleri ki;
halkı yönetmenin, sulta’nın
ve hâkimiyetin
kaynağı kılan demokrasi üzerine kurulmuşlardır. Onlara göre;
devlet başkanının oluşturduğu hükümetin, halkın temsilcilerinin
güven oyunu alması gerekir.
Fakat bu Şer’î Hükmün dışındadır. Çünkü Şeri’at;
ümmete sultayı yani otoriteyi (Halîfeyi
seçme ve yöneticileri muhâsebe etme hakkı)
vermiştir. Ümmet bu yetkisini;
Halîfe’yi seçip, ona bey’at ederek kullanır.
Ümmetin bey’atıyla Halîfe,
ümmetin yönetiminde ve işlerinin
yürütülmesinde tek yetki sahibi olur. Halîfenin kendisine vezirler yani iki
Muâvin (Tefviz ve Tenfiz Muâvini) edinmesine gelince; Halîfe’nin;
bu yardımcılarını tayin etmesinde ümmetin muvâfakâtına(onayına)
başvurmak gerekmez. Çünkü
Halîfe; onları sahip olduğu yetkisiyle tayin
etmektedir. Rasul [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem] ve O’ndan sonra gelen Halîfeleri; kendileri
için Muâvin ederlerken ümmetin rızasını
hiçbir zaman almadılar. Fakat Ümmet veya temsilcilerinden oluşan
Ümmet Meclisi; Halîfe’nin
tayin ettiği Muâvinler yada
Vâliler hakkında rızasızlığını ortaya
koyabilir. Eğer Ümmet yada Ümmet Meclisi; Vâli yada Muâvinler
hakkında hoşnutsuzluğunu ortaya koyarsa, bu durumda Halîfe’nin
onları görevinde alması vâcip
olur.
Yedinci Bölüm
Madde 70: Cu mhurbaşkanı,
Müslüman ve İran asıllı olmalıdır.
Bu Yürütme Gücü ile ilgili olan 7.
bölümün bu maddesi ise; bizim daha önce zikretmiş olduğumuz
sözümüzü desteklemektedir. Yani bu Anayasa Taslağı’nı
hazırlayan zat; bu anayasayı bir Millî devlet
için hazırlamış ve İslâmî bir devlet için hazırlamamıştır. Çünkü
İslam Devleti; devletin başına gelecek kişi için; Müslüman, erkek,
akıllı, bâliğ ve âdil
olma şartlarından başka bir şart koymaz. Bu şartlar (in’ikad
şartları); Halîfe
adayının mutlaka sahip olması gereken şartlardır. Müslümanlar için Halîfe
olmak isteyen herkeste, bu şartların bulunması vâciptir. Bu
şartlardan herhangi bir şartı eksiltmek veya çıkarmak câiz değildir.
Aynı şekilde, Halîfenin Arap,
Fars, Türk, ve Kürt gibi belli bir kavimden
olmasını tahsis etmek de câiz
değildir. Bu nedenle, devlet başkanının İran asıllı olmasını
zorunlu kılan bu madde de İslam Hükümleri ile çelişmektedir.
Madde 75: Mes’ul
olduğu kadarı ile dâhilî işler ve devletlerarası alâkalardan
sorumluluk, anayasanın uygulanması, üç anayasal egemenlik gücü
(yasama, yürütme, yargı güçleri) arasındaki ilişkileri tanzim
etme ve yürütme gücünün denetlenmesi Cumhurbaşkanının
uhdesindedir.
Şeklinde olan bu maddedeki hüküm İslam’ın
devlet reisine vermiş olduğu bütün yetkileri ona vermektedir.
Çünkü devlet reisi, ki o İslam’da
Halîfedir, devletin kendisidir. Halîfe için var olan bütün
yetkilere sahiptir. Halîfe Allah’ın ve
Rasulullah’ın
sünnetinden alınan anayasa ve diğer konularla alâkalı şer’î
hükümleri belirleyendir. Halîfenin
belirlediği bu anayasa ve
kanunlara itaat vâciptir, isyan ise câiz
değildir. Halîfe, dâhilî ve
hâricî siyâsetten mesuldür. Ordu
komutanlarını tayin eder ve onları azleder. Yine o Cihâd emrini baş
kadıyı devlet daireleri genel müdürünü, idârî daireler müdürünü tayin eder.
Yine o, genelkurmay heyetini, orduların komutanını ve onların
kurmaylarının başkanlarını ve ordunun alay komutanlarını tayin ve
azleder.
Madde 77: Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Görev
süresi ancak bir sefere mahsul olmak şartıyla yeniden uzatılabilir.
Bir kere bu madde;
Cumhurbaşkanlık süresini dört yıl ile sınırlandırması ve sadece
bir sefere mahsus olmak üzere görevinin yenilenmesine cevaz
vermesi bakımından Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanlığı
kanunun tesiri altındadır. Onun için bu madde batı nizamlarının
taklidi, benzeridir. Hatta batı nizamlarından alınmadır. İslam
nizamından değil... Çünkü İslam Nizamı ancak Hilâfettir.
İslam Nizamı, cumhuriyet değildir.
Geçmiş uygulamalardan da açıkça görüldüğü gibi; İslam, devlet
başkanı için belli bir müddet
tahdid etmeyi, sınırlandırmayı
yasaklamaktadır. Devlet başkanı, Allah’ın
Kitâbı ve Rasulullah’ın Sünneti’ni tatbikte devam edip
yöneticilik yükünü taşımakta muktedir olduğu
müddetçe ömrünün sonuna kadar devletin başında kalabilir. Nitekim
hadiste denilmektedir ki:
Başınızda Habeşli bir köle dahi olsa, Allah’ın
emirlerini uyguladığı müddetçe onu dinleyin ve itaat ediniz.
Evet Müslümanları Allah’ın
koyduğu hudutlara riayet ederek yani Allah’ın
Kitâbı ve Rasulullah’ın
Sünnetine göre yönettiği müddetçe, Müslümanların başlarındaki yöneticiyi dinleyip itaat
etmeleri vâcip kılındı. Nitekim Râşid
Halîfelere de Sahâbenin İcmâı
ile belirli bir süre tahdid edilmedi. bey’at ile ilgili nass da
buna delalet etmektedir:
Biz Allah’ın Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti üzere
işitmek ve itaat etmek üzere bey’at ettik.
Onun için devlet başkanlığı süresini dört sene
ile tahdid ederek ve aynı şahıs için bir defaya mahsus
olmak üzere bu vazifeyi yenilemek imkânı
vermek İslâmî hüküm değildir.
Madde 82: Bu madde Cumhurbaşkanının etmesi gereken yemin ile alâkalıdır.
Bu yeminde şu ifade bulunmaktadır: “Ben İran
Milletinin huzurunda yemin ederim...” İşte bu da, Cumhuriyetin
bir İran devleti olduğunu ve bütün Müslümanlar için bir devlet
olmadığını te’kid etmektedir.
Madde 83-84-85 de kanunların
yürürlüğe konmasını, Cumhurbaşkanının vazifelerinden saymakta ve
Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulunu
ve Şûrâ
Meclisini, yürürlükteki kanunları infaz
etmekle kayıtlı kılmaktadır.
83. maddede zikredildiği gibi, Cumhurbaşkanı
Bakanlar kurulunun ortaya koyduğu kanun teklifini eğer uygun
görmezse en geç on gün içinde geri çevirmelidir. Aksi halde bu
tasarı terk edilemez, kanunlaşır. Cumhurbaşkanı
muhâlif olsa ve uygun görmeze dahi o kanunu
infaz etmek, yürürlüğe koymak zorundadır. 84. maddede denildiği
gibi, Cumhurbaşkanı Meclisin çıkardığı kanunları, anayasaya
yada İslam hükümlerine muhâlif görse
dahi yürürlükten kaldırmaya
yada durdurmaya yetkili değildir. Bilakis o
bu kanunları tekrar gözden geçirilmesi için Şûrâ meclisine geri
gönderir. Eğer Meclis o kanun hakkındaki görüşünden vazgeçmezse, o
kanun anayasayı koruma meclisine iletir. Buradan açıkça
anlaşılıyor ki, Cumhurbaşkanı
kendisi ortaya koyamaz yada muvafık olmadığı
herhangi bir kanunu yasaklayamaz. Çünkü anayasa taslağını
hazırlayan zata göre bu onun yetkisinden değildir. İşte bu da
İslam ile çelişir. Çünkü kanun (Şer’î
hükümlerden) koymak yada yapmak sadece devlet reisinin
yetkisindendir. Bakanlar Kurulunun yada Şûrâ
meclisinin yetkisine değil...
Madde 90: Cumhurbaşkanı cezaların hükümlerini hafifletme
yetkisine sahiptir.
Bu ifade de İslam’a
muhâliftir. Çünkü mahkeme etmeye yetkili bir
kadı eğer bir davada hüküm ortaya koyarsa, devlet
reisi de olsa kim olursa olsun hiçbir kimse
için o hükmü bozması câiz
olmaz. Kadının hükmü bozulmaz. Bu meselenin bir yönü. Diğer yönü
ise; eğer şer’î cezalardan,
mesela hadlerin hafifletmesi câiz değildir.
Allah’ın
ortaya koyduğu hadde bağımlı kalmak vâciptir. Eğer
kısas ise, ölenin yakınları katil üzerinde kısasın uygulamasında
ısrar ettikleri müddetçe, kısas kesinlikle uygulanmalıdır. Eğer bu
cezalar ta’zir
cezaları ise, bunlarda da kadı’nın
vermiş olduğu hüküm bozulmaz ve hafifletilmez...
Madde 94: İran Devletinin diğer devletlerle olan anlaşmaları, sözleşmeleri
ve milletlerarası ittifaklarla ilgili anlaşmaları imzalama
yetkisi Cumhurbaşkanına
aittir.
Burada iki şık vardır. Bunlardan biri olan “Diğer
devletlerle olan anlaşmaları imzalamak”
tâbiri genel bir tâbirdir. Bu tâbir, İslam
Alemindeki devletleri kapsadığı gibi, İslam Aleminin dışındaki
devletleri de kapsar. Halbuki, Şer’î Hüküm İslam Devleti başkanını, İslam
dünyasındaki mevcut devletlerden herhangi birisi ile, herhangi bir
anlaşma, sözleşme yapmasını yasaklar. Zira, İslam dünyasında kaim
devletlerin hepsinin, İslam Devleti ile birleşmeleri vâciptir. İslam
Devleti’nin
de İslam dünyasındaki bu devletlerin hepsinin kendisiyle
birleşmesi için çalışması
vâciptir. Onlarla, anlaşma, sözleşme veya
ittifak için çalışması değil!
Fakat bu anayasayı hazırlayan zat, bunu halkı Müslüman olan
ülkelerin tamamını birleştirecek, tek bir devlet haline getirecek
bir İslam Devleti için hazırlamayı aklından bile geçirmemiştir.
İkinci şıkka gelince; bu madde (mesela cento gibi) devletlerarası
ittifakların (paktların), dostlukların kurulmasına cevaz veriyor.
Paktların kurulması ve devletlerin ona iştirak etmeleri ise câiz değildir.
Çünkü bunlar, Müslüman ülkelerinde kâfirlere Hâkimiyet
yetkisini elde etme fırsatı verir. Ve Müslümanların kâfirlerin
yolunda ölmesini sağlar. Bunlar ise, şer’an
kesinlikle câiz değildir. Fakat uluslararası
iletişim, ulaşım gibi anlaşmalara, ittifaklara gelince; bunların
yapılması câizdir. Onun için bu
maddenin, askeri ve askeri olmayan ittifaklara,
şer’an câiz
olan ve yasak olan ittifaklara şamil olacak şekilde genel olmaması
için sınırlandırılması, tahsis edilmesi zorunludur.
Üstelik bu maddenin ifadesi, gâyet açık bir şekilde devleti “İran Devleti”
olarak yani kavmî bir devlet olarak zikretmektedir.
95. madde ise devlet
başkanını; savaşa ilanı ve
iptâlinde sözleşmelerin, anlaşmaların
yapılmasında Şûrâ Meclisi’nin onayıyla kayıtlı kılmaktadır. Bu ise İslam’a
muhâliftir. Çünkü harbin ilanı ve
durdurulması, ateşkes ve barış anlaşmalarının, sözleşmelerinin
yapılması ancak ve ancak
Halîfe’nin yani devlet başkanının yetkisi
dahilindedir. Halîfe, Ümmet
Meclisi’nin muvâfakâtini beklemez. Nitekim Rasul [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem] ve O’ndan sonra gelen
Râşid Halîfeler,
harbin ilanını ve durdurulmasına tek başlarına kendileri karar
veriyorlardı. Bu konuda ümmetin muvâfakâtine
bağımlı kalmıyorlardı.
97. madde de
Cumhurbaşkanının hastalanması gibi, devletin başında bulunmadığı
durumlarda, Cumhurbaşkanının yükümlülüklerini üstlenecek bir
geçici meclisin kurulmasını ve bu meclisin Başbakan, Millî Şûrâ
Meclisi başkanı ve Ülke Yüksek
Dîvanı Başkanından oluşmasını gerekli
kılıyor. Biz de diyoruz ki, böyle bir vekalet İslam’da
haramdır. Çünkü mes’uliyet
ve liderlik İslam’da ferdidir.
Yani sorumluluk ve liderliği bir tek şahıs
yüklenir, bir grup değil!
Onun için, devlet başkanının hastalanması yada görevi başında
bulunmayışı sırasında onun yükümlülüklerini üzerine alacak kişinin
tek bir fert olması vâciptir.
Bu kişi, yönetimde emir verme yetkisine sahip olarak, devlet
başkanının ülke yönetiminde vekili olur. Fakat onun Ahkâm ve Kanun koyma yetkisi yoktur.
Onun Muâvinlerinin olması câizdir. Fakat Muâvinlerinin
varlığına rağmen, o yetki sahibidir ve sorumludur. Halîfe’nin ancak
tek bir kişi olması vâciptir.
Aynı şekilde Halîfenin
hastalık, seyahat veya buna benzer bir sebeple görevinin başında
bulunmadığı zamanlarda yerine vekil olacak kişinin de tek bir kişi
olması vâciptir. Nitekim Rasul
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] ğazve yada
sefer nedeniyle Medine’den
ayrıldığında insanların işlerinin yürütülmesinde Kendi makamında
bulunması için sadece bir tek şahsı vekil bırakıyordu. 97. madde için
yapılan bu eleştiri 98. madde
için de geçerlidir.
Yedinci Bölümün 2. konusuna
gelince; Bu konu; Bakanlar Kurulu, onun kuruluşu ve
yetkileri, Millî Şûrâ Meclisi önündeki
sorumlulukları ile alâkalıdır.
Buna göre, Bakanlar Kurulu oluşturulduktan sonra ve Hükümetle alâkalı
hiçbir işe başlamadan önce, Şûrâ
Meclisi’nin güven oyunu alması zorunludur.
Bakanlar Kurulu öyle bir meclistir ki, o ülkenin işlerinin yönetilmesinin ve devletin tüm cihazlarında
yönetme sorumluluğunun üzerine yüklendiği bir meclistir. Bakanlar
Kurulu’nun
görevde kalması, Şûrâ Meclisi’nden
aldığı güven oyunun devamına bağlıdır.
Bu bölümün bu konusundaki maddelere şamil olan
hususlar işte böyledir. Onların hepsi de gösteriyor ki, bu Anayasa
Taslağı’nı
hazırlayan zat, devletin cihazlarının
oluşumunu Batı anayasalarından almış, Şer’î hükümlerden almayı asla düşünmemiştir.
Çünkü, İslam Devleti’nde
devletin cihazları, oluşumları ve yetkileri,
Batı anayasalarındaki halleriyle tamamen terstir.
İslam’da
Devlet Teşkilatı şu sekiz rükun üzerine kâimdir.
1. Halîfe
2. Tefviz Muâvini
3. Tenfiz Muâvini
4. Cihâd Emîri
5. Kaza (Yargı)
6. Vâliler
7. İdârî Cihazlar
8. Ümmet Meclisi
Bu nedenle Halîfe, kendisine Tefviz ve Tenfiz
Muâvinleri tayin eder. Tenfiz Muâvini, Hilâfet’ in
bütün işlerinde Halîfe’ye
yardımcı olur. Tenfiz
Muâvini’nin yetkisi, Şer’î Hükümlerden kanun benimseme yetkisi dışında Halîfe’nin yetkilerine gibidir.
Yani Tenfiz Muâvini’nin işi; Halîfe’den sadır
olan iç ve dış işleri uygulamak ve bu cihetlerden gelen bilgileri Halîfe’ye
ulaştırmaktır. Onun Muâvinliği,
yönetimde değil, icraattadır. O, bu yetkiye Halîfe’nin kendisini tayin etmesiyle
sahip olur. Tefviz Muâvini ise, genel olarak
işleri gözetir. O yetkilerinde
Halîfe gibidir. Fakat yaptığı işi, Halîfe ile
görüşüp göstermek zorundadır. Çünkü o bir Muâvindir(yardımcıdır) Halîfe
değil... O işleri tek başına yürütmez. Aksine büyük küçük her işi Halîfe’ye
rapor eder. İşte onun işi, görüşünü Halîfe’ye bildirmek ve kendisine
Halîfe tarafından verilecek emirleri yerine
getirmektir.
İşte bu, Batı’nın
demokratik nizamlarındaki Bakanlar Kurulu sistemine tamamen muhâliftir. Çünkü Bakanlar Kurulu
hükümettir. O yönetimde hükmetme sıfatına sahip fertlerin koleksiyonundan
ibârettir. Onlarda hüküm, topluluğun
elindedir. Yönetimdeki bütün yetkilerin sahibi olan yönetici
Bakanlar Kuruludur. Yani bir araya gelen Bakanlar Topluluğudur,
ferdi değil!
Bakanlar Kurulundan hiçbir bakan tek başına yönetimde mutlak
yetkiye sahip değildir. Yönetim yetkilerinin tamamı, bu Bakanlar
kuruluna topluca hasredilir. Bir bakan, yönetimin herhangi bir
kısmı ile tahsis edilir. Bakan, yönetimin bu bölümünde, Bakanlar
Kurulunun kendisine vermiş olduğu yetkiler çerçevesinde hareket
edebilir. Yönetimin bu kesiminde, bakanın kendisine verilmemiş
olan yetkiler, Bakanlar Kurulu’nda
kalır, bakana ait olmaz.
İşte bu, demokratik sistemlerdeki, Bakanlar
Kurulu’nun
vakıasıdır. Buradan, demokratik sistemlerdeki Bakanlık Sistemi ile
İslam Nizamı’ndaki Muâvinler
arasında herhangi bir ortak nokta bulunmadığı gibi, birbirine
taban tabana zıt oldukları da ortaya çıkmaktadır.
İslam Nizamı’nda
Tefviz Muâvini, Hilâfet işlerinin tamamında Halîfe’nin
yardımcısıdır. Onun görev sahası, Hilâfet
işlerinin tamamıdır. Devletin daireleri yada bürolarından birisi
ile sınırlandırılmaz. Çünkü onun yönetimi
geneldir. Fakat o, yürüttüğü işi, Halîfe ile
görüşerek yapar. Tefviz
Muâvini’nin sahip olduğu yetki ferdîdir,
cemâî değildir. Demokratik nizamlardaki
bakanlık sistemi ise, cemâîdir,
ferdî değildir! Ve demokratik
nizamlarda bakan, yönetimin muayyen bir bölümü ile tahsis edilir,
diğer bölümlere ise karışamaz. Yani bakan, yönetimin tamamında
değil, sadece belli bir kısmında söz ve yetki sahibidir. Bütün
bunlar demokratik sistemlerdeki bakanlık ile İslam Nizamı’ndaki
Muâvin arasındaki farkı kesin ve apaçık bir
biçimde ortaya koymaktadır.
Tenfiz Muâvini’ne gelince; O,
işlerin icrasında, yürütülmesinde Halîfe’nin
yardımcısıdır. Onun işi, yönetimde değil, idârededir. Yani hüküm
vermek veya benimsemek değil, hükümlerin uygulanmasını
sağlamaktır. Onun dairesi,
Halîfe’den sadır olan, iç ve dış işleri
infaz etmek ve bu cihetlerden gelen şeyleri Halîfe’ye
iletmek için varolan bir teşkilattır. İşte bu teşkilat, Halîfe ile
diğerleri (diğer görevliler) arasında bir vasıtadır, köprüdür.
Ondan O’na iletir. Bu Muâvin,
sadece görevi birisine vermekle yetinmez. Bilakis, verdiği
vazifenin veya emrin takipçiliğini de üstlenir.
Cihâd Emîri’ne gelince; O, hâriciyye, iç
güvenlik, hârbiyye ve sanayî dairelerinden
oluşan dört büyük dairenin
idâresini üstlenir. Cihâd Emîri’nin işi de
yönetimden değil, idâredendir.
Cihâd Emîri bu dairelerin hepsini de idâre
eder, denetler. Bu dairelerin varlığının tamamının da Cihâd ile alâkası
vardır. Cihâd,
İslam Daveti’nin
aleme taşınmasının yoludur. İslam’ı
dâhilde
(İslam Devleti sınırları içinde) tatbik ettikten sonra, Devletin
en önemli ve asli işi; Cihâd
yoluyla İslam Daveti’ni
dünyaya taşımaktır.
İşte, bütün bunlardan dolayı, daha önce de
zikredildiği gibi, İslam Ahkâmı
ile bu anayasa taslağında var olan Şûrâ
Meclisi’nin yetkileri, Kaza’nın (yargının)
yetkileri ve diğerleri arasında çok büyük uçurumlar, farklar
vardır. Görüyoruz ki, İslam’da
Devlet Teşkilatı; kâfir
Batı demokrasilerindeki devlet teşkilatı, oluşturulması, yetkileri
ve bunlardan başka her yönüyle tamamen farklıdır.
Yedinci Bölümün, dördüncü konusu’na gelince ki
o ordu ile alâkalıdır.
Madde 121:
İran İslam Cumhuriyeti ordusu, ülkenin bağımsızlık ve toprak
bütünlüğünün muhafızlığını üstlenmiştir.
Bu madde de İran İslam Cumhuriyeti’nin,
Müslümanlar için bir İslam Devleti değil de İran Devleti olduğunu
yinelemektedir. Çünkü, İslam Devleti’nin
ordusu, ülkeyi koruyup dahilde güvenliği sağladıktan sonra,
dışarıya İslam Daveti’ni
yüklenmekten sorumludur. Dışarıya daveti
taşımak, İslam Devleti’nin
asıl işidir. Onun için İslam Ordusu’nun
işini, sadece ülkeyi ve devleti korumakla sınırlandırmak câiz değildir.
İslam Ordusu, ancak Cihâd
yoluyla, İslam Daveti’ni
tüm dünyaya taşımak için vardır.
Madde 122: Ülkede
yabancı askeri güçlerin geçmesi ve kalması esnasında ülkenin
maslahatlarının gözetilmesi esasına dayanılmalıdır.
Bu metin ifade ediyor ki, yabancı kuvvetlere,
ülkeden geçme ve kalma (üs kurabilme) hakkının verilmesi câizdir. Bu şer’an
haramdır. Çünkü bu hak, Müslümanların ülkelerinde kâfirleri Hâkim
kılar, onlara askeri temeller atma fırsatı ve yetkisi verir. Bu
maddede ülke, devlet ve Müslümanlar üzerindeki büyük bir tehlikeye
göz yumma, umursamazlık, kaygısızlık ve önemsemezlik vardır. Kâfirlere
bağımlı olmalarına rağmen, birçok ülke böyle bir maddeyi
ülkelerinin anayasalarına koymamışlar ve yabancı güçlerin kendi
ülkelerinden geçmesini veya kalmasını yada üs kurmasını mübah
kılan böylesi bir imkâna
yer vermemişlerdir.
Madde 123: Yıllık askeri bütçe, Millî Şûrâ Meclisi tarafından tespit edilir.
Bu, Şer’î Hüküm ile çelişir. Çünkü ordu için, yıllık
askeri bütçeyi tespit eden yalnızca Halîfe’dir. Zira
ordunun yıllık bütçesini hazırlama yetkisi şer’an
O’na aittir, Şûrâ
Meclisi’ne değil!
Sekizinci Bölüm
Kaza (Yargı) Gücü ile
ilgili bu bölümün; 131, 132, 135 ve 136.
maddelerinde medeni kanunların yani Batı’dan
alınan kanunların vaaz edilmesinden bahsediliyor. Medeni Kanun ve
Batı Kanunları, İslâmî Hükümlerden değildir. Aksine onlar küfür
hükümleridir. Müslümanların yargılanmaları için o kanunlara
başvurmaları ve onlarla hükmetmeleri câiz değildir,
haramdır. Nitekim Allah
[Subhânehu ve Te’alâ] Kitâb-ı
Kerîm’inde şöyle buyurmuştur:
Aralarında Allah’ın
indirdikleriyle hükmet!
[Mâide 49]
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse,
işte onlar kâfirlerin ta kendileridir!
[el-Mâide 44]
Ve şöyle buyurmuştur:
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse,
işte onlar zâlimlerin ta kendileridir!
[el-Mâide 45]
Ve şöyle buyurmuştur:
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse,
işte onlar fâsıkların ta kendileridir!
[el-Mâide 47]
Dokuzuncu ve Onuncu Bölüm
İdârî Adâlet
Dîvanı’nın
(Ülke Yüksek Dîvanı’nın)
kurulması ve onun nüfuz sahası (yetki alanı) ile alâkalı 9.
bölüm ile Anayasa Koruma (Denetim) Meclisi’nin (Şûrâ-i
Nigehban) kurulması ve nüfuz sahası ile alâkalı 10.
bölüm’e gelince;
Evlâ olan, bunların
ikisinin de tek bir Dîvan
olarak birleştirilmesi ve İdârî
Adâlet Dîvanı ve Anayasa Koruma Meclisi
yerine Mezâlim Dîvanı’nın
kurulmasıdır. Çünkü İdârî
Adâlet Dîvanı ile Anayasa Koruma Meclisi’nin
yetkileri ve nüfuz sahaları;
Mezâlim Dîvanı’nın
yetkileri ve nüfuz sahasındandır. O nedenle bunların yerine Mezâlim Dîvanı
kurulmalıdır. Çünkü, Mezâlim
Mahkemesi; ister devlet teşkilatındaki şahıslara müteallik (alâkalı)
olsun, ister Halîfe’nin Şer’î
hükümlere muhalefet etmesine taalluk etsin (etmesiyle alâkalı
olsun), ister Halîfe’nin
benimsediği anayasa, kanun ve Şer’î hükümlerin nasslarının anlaşılmasına
müteallik olsun, ister herhangi bir vergi istemeye müteallik olsun
isterse bunlardan başka bir şey olsun, her çeşit zulüm (haksızlık)
davasına bakar. Mezâlim
Kadısı, devletin yönetimi altında yaşayan ister raiyyesinden
(tebaasından) olsun, isterse başka biri olsun; her şahsa karşı
devletten gelen her türlü zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırmak
için, nasbedilir. Bu zulüm veya haksızlık, ister Halîfe’den
gelsin isterse devlet memurlarından herhangi birinden gelsin, fark
etmez. Buradan anlaşılıyor ki,
Mezâlim Dîvanı; İdârî
Adâlet Dîvanı ve Anayasa Koruma Meclisi’nin
tüm yetki ve sorumluluklarına sahiptir. Mezâlim
Kadıları’nın
müctehid olmaları gerekir. Çünkü onların işi ve yetkileri onların
müctehid olmalarını gerektirmektedir.
Fakat 142. madde’nin,
Anayasayı Koruma Meclisi’nin
müctehidlerden ve hukuki işlerin yürütülmesinde söz sahibi
kişilerden ve ülkedeki hukuk fakülteleri profesörlerinden
oluşmasını gerekli kılmasına gelince; Bu madde; anayasa taslağını
hazırlayan zatın, İslâmî olmayan bu kanunları uygulamayı zihninde
tasarlamasının bir sonucudur. Bu nedenle o; hukuk profesörlerine
ve hukuki işlerin yürütülmesinde söz sahibi kişilerin
gerekliliğine yöneldi.
Bu maddenin, bu kişileri Millî Şûrâ
Meclisi’nin seçmesini gerekli kılmasına
gelince; bu da şer’î hüküm
ile çatışır. Çünkü onları (Mezâlim
kadılarını) tayin eden ancak
Halîfe’dir yani devlet başkanıdır.
Yada Halîfe’nin tayin ettiği Başkadı onları
seçer. Ayrıca onlar için belli bir süre belirlemek yani onların
görevde kalmasını belli bir zaman ile sınırlandırmak, doğru olmaz. Mezâlim
Kadıları’nın
karar ve hükümlerinin yürürlüğe hemen uygulanması vâciptir.
Onların karar ve yetkilerini yürürlüğe koymaları, Meclis (Ümmet
Meclisi) yada Devlet başkanına (Halîfeye)
bağımlı değildir. Alınan karar ve anayasa hükümlerinin; İslam’a
aykırı olması durumunda bu karar ve kanunların Ümmet
Meclisi’ne geri iade edilmesine ve Halîfe’nin tasdikine gerek
duyulmaz. Çünkü Mezâlim Kadıları,
kendilerinden başka başvurulacak bir mercii olmayan en son
merciidir. Çünkü Onlar, Şer’iat’ın Hâkimiyeti’nin
temsilcileridirler.
On Birinci Bölüm
Bu bölüm, anayasanın
değiştirilmesiyle alâkalıdır.
Madde 148: Eğer Millî Şûrâ Meclisi’nin
çoğunluğu yada Bakanlar Kurulu’nun
teklifine dayanarak Cumhurbaşkanı,
anayasanın bir yada birkaç esasının tekrar gözden geçirilmesini
lüzumlu görürse; bir tasarı hazırlanır ve
Millî Şûrâ Meclisi yada Bakanlar Kurulu
tarafından görüşülür. Ondan sonra, Millî Şûrâ
Meclisi’nin dörtte üçünün tasdik
etmesinden sonra o metin halkın görüşüne sunulur.
Bu maddenin bu metni de İslam’a
muhâliftir. Çünkü; anayasayı belirlemek veya
değiştirmek yada herhangi bir maddesini değiştirmek yetkisi ancak Halîfe’ye aittir. Ne Bakanlar
Kurulu ne de Şûrâ Meclisi böyle bir hakka
sahip olamaz. Çünkü hükümleri belirlemek ve onları devletin içinde
takip edilecek yol yapmak yani tatbik sahasına koymak ancak
ve ancak Halîfe’nin salahiyetindendir.
Son bölüm’e gelince; bu
bölüm kitle iletişim araçları (radyo, televizyon) ile alâkalıdır. 151.
madde bu iletişim araçlarının üç anayasal
gücün (yasama, yürütme, yargı gücünün) ortak nezareti altında
yönetileceğini zikretmektedir.
Bu ise, yine Şer’î
hükme muhâliftir. Çünkü bu, Halîfe’nin yani
devlet başkanının yetkilerindendir. O, bu iletişim araçlarını
denetleyecek kişiyi tayin eder. Bu kitle iletişim araçlarının idâresi ve seyrinin nezareti
ile Şûrâ
Meclisi’nin ve Kadıların herhangi bir alâkası yoktur.
Bütün bu maddelerin ortaya konulmasıyla açıkça
meydana çıkıyor ki; bu anayasa İslâmî bir anayasa değildir!
İslâmî Akîde’den
de kaynaklanmamıştır. Onun hükümleri, Allah’ın
Kitâbı ve Rasulullah
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti’nden
de alınmamıştır. Şu da açığa çıkıyor ki; bu anayasayı hazırlayan
zat, kâfir
Batı anlayışını tercih etmekte, İslâmî anlayıştan
hoşlanmamaktadır. O nedenle bu anayasa, devletin yürümesi için
hazırlanmış bir anayasa değildir!
Devleti İslam Devleti ve ülkeyi
de Dâr-ul İslam
yapmaz!
Tüm bunlara göre; bu anayasanın reddedilmesi,
benimsenmemesi yada başka buna benzer Ğayri-İslâmî bir anayasanın
da kabul edilmemesi vâciptir.
İslâmî Akîde’ye
dayalı, Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü’’nün Sünneti
ve bu ikisinin irşâd ettiği Sahâbe İcmâı ve
Kıyas’tan
alınan İslâmî bir anayasanın benimsenmesi ve raiyyeye,
tebâya tatbik edilmesi vâciptir. Ancak o
zaman devletin anayasası İslâmî bir Anayasa, devlet İslâmî bir
Devlet ve o Dâr da ancak Dâr-ul İslam
olur!
İşte biz, bugün size; İslâmî Akîde’den kaynaklanan, bütün kaideleri
Allah’ın Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in
Sünneti ve onların işaret ettikleri Sahâbe İcmâı
ve Şer’î Kıyas’tan
alınan, uygulanmak için hazırlanmış, tamamen İslâmî bir Anayasa
takdim ediyoruz. Ki onu inceleyiniz, benimseyiniz ve yürürlüğe,
tatbik sahasına koyunuz. Eğer bu İslâmî Anayasa’nın
her maddesinin Şer’î
Gerekçesini ve Şer’î Delillerini isterseniz, biz onu size tedarik
etmeye hazırız.
Allah’a yemin olsun ki biz; Allah’ın
sizi doğru yola iletmesini, İslâmî Akîde’den kaynaklanan, Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti ve bu
ikisinden çıkan Sahâbe İcmâı ve Kıyas’tan
alınan İslâmî bir anayasa benimsemekte size yardımcı olmasını arzu
ediyoruz ki; devletiniz bir İslam Devleti ve memleketiniz de
Dâr-ul İslam olsun!
Ey îmân edenler! Allah ve Rasulü sizi, size
hayat verecek şeye dâvet ettikleri an icâbet edin! Bilin ki
muhakkak Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O’nun
huzurunda toplânacaksınız. [el-Enfâl 24]
Allah’ın Selamı ve
Bereketi üzerinize olsun...
Bunun bir nüshası Uzmanlar Meclisi’ne,
bir nüshası Şûrâ
Meclisi’ne ve bir nüshası da İslam
Cumhuriyeti Partisi’ne
gönderilmiştir.
|
H. 07 Şevval 1399 |
Hizb-ut Tahrir |
M. 30
Ağustos 1979 |
|