İSLAMA DAVET I
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte
onlar kafirlerin ta kendisidir." (Maide Suresi:5/44)
İFLAS EDEN REJİMLERİN TAZE KAN ARAYIŞLARI
Toplumlar
tıpkı insanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. Bu Yüce Allah’ın
uygun gördüğü bir yasadır. İnsanlık tarihi boyunca, sayısız
toplumlar ve rejimler gelip geçmiştir. Her toplum, tıpkı insan
gibi, doğmuş, gelişmiş, gençlik ve olgunluk dönemini yaşamış
ve sonuçta da ölmüştür. Bu yasa, kaçınılmaz olarak her
toplum için aynıdır. Tarih gelip geçen toplumların
kalıntılarına tanıklık yapmaktadır. İnsanlar gibi,
toplumların da kaçınılmaz sona ulaşacaklarını kainatın
sahibi Allah (c.c) haber vermektedir.
“Her
ümmetin bir eceli vardır. O ecel geldiğinde, ne bir an
erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.” ( 7/34)
Tarih
çöplüğünü karıştıranlar, burada bir çok iyi, adil ve
güçlü toplumların kalıntılarıyla karşılaşacakları gibi,
nice zorba kavimlerin, nice kanlı despot ve kanlı diktatörlerin
kirli, kara kalıntılarıyla da karşılaşırlar. Bu diktatörler,
yaptıkları zulümler oranında tarih sayfalarını kirletmiş,
kara bir leke olarak bu sayfada yerlerini almışlardır.
Her
diktatör kişi, toplum ya da rejimler ve bunların şakşakçıları
olan yağcı yardakçıları, bulundukları dönemde, zulümlerini
icra ettirdikleri zamanlarda, ellerindeki askeri ve mali güçlere
bakıp aldanarak, kendilerini en güçlü totaliter ve despot güç
zannederek, toplumlarına zulmetmiş ve toplumları üzerinde baskı
kurmuşlardır. Oysa onların en güçlü despotlar olmadıklarını,
tarihte kendilerinden güçlü nice despotların bulunduğunu yine Yüce
Rabbimiz bildirmekte ve tarih de buna şahitlik etmektedir.
“Halbuki
biz, kendilerinden evvel, mal ve gösterişçe daha güzel nice asırlar
halkını helak etmişizdir.” (19/74)
“Yeryüzünde
bir gezmediler mi? Baksalar ya kendilerinden öncekilerin sonları
nasıl olmuş? Onlar yeryüzünde gerek kuvvetçe ve gerek eserce
kendilerinden daha üstündüler. Öyle iken Allah onları günahları
sebebiyle tutup alıverdi. Kendilerini Allah'ın azabından
koruyacak biri bulunmadı.” ( 40/21)
“Ey
Muhammed! Biz onlardan önce kendilerinden daha kuvvetli olan ve
beldeleri delik deşik eden nice nesilleri helak ettik, hiç kurtuluş
var mı?” (50/36)
“Şimdi
sizin kâfirleriniz, onlardan daha hayırlı mı? Yoksa kitaplarda
sizin için bir beraat mi var?” (54/43)
Kur’ani
gerçekler, yaptıkları zulümleriyle beraber tarih çöplüğünün
derinliklerine fırlatılan despot, totaliterler ve kanlı diktatörlerin
varlığını haber vermekte, sonradan gelen diktatörlerden ve
onların yağcı yardakçılarından, bu ibretleri düşünüp
kendilerine çeki düzen vermelerini istemektedir.
Şu bir
gerçektir ki, hiçbir diktatör ölmeyi ve hayatının ve
saltanatının sona ermesini kabul etmez. Ölümünü ve saltanatının
bir gün yerle bir olacağını kendilerine hatırlatanları, en
ağır şekilde cezalandırmaya çalışan diktatörler,
zulümlerini, saltanatlarını, diktatörlüklerini sürdürmek
için çırpınmışlar, çeşitli alternatif çözümlere başvurmuşlar,
ancak acı sondan kurtulmaları mümkün olmamıştır.
Bugün
idaresi altında yaşamaya mahkum edildiğimiz demokratik diktatörlük
de, tarihteki diğer diktatörlerin akibetine ulaşmak üzeredir. Bu
son kaçınılmazdır ve Yüce Allah’ın takdir ettiği saatte,
tarih çöplüğündeki yerini alacaktır. Ne rejimin kaymağını
yiyenler, ne de bu rejime yaltaklanan yağcı bel’am ve samiri
soylu yazar çizer takımı bu acı sonu engelleyemeyecektir. Bu, Yüce
Allah’ın takdir ettiği bir şeydir ve bundan kaçınmak mümkün
değildir.
Kuruluşundan
bugüne kadar çeşitli evrelerden geçen ve tabir yerinde ise,
çocukluk, gençlik, olgun dönemlerini yaşayan, bu aşamalarda
tutulduğu amansız hastalıklardan, çeşitli operasyonlarla ayakta
tutulmaya uğraşılan, ancak her operasyon sonucunda yine yatalak
vaziyette hasta olan demokratik diktatörlük, ihtiyarlık dönemine
ulaşmış durumdadır. Zaten bu ülkede ölüm yaşı ortalaması
yetmiş-yetmiş beştir. Demokratik diktatörlükte bu ortalamayı
doldurmuş bulunmaktadır. Şu anda, ortalamayı aşan kimi insanlar
gibi, biraz daha yaşamak için çaba sarfetmekte, her an malum ve
meşhur doktorlarının(!) malum operasyonunu beklemektedir. Şu dönemde
ise, operasyondan önceki müdahaleler yapılmakta, taze kan
pompalanmaya çalışılmaktadır. İşte her üçbeş yılda
yapılan seçimler rejime taze kan pompalama çabalarından başka
bir şey değildir. Ancak unutulan bir şey vardır ki; kanı
alınmaya çalışılan mevcut partiler yıllardır aynı kanı
verdiklerinden dolayı bir sonuç elde edilemiyor. Çünkü
verilecek kanlar hem bayatlamış hem de bozulmuştur. Bu nedenle
bunlar rejime kanlarını değil canlarını da verseler, artık
yapacakları fazla da bir şeyleri yoktur ve yapacakları her şey
demokratik dinlerini ve ideolojilerini daha fazla yaşatmaya
yetmeyecektir.
Her
üçbeş yılda yapılan bu seçimler aynı zamanda, demokratik
dinin tabilerinden, biatlarını ve imanlarını tazelemelerini
istediği bir seçimdir. Demokratik dinin bağlıları her seçim
döneminde, sabahtan akşamlara kadar kuyruklar oluşturarak rejime
olan bağlılıklarını sunarlar ve sandığa attıkları
kağıtlarla biatlarını ve imanlarını tazelerler. Her şeçim
döneminde önemli olan sandık başına gitmektir. Demokratik seçimlerde
şu ya da bu mezhebe (partiye) oy vermek o kadar önemli değildir.
Demokratik dine bağlı olmak kaydı ve koşuluyla bu dinin her
hangi bir mezhebine (partisine) oy verilebilir ya da hiçbir mezhebe
(partiye) bağlı olmaksızın boş oy atılabilir. Burada önemli
olan sandık başına gitmektir. Çünkü sandık başına gitmemek,
demokratik dini tanımayıp onu inkar etmektir ki, bu rejim açısından
en büyük ve en tehlikeli bir suçtur. Bu suçu işleyenler tesbit
edildikleri takdirde derhal cezalandırılırlar.
1983 seçimlerinin
asker kökenli ve asker (K.Evren) destekli MDP Genel başkanı
Turgut Sunalp: “Sandık başına gitmemek, demokrasiye
hakarettir.” diyerek, seçimlerde sandık başına gitmenin ne
anlama geldiğini kendi dindaşlarına ve kamuoyuna, üstü
örtülü bir tehdit şeklinde duyuruyordu.
Demokratik
seçimlerde aslolan rejime olan teslimiyeti göstermek için sandık
başına gitmek ve verilen kağıtları atarak biat ve iman
tazelemektir. Her hangi bir partiye oy verilip verilmemesi rejim açısından
o kadar önemli değildir. Zaten bir mezhebin ya da demokratik
adıyla bir partinin, seçimlerde oyların çokluğunu alması pek
fazla bir şey değiştirmiyor. Çünkü demokratik
diktatörlüklerde bir mezhebin iktidar olması oy çokluğu ile
değil, sistemi ayakta tutan operatör güçlerin belirlenmesiyle
mümkündür. Demokratik dikta rejimlerini ayakta tutan güçler,
iktidara getirmek istedikleri bir partinin seçimlerde ne kadar oy
aldığına hiç bakmazlar. Onlar için aslolan kriter, iktidar
edilen partinin rejimi daha güzel işleteceğine inanmalarıdır.
Yoksa iktidar edilen partinin az yada çok oy alması o kadar
önemli değildir. Bunun en açık örneğini bir önceki yasama
döneminde iktidar edilen parti (DSP) genel seçmenin ancak %10’unun
oyunu alabilmiş ve meclis aritmetiğinde dördüncü sırayı
işgal etmişken iktidarda bulunmakta, meclis aritmetiğinde
beşinci sırada bulunan bir partinin milletvekili de rejimin meclis
başkanlığı görevini sürdürmektedir. Bunlar da göstermektedir
ki, rejim için aslolan şu yada bu partiye oy verilmesi değil,
sandık başına giderek demokratik dine biat ve iman tazelemektir.
Seçimlerde
sandık başına gidip oy vermek, demokratik dine mensup olmanın
bir gereği ve bu dinin 'olmazsa olmaz' bir esasıdır. Oy
kullanmak, demokratik rejim için hayatiyet ifade eder. İnsan için
kan ne kadar önemli ise ve insanın hayatiyetini sürdürmesine
neden oluyorsa, oy kullanmak da demokratik rejim için o kadar
önemli ve rejimin hayatiyetini devam ettirebilmesi için
gereklidir. Şeçmenler, demokratik dinlerinin hayatiyetini biraz
daha sürdürebilmesi ve demokratik dine tabi olduklarının malum
çevrelerce bilinebilmesi için sandık başına giderek yada götürülerek
oylarını kullanırlar.
Oy
kullanmak bir ülkede bulunmanın ve orada yaşamanın bir gereği
değil, demokratik dine iman etmenin ve ona kulluk yapabilmenin
gereği ve kaçınılmaz sonucudur. Nasıl ki bir müslüman, Yüce
Allah’a iman ettiğini, yaptığı ibadetlerle gösterip kulluğunu
ve bağlılığını Yüce Allah’a takdim ediyorsa, aynı şekilde
bir demokratta oy kullanarak demokratik dine kulluğunu ve
bağlılığını takdim ediyor demektir.
Kimi
zavallı seçmenlere göre oy kullanmak, demokratik dine bağlı
olmanın bir gereği olduğu gibi, aynı zamanda tabii olunan
demokratik mezhebi iktidar etmektir. Oysa, ikinci düşüncenin doğru
olmadığını, bu işlerin içinde iyice pişmiş ve demokratik
dinin en hızlı bağlılarından biri olan demokrat İslamcı bir
yazar, şu satırları ile ortaya koymaktadır: “Seçim
kazanmak ya da iktidar olmak... Her seçim kazanan iktidar olmadığı
gibi, her iktidar olanın da seçim kazanması şart değildir. Hani
FP için %20 ile iktidar olunmaz diyorlardı ya, sonunda getirip %10
oy almış bir partiye iktidar teslim ettiler. Çünkü görünmeyen
güçler öyle istedi.” (Abdurrahman Dilipak, Akit, 4.3.1999)
Demokrat
islamcı yazar, hayıflanmış gibi görünse de aslında gerçek
budur. %10’luk bir partinin iktidar olması, %90’lık seçmene
bir saygısızlık değildir. Çünkü seçmenin görevi, demokratik
dine iman edişinin gereği olarak gidip oy kullanmaktır; tabii
olduğu demokratik mezhebi iktidar yapmak değildir. Seçmen,
demokratik dini kimin daha iyi işleteceğine karar veremez, seçmen
bu işten anlamaz. Demokratik dini, kimin daha iyi işleteceğine
ancak, demokrat islamcı yazarın “görünmeyen güçler”
dediği –aslında apaçık ortada olan güçler karar verir.
Bugüne kadar yapılan bundan başka bir şey değildir.
Kur’an’ı
ve Peygamberi örnekliği ölçü edinen, hayatını bu esasa göre
düzenleyen bir müslümanın seçimlere bakışı, demokratik dinin
diğer kurumlarına (parti, vakıf, dernek vb.) olan bakışı
gibidir. İkinci bir dinin gereklerini yerine getirmenin şirk
olduğunu bilen bir müslüman, mensup olduğu Tevhid dininin
gereği olarak “Allah’tan başka ilah yoktur” kelimei
tevhidini söyleyip, şirke bulaşmaktan kaçınacaktır.
Şimdi
burada hakkı batıla bulaştırmayı adet haline getiren kimi
insanlar: “Oy kullanmakla şirkin ne ilgisi vardır?”
diyeceklerdir. Aslında konu onlar tarafından da açıkca
bilinmesine rağmen biz yine de, bildiğini zannedenlere ve gerçekten
bilmeyenlere bu konuyu izah edelim:
İnsan
hayatını düzenleyen, kurallar koyan, insanlara ceza ve mükafaat
veren her sistem, her ideoloji aynı zamanda bir dindir. Yani
din, insan hayatını düzenleyen esasları koyan, otorite olan,
insanlara ceza ve mükafaat veren kurallar bütününe verilen
isimdir. Bu kurallar, kimin tarafından belirlenip insan
hayatına tatbik ediliyorsa, onun ismini alır. Yüce Allah tarafından
insan hayatını düzenlemek üzere gönderilen kurallar bütününe
İslam; Karl Marks tarafından konulan kurallar bütününe
Marksizm; M. Kemal tarafından batıdan ithal edilen kurallar bütününe
de Kemalizm denmektedir. Buna göre bir insan, hangi kurallara göre
hayatını düzenliyor ve hangi kuralların savunuculuğunu
yapıyorsa, doğal olarak o dine (sisteme) tabidir.
Yüce
Allah’a iman eden ve O’nun tarafından gönderilen kurallara
teslim olup ona göre hayatını düzenleyen insanlara müslüman adı
verildiğini Kuran’ı Kerim bildirmektedir. Bu kurallardan
herhangi birini, ne adına olursa olsun bırakan, bunun yerine
başka bir dinin kurallarını alan kimselerin ise, müşrik, münafık,
fasık ve sapık olduklarını yine Kur’an’ı Kerim’den öğrenmekteyiz.
Demokratik
olduğu iddia edilen bu sistem, Kemalist sistemin ta kendisidir. Bu
kurallara göre hareket eden ya da bu kuralların savunuculuğunu
yapanlar, doğal olarak demokrat ya da kemalisttirler. Bir
demokratın, inandığı ya da tabi olduğu dinin hayatiyetini sürdürebilmesi
için elinden geleni yapması çok doğal bir davranıştır. Buna
hiç kimsenin diyeceği yoktur, olamaz da... İnsanın inanıp tabi
olduğu bir dini (sistemi) en üstün görüp onun uğrunda mücadele
etmesinden daha doğal ne olabilir ki! Teröre, şiddete, baskıya
ve dayatmaya başvurmadığı, başkalarını kendi dinine
(sistemine) inanmaya ve tabi olmaya zorlamadığı sürece ona saygı
da duyulur. Ancak, başka bir dine tabi olan insanları kendi dinine
girmeye zorlayan, bunun için teröre, şiddete, baskı ve dayatmaya
başvuran kimselere ve inanmadığı halde başka bir dini savunan,
o dinin mücadelesini yapan iki yüzlü samimiyetsizlere ise saygı
duyulmaz.
Demokratların,
inançlarının gereği olarak oy kullanmaları onlar için bir haktır.
Ancak Kur’ani esaslara iman eden ve bu esasları en üstün
kabul edip onlara teslim olan müslümanların Demokratik din için
oy kullanması mümkün değildir. Bilakis böyle bir davranış
şirk olup sahibini mü’minlerin safından çıkarıp müşrik ve
kafirlerin saflarına katmaktadır. Çünkü oy kullanmak (boş ya
da dolu) otoriteyi (uluhiyeti), yönetimi (rububiyeti) demokratik
sisteme vermektir ki, işte bu müslümanlar için şirktir; yani
iki dine birden tabi olmaya kalkışmaktır. Müşrikler ise
asla iflah olmazlar.
Sistemin
parti, dernek, vakıf gibi kurumlarını kabul eden, bunlardan
birine üye olanların oy kullanmaları doğal ve demokratik
dinlerinin gereğidir. Bunların namaz kılmaları, oruç tutmaları
ve müslüman olduklarını iddia etmeleri onları müslüman
yapmaz. O halde demokratlar buyursunlar sandık başlarında
dinlerinin gereğini icra etsinler, dinlerini yaşatmaya çalışsınlar.
Kesinlikle
bilinmelidir ki; yeni yeni seçimlerle taze kan arayışları,
artık tamamen hastalığa tutulmuş ve hiçbir kurtulma ümidi
olmayan bu demokratik kemalist diktatörlüğü kesinlikle tedavi
etmeyecektir. Ölümcül bir hastalığa tutulan bir rejimi, ne yeni
seçimler, ne yeni çözüm arayışları, ne yeni operasyonlar ve
ne de despotça baskılar yeniden hayata döndüremeyecektir. Ve
Yüce Allah’ın takdir ettiği gün ve saatte tarih sayfasındaki
ve tarih çöplüğündeki yerini kara bir leke şeklinde
alacaktır.
Hamd
Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
KASEM YAYINLARI
Muhammed Yasir SEV İM
Sizden Gelen sayfası
|