TAZİR CEZALARININ ÇEŞİTLERİ |
|
Yukarıda da değindiğimiz gibi tazir,
takdir hakkı hakime bırakılmış bir cezadır. Ancak bu,
hakimin dilediği gibi ceza verebileceği anlamına
gelmemektedir. Şeriatın yasakladığı bazı ceza türleri
vardır ki bunlarla cezalandırmak caiz değildir. Üstelik
Kitap ve sünnette var olan şer'i nasslar,
sınırlandırılmış muayyen cezalar ortaya koymuşlar ve
bunlarla cezalandırılması hususunda emir gelmiştir. Öyleyse
tazir cezasında hakimin ictihadı, uygun gördüğü herhangi
bir cezayı vermesi hususunda değil cezanın miktarı hususunda
olacaktır. Şari’in (yasa koyucusunun) muayyen cezaları göstermiş
olması, tazir cezalarında uygulanacak olan cezaların bu ceza
türleri ile sınırlı olmasına ve bunların dışına çıkılmamasına
delalet etmektedir.
Hakkında açıkça yasaklamanın var olduğu
cezalandırma, ateşle yakmaktır. Ateşle yakarak
cezalandırmak caiz değildir.
Buhari'nin Ebu Hüreyre'den yaptığı
rivayet şöyledir:
"Ateşle ancak Allah Azze ve Celle
azap eder."
*
İkrime'den: Nebi (sav) şöyle buyurdu:
"Allah'ın azabı ile azap etmeyiniz."
*
Yani ateşle azap etmeyiniz. İbni Mes'ud
Nebi (sav)'nin şöyle söylediğini rivayet etmektedir:
"Dedi ki: Ateşle azab etmek
gerekmezdi. Zira ateşin Rabbı ancak, ateşle azab eder."
*
Bu hadislerin tümü ateşle yakarak
cezalandırmanın haramlılığı hususunda sarihtirler.
Elektrikle yakmak gibi diğer cezalar için de aynı hüküm
geçerlidir. Uranilerle ilgili hadiste Rasulullah (sav)'den gelen
şu rivayete gelince:
"Gözlerinin oyulmasını ve mil
çekilmesini emretti."
*
Bu hadis, ateşle dağlamayı göstermektedir
ve burada bir yasaklama yoktur. Rasulullah (sav)'ın bu türden
bir cezalandırmayı kullanmış olması, bunun caizliğine
delildir. Yasaklanan ise ateşle yakmaktır. Şeriat tarafından
belirlenen cezalandırma türleri ise şunlardır:
1- Öldürme Cezası: Halifenin, tazir
cezası kapsamında öldürmekle emretmesi caizdir. Her ne kadar
öldürme, zina eden evlinin ve lutinin öldürülmesinde olduğu
gibi hadd cezalarından birisi ise de ve hadis hadd dışında
cezaların hadd seviyesine ulaşmasını yasaklıyorsa da, tazir
kapsamındaki öldürme cezası, sopa cezası gibi aşağı
çekilmesi mümkün olmayan bir cezadır. Öldürme tek haddir.
Bu nedenle de; "Hadd (cezasının) dışındaki
(cezalarda) kim sınırı aşarsa" hadisi buna
uygulanamaz. Zira bu hadiste sopa haddi kastedilmektedir.
Çünkü sopa cezalarında hadd seviyesine ulaşmak veya
ulaşmamak mümkündür. Öldürme cezasında ise böyle bir
şey tasavvur edilemez. Ellerin ve ayakların kesilmesinde de
durum aynıdır. Buna göre tazirin en sert seviyeye, öldürme
derecesine ulaşması caizdir. Bunun delili uranilerle ilgili
olarak rivayet edilen hadistir. Her ne kadar bu hadis yol
kesenler hakkında delil olarak getirilmiş ise de konumu
itibarı ile yalnızca yol kesenlerin durumunu değil aynı
zamanda ihanet, öldürme ve dinden dönme durumlarını da içermektedir.
Enes'den:
"Ukl ve Urayne kabilelerinden bir
grup insan Allah Rasülü (sav)'e gelip Müslüman oldular. Ancak
Medine'nin havası onlara iyi gelmediği için hasta oldular.
Bunun üzerine Rasulullah (sav) onlara develerin ve çobanın
bulunduğu yeri tavsiye etti. Kendilerine oraya gitmelerini,
develerin sütlerinden ve idrarlarından içmelerini söyledi.
Gittiler. Harra denilen yere vardıklarında İslâm’dan
döndüler ve Nebi (sav)'in çobanını öldürdüler. Develeri
sürüp götürdüler. Durum Nebi (sav)'e haber verilince hemen
arkalarından takipçi yolladı. Onları yakalayıp getirdiler.
Gözlerine mil çekilmesini, ellerinin ve ayaklarının
kesilmesini sonra da Harre'nin bir kenarına atılarak o
şekilde ölüme terk edilmelerini emretti."
*
Ureynelilerle ilgili olayın içeriği budur.
Her ne kadar burada ihanet, öldürme ve dinden dönme durumları
var ise de gerçekte üçünün bir arada işlenmesi ile
emniyetin ihlal edilmesi söz konusudur. Bu nedenledir ki Rasül
(sav) onları ihanet, öldürme ve dinden dönme cezaları ile
cezalandırmamış onlara ibretamiz bir ceza vermiştir. O,
onları öldürmedi, ölünceye kadar güneşin altında
Harre'ye atılmalarını emretti. Harre'ye atılmalarından
önce onların gözlerine mil çekti ve ellerini kestirdi. Bu
durum, olayın aşırı bir şekilde güvenliği ihlal etme
olayı olduğunu göstermektedir. İşte bu olaydan hareketle
imamın tazirde öldürme haddine ulaşmasının caiz olduğu
istinbat edilmiştir.
Cezalandırmanın illetinin caydırmak
olduğunun delili şu ayettir:
"Kısasta sizin için hayat vardır."
*
Kısasın illeti olan hayatın varlığı
ayette açık ve nettir. Caydırıcılık ise cezanın
verilmesinin illetidir. Hakkında nass bulunan cezaları bir Müslümanın
aşması, çiğnemesi doğru değildir. Çünkü Allah (cc) bunların caydırıcı olduğunu bildiği için bunları teşri
etmiştir. Fakat Şari’ tarafından cezası tayin edilmeyen ve
takdiri imama terk edilen suçlar için de imamın caydırıcı
cezalar koyması gereklidir. İmam bir ceza koyar sonra da bunun
caydırıcı olmadığını görürse caydırıcılığın gerçekleşmesini
sağlayacak daha şiddetli bir ceza koyması gerekir. Şari’
tarafından cezası belirlenmemiş ve öldürme cezası
dışındaki bir başka ceza ile de caydırıcılığın
sağlanması mümkün olmayan birçok suç türü vardır.
İşte bu türden suçlar için imamın öldürme cezasını
getirmesi gerekir. Örneğin şer'i nassa göre iki imama biat
edildiği zaman ikincisinin öldürülmesi gerekmektedir. Ancak
bu hadis, insanları buna kışkırtanlar, birinci imama inikad
biatı yapıldıktan sonra ikinci bir imama biat etmeleri için
onları toplayanlar hakkında bir şey söylememektedir. Hadis,
insanlara imam olmak için henüz biat almamış olanlar için
olduğundan bu olaya uygulanamaz. Ancak bu kişinin işlediği
suç, belki de biat alan kişinin suçundan daha büyük bir
suçtur. Bu nedenle de imamın böyle bir kişiye öldürme
cezası vermesi caizdir. Yine; Arapçılık, Türkçülük,
İrancılık, Berbericilik gibi; milliyetçiliğe, etnik düşünceye
çağrıda bulunan ve insanları milliyetçilik düşüncesinde
toplayan kimse hakkında Şari’ tarafından belirlenmiş bir
ceza yoktur. Oysa milliyetçiliğe yapılan çağrı sonucunda
İslâm Devleti’nin, hatta Müslümanların parçalanması
gibi bir sonucun çıkacağı bilinmektedir. Milliyetçiliğe
çağrıda bulunan kimselere imamın öldürme cezası vermesi
caizdir. Bir bölgenin İslâm Devleti’nin bünyesinden ayrılmasına
çağrıda bulunan kimsenin durumu da aynıdır.
"İşleriniz (yönetiminiz) bir
adam üzerinde birleşmiş iken kim gelir de birliğinizi
dağıtmak, topluluğunuzu parçalamak isterse onun
öldürünüz"
* hadisinden her ne kadar bu türden
bir anlam çıkartılabiliyorsa da bu olay, haddler kapsamına
giren hususlardan değildir. Bu olay, ceza miktarı imamın görüşüne
bırakılmış tazir suçlarından olup imamın; öldürme veya
öldürme dışındaki bir başka ceza ile cezalandırması
caizdir. Aynı şekilde bu da imamın, öldürmeye varacak
ölçüde ceza vermesinin caiz olduğunu gösteren sarih bir
nasstır.
2- Celd: Celd, kırbaç veya benzeri bir
şeyle vurmaktır. Darp cezası Kur'an'da yer almaktadır.
"Serkeşlik etmelerinden
endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında
onları yalnız bırakın, nihayet dövün."
*
Celd cezası Kur'an'da da yer almaktadır:
"Zina eden erkek ve kadının her
birine yüzer değnek vurun."
*
Celd, kırbaç veya bir başka cisimle de
olabilir. Zeyd b. Eslem'den:
"Rasulullah (sav) zamanında bir adam zina
ettiğini itiraf etti. Rasulullah (sav), adamı çağırttı ve
kırık bir kırbaç getirildi. Bundan dahi iyisini getirin
dedi. Bu defa kenarları yani budakları alınmamış yeni bir
kırbaç getirdiler. Bunun üzerine ikisi arasında bir kırbaç
getirilmesini emretti. Daha yumuşak bir kırbaç getirildi ve
onunla kırbaçlanmasını emretti."
Bu hadis kırbaç cezasının delilidir. Ebu
Ümame ibni Sehl, Said b. Sa'd b. Ubade'den naklediyor:
"Evlerimiz arasında vücut yapısı
çok zayıf bir insan vardı. Bir gün mahallenin cariyelerinden
birisi ile aniden kötü bir halde yakalandı. Bunun üzerine
Sa'd b. Ubade durumu Rasulullah (sav)'e bildirdi. Bu adam
Müslüman bir kimse idi. Allah Rasülü ona had vurulmasını
emretti. Dediler ki: Ey Allah Rasülü! O adam sanıldığından
daha zayıf yapılıdır. Şayet ona yüz sopa vurursak onu
öldürürüz. Efendimiz: Öyleyse onun için yüz saçaklı
bir hurma dalı alın ve ona dal ile bir kere vurun."
*
Bu hadis de kırbaç dışındaki bir şeyle
vurmaya delildir. Hadiste yer alan "uskul"
kelimesi üzerinde birçok dal bulunan hurma "şimrah"
olarak isimlendirilir. Buna göre, kırbaç salkımına
denilmektedir. Bu dallardan her birisi dışındaki bir başka
cisimle vurmak veya celd, meşru olan ceza türlerindendir. Bu
nedenle imamın budakları alınmış sopa ile vurması veya kamçı
ile kamçılaması caizdir.
Fakat darb veya celd ile tazirin on darbeden
veya celdden fazla olması caiz değildir. Bu husus hadisin
nassında açıkça bildirilmektedir. Buhari Abdurrahman b.
Cabir"in Nebi (sav)'den şunu işittiğini rivayet
etmektedir:
"Allah'ın hadlerinden bir had
olmadıkça on darbeden fazla ceza yoktur."
*
Buhari Ebu Bürde’den rivayet ediyor: Nebi (sav)
şöyle diyordu:
"Allah'ın hadlerinden bir had
olmadıkça hiçbir kimse on celdden fazlasıyla
cezalandırılamaz."
*
Yine Buhari rivayet ediyor: Nebi (sav)'i şöyle
söylerken işittim:
"Allah'ın hadlerinden bir had
olmadıkça hiçbir kimseye on kırbaçtan fazla vurmayınız."
*
Ahmed, Ebu Bürde b. Niyar'ın Nebi (sav)'den
şunu işittiğini tahric etmektedir:
"Allah'ın hadlerinden bir had
olmadıkça hiçbir kimse on kırbaçtan fazala dayağa mahkum
edilemez."
*
Bu hadisler, on kırbacın veya on sopanın
üstündeki kırbaçlamanın ve sopa vurmanın caiz
olmadığına delalet etmektedir. Halife veya hakim bu hususta hür
değildir, hadisin nassına bağlı kalmak zorundadırlar.
Şelnacinin Rasulallah'a varan bir isnatla rivayet ettiği şu
hadis de bunu teyit etmektedir: "Hadd (cezasının)
dışındaki (cezalarda) kim sınırı aşarsa o, aşırı
gidenlerden sayılır." Bu hadis had türlerinden
birisine yorumlanır ki bu da celddir. Çünkü haddin daha alt
seviyesi bu türden hadd için düşünülebilir. Öldürme veya
kesme haddi için böyle bir şey düşünülemez. Dolayısıyla
bu hadis, on kırbaç hadisini teyit etmektedir. Rasül (sav),
tazir cezasının hadd miktarına ulaşmasını
yasaklamaktadır. Bu ise ancak celd cezasında söz konusu
olmakla birlikte belli bir sayı ile
sınırlandırılmamıştır. Bu nedenle; "On
kırbacın üstünde" hadisi ile sayı
belirlenmiştir. "Kim hadde ulaşırsa"
hadisi, haddin altındaki her sayıyı kapsamaktadır. "On
kırbacın üstünde" hadisi ise belli bir sayı
ile kayıtlanmaktadır. Bu durumda mutlak olan mukayyet olana
tabi tutulur ve her iki hadis arasında cem yapılır. "Kim
hadde ulaşırsa" hadisi, celd sınırı ile tahsis
edilir. Çünkü hadisten ancak celd için sınırlama anlamı
çıkartılabilir. Buna göre imamın tazirdeki celd ve darb
cezasını on kırbacın veya sopanın üstüne çıkartması
doğru değildir.
3- Hapis: Şer'i hapis, kişinin, evinde,
bir bölgede, mescitte, cezalandırmak amacıyla hazırlanmış
bir hapishanede veya bir başka yerde kendisi hakkındaki
tasarruflardan engellemesi alıkonulmasıdır. Hapsin şeran
belirlenmiş cezalardan olduğunun delili Behz b. Hakim'in
babasından onun da dedesinden rivayet ettiği şu hadistir:
"Nebi (sav) töhmetten dolayı bir adamı
hapsetti sonra da onu serbest bıraktı."
*
Ebu Hüreyre'den: "Nebi (sav), bir
töhmetten dolayı bir gün bir gece hapsetti." Nebi (sav)
zamanında hapis evde veya mescitte oluyordu. Ebu Bekir (ra) döneminde de böyleydi. Davalar için hazırlanmış bir
hapishane yoktu. Ömer b. el-Hattab halife olunca Safvan b.
Ümeyye'den 4000 dirheme bir ev satın aldı ve orayı hapishane
yaptı. Ömer, Hatie'yi yaptığı hicivden dolayı, Zariyat, Mürselat
ve Naziat sureleri hakkındaki sorusundan ve bunlar hakkında şüphe
uyandırdığından dolayı da Subeyğa'yı hapsetti. Osman b.
Affan, beni Temim hırsızlarından ve suikastçilerinden Dabi
b. el-Haris'i ölünceye kadar hapsettiği rivayet edilir. Ali
b. Ebu Talib'in kamıştan bir hapishane yaptırdığı ve ona
"Nafia" ismini verdiği, hırsızların orada tünel
açmaları üzerine kerpiçten yeni bir hapishane yaptırdığı
ve onu "mahis" şeklinde isimlendirdiği
rivayet edilir.
Hapis cezası, celd ve kesmek gibi bir ceza
çeşididir. Ancak hapis cezasının hapishanedekilere elem
verici nitelikte, caydırıcı özellikte olması gereklidir. Bu
nedenledir ki hapishanelerin terbiye, eğitim okulları haline
getirmeliyiz sözü yanlış bir sözdür. Okul ile hapishane
birbirlerinden farklı şeylerdir. Okul, terbiye ve eğitim için
vardır. Hapishane ise suçluları cezalandırmak için vardır.
Öyleyse caydırıcı bir ceza özelliğinde olmalıdır.
Yapısı, odaları ve koridorları, okulların, evlerin ve
benzeri yerlerin odalarından ve koridorlarından farklı
olmalıdır. Kişide üzüntü ve huzursuzluk duygularını
uyandıracak bir şekilde yapılmalıdır. Odaları, gece ve gündüz
aydınlatılmayı gerektirecek şekilde loş bir aydınlatma ile
aydınlatılmalı, içeriye yatak veya benzeri herhangi bir
mobilya konulmasına izin verilmemelidir. Yataklar, sert
liflerden veya benzeri bir şeyden yorganlar da çuval bezi,
telis veya çaputlardan yapılmalıdır. Yemekler sert olmalı
ve çok olmamalıdır. Fakat gıdasını almasına yetecek,
hayatta kalmasını ve sağlıklı olarak yaşamasını
sağlayacak nitelikte olmalıdır. Yakınlarının veya
komşularının yanına girmelerine ve yanında çok kalmalarına
imkan tanınmamalıdır. Mahkumun durumu hanımının yanında
gecelemesini gerektiriyorsa, hapishanedeki davranışları ve
ahlaki yapısı iyi ise ve hapishane müdürü de uygun
görüyorsa, hanımının yanında gecelemesine izin verebilir.
Müdür tarafından belirlenen bir ihtiyacın karşılanması
dışında dışarı çıkmasına kesinlikle izin verilemez.
Hakimin kararı olmadıkça dövülemez, bağlanamaz, zincire
vurulamaz ve aşağılanamaz. Hapishanede kargaşa çıkardığı
zaman tek başına dar bir odaya (hücreye) konulur, üzerine
kapı kilitlenir ve gerektiği kadar orada bırakılır.
Kapıdaki küçük bir kapıdan yemek ve su verilir. Ancak
tutuklu, hapishane müdürünün ve gardiyanın görüşüyle
hücreye kapatılmaz. Hakimin karar vermesi gereklidir. Çünkü
hücreye kapatmak hakkında verilen mahkumiyet kararına ilave
bir cezadır. Dolayısıyla da hakimin kararını gerektirir. İçerisinde
bulunulan hal hapis cezasının daha da zorlaştırılmasını
veya hafifletilmesini gerektiriyorsa durum hakime
bildirilmelidir. Bu konuda uygun gördüğü kararı verecek
olan odur. Suçlu, ancak yaşadığı beldede, şehirde
hapsedilebilir. Yaşadığı şehrin dışında bir başka yerde
hapsedilmesi sürgün anlamına gelir ki bu, hapis kararı
dışında hakim tarafından verilecek ilave bir kararı
gerektirir. Çünkü bu, ikinci bir karardır.
Hapishaneler, işlenen suçların türüne
göre hazırlanır. Hapishanenin türü ise; hakimin kararı ile
tespit edilir. Siyasi suçlular veya adi suçlular şeklinde bir
ayırım yapılamayacağı gibi; gazeteciler veya avukatlar
şeklinde bir ayırım da yapılamaz. Bilakis çirkin olan her
fiil suç sayılır. Suçun büyüklüğü ve küçüklüğü
imamın takdirine bırakılmıştır. Çünkü takdir yetkisi
ondadır. Kim, bir şahsı karalar veya zemmederse gazeteci olup
olmamasına bakılmaksızın gerektiği şekilde
cezalandırılır. Hak olmayan bir işte kim yönetimi eleştirirse
siyasi birisi olup olmadığına bakılmaksızın
cezalandırılır. Ancak verilecek olan cezanın takdirinde
hakimin şahıslar arasında farklı takdirde bulunması yani
her ikisi hakkında sahip olduğu bilgilere göre; birisinin
gerçekten suçlu kimselerden olduğunu, diğerinin ise
şeytanın tuzağına düşürdüğü takvalı kimselerden
olduğunu bilmesine istinaden aynı suçtan dolayı birine bir
yıl hapis verirken bir diğerine bir hafta hapis cezası
vermesi veya birini çok çetin ve zor bir hapishaneye diğerini
ise daha hafif bir hapishaneye koyması caizdir.
Hapishanede bulunanlar ya tutukludurlar ya da
mahkumdurlar. Şayet mahkum ise bunların cezalarını
çekmeleri gerekir. Tutuklu iseler en hafif hapishaneye
konulmaları gereklidir. Çünkü bunlar, töhmet altında
bulunan kimselerdir ve suçlu oldukları henüz kesinleşmemiştir.
Tutukluluk sürelerinin ise mümkün olduğu kadar kısa
tutulması gereklidir. Tutukluluk halinin devam etmesi
gerekiyorsa hakimin kanaat getireceği bir nedene istinaden
hakim tarafından karar verilmelidir. Eğer böyle bir karar
yoksa veya çıkartılmamışsa serbest bırakılması için
herhangi bir emre gerek görülmeden tutukluluk sürelerinin
sonunda hemen serbest bırakılmalıdırlar. Hakim, bir başka göreve
atanır veya azledilirse, giden veya azledilen hakimin yerine
atanan hakim, tutukluların durumunu inceleyerek yeni görevine
başlamalıdır. Suçu sabit olanlar hakkında hemen hüküm
vermeli, sabit olmayanları yani suçsuzluğu sabit olanları
hemen serbest bırakmalıdır. Hakimin kararı olmadıkça da
hiçbir kimse hapsedilemez ve tutuklanamaz.
Hapis cezası hakkında, celd cezasında
olduğu gibi şeriat tarafından belirlenmiş ve aşılması
caiz olmayan bir sınır yoktur. Zira muayyen bir sınırı veya
süreyi belirten şer'i bir nass bulunmamaktadır ve hapis
cezasının takdiri doğrudan doğruya halifenin takdirine
bırakılmıştır. Cezaların caydırıcı olması
gerektiğinden işlenen suçtan dolayı verilecek olan hapis
cezasının hem suçluyu hem de diğer insanları caydırıcı
nitelikte olması gereklidir. Kimin hakkında tazir cezası
varsa, suçluyu caydıracak nitelikte bir ceza verilmelidir.
Dolayısıyla hapis cezasında kesinlikle bir üst sınır
yoktur. Rivayet olunduğuna göre Nebi (sav), hapis cezası ile hükmetmiştir.
Muayyen bir süreye bağlı kaldığı veya süre tayin ettiği
rivayet edilmemiştir. Geriye hapis cezası hakkında verilecek
olan hükmün mutlaklığı kalmaktadır. Ancak bazı fakihlerin
tağribe kıyas yaparak hapis cezasındaki en üst sınırın
bir yıl olduğu ve bir yılı aşmaması gerektiği şeklindeki
sözleri yanlış bir sözdür. Her ikisine ait vakıanın
farklı olması nedeniyle hapis, sürgüne kıyas edilemez.
Kıyas yapmaya elverişli olacak şekilde ikisini bir araya
getirebilecek illet de yoktur. Hapsin tarifinin sürgünün
tarifine uygun olduğu da söylenemez. Çünkü hapis,
engellemek ve kendisi hakkındaki tasarruflarından
alıkoymaktır. Sürgünde de aynı durum söz korusudur. Yani
kişinin sınırlı bir mekanda kişisel tasarruflarda
bulunmaktan alıkonularak yalnız bir birey haline
getirilmesidir. Bu şekilde bir itiraz veya iddia doğru
değildir. Zira sürgün kişinin kendisi hakkındaki
tasarruflarından engellenmesi demek değildir. Sürgün, belli
bir mekanın dışında kendisi hakkındaki tasarruflardan
engellenmesidir. Sürgüne gönderilen kişi muayyen bir mekanda
değil muayyen bir beldede veya vilayette yaşamak
mecburiyetinde bırakılmasıdır. Bu durum, hapsin tersine bir
durumdur. Üstelik sürgünün bir ikinci noktadan da hapisten
artısı vardır. Zira sürgün kişinin vatanından veya
yaşadığı yerden bir başka yere gönderilmesidir. Bu işlem
uzaklaştırma işlemi olup hapsin tarifine uymaz. Bu nedenle de
hapis cezası bir yıl ile sınırlandırılamaz. Bilakis
halife; hem suçluyu hem de başkalarını caydırıcı olacak
nitelikte uygun gördüğü hapis cezasını verebilir. Aynı
şekilde kâdının (hakimin) de suçlu için caydırıcı
olacağı kanaatına binaen halife tarafından belirlenen ceza
ile hükmetmesi caizdir.
Ancak varlıklı borçlunun, zengin
borçlunun; cezalandırıldığı malın büyüklüğüne göre
bir maldan dolayı yarım ay, çok maldan dolayı da iki veya dört
ay hapis cezası ile cezalandırılacağı şeklindeki
rivayetler veya sözler kesin bir takdir, ölçü değildir.
Çünkü bunlar, muayyen şahıslar hakkında ve durumlarda gerçekleşmiş
hususlardır. Bir kural olarak ele alınması ve bir başka
olaya uygulanması doğru değildir. Bu açıklamalara binaen
hakkında hapisle hükmedilecek husus için en yüksek sürenin
takdiri mutlak bir iştir. Tazir hususunda muayyen bir süre
belirlemeyi benimsemesi durumunda halifenin muayyen suçlar
için en üst ve en alt sınırı tespit etmesi veya yalnızca
en uzun süreyi belirlemesi caizdir. Eğer böyle bir şey
benimsememişse iş hakime bırakılmış demektir. Hüküm ile
uyumlu olduğunda muayyen bir süreyi belirler.
Halifenin, her bir suç için hapis süresini
belirlemesi gerekmez. Çünkü bu işlem bir nevi benimseme,
kanunlaştırma anlamına gelir. Kanunlaştırma ise halife
hakkında vacip değil caiz olan bir işlemdir. Fakat kâdı
(hakim), belli bir kişi hakkında hapisle hükmettiği zaman hüküm
süresini tek süre ile, meçhul olmaktan uzak, tereddüde yer bırakmayacak
şekilde kesin, açık ve net olarak belirlemelidir. Bir yıl,
bir ay, Ramazan ayının sonuna, Kurban bayramına kadar gibi
belli süre tahdidinde bulunmalıdır. Hapisle cezalandırılan
suçlu hakkında bu sürenin tahdit edilmesi vaciptir. Ta ki
hakimin suçluya verdiği ceza bilinmeyen değil bilinen bir
ceza olsun. Çünkü bu, şeriatta bağlayıcılığı olan
işlerde ve sözleşmelerde bilinen sabit işin
şartlarındandır. Alışveriş ve icara gibi
bağlayıcılığı olan sözleşmelerin açıkça bilinmesi
şarttır. Yine namaz ve adak gibi bağlayıcılığı olan
işlerin de açıkça bilinmesi şarttır. Kâdı tarafından
verilen bir ceza, iş kapsamına giren hususlardandır,
dolayısıyla da net olarak bilinmesi gereklidir. Hapis cezası
kâdının (hakimin) verdiği bir hüküm olduğuna göre
hakimin verdiği bu hükmün bilinen bir hüküm olması da kaçınılmazdır.
Verilen ceza meçhul olduğu zaman malum sayılmaz. Bu nedenle
de hapis cezası verildiği zaman, hüküm, ister suç hakkında
verilsin isterse töhmetten dolayı verilsin ceza süresinin
muayyen bir süre ile tahdit edilmesi lazımdır.
Buna göre; deliller bulununcaya kadar
töhmet suçlaması nedeniyle bir kişinin hapiste tutulması
caiz değildir. Çünkü süre bilinmemektedir. Beyyinelerin
toplanması için tutukluluk süresinin tahdit edilmesi
gereklidir. Bu süre, net olarak biliniyorsa, muhtemel veya
hayali değilse beyyinelere ulaşabilmek için gerekli olan
süreye göre tutukluluk süresi belirlenir. Şahidimi veya
şahitlerimi şu yerden veya falan yerden getireyim, derse
ihtiyaç duyulan süre belirlenir ve buna göre hapis hususunda
süre belirlenir. Ancak beyyinelerin İslam Devleti sınırları
dışında olmaması gereklidir. Çünkü İslam Devleti
dışında bulunan beyyinelere ulaşılması kesin değildir,
dolayısıyla bu durumda hakime müracaat edilir. Eğer hakim,
beyyinelerin getirilme imkanının var olduğu yönünde bir
kanaate sahip olursa, uygun gördüğü bir süreyi tespit eder.
Fakat şüpheli olduğuna kanaat getirirse, normal olarak
beyyinelerin getirilebileceği mümkün olan en kısa süreyi
tespit eder.
Aynı şekilde herhangi bir kimsenin tevbe
edinceye veya ölünceye kadar hapis cezası ile
cezalandırılması caiz değildir. Çünkü bu, ne zaman tevbe
edeceği veya öleceği bilinmediğinden meçhul ile cezalandırmak
ve hüküm vermek demektir. Ölümle sınırlandırmak, meçhulle
değil bilinenle sınırlandırmak demektir. Çünkü ölüm
gerçekleşmesi kesin olan bir husustur ki bu da bilinenle
sınırlandırmak demektir. Böyle söylenemez, çünkü bu
hükme göre suçlunun hapishanede geçireceği süre
bilinmemektedir. Verilen hüküm ölüm hükmü değildir, hüküm
hayatının sona ermesi yani ölmesi hükmüdür. Bu durumda ise
hem süre hem de verdiği hüküm malum değildir. "Ölünceye
kadar onları evlerinde tutunuz"
* ayetinde Allah (cc),
hapsi ölümle sınırlandırmıştır şeklinde bir itiraz da
ile sürülemez. Çünkü bu ayet: "Zina eden kadın ve
erkeğe vurun"
* ayeti ile nesh edilmiştir. Bu nedenle
de delil olmaya elverişli değildir. Üstelik kocanın,
karısını evden dışarı çıkarmama hakkı vardır. Bu
nedenle de hapis sayılmaz. Eğer hapis sayılsaydı elbette ki
bununla da cezalandırılırdı. Çünkü insanlara ceza vermek,
yalnızca hakime ait bir haktır ve bir başkasının
cezalandırması caiz değildir. Allah (cc) kocayı karısını
terbiye etmekle görevlendirdiğinde terbiye türlerini de
belirlemiştir. Bunlar; öğüt vermek, yatağı ayırmak ve
acıtmayacak şekilde dövmektir.
"Kadınlara öğüt verin, yataklarında
onları yalnız bırakın, nihayet dövün."
*
Hapis cezası ise bunlar arasında yer
almamaktadır. Öyleyse onun hapsedilmesi caiz değildir.
Üstelik ayet, ölünceye kadar hapis cezası verilmesine de
delalet etmemektedir. Nebi (sav)'den rivayet edilen: "Öldüreni
öldürün, sabredeni sabrettirin" hadisinin anlamı
şudur: Kim öldürürse öldürülür, kim de bir şahsı
öldürmek maksadıyla hapseder ve bu suretle de onu
öldürürse öldürdüğü şekilde öldürülür. Yani onun
hapsedilmesi ölmesini gerçekleştirecek şekilde ölmesi için
hapsetmektir. Ölünceye kadar hapsedilmesi demek değildir. Bu,
öldüren kimse öldürülür türünden bir cezadır, tazir
değil cinayettir. Dolayısıyla da ölünceye kadar hapsetmeye
cevaz verecek bir delalete sahip değildir. Bu nedenledir ki
şeriata göre, müebbet hapis cezası vermek caiz değildir.
Muayyen bir şahıs hakkında verilen hapis cezası süresinin sınırlandırılması
lazımdır.
Hapis, çalıştırmak değil tutuklamaktır.
Çalıştırmak ise hapisten farklı bir şeydir. Bu nedenle bir
şahıs hakkında hapis hükmü verildiğinde onun çalıştırılması
caiz değildir. Çünkü "hapis" kelimesi, "çalışma"
anlamını kapsamamaktadır. Ancak hapis cezası ile birlikte
çalışma cezasının da verilmesi veya yalnızca hapis hükmü
ile yetinilmesi caiz midir? El-cevap; Ne zor işlerde ne de
kolay işlerde çalıştırmayı ceza türlerinden olduğunu gösteren
bir nass gelmemiştir. Fakat fakihler, varlıklı borçlu hakkında
hapisle hüküm verildiği zaman borcunu ödemesi için ücretle
birtakım işlerde çalıştırılmasından bahsediyorlarsa da
bu söz, şer'i bir hüküm değil akli bir sözdür. Dolayısıyla
da hiçbir değeri yoktur. Hakimin hükmettiği cezalar,
şeriatın getirdikleri ile mukayyet olması gerektiğinden
ağır işlerde çalıştırma cezası kabul edilmez ve bununla
da cezalandıramaz. Ceza, tutuklama anlamındaki hapis ile
sınırlı olmalıdır.
4- SÜRGÜN: Sürgün, tağrib veya
uzaklaştırmak demektir. Sürgün cezası Kur'an'da da yer
almaktadır.
"Veya sürgün edilmeleri"
*
Sürgün hadislerde de yer almaktadır: Ahmet
Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor:
"Nebi (sav) zina eden bekar bir erkeğe
hadd ile birlikte bır yıl sürgün cezası verdi."
*
Buhari İbni Abbas'tan (r. anhüm) rivayet
ediyor: Dedi ki:
"Nebi (sav), erkeklerden kadınlara
benzemeye çalışanlara, kadınlardan da erkeklere benzeyenlere
lanet etti. Onları sürünüz dedi ve falan kişi sürüldü.
Ömer'de falanı sürdü."
*
Bu deliller, sürgünün, şeriat tarafından
tespit edilmiş cezalardan olduğunu gösterdiği gibi bunun
tazir kapsamına giren cezalardan olduğunu da isbat etmektedir.
Sahabeler bu şekilde hareket etmişler ve Ömer (ra) Sabiğa'yı
sopa vurulduktan sonra bir yıl Basra'ya sürgüne göndermiştir.
Yine Ömer, kadınları fitneye düşürmesinden korktuğu içih
Nasr b. Haccac'ı, Osman da Ebu Zerr el-Ğıfariyi sürgüne
göndermiştir. Sürgün kişinin bir yerde yerleşmek
maksadıyla değil yaşadığı yerden uzaklaşması amacıyla
verilir. Bu nedenle de sürenin uzaması doğru değildir.
Bununla beraber sürgün cezasının üst sınırını gösteren
bir nass da yoktur. Ancak şeriat, zina eden bekara sürgün
cezası verdiğinde bunu bir yıl ile tespit etmiştir. Her ne
kadar sürgüne gönderme bağlayıcılığı olan bir hadd
cezası değil ise de imamın, kırbaç cezasının yanında sürgün
cezasını ilave etme hakkı vardır. Ancak şeriat, bunun
sınırını en çok bir yıl olarak tespit etmiştir. Bu, her
ne kadar sürgünün en üst sınırının tahdidine delalet
etmese de buna göre hareket etmek sünnettir. Suçlunun kalacağı
sürenin yerleşme sayılmaması şartıyla bunun aşılmasında
bir engel yoktur. Zira yerleşme durumu söz konusu olursa
sürgünün anlamı kalmaz.
Sürgün, ancak İslâm Devleti’nin sınırları
içerisinde olur, sınırları dışına taşması doğru
değildir. Çünkü bu, suçlunun İslam diyardından küfür
diyarına çıkartılması demektir. Bu nedenle devletin sürgüne
uygun belli mekanlar tespit etmesi iyi olur. Dediler ki: Ebu’z
Zenat, Habeş topraklarında Yemenin Tihame bölgesinin alt
taraflarında bulunan bir sürgün yeri idi. Sürgün bir cezadır,
uygun olan da onun caydırıcılık özelliğini gerçekleştirecek
elem verici bir ceza niteliğinde olmasıdır. Hasen ve Zühri,
yol kesenlerin sürgün edilmelerinde şehirlerden ve yerleşim
yerlerinden uzak bölgelere konulmalarının dikkate
alındığını, sığınabilecekleri bir yerde
bırakılmadıklarını rivayet etmektedirler. Yani bir yerde
yerleşmelerine imkan vermeyecek ölçüde bir yerden bir başka
yere nakledilirler. Ancak bu durum onları adeta bir yolcu
haline getirir. Dolayısıyla sürgün için en uygun olan,
sürgünden caydırıcılığın çıkmasını sağlayacak bir
şekilde sıkıntı duyacakları bir yere sürülmeleridir.
5- Konuşmamak: Konuşmama cezası,
hakimin emri ile insanların belli bir şahısla muayyen bir süre
konuşmamalarıdır. Bunun delili Rasulullah (sav)'in Müslümanların
konuşmalarını yasakladığı üç kişi hakkında gerçekleşen
olaydır. Bu, onlar için bir ceza idi. Aynı tür bir cezayı
Ömer de uygulamıştır. Sabiğa'yı celd ve sürgün ile
cezalandırdığında insanların onunla konuşmalarını da
yasaklamıştır. Ancak bu ceza caydırıcı olduğu takdirde
kullanılır. Yani insanlar buna hassasiyet gösterdiklerinde,
suçlu ile konuşmamalarının anlamını takdir ettiklerinde geçerli
olur. Fakat insanların buna gösterdikleri özen zayıf olursa,
bu ceza onlara elem vermeyeceği için kullanılmaz.
6- Çarmıha Germek: Bu ceza suçlunun
öldürülmüş olması durumunda verilir ve hakimin aynı anda
çarmıha germe cezası vermesi caizdir. Bu husus şu ayete göredir:
"Öldürülmeleri veya çarmıha
gerilmeleri."
*
Ayette yer alan
yani "veya" kelimesi burada "ve" bağlacı
anlamında kullanılmıştır. Yani aynı anda hem
öldürülmeleri hem de sürgüne gönderilmeleri veya yalnızca
öldürülmeleri. Fakat yalnızca çarmıha germe cezasının
verilmesi doğru değildir. Zira bu bir nevi işkencedir. Nebi (sav)
ise hayvanlara bile işkence yapılmasını
yasaklamıştır. Hayvanlara işkence yapmak yasak olduğuna göre
bu yasak insanlar için elbetteki öncelikle geçerlidir. Nebi (sav)'in canlı olarak çarmıha gerdiğini söyleyenler bunun
senedini göstermemişlerdir. Çarmıha germe ayeti bu cezanın
suçlunun öldürülmesinden sonra olacağını göstermektedir.
Çünkü hüküm çarmıha germenin öldürme ile birlikte olduğunu
veya yalnızca öldürme cezasının uygulanacağını göstermektedir.
Yol kesenlere verilecek olan cezada çarmıha germenin yalnız
olarak uygulanacağını hiçbir kimse söylememiştir. Bu
nedenledir ki çarmıha germe canlılara uygulanacak bir ceza
değildir. Çarmıha germek ancak hakkında ölüm cezası
verilen kimse için öldürme cezası ile birlikte uygulanır.
7- Para Cezası: Para cezası suçlunun işlediği
suça karşılık belli bir miktar para ödemeye mahkum
edilmesidir. Para cezası sünnetle sabittir. Nesei Amr b.
Şuaybın babasından onun da dedesinden rivayet ettiği hadiste
şöyle demektedir: Dedi ki: “Ey Allah Rasülü dalında
asılı bulunan meyve ceplere doldurulursa ne olur? Dedi ki: Kim
eteğine almaksızın sadece yer ise bir şey gerekmez. Kim de
beraberinde bir şey alırsa aldığını iki misli ödemesi hem
de sopa cezası gerekir." Nesei bir başka hadiste
şunu ilave temektedir: "Bedeli kalkan değerine
ulaşmamışsa iki misli para cezası ile sopa cezası vardır."
Yine Nebi (sav)'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Kaybolan
şeyi saklayan kimsenin cezası, kaybolan şeyin kendisi ile
misli kadar para cezası ödemesidir." Zekatını
vermek istemeyen kimsenin malının yarısının alınması da
tazir sayılır. Ancak bunun için muayyen bir sınır tespit
edilmemiştir, dolayısıyla bu miktarın halife tarafından
belirlenmesi gerekmektedir. Halife tarafından muayyen bir
tespitte bulunulmaması halinde de hakimin takdirine
bırakılmıştır. Suçlu olan kimse para cezasını ödemekten
aciz ise para cezası kadar hapis cezasına mı çarptırılır
yoksa affedilir mi? Bu soruya şöyle cevap verilir. Muayyen bir
cezaya mahkum edilmiş ise bir başka ceza ile
cezalandırılması doğru olmaz. Çünkü hakimin hükmü
söylendiği gibi uygulanmalıdır. Bu nedenle de para cezasına
karşılık olarak hapsedilemez ve affedilemez. Çünkü af,
hakimin verdiği hükmün ilga edilmesi demektir. Hakim bir
şeyle hükmettiğinde ise verdiği hükmün ilgası doğru
olmaz. Böyle durumlarda, yani suçlunun para cezasını
ödeyememesi durumunda uygun olan çözüm, eğer varsa görünen
malından alınmasıdır, eğer görünürde bir malı yoksa
devlet tarafından tahsil edilebilecek malı birikinceye kadar
beklemektir.
8- Malı Telef Etmek: Bu ceza, Rasulullah
(sav)'in Kâbede asılı bulunan putların kırılmasını ve
tamamen yok edilmesini emretmesi olayında olduğu gibi bir daha
kullanılmayacak bir şekilde malın yok edilmesidir. Yine içkiyi
haram kılan ayet indiğinde müslümanlar, evlerinde bulunan
içki küplerindeki şarapları döktüler ve küplerini de kırdılar.
Rivayet edildiğine göre Nebi (sav), içkilerin dökülmesini,
küplerin ve diğer içki kaplarının da kırılmasını
emretmiş, sahabeler de böyle yapmışlardır. Yine rivayet
edildiğine göre Ömer, içine su katılmış sütleri
döktürmüştür.
Malın Aynında Değişiklik Yapmak: Bu
ceza, malın şeklinin ve niteliklerinin değiştirilmesi
demektir. Nebi (sav)'den şu hadis rivayet edilmektedir: "Nebi
(sav), dirhem ve dinar gibi müslümanlar arasında kullanılan
paraların kırılmasını gerektirecek bir durum olmadıkça kırılmasını
yasakladı. Kırılmasını gerektirecek bir durum olduğunda
ise kırılırdı." Yani Rasulullah (sav), tağşiş*
olmadıkça altın ve gümüş paraların kırılmasını
yasaklamıştır. Şayet tağşiş varsa ceza olarak para
kırılır ve parçalanır, tağşiş yapana da ayrıca ceza
verilir. Rasulullah (sav) heykelin kafasını kırdı ve onu adeta
bir ağaç haline getirdi. Bu türden işlemleri yapanlar hakim
tarafından uygun görülecek bir ceza ile cezalandırılmalarının
yanında, imal edilen malda haramlılık özelliği taşıyan
bir durumun olması durumunda da haramlılık özelliğini
giderecek şekilde mal üzerinde de değişiklik yapılır.
10- Hizaya Getirme Tehdidi: Bu ceza, suçlunun
şöyle yaparsan cezalandırılırsın şeklinde tehdit
edilmesidir. Bunun delili Nebi (sav)'den rivayet edilen şu
hadistir: "Halkının göreceği şekilde kamçısını
asılı tutan emirlere Allah rahmet etsin."
11- Öğüt Vermek: Kâdı, suçluyu
Allah'ın azabı ile korkutarak öğüt verir. Bunun delili
Allahu Teâla’nın şu sözüdür.
"Serkeşlik etmesinden korktuğunuz
kadınlara öğüt verin"
*
12- Mahrum Etmek: Suçlunun sahip olduğu
birtakım mali haklardan mahrum bırakılmasıdır. İtaatsizlik
eden kadının nafakadan, öldürülenin varislerine bıraktığı
mallardan ve payı bulunan kamu mülkiyetine ait mallardan
mahrum bırakılması gibi.
13- Azarlama: Bu ceza, sözle hakarete uğratılmasıdır.
Azarlama sünnetle sabittir. Rivayet edildiğine göre Ebu Zerr
bir adama sövdü ve onu annesi ile ayıpladı. Olay, Rasulullah
(sav)'e ulaşınca şöyle dedi:
"Ey Eba Zerr! Onu annesi ile mi ayıpladın?!
Şüphesiz ki sende cahiliyeden kalma işler var.”
*
Yine rivayet edildiğine göre köle,
Abdurrahman b. Avf ile çekişti. Nebi (sav)'e gidince Abdurrahman
b. Avf kızdı ve ona: “Kara kadının çocuğu diyerek sövdü.”
Bu sözü duyan Nebi (sav) çok kızdı ve ellerini kaldırarak şöyle
dedi: “Haklı olması dışında beyazın çocuğunun
siyahın çocuğuna üstünlüğü yoktur.” Bu olaydan
dolayı Abdurrahman b. Avf çok mahcup oldu ve daha da itaatkar
hale geldi. Yanağını toprağa koyarak köleye: “Razı
oluncaya kadar ayağınla bas” dedi. Rivayet edildiğine göre
Nebi (sav), kendisi gelmeden önce suyundan içilmesini yasakladığı
kuyudan su içerek yasaklama emrine muhalefet eden iki adama ağır
sözler söylemiştir. Bu olayların tamamı, azarlamanın ve
hakaret ifade eden ağır sözler söylemenin tazir cezalarından
olduğunu göstermektedir. Sahabeler (Allah onlardan razı
olsun) de aynı şekilde hareket etmişlerdir. Rivayet
edildiğine göre Ömer, ey Ahmak, diyerek Ubade b. es-Samit'i
azarlamıştır. Buna göre kâdının (hakimin) suçluyu
azarlaması caizdir. Hakimin normal şartlarda suçluya
sövmesi, hakaret etmesi söz konusu olamaz. Ancak ceza olarak
suçluyu azarlayabilir, hakaret edebilir. Azarlama cezası için
belirli sözler yoktur. Azarlama anlamına gelebilecek her
lafzın, kâdı veya yönetici tarafından kullanılması
caizdir. Ancak kullanılan lafızlar iftira anlamı içeriyorsa
kullanılamazlar. Çünkü bu konuda hem hakimi hem de başkalarını
kuşatan yasaklayıcı nasslar vardır.
14- Teşhir Cezası: Teşhir, caninin
işlediği suçun insanlara duyurularak ondan sakınmaları
hususunda uyarılmaları ve yaptığı rezilliklerin herkese
duyurulmasıdır. Teşhir cezasının aslı şu ayete
dayanmaktadır:
"Müminlerden bir grup şahit
olsunlar."
*
Bundan kasıt, her iki ceza ile teşhir
edilmesidir. Zina eden bekara, hem sopa vurulması hem de bu
cezanın insanlar önünde uygulanarak azarlanması, küçümsenmesi
ve rezilliklerinin ortaya dökülmesidir. Sünnette teşhir
cezasına delalet edecek uygulamalar bulunmaktadır.
Buhari, Ebu Humeyd es-Saidi'den şu hadisi
rivayet etmektedir:
"Nebi (sav) Esed oğullarından İbnü’l
Lütbiyye isimli birisini zekât toplama işi ile görevlendirdi.
Adam görevden döndüğünde Allah Rasülüne: Bu sizin bu da
bana hediye edilendir, dedi. Bunun üzerine Allah Rasülü (sav)
(öfkeyle) minbere çıkarak şunları söyledi: Bundan
sonra; Ben sizden birisini, Allah’ın bana tevdi ettiği bir
işte görevlendiririm, sonra o gelip bana: Bu size aittir, şu
da bana hediye edilendir! Der. Bu adam babasının veya
anasının evinde otursaydı da eğer doğru sözlüyse hediyesi
ayağına gelseydi ya! Vallahi sizden kim haksız bir şey
alırsa mutlaka onu boynunda taşır bir vaziyette Kıyamet günü
Allah’la karşılaşacaktır. Eğer haksız yere aldığı bu
şey deve ise böğürecek, sığırsa möleyecek, koyunsa
meleyecektir. Sonra Allah Rasülü ellerini havaya kaldırdı,
o kadar ki koltuk altlarındaki beyazlık göründü. Allah’ım
tebliğ ettim mi? dedi ve bu sözünü üç kere tekrarladı."
*
Bu hadisin istidlal yönüne göre Rasulullah
(sav) bizlere şu hususu bildirmektedir: Vali veya amil olarak görevlendirilip
de kim kamu mallarından alırsa veya hediye kabul ederse; deve
almışsa böğüren bir deve, inek almışsa möleyen bir inek
ve koyun almışsa meleyen bir koyun gibi rüşvet olarak
aldığını sırtında taşımak ve rezilliklerini gözler
önüne sermek suretiyle kıyamet günü Allah (cc) onu cezalandırır.
Bu hadis, valilerin skandallarının rezilliklerinin
herkesin gözleri önüne serilerek teşhir edileceğini göstermektedir.
Teşhir, Allah'ın cezalandırdığı azaplardandır. Ancak
ateşle cezalandırma olayında olduğu gibi bu ceza türünün
yalnızca Allah'a ait olduğunu belirten bir nass gelmemiştir.
Dolayısıyla bu hadis aynı zamanda hakimin suçluyu teşhir
ile cezalandırmasının caiz olduğunu göstermektedir.
Sahabeler de aynı şekilde hareket ederek teşhir ile
cezalandırmışlardır. Ömer'in yalancı şahitlik eden
birisini beraberinde dolaştırarak teşhir ettiği ve meşhur
hakimlerin teşhir cezası ile hükmettikleri rivayet
edilmektedir. Hem Ömer hem de Ali (r. anhüma) zamanında kâdılık
yapmış olan ve kâdıların en meşhurlarından sayılan Kâdı
Şüreyh teşhir ile hükmetmiştir.
Şeriatta var olan delillere göre belirlenen
tazir cezaları bunlardan ibaret olup hakimin bu ceza türlerinden
birisi ile cezalandırması caizdir. Bunların dışında kalan
bir başka tür ceza çeşidi ile hükmetmesi caiz değildir.
Yukarıda saydığımız ceza türlerini yasaklayan bir nass da
yoktur. Ceza bir fiil olup caiz olduğunu gösteren delile
gereksinim vardır. Muayyen bir ceza ile cezalandırılmayı men
eden bir delilin bulunması gerekir şeklinde bir itiraz ise geçerli
değildir. Çünkü asıl olan ceza vermemektir. Muayyen bir
ceza ile cezalandırabilmek için delile ihtiyaç vardır.
Cezalandırmanın asıl olması, genel delilin insanın
saygınlığı, suçsuzluğu üzerine kurulmuş olmasından ve
eziyete uğratılmaması gerektiğinden kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla insana herhangi bir ceza verirken verilen cezanın
caizliğini gösteren bir delil bulunmalıdır. Aynısı ile
cezalandırılabileceğine dair bir delil olmadığında ise
ceza vermek caiz değildir.
Tazir, herhangi bir şeyle kayıtlı
olmaksızın mutlak olarak hakimin yetkisine bırakılmıştır,
uygun gördüğü herhangi bir ceza ile cezalandırılabilir
şeklinde bir itiraz ileri sürülemez. Çünkü hakime verilen
yetki ceza miktarının takdiri ile sınırlıdır, bunun
dışında bir başka yetkisi yoktur. Şeriat cezalar konusuna müdahalede
bulunarak cezalandırmada kullanılacak olan türleri belirlemiştir
ve kâdı da bu ceza türlerine bağlı kalmak zorundadır. Yani
şeriat, ceza türlerini belirlemiş kâdıyı da bununla
kayıtlı kılmıştır. Bir başka ceza türü ile cezalandırması
doğru olmaz. Şeriat tarafından belirlenen cezalar içinden
caydırıcı bulduğu birisini seçme hakkı vardır. Bu nedenle
hakimin tazir cezası verirken, şer'i hükümler tarafından
tayin edilen cezalardan birisi ile cezalandırması bunların
dışına çıkmaması gerekir. Örneğin; hakimin, müsadere
cezası verme yetkisi yoktur. Çünkü bunun caiz olduğunu gösteren
şer'i nass yoktur. Müsadere, para cezası cinsinde olmasından
dolayı para cezasına benzemektedir şeklinde bir itiraz da
ileri sürülemez. Böyle söylenemez, çünkü müsadere, para
cezasından farklı bir şeydir. Zira "ğarame" yani
para cezası suçlunun malından bir miktar ödemede bulunması
demektir. Müsadere ise suç sebebi ile malın aynını yani
bizzat kendisinin alınması ve el konulması demektir. Üstelik
şer'i nassın, mali cezalara işaret edici bir nitelikte
olmadığından bu cezanın şer'i nass kapsamında yer alan
para cezalarından sayıldığı da söylenemez. Nass, ancak
ğarameye, mal üzerinde değişiklik yapılmasına ve malın
telef edilmesine işaret etmektedir. Müsadereye delalet etmediğinden
nassın belirlediği sınırda durmak lazımdır. Kıyasa uygun
bir illetin bulunmaması nedeniyle aralarında kıyas da
yapılamaz. Çünkü müsadere, mülk sahibinden sahip olduğu
malın zorla alınması ve şer'an belirlenmiş mülk edinme
sebeplerinden birisi olmadan devletin malı mülk edinmesidir ki
bu caiz değildir.
|