Allah’ın indirdikleri ile hükmet / yönet. Onların arzularına
uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni
saptırmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki Allah, ancak
günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister.
İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. Yoksa onlar
cahiliyye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir
toplum için, hükmü Allah’tan daha güzel kim vardır?
[Maide: 49-50]
Bu Eleştirinin Ele Alınması Hakkında
Allah Subhânehu ve Te’alâ şöyle buyurmaktadır.
Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan ihtilaflarda
(anlaşmazlıklarda) Seni hâkem tâyin edip sonra da verdiğin hükme
içlerin hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim
olmadıkça îman etmiş olmazlar. [Nîsa 65]
Allah’ın Şeriatı ile hükmedilmesi, onunla muhakeme olunması,
Muhammed [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’e indirilenleri ve onunla
mutlak olarak kararlaştırılanı inkâr edenlerin kâfir olması
muhakkak ki dinin zaruretlerinden olduğu bilinen bir iştir.
Nitekim onunla amel etmeyen âsidir, fâsıktır, zâlimdir. Bu, Allah
[Subhânehu ve Te’alâ]’nın Kitâbı’nda şöyle beyan edilmiştir:
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse, işte onlar
kâfirlerin ta kendileridir! [el-Mâide 44]
Bu âyet, Allah’ın Şeriatını inkâr ve red edenler hakkındadır.
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse, işte onlar
zâlimlerin ta kendileridir!
[el-Mâide 45]
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse, işte onlar
fâsıkların ta kendileridir! [el-Mâide 47]
Bu ikisi de Allah’ın hükmünü ikrâr ettiği halde onunla amel
etmeyenler hakkındadır.
Müslümanlar, Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Medine-i
Munevvera’da ilk İslâmî Devleti kurduğu günden beri, İslam’ın
hükmü dışında bir hükmü ve İslâmî Devlet olan Hilâfet Devleti
dışında bir devleti kabul etmemişlerdir. Sonra Hulefâ-i
Râşidîn [Râşid Halîfeler] ve onların ardından gelen Halîfeler
döneminde de böylece devam etmiştir. Geçen asrın başlarında
Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıyla bu dönem sona erdi, uşakların ve
hâinlerin yardımıyla sömürgeci kâfirler yerleştiler.
Bundan sonra sömürgeci kâfirler müslümanların beldelerini, bâzen
ordularıyla, bâzen de nüfuzlarıyla ve en önemlisi Müslümanlar
arasında kültürlerini ve hadaratlarını yaymalarıyla işgal ettiler
ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen bir “uşak yöneticiler”
tabakası ve Allah’ın razı olmadıklarıyla fetvâ veren bir
“sultanların şeyhleri” [otorite yanlısı âlimler] tabakası
oluşturmayı hedeflediler. Böylece bir saptırma ve cahilleştirme
politikası oluştu. O kadar ki, “Laiklik” adı altında Dini hayattan
koparma gibi ve “Demokrasi” adı altında Allah [Subhânehu ve
Te’alâ]’yı dışlayarak beşerin kendi kanunlarını yasalaştırması
gibi ve benzeri küfür mefhumları varlık gösterdi. Bâzen
yöneticilerin hareketleri, zorbalıkları ve Batı’ya bağlılıkları
ile bâzen de sultanların şeyhlerinin insanlardan dinlerini
gizleyerek verdikleri bâtıl fetvâları ile Müslümanların
beldelerine sızılan gedik açılmış oldu. O kadar ki küfür nizamları
ve hükümleri, Müslümanların beldelerinde açıkça îlan edilir oldu!
Müslümanlar, üzerlerine tatbik edilen hükümler bakımından üç
kesime ayrıldılar:
Birinci kesim onlardır ki; işlerinin irşâd olmasında Allah
[Subhânehu ve Te’alâ] kendilerine hidâyet etti. Onlar Allah ve
Rasulü’nü sevdiler, Allah ve Rasulü de onları sevdi. Allah’ın
indirdiklerinin dışında olan yönetim nizamlarını yıkmak ve
Râşidi Hilâfet Devleti’ni ikame ederek İslam’ın yönetimini
yeryüzüne geri getirmek üzere çalışmada gecelerini gündüzlerine
kattılar. Kâfirlerden ve uşaklarından gördükleri işkencelere ve
zulümlere karşı kuvvetli kaldılar. Allah [Subhânehu ve Te’alâ]
onları muzaffer kılıncaya ve her iki yurtta, dünya ve Ahiret
yurdunda onları feyizlendirinceye kadar hak üzere sebât ederler ve
muhalefet edenler onlara zarar veremezler. Allah’ın nusretinin,
vereceği zaferin yakınlığını müjdeleyerek adımlarının
sür’atlendirirler. Etraflarındaki âlametleri gördüklerinde
cehdlerini, ciddiyetlerini, çalışmalarını ve hazırlıklarını
fazlalaştırırlar. Allah’ın nimet ve fazlı ile müjdelerler:
Mü’minleri müjdele!
İkinci kesim ise; Allah’ın
indirdiklerinden başkasıyla yönetildiklerinin farkında olanlardır.
Allah’ın hükümlerinin tatbikinin farz olduğunu bildikleri halde,
bunun gerçekleşmesinin zor olduğunu, Hilâfet’in iadesi ve Allah’ın
Şeriatinin hakim kılınması işinin nefislerine ağır geldiğini, bunu
yapmak için güç yetirilmez bir çaba gerektiğini, kendilerinin ise
bunu başaramayacağını, bu işin ancak irade ve kuvvet sahiplerinin
işi olduğunu söylemektedirler. Böylece zaafa düşmekte ve yerlerine
çakılarak tembelliği seçmektedirler. Ahirete karşılık dünya
hayatını tercih etmekte, günahkârlık ve hüsranı kabullenmekte ve
reddedip değiştirilmesi için çalışacaklarına küfür nizamları
altında zelil ve aşağılık bir yaşantıya râzı olmaktadırlar.
Üçüncü kesim ise; aynı şeyi idrak ettikleri halde
kibirlenen, bile bile inatlaşan ve sonra da sapıtanlardır.
Kendilerinden öncekiler gibi, tatbik edilen hükümlerin Allah’ın
indirdiklerinin dışında olduğunu kabullenmemişlerdir.
Değiştirilmesi için kıllarını dahi kıpırdatmamakta, bünyesindeki
zelil ve aşağılık yaşantıdan razı olmaktadırlar. Üstelik tatbik
edilen hükümlerin İslam’ın hükümleri olduğunu, gölgesinde
yaşadıkları devletin İslâmî bir devlet olduğunu, daha da beteri
yöneticilerinin Âdil ve Râşid bir Halîfe olduğunu
söylemektedirler! Böylelikle günahlarına günah, hüsranların hüsran
ve sapıklıklarına sapıklık kattılar! Körleştiler ve sağırlaştılar!
İşte bu, apaçık bir hüsrandır.
Hizb-ut Tahrir / Yemen Vilâyeti, M. 27.04.2003’te
[“Milletvekili Seçimlerine Katılmanın Şer’î Hükmü” başlıklı]
Yemen’deki seçimlere ilişkin bir beyanname yayınladı. Bu
beyannamede, seçimlere aday olarak katılacak olan kimsenin seçim
programında açıkça, Yemen’in İslam’ı kâmilen tatbik etmesi için
Yemen Devleti’ni ve İslâmî anayasayı benimsemesi için de mevcut
nizamı muhasebe etmek üzere aday olacağını, ayrıca parlamentoyu
teşri’ (yasama) veya tek olan Allah’tan kaynaklanmayan kanunlar
için değil aksine İslam’a davet etmek ve mevcut nizamı muhasebe
etmek üzere bir minber addedeceğini, yine İslam ile hükmetmeyen
mevcut yönetim nizamına dayanan bu yönetime güvenmeyeceğini ve onu
benimsemeyeceğini açıkça îlan etmesi gerektiğini ortaya koymuştu.
Kezâ beyannamede, seçimin vekâlet olduğu, insanların vekâletlerini
programlarını zikrettiklerimizi açıkça belirten kimselerden
başkasına veremeyecekleri, bu zikredilenleri esas almayan
milletvekillerinden herhangi birini seçmelerinin şüphesiz haram
olduğu vurgulanmıştı.
Bunun üzerine üzerine, Yüksek Mahkeme üyesi Kadı Humud el-Hetar
kanalı ile cumhurbaşkanlığı bürosunda, Afganistan’dan gelen
ziyaretçilerle beraber Diyalog Komitesi başkanı ve Yemen İnsan
Hakları Örgütü başkanı ve Hizb’in Yemen’deki sorumluluları ile
karşı karşıya gelmek, söz konusu beyanda geçenlere itiraz etmek ve
“Yemen’in İslâmî bir devlet, anayasasının İslâmî bir anayasa ve
yöneticisinin de İslam ile yöneten bir yönetici olduğunu” söylemek
üzere büro, Hizbin Yemen’deki sorumlularıyla buluşmayı talep etti.
Buluşma 21.05.2003’te gerçekleşti ve ilk oturum yaklaşık 2 saat
sürdü. Bu oturum esnasında Kadı Humud el-Hetar, Yemen anayasanın
bir nüshasını Hizb’in sorumlusuna bunun İslâmî bir anayasa
olduğunu söyleyerek verdi ve konu üzerinde tartışmanın
tamamlanması için başka bir oturumun yapılmasında ittifak ettiler.
Ancak bilhassa Hizbin sorumlusu, bu anayasanın İslâmî bir anayasa
olmadığını, bu devletin şer’i hükümlere göre İslâmî bir devlet
olmadığını ve yöneticisinin de İslam ile yönetmediğini Yemen
halkının da anlaması için, ikinci oturumdaki tartışmanın güvenli
bir şekilde medya cihazlarında yayınlanmasında veya yayınlanmak
üzere kaydedilmesinde ısrar edince, kadı ikinci oturumu iptal
etti.
Kezâ olaylar böylece gelişti. Biz de bir kitapçıkla, bu anayasanın
bozukluğunu açıklamamız, mevcut Yemen Anayasası’nın İslâmî bir
anayasa olmadığını tespit etmemiz ve bozukluğunu ortaya koyduktan
sonra yine aynı kitapçığa Allah’ın Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti ile bunların irşâd ettiklerinden
alınmış İslâmî bir anayasa tasarısı koymamız gerektiğini ve bu
kitapçığı da Yemen halkına, Yemen’in yetkili kimselerine,
kadılarına, düşünürlerine ve aydınlarına ulaştırmamız gerektiğini
gördük. Tâ ki hak onlara açıklansın, ve ona tâbi olsunlar ki
insanları Allah’ın Şeriati etrafında toplayacak, anayasası halis
İslâmi anayasa ve yöneticisi de tüm şaibelerden arınmış İslâmî
yönetici olacak Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurarak yeryüzüne
Allah’ın Hükmünü geri getirmek üzere bizimle birlikte çalışsınlar.
Tâ ki yeryüzünde İslâmî Hayatı yeniden başlatmak üzere bizimle
birlikte çalışmayan Yemen’deki kardeşlerimiz için muhtaç olunan
hiçbir delil kalmasın ve mazeret olacak hiçbir özür bulunmasın. Tâ
ki
Helâk olan beyyinât (apaçık
deliller) ile helâk olsun ve yaşayan da beyyinât ile yaşasın.
[Enfâl 41]
Allah Subhânehu’dan bu Ümmete vereceği nusreti (zaferi)
çabuklaştırmasını, Fazlıyla ve Cömertliğiyle Allah’ın arzuladığı
şekilde “insanlar için çıkarılmış en hayırlı Ümmet” haline geri
döndürerek ona ikramda bulunmasını niyâz ediyoruz.
Yemen
Cumhuriyeti Anayasası’nın Eleştirisi
Allah’a Hamd olsun. O Rahman’dır ve Rahîmdir. Dîn Günü’nün
sahibidir. Salat ve Selâm Kerîm Nebîmizin üzerine, Allah’ın salâtı
ve selâmı da O’nun, Ehlinin ve Ashâbının hepsinin üzerine olsun.
Çokça teslimiyetle selâm ettikten sonra;
Yemen Cumhuriyeti Anayasası’nın İslâmî bir anayasa veya
ğayri-İslâmî bir anayasa olup olmadığı hakkındaki görüşümüzü
açıklamadan önce, bir devlet ne zaman İslâmî bir devlet ve bir
anayasa ne zaman bir anayasa olur açıklaması ile başlamak
istiyoruz. Ta ki Yemen’deki bu anayasanın tatbik edilmesi halinde,
Yemen’i İslâmî bir devlet mi kılıyor yoksa Batılı Kapitalist
Demokrasi şekli üzerine kurulu bir devlet mi kılıyor, bunu idrak
edelim.
Muhakkak ki bir devlet İslâmî Akîde üzerine kurulu olmadıkça,
anayasası ve bütün kanunları bu temele dayanmadıkça İslâmî bir
devlet olmaz. Yani bu devletin varlığını oluşturan tüm unsurların
bu Akîde üzerine bina edilmesi gerekir. Anayasada, İslâmî Akîdenin
bu anayasanın esasını oluşturduğuna dair bir ifadenin bulunması, o
devlete İslâmî bir devlet olarak itibar edilmesi için tek başına
yeterli olmaz. Bilakis bu esasın, devletteki bütün her şeyde ve
hiçbir istisna olmaksızın işlerinden her bir işte temsilinin somut
olarak varolması gerekir.
Yukarıdaki sözümüze ilaveten; Demokrasi mefhumu gibi beşere yasama
hakkı veren herhangi bir mefhumun devlet tarafından benimsenmesi
caiz değildir. Çünkü demokrasi İslam’dan değildir. Bilakis Küfür
nizamındandır. Demokrasi beşere yasama hakkı vermektedir.
Demokraside insanlar, diledikleri kanunu koyarlar ve dilediklerini
de reddederler. İslamda ise teşriî (yasama) yalnızca Allah’a
aittir:
Hüküm ancak Allah’a aittir. [Yûsuf 40]
Onların aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet ve onların
arzularına tâbi olma! [el-Mâide
49]
Benzer şekilde yasama hakkını beşere vermek, Allah korusun, onları
küfre götürür. Şüphesiz Allah Subhânehu onlara tâbi olmayı, onlara
ibâdet etmek olarak saymıştır. Tirmizi, Adiyy İbn-u Hatem’den,
onun Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’i şu ayeti okurken
işittiğini rivâyet etti:
Onlar rahiplerini ve hahamlarını, Allah’ın dışında rabler
edindiler. [Tevbe 31]
Şöyle dedi: O’na dedim ki: “Onlar (yahudiler ve hristiyanlar)
onlara (rahiplerine ve hahamlarına) ibâdet etmediler ki?”
Bunun üzerine Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] şöyle
dedi: Bilakis onlar (rahipler ve hahamlar) onlara
(yahudilere ve hristiyanlara) helâli haram ve haramı da helâl
kıldıklarında onlara tâbi oldular. İşte onların onlara ibâdeti
böyleydi.
Huzeyfe İbn-ul Yemân ve ‘Abdullah İbn-u ‘İyâs ve ayrıca bunların
dışındakiler tefsirlerinde şöyle dediler: “Helâl kıldıklarında
ve haram kıldıklarında onlara tâbi oldular.”
Bu bağlamda, demokratik nizam, Allah’ın Şeriatini kayda almaksızın
mutlak özgürlükleri esas almaktadır. Buna göre inanç özgürlüğü
kişiye, dilediği dini almasına ve dilediği vakitte terketmesine
cevaz vermektedir. Kişisel özgürlük ise, Şeriatin ve hatta
Yaratıcı’nın gerekli kıldıklarını kayda almaksızın dilediğini
yapmasına cevaz vermektedir.
Müslümanlar demokrasiyi bu anlamda kabul etmedikleri için
yöneticiler Müslümanları saptırmayı amaçladılar ve onu kabul
etmeleri için aldattılar. Demokrasinin ayrıntı yönleri üzerinde
yoğunlaştılar ki bu, kişinin kendi yöneticisini seçebilmesi ve
görüşünü açıklayabilmesidir. Oysa esâsî yönleri hakkında suskun
kaldılar ki bu da Demokrasinin, helâli ve haramı, hayrı ve şerri,
iyiyi ve kötüyü belirleme hakkını beşere vermesidir. Sonra
Demokrasi anayasaların oluşturulması ve kanunların yapılması
hakkını beşere vermektedir. Oysa bütün bunların tamamı beşere
değil, bilakis beşerin Rabbine aittir. Üstelik bu demokratik
nizam, herhangi bir davranışta bulunduğu zaman, İslâmî Akîde ve
İslâmî hükümler ile kayıtlı olmaksızın özgürce hareket etmesini
sağlayan, özgürlük denilen küfür mefhumu yönünden insanlara
bakmaktadır.
Muhakkak ki demokratik nizam, İslâmî Akîde’den kaynaklanmayan
Batılı bir nizamdır. Anayasa metninin veya kanunların demokrasiye
dayanması mutlak olarak câiz değildir. Bunun yanında anayasanın
tümüyle demokrasiden alınması da kesinlikle câiz değildir. Yine
devlet cihazlarında, Batı’nın demokratik mefhumlarından olan
bakanlıkların bulunması da câiz değildir. Ayrıca yönetim şekli,
kraliyet ve cumhuriyet de olamaz. Çünkü bu yönetim şekilleri de
İslâmî Akîde’den kaynaklanmamaktadır. Nitekim bunlar İslam ile ve
İslam’ın yönetim mefhumları ile çelişen Batılı yönetim
şekilleridir.
Demokrasi için ne söylüyorsak, milliyetçilik mefhumu ve vatancılık
mefhumu için de aynı şeyi söylüyoruz. Bu mefhumların her ikisi de
İslâmî Akîde üzerine kurulu değildir. Çünkü bu mefhumları şiddetle
reddeden şer’î nasslar gelmiştir. Çünkü İslam, belirli bir toprak
parçası üzerinde yaşayanları veya belirli bir ırktan gelenleri
değil, aksine tüm Müslümanları İslâmî Akîde esası üzerinde
birleştirmiştir. Falan Yemen’de filan Hicaz’da yaşıyor diye
Müslümanların arasını ayırmaz. Falan Arap’tır filan Türk’tür de
demez. Bilakis Allah Subhânehu’nun dediği gibi der:
Müminler ancak kardeştir. [Hucûrat 10]
Allah katında en üstününüz en
takvâlı olanınızdır. [Hucûrat 13]
Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in dediği gibi der:
Dikkat edin! Arab’ın Acem’e (Arap olmayana) ve
Acem’in de Arab’a, kırmızının siyaha ve
siyahın da kırmızıya takvâdan başka hiçbir üstünlüğü yoktur.
Dolayısıyla Yemen Cumhuriyeti Anayasası’nda açıkça gözlemlendiği
gibi, bu iki mefhumun veya bunlardan birinin benimsenmesiyle
anayasalarında bu mefhumların yer alması yani anayasanın esası
veya kaynağı haline getirerek anayasa metninin bunlara dayanması
Müslümanlara haramdır.
Anayasaya gelince; o ancak İslâmî Akîde’den kaynaklandığı, bütün
maddeleri de Allah Subhânehu’nun Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti ile bunların irşad ettiği Sahabe’nin
İcmâı ve Kıyas’tan alındığı zaman İslâmî bir Anayasa olur.
Bu Yemen Anayasası’na bakan kimse açık ve seçik bir şekilde anlar
ki, bu anayasa İslâmî bir devlet için olması tasavvur edilerek
hazırlanmamıştır. Nitekim İslâmî devlet; tüm Müslümanları kuşatan
onları tek bir yapı içerisinde eriten ve toplumu, tek bir başkanın
yani Müslümanların Halîfesinin yönetimi altında birleştiren
Hilâfet Devleti’dir. Muhakkak ki bu anayasayı hazırlayan
kimse, onu bölgeci ve vatancı Yemen Devleti’nin anayasası olarak
hazırlamıştır, yoksa İslâmî Devlet’in değil!.. Bunun içindir ki bu
anayasada, onun Yemen Cumhuriyeti’nin anayasası olduğunu ve devlet
başkanının, bakanların ve Millet Meclisi üyelerinin Yemen asıllı
olması gerektiğini belirten metinler yer almıştır.
Bu anayasayı hazırlayan kimse, anayasanın her bir bölümünde ve
maddelerinin birçoğunda Yemenli sıfatını bârizleştirmeye hırs
göstermiştir. Devletin niteliklerini, İslâmî devlet için İslâmî
nitelikler ile değil, bilakis Yemen devleti için Yemenli niteliği
ile donatmıştır. Dolayısıyla bu anayasanın İslâmî bir devlet için
değil, aksine vatancı ve bölgeci bir devlet için hazırlanmış bir
anayasa olduğu açığa çıkmıştır. Çünkü İslâmî Devlet’in anayasası,
milliyetçilik sıfatına veya bölgecilik sıfatına işâret eden tüm
emârelerden tamamen arınmıştır. Nitekim onun maddelerinin
metinleri şer’î hükümlerdir ve Müslümanların tamamı için geneldir.
Yoksa onlardan bir gruba, bir topluluğa veya bir halka özel
değildir.
Muhakkak ki bu anayasayı hazırlayan kimse, İslâmî Akîde esasını
kaynak olarak alması gerektiğini tasavvur etmemiştir. Bundan
dolayı maddeleri Akîdeden kaynaklanmamış ve Allah’ın Kitâbı’ndan
ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti’nden
alınmamıştır.
2. maddede geçen “Devletin dîni İslam’dır” ifadesine
gelince; bu ifadenin aynısı diğer Arap devletlerinin
anayasalarında da mevcuttur. Bu ifâde, ezân, İslâmî bayramlar ve
ibâdet serbestliği gibi, görünen İslâmî şiarlardan fazlasını ifâde
etmemektedir. Hatta bu devletlerden bazıları bu şiarlardan çoğunu
bile gözetmemektedir. Bununla birlikte anayasalarında “Devletin
dini İslam’dır” ifadesi bulunmaktadır. İşte bu ifâde, hayatın
işlerinde fiilî tatbiki olmayan şeklî bir ifade olarak
konulmuştur. Böylece bu devlet, Yemen Anayasası’nda yönetim
nizamı, iktisad nizamı ve parlamentolu yasama şeklinden
bahsedildiği gibi, uygulama bakımından Laikliği [Dini Hayattan
Koparmayı] benimsemiştir.
“Tüm yasamaların kaynağı İslâmî Şeriattir” ifadesine yer
verilen 3. maddeye gelince; bu anayasasının maddelerinde
kesinlikle uygulanmamış, mevcudiyetinde var olduğu
gözlemlenmemiştir.
Kaldı ki anayasaya bu maddenin koyulmasının gâyesi, Yemen
Anayasası’nın hem bütünsel hem de detaylı olarak İslam ile çatışan
ve çelişen Batılı demokratik anayasalardan alındığını gizlemek
içindir. Bu maddenin konulması İslam Nizamı yerine herhangi bir
nizama râzı olmayan Yemen halkını aldatmak içindir. Elbette bu
anayasanın gerçeği, Batı demokrasisi mefhumundan kaynaklanmış
olmasıdır. Batılı demokratik nizama göre egemenliğin kaynağı
halktır ve halkın yasama, kanun yapma, yürütme, yönetme ve
uygulama hakkı vardır. Bundan dolayı Cumhurbaşkanı halk tarafından
belirli bir süreliğine seçilmektedir. Cumhurbaşkanı halkın
görüşünü yansıtmakla sınırlıdır. Cumhurbaşkanlığının görevi,
halkın vekillerinin (milletvekillerinin) çıkarttığı yasaları
benimsemekten ve onaylamaktan ibarettir. Bunun aksine O, şer’î
hükümlerle sınırlı değildir. Yemen Anayasası’nda kanun çıkarma
hakkı yalnızca halkı temsil eden milletvekillerine ait iken, bütün
bunların aksine İslam’ın yönetim şekli Hilâfet yada diğer adıyla
İmâmet Nizamı’dır. İslam’da Halîfe veya Mü’minlerin Emiri, Ümmetin
bey’atıyla veya Ehl-il Hâl ve’l Akd tarafından Allah’ın Kitâbı ve
Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti ile yönetmek
üzere seçilir. Halîfe belirli bir süreliğine seçilmez. Bilakis
şer’î hükümleri tatbik ettiği, görevini sürdürmeye muktedir olduğu
sürece Halîfe olarak kalır. İslam’da yönetim nizamı ancak Hilâfet
ya da İmâmet Nizamı’dır. Hilâfet nizamında Müslümanlar tek bir
Ümmettir. Devletleri de Halîfeleri de tektir. Halîfe, Ümmetin
kendisine rıza ve serbestlik ile bey’at vermesiyle seçilmiş olur.
Bu husustaki hadisler çoktur. Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem] şöyle buyurdu:
Her kim boynunda bey’at olmadan ölürse câhiliyye ölümüyle ölmüş
olur.
Ve şöyle buyurdu:
Halîfeler olacaktır ve çoğalacaktır. Dediler ki: “Bize
ne emredersin?” Dedi ki: İlk bey’at
verilene vefâlı olun.
Ve şöyle buyurdu:
İki Halîfeye bey’at edildiğinde ikincisini öldürün.
Ve şöyle buyurdu:
Her kim bir imâma (Halîfeye) bey’at ederse avucunu içini ve
kalbini meyvesini gücü yettiğince ona versin. Onunla çekişen bir
başkası ortaya çıkarsa diğerinin (ikincisinin) boynunu vurun!
Yine İslam’da yönetim nizamının Hilâfet Nizamı olması, Halîfe’nin
bey’atla göreve getirilmesi ve Müslümanların tek bir Halîfesinin
bulunması ve tüm ilgili konular, Râşid Halîfeler zamanında,
Sahâbîlerin İcmasıyla da sabit olmuştur.
Bu nizamda Halîfe, Ümmetin görüşleri ile değil, Allah’ın Kitâbı ve
Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti ile kayıtlıdır.
Zîra şer’an Ümmetin yasama, kanun yapma hakkı yoktur.
Teşrî’, yasama yalnızca Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’ya aittir.
Bununla birlikte sulta (otorite) şer’an Ümmete aittir. Dolayısıyla
Ümmetin yöneticisini seçme, Allah’ın Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti üzere yöneticisini bey’at yoluyla
seçme hakkı vardır. Buna binaen; Cumhuriyet nizamının hiçbir
şekilde İslam’da yeri yoktur. Çünkü İslam Akîdesi’nden
kaynaklanmamıştır. Bilakis onun kaynağı küfür nizamı olan Batı
Demokrasisidir. Bu nedenle İslam Devleti’nde yönetim şeklinin
Cumhuriyet olması kesinlikle câiz değildir. Zaten bu anayasayı
hazırlayan kişi, Müslüman Yemen halkını aldatacağını zannederek 3.
maddeyi yerleştirmeye özen göstermiştir. Yemen halkı, bu
anayasanın demokratik Batılı anayasalardan getirildiğini ve İslâmî
bir anayasa olduğunu anlamasın diye bu maddeyi koydu ki, bir
şekilde İslam’a yakın görünsün. Hilâfet Nizamındaki yönetim
cihazları ile Cumhuriyet nizamındaki yönetim cihazları arasındaki
derin fark, ileriki bölümlerde açıkladığımızda, bir kez daha açığa
çıkacaktır.
Şimdi mâlî ve iktisâdî, finans ve ekonomi boyutuna gelirsek şöyle
deriz:
Hiç şüphesiz bu Yemen Anayasası, İslam’daki İktisad Nizamını
tamamen çiğnemiştir. 7. maddenin işâret ettiği gibi bu anayasa
kapitalist iktisad nizamını ve kapitalist ilkeleri esas almıştır.
7. maddede şöyle denilmektedir: “Devletin gâyesi, dış ticâret
özgürlüğünün têmini ve kâr marjının yükseltilmesidir.”
Kapitalist iktisad bunu, Serbest Ticâret yada Pazar ekonomisi
olarak isimlendirmektedir. Pazar ekonomisine göre, Şeriatın haram
kıldığı ve yasakladığı içki ticareti, fâizli işletmeler ve
işlemler ve diğer benzer herşey mübahtır, serbesttir. Bu ekonomide
esas olan, hiçbir şer’i hükmü umursamadan, yalnızca çıkar ve
kazanç elde etmenin mübah olmasıdır. 8. maddede şöyle geçmektedir:
“Bütün çeşitleri ile doğal
servetler, yer-altı ve yer-üstü kaynakları, bölgesel sulardaki güç
kaynakları, mera arazileri ve salt iktisâdi alanlar devlete
aittir.” Oysa bu, Müslümanların
“kamu mülkiyeti” ile “devlet mülkiyeti” arasını ayıran şer’î hükme
tamamen terstir.
Şeriat; madenler ve petrol gibi doğal servetleri ve diğer
kaynakları kamu mülkiyeti hâline getirerek Müslümanların “ortak
malı” yapmıştır. Çünkü şer’an bunlar devlet mülkiyeti değildir.
18. madde de şöyle denilmektedir: “Doğal
servetler ve kaynakların işletilmesine ve
kamu hizmetlerine ilişkin imtiyaz anlaşmaları ancak kanunla
yapılır. Garanti edilen icraatlar ve ilkeler gereğince verilen
imtiyazlara göre gerçekleştirilen önem arzeden özel durumlar için
kanun çıkarılabilir.”
Bu madde, ülkenin genel kıymetlerini ve doğal servetlerini yabancı
şirketlere teslim etmeyi kabul etmektedir. Oysa bütün bunlar
İslam’da haramdır ve doğal servetlerin Ümmetin maslahatı için
çıkarılması ve işletilmesi işi devlete aittir. Bu bakımdan devlet,
yabancı uzman elemanlar kiralayarak onları kendi gözetiminde fennî
işlerde çalıştırır. Yoksa doğal kaynakların çıkarılması ve
işletilmesi için onlara imtiyaz vermez! 20. maddeye gelince; orada
şöyle geçmektedir: “ Kadı’nın hükmü
ile olması dışında, yasaklanmış genel mülklerin müsâderesi ile
özel mülklerin müsâderesi serbest değildir.”
Bu ifade özel mülklerin sahiplenilmesine kadı’nın, hâkimin hükmü
ile imkân vermektedir. Oysa bu, kesinlikle insanların mallarının
alınmasına yönelik haksız bir müdâhaledir. İslam ise özel mülklere
mükemmel şekilde ihtiram göstermiştir. Özel mülkü sahiplenen ister
devlet isterse güçlü kişiler olsun, haramdır ve zulümdür. Özel
mülkiyetin sahibinden alınması ancak güzellik ve gönül rızâsı ile
câizdir.
Muhakkak ki bu anayasa, ekonomik özgürlüğü kişisel özgürlüğe
bağlamıştır. 48/a maddesinde şöyle geçmektedir: “ Devlet,
vatandaşlarının kişisel özgürlklerini güvence altına alır...”
Kişisel özgürlük, inanç özgürlüğü ve mülk edinme özgürlüğü gibi
fikirler şüphesiz ki Batılı demokratik nizamın parçaları ve
kapitalizmin küfür mefhumlarıdır. İslam’a göre özgürlük; ibâdet ve
kulluğun karşıtıdır. Batılı Kapitalist Nizamın üzerine kurulu
olduğu demokratik hürriyetler ile İslam’ın hiçbir alâkası yoktur!
Batılı demokratik mefhumdaki hâliyle İslam’da hiçbir özgürlük
yoktur. Çünkü Müslümanlar şer’î hükümlerle kayıtlıdır. Her kim
içki müptelası olursa veya zîna ederse veya avretini açarsa
elbette cezalandırılır. Ne var ki bunların tamamı, Batılılar
nezdinde kişisel özgürlüklerin güvencesi altındadır.
Müslüman mülk edinirken, şer’î mülk edinme sebepleri ile
kayıtlıdır. Yine malını sarfederken de şer’î hükümlerle
kayıtlıdır. Batılılar nezdinde mülk edinme özgürlüğü olduğundan
bizdeki mülk edinme sebeplerini ve malı harcamaya ilişkin şer’î
hükümleri gözetmezler. Müslümana düşen İslâmî Akîdeye sımsıkı
sarılmasıdır. Nitekim onun kendi Akîdesini terk etmesi veya onu
diğer herhangi bir Akîdeyle değiştirmesi helâl olmaz.
Müslümanlardan her kim Akîdesini terk ederse önce tevbe ettirilir,
aksi takdirde öldürülür. Oysa Batılılar nezdindeki inanç
özgürlüğü, denetleme veya sorgu-sual olmaksızın kişinin dilediği
zaman dinini veya inancını değiştirmesine izin vermektedir. Bu
iznin verilmiş olması, -şer’î hükümlere değer vermeksizin ve
fiilerde şer’î hükümlerle kayıtlı olmayı gerektirmeksizin- bu
anayasanın demokratik özgürlüklerden alındığı şeklindeki
kanaatimizi daha da pekiştirmektedir. Bunu ifade eden 5. maddede
şöyle denilmektedir: “ Cumhuriyette
siyâsal sistem, çoğulculuk politikası ve siyâsî partiler üzerine
kuruludur. Hedefi ise otoritenin sağlıklı bir şekilde yayılması,
siyâsî partiler ve teşkilâtların oluşturulmasına ilişkin özel
icraatlar ile kanun hükümlerinin düzenlenmesi ve siyâsî canlılığın
sağlanmasıdır…”
Çağdaş demokratik nizamlardaki siyâsî ve partisel çoğulculuğun
inanç ve ifade özgürlüğünden kaynaklandığı mâlumdur. Böylece
insanlar arasında inançların ve düşüncelerin çoğalmasıyla partiler
de çoğalmaktadır. Nitekim bu, “özgür” dedikleri İslam âleminde
görülmektedir. “Tüm yasamaların kaynağı İslâmî Şeriattir”
ifadesine yer verilen 3. maddesi işleme konulmak istenseydi,
siyâsî partilerin ve teşkîlatların İslâmî Akîde ile kayıtlı olması
gerekirdi. Bu durumda, mâdem devletin bizim çağrıda bulunduğumuz
gibi İslâmî bir devlet isteniyorsa, İslam hükümlerine sarılmayan
ve onunla kayıtlı olmayan bütün siyâsî partilerin ve teşkîlatların
yasaklanması gerekirdi. Bugün içerisinde yaşadığımız devletlerin
vâkıasında yer alan, sözkonusu maddenin siyâsî çoğulculuğa ilişkin
ifadesine gelince; eğer bundan kastedilen laik, milliyetçi,
vatancı, komünist, kapitalist ve İslam’ın Akîdesiyle ve
hükümleriyle çelişen partilerin oluşturulması ise, bu takdirde
anladığımız ve tespit ettiğimiz hususu kuvvetlendirmektedir. Çünkü
42. maddede şöyle geçmektedir: “Devlet, kanunlar çerçevesinde
sözlü, yazılı ve şeklî biçimde görüşlerin ifâde edilmesini ve
düşünce özgürlüğünü güvence altına alır.” Bu madde oldukça
açık bir şekilde nasıl olursa olsun düşünce özgürlüğünü ve nasıl
olursa olsun ifade özgürlüğünü güvence altına almaktadır. İşte bu,
demokratik nizamdaki inanç ve düşünce özgürlüğünü tercümesidir.
Maddede zikredilen “kanunlar çerçevesinde” ifadesine
gelince;
Birincisi: Muhakkak ki bu kayıt, maddelerin birçoğunda
-açıklama yada sınırlandırma olmaksızın- tekrar tekrar
zikredilmektedir. Bilinmelidir ki bu kayıt, her şeyin İslam
hükümlere uygun olmasını gerektiren, izin verilebilen görüş ve
fikirleri belirleyen “şer’î hükümler çerçevesinde” anlamına
kesinlikle gelmemektedir. Üstelik bu ifade, belirleyici bir
açıklama olmaksızın geçmiştir. Dolayısıyla İslam’ın hükümlerine
uygun olan fikirlerin ve görüşlerin yasaklanmasına, İslam’a
muhâlif olan fikirlerin ve görüşlerin serbest bırakılmasına,
Müslümanların beldelerinde fiilen câri olduğu gibi İslam’ın
gerektirdiği Hilâfet’e dâvetin yasaklanmasına ama İslam’ı inkâr
eden laikliğe, kapitalizme ve komünizme davete izin verilmesine ve
sonra birincisinin yasaklanmasında da ikincisine izin verilmesinde
de “kanunlar çerçevesinde” gerekçesine kasten yapışılmasına yol
açmaktadır. İşte bunun içindir ki, bu madde belirgin bir açıklama
olmaksızın geçmiştir. Böylece Batılı özgürlüklerden dilediklerine
izin vermekte, “kanunlar çerçevesinde” bünyesindeki hükümlerden
dilediklerini yasaklamaktadırlar.
İkincisi: Muhakkak ki bu kanunun, Batılı demokratik
mefhumlarıyla inanç özgürlüğü ve ifade özgürlüğü ile çelişeceği
tasavvur edilemez. Çünkü Arap olsun olmasın Müslümanların tüm
beldeleri üzerinde kurulu devletlerin tamamı, Batılı Kâfir
devletleri memnun etmek için büyük çabalar harcamakta, onların
rotalarında hareket etmekte, onların nizamlarını almakta ve
Müslümanların beldelerinde onların mefhumlarını uygulamaktadırlar.
Oysa bu devletlerden herhangi biri Batılı kapitalist sistemi ve
mefhumlarını reddettiklerini îlan etmeye hiç cüret
etmemektedirler.
Buna binâen, bu anayasanın maddelerinde çokça geçen bu tür kanunî
kayıtların hiçbir kıymeti yoktur! Çünkü kanunun bizzat kendisi,
beşere yasama hakkı veren ve Batılı kapitalist anlamıyla
özgürlüklerin önünü açan Batılı sistemler ve demokratik mefhumlar
üzerine kurulu bu anayasa ile çelişmemektedir. Bu anlayışımızı ve
tespitimizi güçlendiren husus ise 58. maddede şöyle geçmektedir: “ …Devlet,
bu hakkı güvence altına alır. Kezâ vatandaşlarını bu haklarını
sonuna kadar kullanmasına yönelik tüm zarurî vesileleri benimser.
Yine tüm siyâsî, sendikal, kültürel, bilimsel ve toplumsal kurum
ve kuruluşlar için özgürlüklerin sağlanmasını da güvence altına
alır.” İşte bu ifade, yalnızca
muhtelif kurum ve kuruluşlar için özgürlükler sağlanmasını ikrâr
etmekle yetinmemekte, bilakis tüm özgürlükleri bir kez daha hiçbir
sınırlandırma öngörmeksizin serbest bırakmaktadır. Bu metnin
ibâresi, bu anayasayı hazırlayan şahsın kültürel ve fikrî
bakışının ve anlayışının, Batılı Hadarat ve Batılı demokratik
nizam ile ne kadar uyumlu olduğunu doğrulayan bir ifadedir. Bu
ifadenin, mutlak ve sınırsız özgürlük türlerini kastetmediği
söylenemez. Böyle denilemez. Nitekim bu mutlaklığın delili, 160.
maddenin ikinci kısmında zikredilen kısmın şu ifadesidir: “…Halkın
maslahatları ve özgürlükleri tam anlamıyla gözetilir…” Yazıklar
olsun ki, bu anayasanın İslâmî bir anayasa olduğunu veya bunun
İslam’a aykırı olmadığını savunanlar lehine önceki açıklamasından
zayıf ta olsa hiçbir şüphe bile bırakmamakta, dahası
Müslümanlardan veya Müslüman olmayanlardan herhangi birinin bu
anayasanın İslâmî bir anayasa olduğunu veya İslam’a aykırı
olmadığını bile iddia edemeyeceği derecede sınırların ötesine de
çıkmaktadır. İşte 6. maddede şöyle geçmektedir: “Devlet;
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne, İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’ne, Arap Devletleri Birliği Sözleşmesi’ne ve genel
şekilde tanınmış tüm devletlerarası kanunların ilkelerine uygun
olarak hareket eder.” Şimdi
burada, bu ifadenin küfür hükümleriyle amel etmek olduğunu
belirten bundan daha açık bir ifade var mıdır? Bu nizamları,
ilkeleri, kanunları ve sözleşmeleri benimseyenler, İslam’ın
düşmanları olan Avrupalılar ve Amerikalılar değil midir? Arap
Devletleri Birliği hakkında geçen ifadeye gelince; bu birlik
önceki hâlinden hiç çıkmamıştır. Nitekim azgın ihtiraslarıyla
Müslümanların beldelerine sömürgeciliklerini yerleştirdikten sonra
bu Arap Devletleri Birliği’ni oluşturan ve sözleşmesini hazırlayan
İngiliz kâfirlerdir. Maksadı da Arapların topraklarının
parçalanmışlığı kalıcı kılmak ve aralarındaki sorunları kendi
kontrolünde tek bir yapı içerisinde çözmelerini sağlamak idi.
Muhakkak ki İslam, yirmiden fazla devletten oluşan bu birlik bir
yana Müslümanlar için birden fazla devletin bulunmasını dahi
yasaklamaktadır. Nitekim bugün Müslümanlar başında elliden fazla
devlet var olması onları parçalayıp zayıflatmıştır. Öyleyse İslam,
bu anayasayı hazırlayanın zihninin ve akliyetinin neresindedir?
Öyleyse nerede Müslümanları sömürgeci kâfirlerin ağlarına
düşmekten sakındıracak o siyâsi uyanıklık? Nerede?!
Şimdi de bu anayasanın, İslam’ın hükümleri ile emretmediği, aksine
İslam ile, İslam’ı doğrulukla uygulayan Râşid Halîfelerin ve
onlardan sonra gelen Halîfelerin sîretiyle ve tüm İslam târihi ile
açıkça çatıştığı konusundaki açıklamalarımızı tamamlamak için
birinci ve ikinci bölümün tamamlayıcısı olan üçüncü bölüme
geliyoruz. Nitekim bu bölümde geçen maddeler, bu anayasayı
hazırlayan şahsın Batılı bir metot ve akliyete sahip olduğunu,
buna karşın kendisinde yönetime dâir İslâmî metoda sarılmaktan,
şer’î mefhumlardan ve nizamlardan eser bulunmadığını daha açık
olarak tamamlar niteliktedir.
Bu bağlamda 62. maddede şöyle geçmektedir: “Temsilciler Meclisi
(Parlamento), devletin yasama otoritesidir. Kanunları
ikrâr eden, devletin genel siyâsetini,
ekonomik ve toplumsal gelişmeye yönelik genel hatları belirleyen,
genel bütçeyi hazırlayan ve nihâî değerlendirmeyi yapan ve kezâ bu
anayasada belirtilmiş bakımlardan yürütme cihazlarının
çalışmalarını denetleyen de odur.”
İşte Temsilciler Meclisi hakkında geçen bu madde, ona yönetimdeki
en büyük payı vermektedir. Nitekim tüm yasama otoritesini yani
kanunlar çıkarma yetkisini bu parlamentoya vermektedir. Fakat
İslam’da yasama hakkı şüphesiz mutlak olarak Allah [Subhânehu ve
Te’alâ]’ya aittir. Tek bir tane bile olsa, her kim insanlar için
kanun çıkarır, yasama hakkını alırsa kendisini -hâşâ- Allah’a
benzetmiş, ona ortak olmuş demektir! Fâilinin ise küfre kadar yolu
vardır. Yine bu madde, yasama otoritesine izâfeten genel siyâsete
ilişkin yürütme otoritesini ikrâr yoluyla Temsilciler Meclisi’ne
vermektedir. İşte tüm otoriteler, şer’î hükümlerin Halîfe ile
muavinlerine yönetim hususunda verdiği tüm vekâletlere ve
yetkilere tamamen açıkça aykırıdır. Ne yasamada ne de kanunların
çıkarılmasında ne Ümmete ne de vekillerine yetki verilmiştir.
Bilakis Meclise (Hilâfet Devleti’ndeki Ümmet Meclisi’ne) sadece
İslam’ın tatbikinden saptığı zaman müsâmaha olmaksızın yöneticiyi
hakkıyla muhâsebe yetkisi vermiştir. Benzer şekilde Ümmet
Meclisi’ne, bir devlet başkanı (Halîfe) seçilmesi gereken
durumlarda devlet başkanlığı adaylarını sınırlandırma yetkisi
verilmiştir.
Muhakkak ki İslam’da siyâde, hâkimiyet şeriata aittir. Ümmete veya
halka ait değildir. Beşerin kaynaklı her yasama tâğutun hükmüdür
ve Müslümanlar onu inkâr etmekle emrolunmuşlardır. Nitekim Allah
[Subhânehu ve Te’alâ] şöyle buyurmuştur:
Sana ve Senden önce indirilenlere îmân ettiklerini iddia edenleri
görmedin mi? Tâğutun önünde muhâkemeleşmek istiyorlar. Oysa onu
inkâr etmekle emrolunmuşlardı! Şeytan da onları derin bir
sapıklıkla büsbütün saptırmak istiyor.
[en-Nîsa 60]
İslâmî Devlette Ümmet Meclisi’nin kesinlikle yasama yetkisi
yoktur. Bilakis ister Halîfe ister Ümmet olsun, hepsi birden ister
büyük isterse küçük olsun bütün işlerde şer’î hükümlere
bağlıdırlar. Halîfenin Allah’ın Kitâbı, Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi
ve Sellem]’in Sünneti ve bunların irşad ettikleri Sahabe’nin İcmaı
ve illeti şer’î illet olan Kıyas’ın dışında herhangi bir hükmü
veya kanunu benimsemesi caiz değildir. Böylece 62. maddenin mutlak
olarak İslam ile alâkası olmadığı, egemenliği kayıtsız-şartsız
halka veren ve beşerin Rabbine boyun eğdirmek yerine, yine beşerin
karar kıldığı yasamalara ve kanunlara devleti boyun eğdiren Batılı
Demokratik Nizam’dan alındığı ortaya çıkmıştır. Bu maddede ifade
edilen yasama otoritesinin parlamentoya verilmesiyle, bu
anayasanın İslâmî bir anayasa olmadığına ve devletin de İslâmî bir
devlet olmadığına dair tek başına yeterlidir.
Cumhurbaşkanlığı ile alâkalı 107. maddede şöyle denilmektedir: “ Cumhurbaşkanlığına
aday olmak için her Yemenli’nin aşağıda belirtilmiş şartları
taşıması gerekir.
a. Yaşının 40’tan küçük olmaması
b. Yemenli ana-babadan olması
c. Çağdaş ve siyâsî haklara âşina olması
d. Doğru ahlâka ve İslâmî şiarlarını koruyan bir gidişâta
sahip olması, geçmişte şerefini, itibarını ve güvenilirliğini
zedeleyen bir hükmün bulunmaması.
e. Yabancı bir kadınla evli olmaması ve başkanlık müddeti
boyunca da yabancı biriyle evlenmemesi”
İşte bu madde, bu anayasayı hazırlayan kişinin İslâmî bir devlet
değil, vatancı ve bölgeci bir devlet tasavvur ederek bunu ortaya
koyduğuna dâir söylediklerimizin çoğunu pekiştirmektedir. Çünkü
İslâmî devlet, devlet başkanlığı için Müslüman olması, Erkek
olması, Hür olması, Bâliğ olması, Âkil olması, Âdil olması,
yönetime Kâdir olması dışında hiçbir şart koşmaz. Bu şartlar
in’ikad şartlarıdır ve Müslümanların Halîfesi seçilecek kişide
mutlaka bulunması gerekir. Bu şartlardan herhangi birisinin
bulunmamsı câiz değildir.
Yine Halîfenin belirli bir kavimden veya belirli bir vatandan
olmasının istenmesi de caiz değildir. Bundan dolayı maddedeki
cumhurbaşkanının Yemenli olması şartı, şer’î hükme ve İslâmî
Devletin anayasasına muhaliftir. Bunun yanında ömrünün 40 yaşından
az olmaması, yabancı ile evli olmaması veya başkanlık müddeti
boyunca da bir yabancı ile evlenmemesi gibi diğer şartlar da
İslam’daki in’ikad şartlarına muhaliftir. Meselâ, “yabancı”
kelimesi Yemenli olmayan Müslüman bir kadını da kapsar. Yine bu
da, bu anayasayı hazırlayanın iddia edildiği gibi İslâmî bir
anayasa değil, Yemen’e ait bir anayasa hazırladığına dâir daha
önce söylediklerini kuvvetlendirmektedir. İşte bütün bu şartlar ve
kayıtlar şer’î değildir ve hiçbir kıymeti yoktur. İster hâkim
olsun isterse tebânın fertlerinden bir fert olsun, bu şartlar
hiçbir Müslümanı bağlamaz.
110. maddede şöyle denilmektedir: “C umhurbaşkanı;
halk irâdesinin tezahürü, anayasa ve kanunun saygınlığı, vatanın
birliğinin muhâfazası ve Yemen’in kalkınma hedeflerinin ve
servetlerinin korunması için çalışır...”
Bu maddeyi tedebbür eden bir kimse bunu İslam’dan, Doğu ile Batı
arasındaki uzaklıktan daha fazla uzak bulur. “Vatanın Birliğinin
Muhâfazası” ifadesinin Müslümanların toprakları üzerindeki
yöneticilerce tutulması, Müslümanları “Tek Devlet” ifadesinden
uzaklaştırmaktan ve Yemen’i Müslümanların diğer beldelerinden
koparmaktan başka bir şey için değildir. İşte bu yöneticilerin
pratik uygulaması olan bu “ Vatanın
birliğinin muhâfazası” ifadesi,
Müslümanların tüm beldelerini birbirlerinden koparılmış tutmak
için ortaya atılmıştır ki bu katiyyen haramdır. “Anayasa ve
kanunun saygınlığı” ifadesine gelince; biz bu anayasa ve
kanunların Şeriate muhâlif olduklarını, hatta onunla
çatıştıklarını tam bir açıkla beyan etmiş bulunuyoruz. Öyleyse bir
Müslümandan ona saygı duyması nasıl istenebilir? En ufak bir şüphe
olmaksızın bu haramdır. Cumhurbaşkanının saygınlığını korumak için
çalıştığı kanunlara gelince; buradaki ifade belirsiz bir şekilde
geçmiştir. Öncelikle hem başkanın hem de insanların bilmesi için
hangi kanunların bu kapsama girdiği sınırlandırılmamış, sonra
bunlara sanki kat’î şer’î hükümlerden alınmışlar gibi saygı
duyulması talep edilmiştir. Sonra da cumhurbaşkanı mevcut yasalar
yetmezmiş gibi henüz mevcut olmayan ve ne olduğu belirsiz
yasaların da önceden saygınlığını korumakla görevlendirilmiştir!
Muhakkak ki bu maddenin içerisinde İslam olduğuna veya İslam’dan
etkilendiğine dâir belirtilerden tek belirti bile yoktur. Küfür
devletlerden başka bir devlet böyle bir maddeye izâhat yada
sınırlandırma olmadan, yoruma ve hevâya açık olarak anayasasına
koymaz. Bu anayasayı hazırlayan şahıs Müslüman ve hazırladığı
anayasa da Müslümanlar için olduğuna göre, bu maddeyi “Devlet
başkanı, ülke içinde İslam hükümlerinin tatbiki ve ülke dışında da
İslam’ın dâvet ve Cihâd ile taşınması için, Müslümanların
miğferini korumak için ve tebânın işlerinin şer’î hükümleri ile
gözetilmesi için çalışır” şeklinde koyması gerekirdi. Oysa bu
maddedeki ibâreler bütünüyle Müslümanların mefhumlarına,
akliyetlerine, İslam hükümlerine veya onu hayata iâde etmeye
yönelik hırslarına aykırıdır ve Dini hayattan ayıran laiklik
zihniyetinin kötü bir sonucudur. 110. maddenin “Cumhurbaşkanı,
halk irâdesinin tezahürü için çalışır” Egemenliğin halka ait
olması, halkın dilediği yasamaları ve kanunları yapmasına ve
diledikleri yönetim şeklini seçmesine ve Cumhurbaşkanının da
otoritede yada egemenlikte şer’î hükümleri değil, bunu
uygulamasına yol açmaktadır.
Yürütme otoritesi ve cihazları [Cumhurbaşkanları, Bakanlar Kurulu
ve yerel idâreler] ile alâkalı kalan maddelere gelince; onlar da
-diğerleri gibi- bu anayasayı hazırlayan şahsın, devlet
cihazlarının yapısı ve yetkileri hususunda da Batı anayasalarını
esas aldığını göstermektedir. Buna karşın, Rasulullah [SallAllahu
‘Aleyhi ve Sellem] ve Râşid Halîfeler zamanında bu yapılanmanın
olduğuna delalet eden hiçbir şer’î nass gelmemiştir. Şöyle ki,
İslam’daki devlet yapısı Batı Kapitalizm demokrasisindeki yönetim
yapısından farklıdır. Yine yetkiler bakımından farklıdır. Nitekim
o zamanki İslâmî devletin yapılanması, bugünkü Batılı kapitalist
demokrasilerdeki yapılanmalara tamamen ters idi. Benzer şekilde bu
yapılanmadaki zıtlığa ilâveten bunların yetkilendirilmeleri de
tamamen ters idi.
Muhakkak ki İslâmî Devlet, Hilâfet Devleti; İslâmî devlette
mevcut olduğuna ve olması gerektiğine dâir şer’î delillerin
delâletiyle şu sekiz cihazdan oluşur:
1. Halîfe
2. Tefviz Muâvini
3. Tenfiz Muâvini
4. Cihâd Emiri
5. Vâliler
6. Kadılar
7. Devletin maslahatları (müdürleri)
8. Ümmet Meclisi
Yargı ile alâkalı 154-149 arasındaki maddelerde ise; yargı
otoritesinin, genel vekâletin (savcılığın), Yüksek yargı
meclisinin (yargıtayın), yüksek mahkemenin, karar mahkemelerinin
yetkilerinin, yürütme heyeti üyeleri mahkemesinin ve bütün suç ve
anlaşmazlıkların yargının mutlak bağımsızlığı güvencesinde
bulunduğu beyân edilmiş ve kanunlar dışında yargı üzerinde hiçbir
otoritenin bulunmadığı vurgulanmıştır. Önceki açıklamalarımızda
buradaki kanunun Temsilciler Meclisi’nde çıkarılan yasalar
olduğunu ve Allah’ın Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve
Sellem]’in Sünnet ile bunların irşâd ettiklerinden kaynaklanan
şer’î delillerden istinbat edilmiş şer’î hükümler olmadığını,
dolayısıyla bu anayasa ve kanunların, İslâmî anayasa ve kanunlar
olmadığını açıkça belirtmiştik.
Dördüncü bölümdeki 156. maddede şöyle denilmektedir: “V atanın
bayrağı tertip edilmiş şu renklerden oluşur: Yukarıdan-aşağı
sıralanmak üzere Kırmızı-Beyaz-Siyah.”
Söz konusu vatanî bayrağın Yemen devletinin bayrağı olduğunu ve
tüm Müslümanları hedefleyen, parçalarını biraraya getiren ve
onları siyâsî bir varlık bünyesinde birleştiren İslâmî Devlet için
olmadığı bundan daha açık söylenemezdi. Nitekim İslâmî Devletin
râyesi (bayrağı), Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in
râyesi idi. Onun râyesi de zemini siyah olan bir parça yünden
ibâretti. Büyük livâ’ (sancak) ise zemini beyaz olan bir parça
yünden ibâretti. Nebevî hadislerde geçtiği gibi, üzerinde;
[] yazılı idi. Râye üzerinde beyaz
harfler ile yazılı iken Ordu emîrinin taşıdığı livâ’ üzerinde
siyah harflerle yazılı idi.
5. bölümdeki 160. maddede ise, Cumhurbaşkanı, yardımcısı,
milletvekilleri, hükümet üyeleri ve Başbakan, Şura meclisi ve
başkanı tarafından edilmesi gereken anayasal yemin metni
belirtilmiştir. Bu anayasal yeminin metni şöyledir: “A llah’ın
Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti’ne bağlı kalacağıma, Cumhuriyet
Nîzamını ihlaslı bir şekilde koruyacağıma, anayasa ve kanunlara
saygı duyacağıma, halkın maslahatlarını ve özgürlüklerini kâmilen
gözeteceğime, vatanın birliğini, bağımsızlığını, selâmetini ve
topraklarını koruyacağıma dâir Azîm olan Allah’a yemin ederim.”
Muhakkak ki bu anayasal yeminin metni, coşkun denizdeki dalgaların
birbirleriyle çarpıştığı gibi çarpışan ve çelişen bir biçimde
ifade edilmiştir. Birbirlerine vuran bu çarpışmayı ve uzun bir
yolculuk süren İslam’ın hükümleriyle olan çarpışmayı ve çelişkiyi
beyan etmek gerekmektedir. Bu anayasayı reddetmemizi gerektiren
hususlar hakkında, özet olmasına îtina göstererek bazı noktaları
belirtmekle yetineceğiz:
a. Yeminde geçen “ Allah’ın
Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti’ne bağlı kalacağıma”
sözü, “Allah’ın Kitâbı ve
Rasulü’nün Sünneti ile amel edeceğime”
sözünün dışındadır. Allah’ın Kitâbı ve Rasulü’nün Sünneti’ne
bağlılık ile amel etmek arasındaki fark, oldukça büyük bir
farktır. Birincisini fâsıklar ve korkaklar da söylemeye güç
yetirir. Yani Kitâb ve Sünnete îmân edebilir ve inkârını kabul
etmeyebilirler. Ama ikincisini sadece muttakîler söyleyebilir.
Yani ancak onlar Allah’ın şerîatiyle ihlaslı bir şekilde amel
ederler. Çünkü bu söz, Kur’an ve Sünnet’i tenfiz ve tatbik
sahasına koymak demektir. Bu farkı burada zikretmek
kaçınılmazdır. Kaldı ki bu anayasayı hazırlayan şahsın aradaki
bu farktan gâfil olduğunu göremiyoruz.
b. Bu yemin ile amel etmek istendiğinde, Kitab’ın, Sünnetin ve
Şeriatın tümüyle bu metinden kaldırılması gerekir. Zîra
vurgulanan şey; “Cumhuriyet Nîzamını ihlaslı bir şekilde
koruyacağıma” ifadesidir. Kaldı ki Cumhuriyet nîzamı mutlak
olarak İslam ile hiçbir alâkası ve benzerliği olmayan demokratik
Batı nîzamıdır. Üstelik bu metin, tatbik edilmesi gerekenin
İslam Nizamı değil, şüphesiz demokratik nizam olduğunu ifade
etmektedir.
c. Bu nîzamın tatbik ve tenfizinin kastedildiğinin ziyâdesiyle
beyan ve te’kid etmek açısından ifade şöyle gelmiştir: “ anayasa
ve kanunlara saygı duyacağıma…”
Yani onu terk etmeyeceğime, onu ihmal etmeyeceğime, ona
muhâlefet etmeyeceğime ve ona karşı çıkmayacağıma, demektir.
d. Bundan sonraki kısımda ise “halkın maslahatlarını ve
özgürlüklerini kâmilen gözeteceğime” denilmektedir. “Özgürlüklerini”
sözüne gelince; bunun İslâmî mefhumlara ters düştüğüne ve bu
özgürlüklerin Batılı mefhumlardan alındığına daha önce işaret
etmiştik. Açıklamasını yinelemeye ihtiyaç yoktur. “Halkın
maslahatlarını” ifadesi ise kendisinden hiçbir faide
beklenilmeyen kapalı bir ibâredir. Bu maslahatların ne olduğu
sınırlandırılmadığı ve şer’î hükümlere uygun olup olmadıkları
açıklanmadığı sürece, ister Müslüman olsun isterse kâfir olsun
her hâkim, yönetici halkın maslahatlarını gözeteceğine dâir
yemin edebilir. Anayasasının İslâmî bir anayasa olduğunu iddia
eden herhangi bir Müslüman hâkimin, bu ibâre yerine şuna benzer
bi ibâre koyması gerekirdi: “Halkı, İsl âmî
Akîdesine binâen İslam Şeriatı gereğince koruyacağıma…”
Böylece ibâre açık olur ve herhangi bir kapalılık bulunmazdı.
Veya şöyle denilmesi de mümkündü: “Halkın
idâresini ve maslahatlarını şer’î hükümlere göre koruyacağıma…”
e. Yemindeki “vatanın birliğini, bağımsızlığını, selâmetini
ve topraklarını koruyacağıma” ifadesine gelince; Muhakkak ki
bu, Müslümanların beldelerini birbirlerinden parçalanmışlığı
pekiştirmek içindir. Çünkü yeminde şöyle denilmemiştir: “Onu
sömürgeci kâfirin nüfuzundan
kurtaracağıma…” Bilakis bunun
yerine “bağımsızlığını” denilmiştir ki Yemen’in
kâfirlerin nüfuzundan bağımsız değil, tam aksine Müslümanların
diğer beldelerinden ayrı ve kopuk olduğuna delâlet etsin! İşte
bu ifadenin gösterdiği ve Müslümanların beldelerinde hissedilir
şekilde şâhit olunan husus, Müslümanların beldelerinin
birbirlerinden koparılmış tutulması ve sömürgeci kâfirlerin
nüfuzuna boyun bükmesi dikkate alınarak Yemen’in de parçalanmış
bırakılmasıdır.
İşte bunun içindir ki yemin metni, bütün Müslümanların tek bir
devlet olmalarını ve tek bir Halîfe tarafından yönetilmelerini
emreden şer’î hükümler ile çatışmakta, kezâ yemin metninde geçen
lafızların tamamı da şer’î hükümlere muhâlif olmakta ve bu yemini
hazırlayan şahsın zihninde İslâmî devletin başkanının edeceği bir
yemin olmadığına ve anayasasının da Allah’ın Kitâbı ve Rasulü
[SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in Sünneti ile bunların irşâd
ettiklerinden hazırlamadığına apaçık delâlet etmektedir.
Bu anayasanın üzerine bina edildiği esas ve bu anayasanın bazı
maddeleri bağlamında arzettiğimiz şeylere binaen, kalp sahibi
olarak veya kulak vererek şâhit olan herkes için şüpheden uzak bir
şekilde apaçıktır ki, bu anayasa kesinlikle İslâmî bir anayasa
değildir ve bunu benimseyip tatbik sahasına koyan bu devlet de
kesinlikle İslâmî bir devlet değildir!
Muhakkak ki şimdi biz burada tüm Müslümanlar ve Yemen halkı için
bütün şaibelerden arınmış ve maddelerinden her bir maddesi
Allah’ın Kitâbı ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in
Sünneti ile bu ikisinin irşâd ettiği Sahabe İcmaı ve Şer’î
Kıyas’tan alınmış olan İslâmî Anayasa’yı takdim ediyoruz.
Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’dan bu hâlis İslâmî anayasayı bir an
önce Ümmetin tatbik sahasına konulmasını mümkün kılmasını,
Müslümanları tek bir devlet, Râşidî Hilâfet Devleti’nde
birleştirmesini, onlar için âdil bir imâm, yönetici tek bir
Halîfe’nin bulunmasını, onunla birlikte ve onun sayesinde İslam’ın
Râyesini, [] râyesini yükseltmesini
tüm samimiyetimiz ile niyâz ediyoruz.
Muhakkak ki Allah emri ne
gâliptir. Allah herşey için bir ölçü koymuştur.
[et-Talak 3]
|
H. 1424 |
Hizb-ut Tahrir |
M. 2003 |
|