Casusluk, haberleri araştırmaktır. Lügatte haberleri araştırmaya,
soruşturmaya casusluk yaptı denir. Casus da bu işi yapandır.
Zira bir kişi haberleri araştırırsa o, casustur. O haberler
ister açık ister gizli olsun fark etmez. Casusluk olması için
haberleri araştırmada, haberlerin gizli yani sırlar olması
şart koşulmaz. Bilakis gizli olsun açık olsun yani sır
olsun ve sır olmasın haberleri araştırmak casusluktur.
Fakat bazı şeyleri araştırma yapmaksızın, işi haberleri araştırmak
olmaksızın gördüğünde ya da yayınlamak için haberleri
topladığında, ya da haberlerle önem vererek ilgilendiğinde,
haberleri araştırmadığı ve işi haberleri araştırmak
olmadığı sürece, bunların her biri casusluk olmaz. Hatta bu
gibi durumlarda haberler takip edilse de casusluk olmaz. Çünkü
casusluk olan haber araştırması, sadece onların içyüzünü
bilmek maksadı için onları izlemek ve tedkik etmek/iyice
incelemekle olur. Ancak haberleri toplamak için izleyen kimse
onları, onların içyüzüne vakıf olmak maksadı için tedkik
etmiyor, bilakis onları insanlara yaymak için topluyor. Buna
binaen gazetelerin ve haber ajanslarının muhabirleri gibi
haberleri takip eden ve toplayanlara casus denilmez. Ancak işi
casusluk olup da gazete ve ajans muhabirliğini vesile edinenler
hariç. Zira bu durumda, haber takip eden muhabir olduğundan değil,
fakat işi casusluk olduğundan dolayı casus olmaktadır. Zira
o özelliklere harbî kafirlerden olan bir çok muhabirde olduğu
gibi muhabirliği bir kamuflaç olarak kullanmaktadır. Ancak
sivil polis ve istihbarat elemanları gibi haberleri araştıranlar, işleri casusluk
olduğu için casusturlar.
Casusluğun ve casusların vakıası işte budur. Casusluğun hükmüne
gelince: Haklarında casusluk yapılanların değişmesi ile hükmü
de değişir. Eğer casusluk, müslümanlar aleyhinde ya da müslümanlar
gibi tebaa olan zımmiler aleyhinde olursa haramdır, caiz
olmaz. Eğer casusluk, ister gerçekten harbî olsun ister hükmen
harbî olsunlar, harbî kafirler hakkında olursa, müslümanlar
için caiz, halife için vacib olur.
Müslümanlar ve İslâm Devleti tebaası aleyhine casusluğun haram olması,
Kur’an ayetinin açıklığı ile sabittir. Allahu Teâlâ şöyle
dedi:
يَاأَيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُوا
اجْتَنِبُوا
كَثِيرًا
مِنْ
الظَّنِّ
إِنَّ
بَعْضَ
الظَّنِّ
إِثْمٌ
وَلا
تَجَسَّسُوا “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının.
Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Casusluk yapmayın.”
Böylece Allah ayette casusluğu yasaklıyor. Bu genel bir yasaklamadır.
Zira her casusluğu kapsamaktadır. İster kendisi için olsun,
ister başkası için casusluk olsun, ister devlet için, ister
fertler ya da kitleler için casusluk olsun, ister casusluğu
yapan yönetici, ister yönetilen olsun fark etmez. Zira söz,
casusluğa uygun düşen her şeyi kapsayana genel bir sözdür.
Hepsi de haramdır.
Burada bir soru gelmektedir: “Müslümanların istihbarat dairesinde ya
da araştırma dairesinde v.b. işi casusluk işi olan ya da
casusluktan bir işi olan bir yerde görevli/memur olarak çalışması
caiz olur mu?”
Buna cevapta bakılır: Eğer görev müslümanlar aleyhine ya da müslümanlar
gibi tebaa olan zımmiler aleyhine casusluk ise caiz olmaz. Zira
bu casusluk Kur’an’ın sarih/açık ayeti ile haramdır. Bu
iş müslümana yasaklandığı gibi, zımmiye de yasaklanır.
Çünkü dârül İslâm’da/İslâm ülkesinde zımmi, İslâm
hükümlerinin kendisine tatbik edilmesi ile muhataptır. Bu hükümlerden
inançlar ve ibadetler ile alakalı olanlar müstesnadır. Bu hüküm
ise onlardan değildir. Ancak görev, emanlı ya da anlaşmalılardan
ülkemize giren harbî kafirler aleyhine casusluk ise caiz olur.
Zira ister gerçekten harbî ister hükmen harbî olsunlar ister
ülkelerinde olsunlar ister ülkemizde olsunlar harbî kafirler
aleyhinde casusluk yapmak caiz olur.
Buna binaen istihbarat birimlerinin, sivil polislerin, araştırma bürolarının
v.b. varlığı haram değildir, bilakis vacibtir. Onlarda haram
olan, müslümanlar aleyhinde ve müslümanlar gibi tebaa olan zımmiler
aleyhinde casusluk yapmaktır. Dolayısıyla devletin. Müslümanlar
ve tebaadan diğer kimseler aleyhine casusluk için
dairelerinin, bürolarının olması caiz olmaz, bilakis bunlar
devlete haram olur.
Şöyle denilmez: “Devletin maslahatı, entrikaları keşfedebilmesi ve
suçlulara ulaşabilmesi için tebaanın haberlerini bilmesi
gerekmektedir.”
Böyle denilmez. Çünkü devletin bunu polis ve gece devriyesi yolu ile
bilmesi mümkündür, casusluk yoluyla değil. Ayrıca aklın o
şeyi maslahat olarak ya da maslahat olmayarak görüyor olması,
haram kılmanın ya da mubah kılmanın illeti olmaz. Sadece şeriatın
maslahat olarak gördüğü husus maslahattır. Ayrıca Kur’an
ayetleri, bir şeyin haram kılınması hususunda sarih/açıkça
geldiğinde, onu helal kılmayı illetlendirmek için onda
maslahat olduğu hususunda konuşmaya bir yer kalmaz. Zira açık
Kur’an nassı önünde onun bir kıymeti yoktur. Kur’an
diyor ki: ولا
تجسسوا “casusluk yapmayın!”
Yani casusluğu yasaklıyor. Ayetin kendisine delâlet ettiği
husustan başkasını ve lafzındaki açıklılıktan başkasını
anlamaya bir yol yoktur. Bu ayetin genelliğini tahsis eden ya
da ondan bir şeyi istisna eden herhangi bir delil de geçmedi.
Dolayısıyla ayet, her casusluğu kapsayan genelliğinde
kalmaktadır. Böylece tebaanın tamamı aleyhinde casusluk
haram olmaktadır.
Bu açıklama, müslümanlar ya da müslümanlar gibi tebaa olan zımmiler
aleyhine casusluk yapma ile ilgilidir. Müslümanların ve zımmilerin,
ieter gerçekten fiili harbî kafirler olsun ister hükmen harbî
olsunlar harbî kafirler aleyhine casusluk yapmalarına gelince:
Bu ayetin genelliğinden istisna edilmiştir. Çünkü casusluğun
haram kılınmasını, harbî kafir olmayanlara tahsis eden bir
takım Hadisler geçmiştir.
Harbî kafirlere gelince: Onlar aleyhinde casusluk yapmak, müslümanlara
caizdir, müslümanların halifesine yani devlete ise vacibtir.
Nitekim İbn Hişam siretinde şu geçmektedir: “Nebi (u),
Abdullah b. Cahş’ı beraberinde muhacirlerden sekiz kişilik
bir grup olduğu halde gönderdi. Ona bir yazı yazıp ona ancak
iki gün yürüdükten sonra bakmasını emretti. O da kendisine
emredileni uyguluyordu, arkadaşlarından kimseyi zorlamıyordu.
Abdullah b. Cahş iki gün yoluna devam ettikten sonra yazıyı
açıp baktı. Onda şunun yazılı olduğunu gördü: “Bu
yazıma baktığında, Mekke ile Taif arasındaki hurma ağaçlığında
konaklayasıya kadar yürü. Orada Kureyş’i gözetle. Onlar
hakkında elde ettiğin haberleri bize bildir.”
Bu yazıda Nebi (u),
Abdullah b. Cahş’a kendisi için Kureyş hakkında casusluk
yapmasını ve Kureyş’in haberlerini kendisine bildirmesini
emretmektedir. Fakat arkadaşlarına kendisi ile beraber yürümeleri
ya da yürümemeleri hususunda serbestiyet vermektedir. Fakat
onda istenileni yapmasını talep ediyor. Böylece Rasul (u),
casusluk yapmayı o grubun hepsinden talep etmiş oluyor. Fakat
Abdullah’a zorunlu kılarken diğerlerini bunu yapıp
yapmamakta serbest bırakıyor. Bu talebin, cemaat/grup emiri için
kesin, kendisi ile beraber olanlar için kesin olmadığına
dair delildir. Dolayısıyla bu, düşmana karşı müslümanların
casusluk yapmasının haram değil de caiz olduğuna ve casusluk
yapmanın devlete vacib olduğuna dair delil olmaktadır. Ayrıca
düşmana karşı casusluk yapmak, müslümanların ordusunun
zorunlu olduğu işlerdendir. Zira düşmana karşı kendisi için
casusluk beraberinde olmaksızın savaş için ordunun oluşturulması
tamamlanmaz. Böylece orduda casusluk biriminin varlığı
devlet üzerine vacib olur. Bu, “Vacibin yerine getirilmesi için
gerekli husus da vacib olur.” şer'î kaidesi kapsamındadır.
Bu; haram, caiz, vacib olması bakımından casusluğun hükmüdür. Harbî
kafirler için casusluk yapanın cezalandırılması hükmüne
gelince: Casusun tabiyeti ve dinine göre bu hüküm farklı
olur. Harbî kafirler casus olduğunda, onun hükmü öldürülmesidir.
Bu konuda bir ihtilaf ve başka bir hüküm yoktur. O, casus
olduğunun bilinmesiyle birlikte yani casus oluşunun sabit
olmasıyla birlikte öldürülür. Bunun delili; Buhari’nin
Seleme b. el-Kev’i’den yaptığı şu rivayettir: “Nebi (u)’e
bir yolculuk esnasında müşriklerden bir casus gelip ashabının
yanına oturdu. Konuşuyordu. Sonra sıvıştı. Bunun üzerine
Nebi (u);
Onu arayın ve öldürün,
dedi. Bunun üzerine ben onları geçtim, onu yakalayıp öldürdüm.
Bana onun kuşak ipini verdi.”
Müslüm de ise; İkrime rivayetinde bu hususta şu ayrıntı vardır:
“Kuşağından bir ip çıkartıp onunla deveyi bağladı.
Sonra topluluğa doğru ilerledi. Onlarla birlikte yemek
yiyordu. Öğle vaktinde bizde bir cılızlık, zaaflık olduğuna,
bazılarımızın da yaya olduğuna, öğle vakti çıkınca ise
canlılık ve kuvvetliliğin arttığına bakıyordu.” Ebu el-Âmi’den
Yahya el-Hamânî yolundan istihraç edilmiş Ebu Na’im
rivayetinde şu geçmektedir: “Onun bir casus olduğunu anladılar.”
Bu açıktır ki, Rasul (u)’in
yanında onun casus olduğu sabit olması ile birlikte “onu
arayın ve öldürün” demiştir. Bu talebin kesin talep olduğuna
dair bir karine olmaktadır. Böylece hükmü öldürmek
olmaktadır. Bu hüküm ister anlaşmalı ister eman verilmiş
olsun, ister ise anlaşmalı olmayan ve eman verilmiş olmayan
olsun her harbî kafir hakkında geneldir. Dolayısıyla her
harbî kafirin hükmü, casus olduğunda öldürülmek olmaktadır.
Zımmi kafir casus olduğunda bakılır: Zımmet akdine dahil olurken
casusluk yapmaması şart koşulmuşsa ve casusluk yaparsa öldürülür.
Zira şartla amel olunur. Dolayısıyla casus olduğunda şarta
göre öldürülür. Fakat ona bu şart koşulmamışsa,
halifenin ona ölüm cezası vermesi hakkının olması caiz
olur. Dolayısıyla o casus olduğunda öldürülür. Bunun
delili Ahmed’in Fur’at b. Hıyan’dan yaptığı şu
rivayettir: “Nebi (u),
o zımmi olduğu halde öldürülmesini emretti. Zira o, Ebu
Sufyan’ın casusu ve müttefiki idi. O bir ara Ensardan bir
grubun yanından geçerken “ben müslümanın” dedi. Onlar,
“müslüman olduğunu iddia ediyor” dediler. Bunun üzerine
Rasulullah (u)
şöyle dedi:
إِنَّ
مِنْكُمْ
رِجَالاً
نَكِلُهُمْ
إِلَى
إِيمَانِهِمْ
مِنْهُمْ
فُرَاتُ
بْنُ
حَيَّانَ
“Sizden bir takım insanlar vardır ki, biz onları imanlarına
terk ediyoruz. Onlardan birisi de Fırât b. Hıyân’dır.”
Bu, Rasul (u)’in
casus zımminin öldürülmesini emrettiği hususunda sarihtir/açıktır.
Ancak bu, imam için caizdir. Casusun harbî kafir olması
halinde olduğu gibi imama vacib değildir.
Zımmi casusun devlet tarafından öldürülmesinin vacib değil de caiz
olduğuna dair delil, Hadisin kesinliğe delâlet eden bir
karineyle beraber olmamasıdır. Zira Hadisin metni Rasul (u)’in
casus olduğunu bilmesi ile birlikte hemen bu Fırât’ın öldürülmesinde
aceleci olmadığına delâlet etmektedir. Halbuki harbî
kafirde böyle değildi. Zira yukarıda geçen Seleme Hadisinde
zikredilen harbî kafirin, casus olduğu kendi katında sabit
olması ile birlikte Nebi (u),
onun hemen öldürülmesini emretmiştir. Müslümanlara; “onu
arayın ve öldürün.” Rasul (u)’in
bildiği halde onu öldürmekte aceleci olmamasına dair delil,
Hadisin sözünde açığa çıkmaktadır. Şöyle ki: “O bir
zımmiydi ve bir casustu.” Yani o biliniyordu. Rasul (u)’in
de; “Onlardan birisi Fırât b. Hıyyân’dır.” Buna
ilaveten Rasul (u),
harbî kafir hakkında ise, “onu arayın ve öldürün”
dedi. Fırât b. Hıyyân hakkında ise, onun öldürülmesini
emretmiştir, fakat onu aramalarını müslümanlardan talep
etmemiştir. O ikisi arasındaki bu farktan; harbinin öldürülmesi
talebinin kesin olduğu, zımminin öldürülmesi talebinin
kesin talep olmadığı açığa çıkmaktadır. Bu da zımmi
casusu öldürmenin ve öldürmemenin caiz olduğuna delâlet
etmektedir.
Müslümanlar ve zımmiler aleyhine düşman için casusluk yapan müslüman
casusa gelince, o öldürülmez. Çünkü Rasul (u),
bir zımminin öldürülmesini emretti. Onun müslüman olduğu
kendisine sabit olunca ondan elini çekti. Zira Fırât b. Hıyân’ın,
zımmi ve casus iken öldürülmesini emretti. Ne zaman ki;
“Ya Rasulullah, o müslüman olduğunu iddia ediyor”
dediklerinde şöyle dedi: إِنَّ
مِنْكُمْ
رِجَالاً
نَكِلُهُمْ
إِلَى
إِيمَانِهِمْ
مِنْهُمْ
فُرَاتُ
بْنُ
حَيَّانَ “Sizden bir takım insanlar vardır ki, biz onları
imanlarına terk ediyoruz. Onlardan birisi de Fırât b. Hıyân’dır.” Böylece onu öldürmekten elini çekmesinin illeti
onun müslüman olması olmaktadır.
- Buhari, Ali b. Ebu Talib (t)’dan
şöyle dediğini rivayet etti: “Rasulullah (u);
beni, Zübeyr’i ve Mikdâd b. el-Esved’i bir yere gönderirken
şöyle dedi:
انْطَلِقُوا
حَتَّى
تَأْتُوا
رَوْضَةَ
خَاخٍ
فَإِنَّ
بِهَا
ظَعِينَةً
وَمَعَهَا
كِتَابٌ
فَخُذُوهُ
مِنْهَا
“Acele yola çıkın, Hâc otlağına varasıya
kadar gidin. Zira orada mahfe içinde bir kadın vardır. Onun
yanında bir yazı vardır. O yazıyı ondan alın.” Bunun
üzerine biz atlarımızı hemen o otlağa varasıya kadar koşuşturduk.
O mahfedeki kadının yanına vardık. Ona; “Yazıyı bize
ver,” dedik. O, “Bende bir yazı yoktur,” dedi. Biz ona;
“Ya o yazıyı çıkartıp bize verirsin, ya da elbisen çıkar,”
dedik. Bunun üzerine o saç topuzu içinden o yazıyı çıkarıp
bize verdi. Biz de onu Rasul (u)’e
getirdik. Onda şu yazılı idi: “Hâtib İbn Ebu
Bilte’a’dan Kureyş halkının insanlarına.” O, onlara
Rasulullah (u)’ın
bazı işlerini haber vermektedir. Bunun üzerine Rasulullah (u);
“Bu nedir, ya Hâtıb”
dedi. Dedi ki; “Ya Rasulullah (u),
benim hakkımda acele etme! Benim Kureyş’te bağlantılarım
vardı. Ben ondan değildim. Seninle beraber olan muhacirlerden
bir kısmının Mekke’de yakınları/ akrabaları vardı.
Onlarla ev halkını ve mallarını koruyorlardı. Bunun üzerine
ben de kendisi ile akrabalarımın kendisi korumaları için
onlar yanında bir güç edinmek için onlar içindeki o bağlantılar
aklıma geldi ve onu kullanmak istedim. Bunun küfür olarak,
dinden dönme olarak, İslâm’dan sonra küfürden razı
olarak yapmadım.” Bunu üzerine Rasulullah (u)
dedi ki:
إِنَّهُ
قَدْ
شَهِدَ
بَدْرًا
وَمَا
يُدْرِيكَ
لَعَلَّ
اللَّهَ
أَنْ
يَكُونَ
قَدِ
اطَّلَعَ
عَلَى
أَهْلِ
بَدْرٍ
فقَالَ
اعْمَلُوا
مَا
شِئْتُمْ
فَقَدْ
غَفَرْتُ
لَكُمْ “O Bedir’e katılmıştır. Nereden bileceksin?
Belki Allah Bedir ehline şöyle dediğini duyurmuştur: İstediğinizi
yapın. Ben sizi affettim.”
Bu Hadiste, Hâtıb’ın müslümanlara karşı casusluk yaptığı ve
Rasul (u)’in
onu öldürmediği sabit olmuştur. Dolayısıyla bu, müslüman
casusun öldürülmediğine delâlet eder.
Şöyle denilmez: “Bu Bedir ehline hastır. Çünkü Hadis, onun Bedir
ehlinden olması ile illetlendirilmiştir.”
Böyle denilmez. Çünkü her ne kadar nass illetlendirmeyi ifade eden
ibare ile geçmiş olsa da, ondan illetlik anlaşılan bir yönde
geçse de; Ahmed’in Fırât b. Hıyân hakkındaki Hadisi,
onun zımmi iken sonra müslüman olduğu için ondan ölüm
cezasını kaldırmıştır. Dolayısıyla yukarıdaki Hadisteki
illetliği nefyedip vakıa vasfı yapmaktadır. Çünkü Fırât
b. Hıyân Bedir ehlinden değildir.
Şöyle denilmez: “Fırât b. Hıyân ile ilgili o Hadisin Ebu Davud
isnadında, Ebu Hammâm el-Dellâl Muhammed (u)
b. Muhabbeb vardır. Sufyan el-Sevrî’den rivayet ettiği o
Hadis delil getirilmez.”
Böyle denilmez. Çünkü bu Hadisi; Ahmed, Sufyân Beşir b. el-Sırrî
el-Basrî’den rivayet etmiştir. Bu kişi ise, Buhari ve Müslim’in
Hadisi ile delil getirmekte ittifak ettikleri kişilerdendir.
Dolayısıyla Hadis, sabittir, kendisi ile delil getirilir. Böylece
bu Hadis, müslüman casusun öldürülmediğine dair delildir.
Ancak hapis cezası ile ve Halife ya da Kadının uygun gördüğü
başka bir ceza ile cezalandırılır.
Bu açıklama, harbî kafir düşman için müslümanlar ve zımmiler
aleyhine yapılan casusluk idi. Müslümanlar aleyhinde, düşman
için yani harbî kafir için değil de sadece casusluk için ya
da müslümanlar için ya da devlet için yapılan casusluğa
gelince; bu haram olmakla birlikte Şeriat bu günah/suç için
belirli bir ceza düzenlememiştir. Dolayısıyla onun cezası
ta’zir cezası olmaktadır.
|