Halifenin Ordunun Komutasını Üstlenmesinin
Manası |
|
Hilâfet, İslâm şeriatının hükümlerinin uygulanması ve İslâm
Davetinin aleme/tüm dünyaya taşınması için bütün müslümanlara
ait genel başkanlıktır. Şeriatın hükümlerinin uygulanması
ve tüm dünyaya davetin taşınması, Hilâfet makamının uğruna
var olduğu iki husustur. Bu iki husus Hilâfet makamının
amelidir. Halifeden başka birisinin bu iki hususu üstlenmesi
doğru olmaz. Halifeye, bu iki hususu kendi yerine üstlenecek
bir kimse tayin etmesi caiz olmaz. Çünkü bu iki husus üzerine
biat edilmiştir, biat sözleşmesi bu iki husus hakkında kendi
şahsına yapılmıştır. Dolayısıyla halifeye bu iki husus
hakkında kendisine vekil tayin etmesi caiz olmaz. Çünkü her
sözleşme, sözleşme yapan şahıs üzerine yapılır, ücretli,
vekil, ortak gibi. Sözleşme yapan şahsa, hakkında sözleşmenin
yapıldığı işin uygulanması hususunda başkasını vekil
tayin etmesi caiz olmaz. Hilâfet sözleşmesi de belirli bir şahıs
üzerine yapıldığına göre; bu şahsın, Hilâfet sözleşmesinin
kendi şahsı hakkında yapıldığı hususta yerine başkasını
vekil tayin etmesi caiz olmaz. Hilâfet sözleşmesinin hakkında
yapıldığı husus ise; şeriatın hükümlerinin uygulanması
ve davetin taşınması için müslümanlara ait genel başkanlıktır.
Bundan anlaşılıyor ki; davetin taşınması, halifenin uğruna kurulduğu
hususlardandır. Yani hilafetin uygulanması uğruna var olduğu
hususlardandır. Dolayısıyla bu işi, müslümanlardan her şahsın
yapması sahih/uygun olsa da, halifeden başkasının üstlenmesi
caiz olmaz. Buna binaen davetin taşınması, her ne kadar bütün
müslümanlara farz olsa da müslümanlardan her ferdin onu
yapma hakkı olsa da, halifeden başka birisinin onu üstlenmesi
caiz olmaz.
Halifenin davetin taşınmasını üstlenmesinin belirli bir yolu vardır,
o da cihaddır. Cihad da ancak mücahitlerle, savaş için hazır
kuvvetle ve savaşın kendisi ile var olur. Onun için ordunun
var olması, donatımı ve yaptığı işi, davetin tüm dünyaya
taşınması için yoldur/metoddur. Bundan dolayı halife,
ordunun komutasını üstlenir. Çünkü davetin taşınmasını
üstlenen odur. Böylece cihadı üstlenen odur. Dolayısıyla
ordunun komutasını başkası değil o üstlenir.
Ordunun komutasını üstlenmek; ordunun idaresini yürütmek, eğitimini
yaptırmak, ondaki teknik işleri yapmak değildir. Zira bunların
hepsi de üsluplar ve vesilelerdir. Halife her ne kadar bu
hususları genel olarak üstlenmiş olsa da, onları bizzat yürütmez.
Ancak ordunun yönetiminin üstlenmesi demek; onun oluşturulmasının,
donatımının ve işinin yürütülmesi hususunun üstlenilmesi
demektir. Şöyle ki:
Cihada yoğunlaşmış asker mücahiddir. Düşmanı korkutmak ve yıldırmak
için ve savaş için kuvvet hazırlamak cihad işlerinden sayılır.
Onun için Allah, cihadı emrederken bunları da emretti. Savaş
ise kendisi cihaddır. Bundan dolayı mücahitlerin yönetimini,
onların hazırlanmaları ve savaş yapmalarını sağlama
hususunu üstlenmek, sadece halifenin hakkıdır, başkasının
değil.
Böylece halifenin ordunun komutasını üstlenmesinin manası; başkasının
değil bizzat onun, ordunun oluşturulması ile alakalı
siyasetin, ordunun donatımı ve hazırlanması ile alakalı
siyasetin, ordunun işini yani savaş yapmasını sağlamakla
alakalı siyasetin belirlenmesini üstlenmesi demektir. Bu
siyasetin uygulanmasının doğrudan denetimini başkasının değil,
onun üstlenmesi demektir. Onun için halife, dahili ve harici
askeri siyasetin tamamının belirlenmesini üstlenendir. Bunları
halifeden başka birisinin mutlak olarak üstlenmesi doğru
olmaz. Halifeye bu siyasetin belirlenmesinde ve uygulanmasının
denetiminde istediği kimseden yardım almasının caiz olduğu
doğrudur. Fakat bu işleri, mutlak olarak üstlenmesi için başkasına
terk etmesi caiz olmaz.
Halifenin ordunun komutasını üstlenmesinin manası işte budur. Bundan
dolayı, bu komutayı halifeden
başkasını üstlenmesi hiçbir şekilde caiz olmaz.
Ortada ordunun konumundan kaynaklanan iki mesele vardır. Birincisi;
ordunun halifenin daveti taşımayı üstlenmesinin tek yolu
olması vasfı ile cihadı yapan kuvvet olması bakımından oluşan
mesele. İkincisi ise; ordunun, otoriteyi yani halifeye yani
devlete ait otoriteyi içerde ve dışarıda koruyan kuvvet
olması bakımından oluşan mesele.
Birinci
mesele: Ordunun, halifenin daveti taşımayı üstlenmesinin yolu olması vasfı ile cihadı yapan kuvvet olması bakımından
kaynaklanan bu mesele, devletin dış siyaseti ile alakalı bir
meseledir. Ordunun ve askeri yaklaşımların burada bir yeri
yoktur. Zira İslâm devletinin dış siyaseti sadece tüm dünyaya
davetin taşınması üzerine kuruludur. Halifenin daveti taşımayı üstlenmesinin yolu da
sadece cihad
olduğuna göre, İslâm devleti daima cihad halinde olur. Buna
binaen İslâm ümmetinin tamamı, kendisi ile diğer devletler
arasında her an harbin muhtemel olduğuna, devletin siyasetinin
cihad için sürekli hazırlanma esası üzerine olması gerektiğine
inanır.
Düşmanla savaş, fiili savaş olduğuna göre İslâm daveti dikkat çekici
bir şekilde önce tebliğ edilmeden savaşa başlamak da caiz
olmaz. Onun için İslâm devletinin siyaseti, kendisi ile diğer
devletler arasında, kendisi ile diğer halklara ve ümmetlere
İslâm’ın tebliğinin dikkat çekici bir şekilde götürüldüğü
bir halin/durumun oluşturulmasını hedefler ve davetin taşınması
gerektiğinde her an savaşa korkusuzca dalmaya hazırlıklı
olma esası üzerine kurulur.
Kendisi ile birlikte İslâm’ın fikirleri ve hükümlerinin dikkat çekici
bir şekilde tebliğ edilebildiği halin oluşturulması kaçınılmaz
bir husustur. Çünkü bu, cihad hükümlerinden bir hükümdür
ve fiili olarak savaşa başlamanın temel şartıdır. Onun için
bu hali oluşturmak halifeye zorunludur. Halifeye, bu halin oluşturulması
yolunda gücü yettiğince azamâ gayret sarfetmesi ve gerektiği
kadar para harcaması vacibtir. Fetih uğruna ya da İslâm
topraklarını savunma uğruna ya da müslümanların şerefini,
mukaddesatını koruma uğruna tehlikelere korkusuzca dalması
gerektiği gibi tamamen o halin oluşması uğruna da bazı
tehlikelere korkusuzca dalması da vacib olur. Onun için askeri
hazırlık ile askeri kuvvet ve direncin çoğaltılması,
askeri başarı durumlarının iyi kavranması, bu halin icad
edilmesi/oluşturulması ve korunması hususunda cevheri bir cüzdür.
Çünkü askeri kuvvet, küfür kuvvetlerine ve küfür
devletlerine karşı tek zırhtır.
Bu, halifenin davetin taşınmasını üstlenmesinde ordu ve askerî
kuvvetleri etki sahibi yapar. Bu demektir ki, dayanağı olduğundan
dolayı ordunun ve silahlı kuvvetlerin dış siyasette etkisi
olur. Buradan dış siyaset üzerinde tehlike oluşmaktadır.
Onun için halifenin davetin taşınmasını üstlenmesinde
ordunun etkisi bakımından yani devletin dış siyasetindeki
tehlike olması bakımından bu meselenin gerçeğinin idrak
edilmesi kaçınılmazdır. Bu mesele gerçeği üzere idrak
edilmediğinde, bundan ya davetin tüm dünyaya taşınmasının
durdurulması neticesi çıkar ya da dış siyasette güçlükler
ve kargaşa/düzensizlik neticesi ortaya çıkar.
İslâm devleti için bir askeri kuvvetin oluşturulması sadece savunma
donanımı değildir. O sadece müslümanların hakkında
kendisine biat ettikleri hususun yapılması için halifenin
elinde bulunması kaçınılmazdır. Yani Allah’ın kendisine
farz kıldığı daveti taşımak hususunu yerine getirmesi için
devletin elinde bulunması, başka bir tabirle Allah’ın farz
kıldığı şekilde dış siyasetini yürütmesi ve bu siyaset
üzerinde sahih ve üretken olarak yürüyüşünün devamını
muhafaza etmek için devletin elinde bulunması kaçınılmaz
husustur. Onun için harbi kafirlerin terörüne ve saldırı
ihtimaline karşı ümmetin sahip olduğu tek zırh oluşunun ötesinde
askeri kuvveti oluşturmak, devletin dış siyasetini İslâmî
siyaset yapmanın tek yoludur.
Ancak İslâm Devletinin, kuvveti askeri donanım ile askeri bir kuvveti
oluşturmasının kaçınılmaz zorunlu olmasının manası
askeri yaklaşımlarının devletin dış siyasetine hakim olması,
askeri organın dış siyasette az ya da çok etkisinin olması
demek değildir.
Zira askeri görüş belirli bir mesleğe ait, meslek
icraa edenlerin görüşüdür. Devlet ile diğer
devletler arasında savaş çıktığında askeri üstünlükleri
devlete temin etmek vazifelerinden dolayı onlardan çıkan görüştür.
Onların görüşünün bütün tedbirleri kapsamasının
beklenmesi doğaldır. Fakat o görüşe sadece bir nasihat
olmasından öte itibar edilmesi doğru olmaz. Onun için
belirli bir mesleği icraa eden meslek sahibi insanların
meslekleri hakkındaki görüşün nasihat olmayı aşması caiz
olmaz. Onların bu konudaki düşünmelerinin bu belirli yönü
aşması caiz olmaz. Onun için bu nasihata büyük küçük her
hususta tabi olmak doğru olmaz. Bu nasihatın dış siyaset için
genel araştırmada işgal ettiği yerden başka incelenmesi doğru
olmaz. Dolayısıyla sadece alanlarındaki teknik hususlarda o
nasihat dikkate alınır. Zita bu bir nasihattır, şura değil.
Yani halifenin dış siyaseti incelerken talep ettiği nasihattır.
Kendisine söylendiğinde halifenin onu sadece dinlemesi
caizdir. Ancak bu, onun dış siyasette uyanık olduğu durumda
ve bu nasihatın dış siyaset planlamalarındaki yeri hakkında
uyanık olduğu durumda geçerlidir. O nasihata bundan fazla yer
vermesi doğru olmaz. Çünkü böyle yapmayıp o nasihata bir
nasihat olmasından daha büyük bir değer verdiğinde, şüphe
yok ki dış siyasette tehlike meydana gelecektir. O tehlike ya
dış siyasette ya da davetin taşınmasının durdurulması şeklinde
ortaya çıkar. Hatta belki bundan daha büyük tehlike meydana
gelir. Zira devlette kargaşa meydana gelebilir, devletin
otoritesini üzerinde yaydığı alan birden yok oluverir. Onun
için askeri görüşe sadece bir nasihat olmasından fazla değer
vermesi caiz değildir.
Askerler,
işlerini “asker” sıfatı ile yaparken ihtisas sahibi/uzman
kimseler gibi yaparlar. Onların yaklaşımları uluslararası
genel düşünceye dahil edilmez. Onlar İslâm’a davetin
dikkat çekici bir tarza ulaşıp ulaşmadığını ve düşmanla
karşılaşıldığında onun etkisini düşünmezler. Onlar
ruhi kuvvet ve manevi kuvvetteki ürkütücü şiddetli
potansiyeli hesaplarına katmaya çalışmazlar. Onlar düşman
ülkesinde yaşayan ya da davet için oraya giden davet taşıyıcılarının
çalışmalarını anlamaya önem vermezler. Onlar diploması
araçlarını ve siyasi çalışmalardaki çok büyük etki
derecesini idrak etmezler. Bundan dolayı askerlerin düşünmeleri
konu ile ilgili düşünme olur, kapsamlı siyasi düşünme
olmaz. Onların nasihatları, konusunda değerli bir nasihat olarak alınır. Fakat onlara her çeşit görüşlerinin bağlayıcı
olduğu için çalışma ve rapor hazırlama yetkisi verildiğinde,
bu şüphe yok ki, siyasi kararlarda ve siyasi seyirde zarara
sebep olur.
Bundan dolayı, askeri teşkilatın dış siyasette etki sahibi olmasına
izin verilmesi caiz olmaz. Askerlerin görüşlerinin, başka değil
sadece teknik nasihat olmalarını aşan bir yer işgal etmesi
caiz olmaz.
Ancak askerlerin görüşlerinin sadece teknik bir nasihat olmaları
konumuna hasredilmesi, askeri değerlendirmelerin ihmal edilmesi
demek değildir. Fakat bunun manası; sadece halifenin askeri değerlendirmelere
kendi değerlendirmesini hakim kılmasının gerekliliği ve
nihai planları belirleyen halifenin bazı zamanlar yalın
askeri değerlendirmeleri görmezlikten gelmenin sorumluluğunu
üstlenmeye hazır olmasının gerekliliği demektir. Halifenin
muavinler, valiler, hal ve akd ehli, düşünürler gibi
askerlerin dışında kendisinden başkaların değerlendirmelerine
askerlerin değerlendirmelerinden daha fazla yer vermesi
gerekir. Fakat halifenin, ister ülkeyi savunma bakımından
olsun, ister kafirlerle cihada başlama bakımından olsun,
askerlerin devletteki yüksek konumlarını takdir etmesi
gerekir. Onun için halifeye ve ümmetin tamamına askeri
kuvveti, kişinin göz bebeğini koruduğu gibi korumaları
vacibtir. Fakat askerler değil siyasilerin dış siyaseti
belirlemede egemen olmaları, harb tehlikelerine karşı hazırlık
keyfiyetini,harbe ne zaman girileceğini,o olduğunda hangi süratle
ne zaman olacağını kararlaştıranların onlar olması
gerekmektedir. Halifenin askeri kuvvetten sürekli siyasete tabi
olan bir idare oluşturması, askeri teşkilata ve ondan
herhangi bir ferde siyasete tabi olma rolünü aşmasına ve
siyaseti belirleme rolüne soyunmasına asla izin vermemesi
gerekir.
Bu, askeri teşkilatın rolü ve görüşleri bakımından bir izah idi.
Halifenin askeri değerlendirmelere itibar etmesine gelince;
onları başka değil sadece teknik bir nasihat olarak alması
yeterlidir. Yoksa askeri değerlendirmeler dış siyasi kararında
etkili olur. Bilakis askeri değerlendirmelerin sadece bir
nasihat olarak alınması kaçınılmazdır ve onlarla dış
siyasette herhangi etkiye sahip olmaları arasına engel
konulması kaçınılmazdır. Yani halifenin dış siyaseti o
askeri değerlendirmelere dayalı olarak benimsemesi ya da onların
dış siyasette etkili faktör olmaları caiz değildir. Zira
askeri değerlendirmelerin dış siyasete tahakküm etmesi
tehlikedendir. Bilakis askeri değerlendirmeler, devletin dış
siyasetinin geri hattında kalmalıdır. Onlar, dış siyaseti
belirlerken halifeye etki etmekten uzak durmaları bakımından
sadece askeri değerlendirmeler olarak kalmalıdırlar.
Askeri hususlar, erişilebilir ayrıntılı bir şekil almaktadır. Zira
sen; topları, savaş gemilerini, nükleer bombaları ve füzeleri,
uçakları, askeri üsleri görebilirsin. Onların zaferdeki
etkileri ya da fetihteki hezimet ya da hüsranı, ilerleme ya da
bozguna uğramadaki etkileri hakkında kolaylıkla bir kanaat
edinebilirsin. Onlar, ölçümleri yapılması mümkün olan
maddi şeylerdir. Onların neticeleri algılanılabilen maddi
etkileri vardır. Ruhi kuvvetler, manevi kuvvetler böyle değildir,
siyasi manevralar böyle değildir, uluslararası genel görüş
veya bölgesel genel görüş böyle değildir. Zira bunlar
maddi hususlar değildir. Onların etkilerini idrak etmek ve
neticelerini algılamak kolay değildir. Çünkü onlar dış
siyasette hatta harb ve fetihte çok büyük enerji olmaları ve
çok önemli olmalarına rağmen hissedilmeyen, görülmeyen,
dokunulmayan şeylerdir. Onun için askeri değerlendirmeler, dış
siyasetin geri hattında kalmalıdırlar ve ikince derecede
olmalıdırlar, ruhi kuvvetler birinci derecede kalmalıdırlar.
Sonra da baskın olan manevi kuvvetler gelmelidir. Siyasi
manevralar ve siyasi dehanın itibar bakımından ayrıcalıklı
bir yeri/konumu olmalıdır. Bu halifenin tek başına üstlendiği
bölünme kabul etmeyen bir tek siyasi kuvvette birleşmiş
olmalıdır. Buradan, halifenin tek başına ordunun komutasını
fiili olarak üstlenmesinin manasını, ordunun komutasının
ona şekli olarak vermenin ya da bazı tedbirler sınırında
onursal komutanlık vermenin tehlikesini idrak edebiliriz.
Nitekim Abbasiler döneminin ikinci asrında ve Osmanlılar döneminin
sonlarındaki bazı halifeler zamanında dış siyasette askeri
değerlendirmelerin baskın olmasının, Davetin tüm dünyaya
taşınmasının durdurulmasına yol açan iğrenç etkileri
olmuştur. Zira Abbasilerin ikinci asrında İslâmi fetihler
Rum diyarında Şam diyarı yönünden Türkiye sınırında Batı
Avrupa diyarında Fransa’nın gerisinde kalıp İspanya sınırında
durmuştur. Halbuki ruhi kuvvet hâlâ güçlü idi, İslâmî
fikirler köklü ve sağlam yerleşme devrindeydi. Fakat ne
zaman ki askerleri kendi kuvvetler ve düşmanın kuvveti hakkında
görüşlerini ortaya koymaya başlayıp, bu görüşler harbe
girip girmeme hususunda birinci derecede itibar edilir oldu.
Cihadın şer'î hükümlere göre pratikte var olması için
karar yaz kış saldırılarla
sınırlı kaldı. Siyasi çalışmalara veya siyasi değerlendirmelere
taşmadı. Osmanlılar zamanında İslâm orduları, Avrupa’da
Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı, Romanya’yı, Arnavutluğu,
Yugoslavya’yı ele geçirdikten sonra Avusturya’nın Viyana
surlarına ulaştı. İslâm’ın otoritesi bu bölgenin tamamına
yayıldı. Hatta Avrupa’da İslâm ordusunun yenilmez olduğuna
dair kamuoyu oluşmuştu. Miladi 18. yüzyılda Avrupa’da
ortaya çıkan sanayi devriminin etkisi üzerine askeri değerlendirmeler
dış siyasete hakim olunca İslâmî yükseliş durdu ve İslâm’ın
otoritesinin tamamen yıkılmasına yol açan gerileme başladı.
Bu izahat, ordunun cihadı yapan kuvvet olması bakımından idi. Ordunun
içeride ve dışarıda otoriteyi koruyan kuvvet olması bakımından
izaha gelince; bu otorite sahibinin yani yönetimin hayatı
olması bakımından maddi kuvvet ile alakalıdır. Zira yönetimi
koruyan odur. Yönetimi geçici bir şekilde de olsa kurma,
devirme imkanına sahip olan odur. Onun için ordunun ve silahlı
kuvvetlerin otoritede otorite olması bakımından çok büyük
yeri ve konumu vardır. Bu da ordunun otoritede çok büyük
etkisi olduğuna işaret eder. Fakat gerçek şudur ki; eğer
askeri değerlendirmelerin nasihat olmak bakımından dış
siyasette bir varlığı olması caiz olsa dahi hiçbir durumda
askeri teşkilatın ve ondaki herhangi bir ferdin asker olması
bakımından otoritede herhangi bir varlığının olması caiz
olmazdı. Çünkü otorite her ne kadar askeri teşkilat ile
korunsa da onda askeriyenin varlığı yoktur.
Zira sulta/otorite hissedilir maddi bir kuvvet değildir, maddi kuvvetten
alınmış da değildir. Otorite sadece toplumda ilişkilerin
tanziminin uygulanmasıdır. O, ümmetten ya da halktan alınmıştır.
Çünkü o, gerçekte halkta ya da ondan daha kuvvetli
toplulukta saklıdır, onda askeri yerin ve askeri teşkilatın
bir alakası yoktur. Evet uygulama ancak askerlerle yapılır,
maddi kuvvet yani askerler olmaksızın uygulamanın var olması
imkansızdır. Fakat askerlerin uygulamadaki/otoritedeki rolü
sadece araç/mekanizma olmaktır, başka değil. Askerlerin
uygulamadaki rolünün, askerin elinde ve kendisinden düşmana
ateş edilen, fakat ateş etmede bir iradesi ve görüşü
olmayan tüfek olma rolünü aşması caiz olmaz. Otoritede yani
yönetimde herhangi bir durumda askerlere ait herhangi bir varlığın
olması yönetim üzerinde tehlike teşkil eden hususlardandır.
Zira yönetimde onlara ait az da olsa herhangi bir rolün varlığı,
hapsedilenler için polis/gardiyan yönetimi gibi yönetimi
polis yönetimi yapar ilişkilerin tanziminini yürüten otorite
olmaktan dışarı çıkarır.
Şüphesiz ki, otoritede ne kadar az olursa olsun askerlerin herhangi bir
rolünün olması, yönetim üzerinde, yönetici üzerinde ve ülkenin
varlığı üzerinde bir tehlike oluşturur. Zira yönetimde hak
aramak vardır, şeriatı uygulamak vardır, adaleti gerçekleştirmek
vardır. Yönetimde hem yöneticiye göre hem de yönetilenlere
göre maddi kuvvete herhangi bir itibar verilmez. Yönetimin
kuvveti, insanların işlerine ve o işlerin güdülmesine karşı
duyarlılıkta saklıdır, sahip olduğu uygulama araçlarında
değil. Zira yönetimde maddi kuvvet esas alındığında yönetim
bozulup sadece hakim olma ve tahakküme dönüşür. Ve o zaman
onda yönetimin ve otoritenin gerçeği kaybolup gider. Onun için
yönetimde askerlere ve askeri teşkilata ait herhangi bir varlığın
olması doğru olmaz. Bilakis onlar yöneticinin elinde, yönetim
hakkında kesinlikle bir iradesi ve görüşü olmayan araç
olarak hatta kendisine sunulan görüş, irade v.b. yemlere
kulak vermeyen sadece bir araç olarak kalmaları gerekir.
Bu, askeri değerlendirmelerin yönetimin kendisi üzerindeki tehlikeleri
bakımından izahat idi. Onların yönetici üzerindeki
tehlikelerine gelince; askeri teşkilat ve askerler beşerdirler.
Dolayısıyla onlarda beka içgüdüsü vardır. Bunun en önemli
tezahürü ise hükmetmedir/ egemenliktir. Dolayısıyla yönetimde
varlık sahibi olmaları onlara terk edildiğinde, onlar
kendilerinin yöneticiyi devirmeye güçlerinin yeterli olduğunu
otoriteyi ve yöneticiyi kendilerinin koruduğunu görüp,
kendilerinin otoritenin mastarı/kaynağı olduğu, yöneticinin
otoritesini kendilerinden aldığı vehmine kapılırlar. Sonra
içlerinde egemenlik duyguları harekete geçerek üzerine çullanıp
o yöneticiden yönetimi gasbederler. Bunun için askeri teşkilata
ve askerlere otoritede herhangi bir varlık vermesi, yönetici
üzerinde çok ciddi bir tehlike teşkil eder. Nitekim bu,
Abbaisler döneminde ve Osmanlılar döneminde İslâm
Devletinde meydana geldi. Zira bazı halifeler askerler önünde
zafiyet gösterdiler. Öyle ki bazıları askerlerin elinde bir
oyuncak ya da alet durumuna düştüler. Böyle olunca da o
halifeler döneminde İslâm Devletinde yönetimde meydana gelen
düşüş/gerileme oluştu.
Yönetimde askere ait herhangi bir rolün var olmasının, ümmetin varlığı
ve devletin varlığına tehlike teşkil etmesine gelince; İslâm
Devleti taşıdığı fikrin tabiatı gereği düşmanlarla çevrili
olur. Devletin ve ümmetin kendisine bağlanmaları vacib olan
şer'î hüküm şudur: dünyanın tamamı Dâr’ül İslâm/İslâm
ülkesi ve Dâr’ül harb/harb ülkesi diye ikiye ayrılır. İslâm
ile yöneitlen ve İslâm bayrağı altında kalan ülke, Dâr’ül
İslâm’dır/İslâm ülkesidir. Dünyadaki diğer bütün ülkeler
dâr’ül küfürdür yani dâr’ül harbdir/harb ülkesidir.
Onun için İslâm Devleti bütün asırlarda, başına kötü
şeylerin gelmesini bekleyen
düşmanlar ile çevrili olur. Rolleri ne kadar az olursa
olsun askerler yönetimde bir varlık sahibi olmalarına izin
verilince, onların düşmanlar tarafından ayartılmaları ve yönlendirilmeleri
siyasileri ayartıp yönlendirmekten daha kolay olur. Çünkü
onların işlerinde asıl olan, o işin maddi askeri iş olmasıdır.
Onların geniş kapsamlı manevraları, gizli siyasi ayrıntıları
idrak etmeleri zordur. Onun için kendi anlayışlarına göre
ülkenin yararı uğruna ya da kendi kişisel çıkarları uğruna
yönetimi ele geçirmek ya da yöneticiyi değiştirmek
hususunda yönlendirilebilirler. Burada sadece yönetici şahıslara
sadece yönetimin kendisine değil bilakis ümmetin varlığına
ve devletin varlığına bir tehlike oluşur. Çünkü ümmetin
varlığı; mefhumların, ölçülerin ve kanaatlerin toplamıyla
birlikte yönetim yetkisine sahip insanların toplamıdır. Dış
yönlendirme ya da ayartma ile askerler yönetimi ele geçirdiklerinde,
onlara yani askerlere devlette olmayan kanaatler, ölçüler,
mefhumlar nüfuz eder. Böylelikle devletin varlığına sonra
da ümmetin varlığına kargaşa, zafiyet sızmış olur. Hatta
bundan da öte belki de küfür devletlerinin nüfuzu sızar.
Buradan da yavaş yavaş çöküş ve yok oluş hasıl olur.
Bundan dolayı askeri teşkilata ya da askerlere otorite yani yönetimde
herhangi bir varlık sahibi olmalarına izin verilmesi korkunç
ve iğrenç bir tehlikedir.
İslâm ümmeti, otoritede askerlerin bir rolünün/ varlığının olması
tehlikesinden, devletin ve ümmetin varlığına zafiyet ve
kargaşa sızmasından sonra da İslâm devletinin ve ümmetinin
varlığının ortadan kalkmasından çok çekmiştir. Zira
Osmanlıların son zamanlarında İstanbul’daki kafir
devletlerin elçileri, askerlere etki etmeye başladılar. Öyle
ki devlet teşkilatına İslâm dışı mefhumlar, ölçüler ve
kanaatler sızmaya başladı. Mithat Paşa ve onunla birlikte
olan subayların dönemi bu mefhumların, kanaatlerin ve ölçülerin
oluşturulmasında en bariz dönemdirler. Özellikle
Abdulhamid’in yönetime halife olarak geldiği inkilapta ve
Abdulhamid’in hilafetten uzaklaştırılıp Sultan Reşad’ın
halife olarak getirildiği inkilapta bu etkiyi görmek mümkündür.
Bunlardan önce Mısır’da Büyük Mehmet Ali Paşa dönemi
vardır. Bu dönemde de o, kendisini İstanbul’daki İslâmî
hilafete vurmak için Fransa’ya uşak yapmıştı. Daha sonra
da M. Kemal dönemi geldi. Bu dönem Birinci dünya savaşında
Osmanlı Devletinin hezimete uğramasından hemen sonra, müttefik
kuvvetlerin İstanbul’dan çekilmesi ve kendisine Barış
Konferansında yardım etmeleri karşılığında Hilâfeti yıkmak
hususunda İngilizlerle birlikte entrikalar yaptığı dönemdir.
İşte bu dönemlerde askerler belirleyici faktör idiler. Bu dönemlerde,
İslâm Devletinin varlığı şiddetle sarsıldı sonra da
ortadan kalktı. İslâm ümmetinin varlığı
da ortadan kalktı. Bunun için askeri teşkilata ya da
askerlere otoritede herhangi bir varlık sahibi olmalarına izin
verilmesi caiz değildir.
|