“O
halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi
dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı
çok iyi görendir.
Zulmedenlere
meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız).
Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da)
yardım göremezsiniz!” (Hud 112-113)
“İşte
bunun için, durma tevhid üzerinde anlaşmaya davet et. Ve
emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların nefsani heveslerine sakın
uyma! …” (Şûrâ 15)
Bugünkü
konumuz olan, ve müminler için ağır sorumluluklar yükleyen bu
kavram, bizler için çok büyük bir öneme haizdir.
Bu
hitaplar, doğrudan Peygambere olmasına rağmen, O’nun (sav) şahsında bütün müminlere de yöneliktir. Vahye ilk teslim olan
ve takvada daha üstünü de bulunmayan Hz. Muhammed’e (sav) sanki
bir “uyarı” şeklinde yönelen “emrolunduğun gibi dosdoğru
ol!” hitabı, uyulması gereken hususun ciddiyetini yeterince
göstermektedir. Bu nedenledir ki, Resulullah (sav)’ın “bu hitabın
karşısında saçlarım ağardı.” dediği naklolunmuştur.
Bu
ayetin nüzul gerekçesine ilişkin olarak Hud Suresi 12. ayette
gerekli izahatı bulmamız mümkündür. Müşriklerin Allah’ın
Resulünü yolundan döndürmek için çeşitli yollar denedikleri
bilinmektedir. Bunlardan biri de O’nun psikolojisini tahribe
yönelik çabalarıdır. Nitekim bu nedenle “O Allah’ın elçisi
ise üzerine gökten bir hazine indiriliverse ya” veya “Yanında
melekler gelip O’nun peygamberliğine şahitlik ediverse ya”
diyerek, O’nun halet-i ruhiyesini bozmak ve vahyi tebliğden vazgeçirmek
istemektedirler. Ayette bu hususa şöyle değinilmektedir:
“Belki
de sen (müşriklerin:) "Ona (gökten) bir hazine indirilseydi
veya onunla beraber bir melek gelseydi!" demelerinden ötürü
sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını (duyurmayı) terk
edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. (İyi bil ki) sen ancak
bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîldir.” (Hûd 12)
İbn-i
Abbas Kur’an’ın tamamı içinde Resulullah’a bundan daha şiddetli
ve çetin bir ayet gelmediğini söyler. O Makam-ı Mahmud
sahibi ve yüce bir ahlak üzere olmasına rağmen Rabbinin
bu hitabına muhatap olmuştur. Bu ne kadar büyük bir ikazdır.
Gerçektende istikamet üzere dosdoğru olmanın önemini bundan
daha iyi anlatan başka bir örnek yoktur.
O
halde Resulullah (sav)’e ve müminlere emredilen bu ağır
sorumluluk nedir? Bilinmelidir ki; Resulullah (sav) de bir insandır
ve muhataplarının kimi sözleri O’nu etkilemektedir ve bu
sözler O’nun kalbini daraltmaktadır. Rabbi vahiyleriyle O’nu
zaman içinde eğitmekte ve bütün kulları için en güzel örnek
haline getirmektedir. Ancak bu süreç, bizzat hayatın içinde
cereyan etmektedir ve Resulullah de bu süreci bir beşer olarak
yaşamaktadır. O’nun kalbini daraltacak müşriklerin sözlerinden
mahzun olmakta, kimi zaman müşriklerin hevalarına uymaması konusunda
sert uyarılar almakta ve “şah damarının koparılması”
tehdidine dahi muhatap olmaktadır. Elbette Resulullah hiçbir zaman
müşriklerin hevalarına tabii olmamıştır. Fakat bu iddialara
cevap verirken beşer tabiatının gereği olarak, kimi zaman bazı
zorluklar yaşamış olması da tabiidir.
Gerçekten
doğru yol üzerinde sebat etmek zorlu işlerdendir. Şeytan, her
yerden yaklaşır ve türlü tuzaklar kurar. Bunlara karşı uyanık
olunmalıdır.
Müminler
kimi zaman ağır musibetlerle imtihan olurlar, sabırları denenir;
kimi zaman fetih, nasr ve nimet verilerek şükredip etmeyecekleri
konusunda imtihan edilirler. Kimi zaman dünya hayatının süsü,
yol üzerindeki engellerden biri olarak önlerine çıkar. İman
ettik demekle Cennet’e gireceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini
sananlar, kimi zaman korku ve açlık ile, mallardan, canlardan,
ürünlerden eksiltme ile imtihan olunurlar. Kimi zaman Musa’nın
Rabbi’ne teslim olduk dedikleri için ellerinin ve ayaklarının
çaprazlama kesilmesi imtihanına muhatap olurlar ve içlerinde de
peygamberleri olduğu halde; “Allah’ın yardımı ne zaman?”
diyecek ölçüde ağır şekilde imtihan edilirler. Bu zorluklara göğüs
geren müminlerin imtihanı bununla da bitmez. Zira eğitim süreci
bir bütündür. Ve her yönde kemale ermedikçe, takvaya ulaşılmaz.
Müminlerin
karşılaşacakları diğer bir zorluk ise “geçici dünyanın süsü”
ile imtihan edilmektir. Şeytan her yolun başına oturur ve dünya
hayatının nefse hoş gelen ziynetlerine çağırır. Zorluk
sınavından başarıyla çıkan kimseler ise, daha ziyade bu sınavla
zorlanırlar ve yolda dökülenlerden olurlar. Kur’an, bu konuda
Resulullah’ı, müşriklerin hevalarına uymaması konusunda
defalarca uyarmıştır.
“Dinlerine
uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı
olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana
gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun
ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”
(Bakara 120)
Bu
uyarılardaki vurgu sadece Kuran’a ittiba ile sınırlı
değildir; bilakis, yola çıktıktan sonra, yolun zorluk ve tüm
tuzaklarına tabi olmamayı da ihtiva eder. Müminler Cennetin kolay
elde edilemeyeceğini, canları ve malları karşılığında ona
ulaşabileceklerini bilmelidirler. “İnandık” demekle bırakılmayacaklar
ve imtihan edileceklerdir. Müminler “yoldan çıkmamak” konusunda
hassas olmalıdırlar. Müminler kendilerine bir “hayır”
dokunduğunda sevinip şımarmamak ve böbürlenmemekle emrolunmuşlardır.
Nimetler sınanmak amacıyla verilir ve gereğinin yapılıp
yapılmadığı sorulur. Müminler dünyanın geçici nimetlerine
aldanmamalıdırlar.
“Dünya
hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir…” (Enam
32)
“Bu
dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret
yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke
bilmiş olsalardı!” (Ankebut 64)
“Bilin
ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir
övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir.
Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna
gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra
da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada
Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı
bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadid 20)
Müminler
fetih ve Allah’ın yardımı geldikten sonra bile istiğfar
etmekle emrolunmuşlardır. Allah yolunda elde edilmiş olsa da
fetih ve Nasr dahi insanı azdırabilir ve dalalete kapı aralayabilir.
O
halde her halükârda dosdoğru duruş sahibi olmak gerekir. Yani
önce İlahı birlemek, sonra sadece O’nun emirlerine, kendi heva
ve hevesimizden ilaveler yapmadan yine O’nun emrettiği şekliyle
tabi olmak, bunu yaparken de yine O’nun bizlere “en güzel
örnek olarak sunduğu” habibinin metoduyla yorulmak, sadece O’nun
rızası için, O’nun adaletini dünyada geçerli kılacak
çalışmayı yapmak lazımdır.
İstikamet
üzere olmak, mücadele sürecinde müşriklerin belirli dönemlerde
denedikleri tuzaklara karşı da uyanık olmayı gerektirir. Müşrikler
sahip oldukları zenginlik ve refahın niçin müminlere de
verilmediğini sorarak onların zihinlerinde kuşkular oluşturmak
isterler. Peygambere tabi olanların “en alt tabakadan” insanlar
olduğu“ şayiasını yayarak Peygamberinin davetinin de en alt
tabakadakilerin süfli işlerinden olduğu imasında bulunurlar. “Niçin
yanınızda hazine yok?”, “Hani nerede melekten orduların?”,
“Öncekilere verilen mucizelerden sen niye gösteremiyorsun?”
türünde kuşkular üreterek, insanları "zayıf damarlarından"
yakalamak ve yoldan çıkarmak isterler. Allah ise müşriklerin
bu “saf bozucu” iddialarına karşı, ganiy olanın kendisi
olduğunu, müşriklerin geçici olarak sahip olduğu ve böbürlendikleri
dünya nimetlerinin, iktidarın ve zenginliğin onları kurtarmaya
yetmeyeceğini beyan eder ve müminlere de bu ifsat edici (bozguncu)
vesveseler karşısında, gevşemeden, sabır ve namazla kendisinden
yardim istemelerini öğütler. Kafirlerin sahip olduğu bu geçici
nimetler, bazen müminlerin aklında kimi soru işaretleri
bırakabilir. Ve kendi kendilerine; “madem biz üstün olan Allah’ın
hizbindeniz; o halde neden, onların sahip oldukları bizlerde yok”
diye sorabilirler. Bu şeytanin vesvesesidir ve cevabını yine Kur’an
vermektedir. Emredildiği şekliyle çalışan ve bu yolda sebat gösteren
müminlere Yüce Allah (cc) şöyle vadeder:
“…o
günleri insanlar arasında çevirip durmaktadır...” (Ali
İmran 140)
“…zalimler
nasıl bir inkilap ile devrildiklerini göreceklerdir.” (Şuara
227)
“…(dünyada)
yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler
(zaten) bâtıldır.” (Hud 16)
“(Bunlar;)
iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında
çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kehf 104)
“Allah
“Yeryüzünde müminleri mirasçı kılacaktır.” (Kasas 5)
“…Yeryüzüne
iyi kullarım vâris olacaktır...” (Enbiya 105)
Fakat
bu vaadin gerçekleşmesi için de bazı şartları vardır. Bu
şartların en önceliklilerinden biri de, tavizler karsısında
uyanık olmaktır. Kafirler, müminleri yoldan çıkarmak için,
verecekleri küçük bir taviz karşılığında onları “uzlaşmaya”
davet ederler. Buna göre müminler “yönetime” katılmalıdırlar.
Eğer böyle yapıp da Darul Nedve’ye girmeyi kabul ederlerse,
Mekke şirk düzenini onaylamış olacaklardır. Müşrikler bunun
bilincindedir ve “Biraz sizin Tanrınıza biraz da bizim
tanrımıza tapalım” önerisini bunun için getirirler. Hatta “kadınsa
kadın, paraysa para, krallıksa krallık” teklif ederler. Yani
bir anlamda “İslamizasyon” politikası uygularlar. Ama
vazgeçemeyecekleri bir şartları vardır; putlarına sövülmeyecektir.
Yani şirk düzenlerinin temellerine ilişilmeyecektir. İşte bu
apaçık bir tuzaktır. Müminler buna aldanmamalıdır. Her halükârda:
“…Hüküm
yalnız Allah’a aittir.” (Yusuf 40)
Ayetinde
olduğu gibi haykırmalıdırlar.
Müminler
asla; “bugüne kadar rejimin kaymağını hep başkaları yediler,
bugün biraz da Müslümanlar yesinler” dememelidirler. Müminler
asla “fundamentalizm para etmedi, o halde bir de tek parti iktidarında
ülke yönetimini biz devralalım. Önce ekonomiyi vs. düzeltelim,
sonra başörtüsü gibi meselelerle ilgileniriz” dememelidir.
Müminler asla “ülke menfaatleri neyi gerektiriyorsa onu yapacağız”
diyerek Müslüman kardeşinin canını, namusunu, kanını
satmamalıdırlar. Müminler asla “sistemi içeriden fethetme”
yöntemine tevessül etmemelidirler. Belki bu düşünce nefse hoş
gelebilir; ama bu yol yol değildir. Yolcusunu perişan eder, zelil
kılar, delalete sürükler. Bu bizzat Kur’an ifadesiyle Allah (cc)’nın
Hud Süresinde bildirdiği üzere zulmedenlere meyletmektir.
Akıbeti ise hüsrandır. “Yönetime katılma” dişlilerin parçası
olmayı kabul etmektir. Müminler şirk düzeninin dişlisi olmak yerine
o dişlilere tabiri caizse “çomak sokmalıdırlar”. Çünkü bu
çarklar işledikçe arasına girenleri sistemin istediği ayarda öğütecektir.
Bu nedenle Hz Peygamber Darul Nedve’nin başına geçmesi
tekliflerini; “bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz,
yolumdan dönmem” diyerek, kesin bir dille reddetmiştir. Yine O (sav)
asla; “önce şu krallığa bir geçeyim, iktidarımı bir perçinliyiyim,
ekonomiyi, ahlaki vs. düzelteyim, sonra tevhidi açıklar;
insanları emredildiğim yola davet ederim, iktidarın imkanlarını
da bunun için kullanırım” dememiştir. Zira O (sav) bilmektedir
ki, daveti başta gizlediğinde, bir daha asla geri dönemeyecektir.
Dönmek istese de müşrikler bu kez; “Seninle aramızda bir
anlaşmamız vardı; anlaşmamızı niçin bozuyorsun, niçin
sözünde durmuyorsun?” diyerek, kendisini sıkıştıracaklardı.
Çünkü yanlış üzerinde ne kadar mesafe alınırsa, doğrudan o
kadar uzaklaşılmış olur. Bu nedenle Hz. Peygamber, Rabbani yönetimin
gereğine uymuş, onların bütün uzlaşma tekliflerini reddetmiş
ve bu konuda en ufak bir gevşeme göstermemiştir. Evet bu reddiye,
günümüz liderlerinin Müslümanlar adına, İslam adına kafire
sunduğu uzlaşma ve yozlaşma tekliflerine hayır demektir!
Yine
bu reddiye, İslam adına, sisteme zararsız, tabiri caizse sistemin
muhafızlığını yapacak kalifiye elemanlar yetiştirmeye hayır
demektir.
Yine
bu reddiye, her ne amaçla olursa olsun, zalimin zulmünü meşrulaştıracak
olan, ortaklık, başkanlık tekliflerine hayır demektir!
İlahlaşan
kişi veya kurumlar ne kadar dayatırlarsa dayatsınlar özel alanda
farklı, kamusal alanda farklı düşünmek ve davranmak gibi bir
lüksümüz yoktur bizim! İslam hayatın her alanını düzenleyen
hükümler getirmiştir. Bugünkü uzlaşmacı, diyalogcu, tavizci
liderlere sormak lazımdır. Sizler İslam adına kimi örnek aldınız
da Müslümanları peşinizden sürüklüyorsunuz? Yine sormak lazımdır
ki, (haşa) Allah (cc) ve Resulünden daha mi iyi siyasetçisiniz de;
O’nun Resulüne emrettiği metodun dışına çıkarak, heva ve
heveslerinizden alternatif yolar üretip Müslümanları selin sürüklediği
çer-çöpler haline getiriyorsunuz.
Ve
dönüp müminlere sormak lazımdır: Allah Resulünün yolunda mı
yoksa O’nun metodunu dahi bilmeyen insanların ürettiği yollarda
mı yorulacaksınız?
Ve
yine sormak lazımdır müminlere: Bizim iradelerimizi kimler
elimizden aldı? Kim bizim malımızı-mülkümüzü talan etti?
Kimler bizi dilenciliğe mahkum etti? Kimler bizi bizim anlamadığımız
birtakım tanımların, yaftaların içine hapsetti; kim tanımladı
bizi? Kim ölü toprağı saçtı üzerimize? Kim toprağımızı,
ekmeğimizi, denizimizi, ırmağımızı, otlağımızı, bahçemizi,
ormanımızı kirlettikten gayri, zihnimizi de kirletti? Elimizdeki,
dilimizdeki, kitabımızdaki kelime ve kavramlarımızı alıp da
bize ‘yeni(!)’, ‘çağdaş(!)’, ‘muasır uygarlık seviyesini
yakalamış(!)’ kelime ve kavramları kimler yutturdu? Kimler bizi
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kapısında ‘hak’ aramaya
yöneltti? Duamızı kim çaldı? Seherlerde tabiatla birlikte
uyanıp, Rablerini zikreden bizleri, gece yarılarına kadar televizyon
denen aygıtla halvet kılarak, leş gibi bir uykudan sonra
sabahleyin ancak mesaiye geç kalmayacak biçimde kalkar vaziyete
bizi kimler getirdi? Dua yerine, kadın bedeni pazarlayan reklamları
kim ezberletti bizlere? Tekasür suresini unutturup, paralarımızı
faize yatırmayı kim tavsiye etti bize? Rızkı Allah’tan bilen
biz Müslümanları kim rızkın kulu yaptı? Hani Allah ekberdi?
Hani Allah Kerimdi? Hani Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktu?
hani nerede namusumuz? Hani Müslümanların hiçbir şekilde
pazarlık konusu yapmadıkları şeylerin başında gelen kadın
şerefi ve asaleti? Hani Müslüman kadının saçının bir teli
bile haramdı? Hani kadın, yani namus yüzünden kan akar, savaş
çıkardı, ne oldu da kadınlarımızı, kızlarımızı üç beş
kuruş kazanç getirecek diye kapitalizmin kokuşmuş ofislerinde
modernlik adına soyundurup hizmetçi yaptık? Kadınlarımızın köyde
tarlada çalışmalarını bunun için mi eleştiriyorduk? Ne çabuk
unuttuk aç yatan komşumuzu? Lükse ayırdığımız paraların
izahını ne de kolay yapar olduk böyle?
Hele
de şu, peşinde sürüklendiğimiz liderlerin, daha düne kadar
kara dediklerine bugün ak demeleri yok mu?
Kimi
Müslüman kimlikli insanlar, çok değil; bundan on sene öncesine
kadar, şeytani düzen olarak açıklamakta beis görmedikleri
demokrasiyi, bugün nasıl da bu çağda olabilecek en iyi ve en
ideal tek rejim olarak görmektedirler? Ne değişti on yılda?
Yoksa dünya yandı yıkıldı, yeniden kuruldu da, bütün
kavramlar yeniden mi tanımlandı? Ülkeler, devletler, siyasi
rejimler, ideolojiler yeniden mi kuruldu? Şu an İslam diye bir din
yok mu yoksa?! Henüz İslam’ın irsal edilmediği, karanlık
cahiliyye çağında mı yasıyoruz?
Kimler
üretti sorunları göğüsleyen Müslümanlar yerine, ehven-i şer
taktikleriyle sıvışan bu kalabalıkları?
Bütün
bu tavizler ve zillet fotoğraflarına rağmen zorba ideoloji ve müntesipleri,
durmadan daha fazlasını istemediler mi? Her geri adım atışımızda
bir adım daha üzerimize gelmediler mi? Kadınlarımızı,
hastasından, memurundan, öğrencisine kadar perukladıktan sonra,
erkeklerimizin de sakalına, kalemine, duruşuna kadar
peruklamadılar mi?
Bizler
adına kimler verdi bu tavizleri? Düşmanlarımız bize komplo kuruyorlarken
bizler ne ile meşguldük? Onlar bizim başımıza çoraplar
örüyorlarken bizim misyonumuz neydi? Elin adamı, kavgada hem
vurup hem de ‘ah beni dövüyorlar’ kurnazlığını oynuyorken,
bizler acaba hangi önemli meseleleri hallediyorduk?
Sizlere
Ebu Garip Hapishanesinden Nur bacımızın çığlığını
hatırlatıyorum. Şöyle yazmıştı Ümmete hitabettiği
mektubunda:
“Bizi
ve kendinizi birkaç dolar karşılığında pazarlardaki köleler
gibi Amerikalılara ve Siyonistlere mi sattınız? Haysiyet ve
şerefinizi ne çabuk kaybettiniz? Allah’ın bizleri sizlere
emanet olarak verdiğini ne çabuk unuttunuz?
Sizler
sıcak evlerinizde, sevdiklerinizle beraber oturup, karınlarınızı
doyuruyorken bizim maruz kaldığımız aşağılanmayı ve çektiğimiz
açlığı; sizler su içiyorken bizim çektiğimiz susuzluğu,
sizler derin uykularda iken Amerikalıların bizlere yaşattığı
uykusuz geceleri, sizler giyinikken bizim yaşadığımız çıplaklığı,
bizi soyup önlerine sıraya dizmelerini nasıl anlatabilir, nasıl
kelimelere dökebilirim ???
Amerikalılar,
Ebu Garip’te namusunuzu her gün ayaklar altına alıyor.
Mektubumu okuyanları Allah adına, buradaki vahşiliklere dur
demeye çağırıyorum. Burada her gün ırzımıza geçiyorlar.
Avazımız çıktığı kadar çığlıklar atıyoruz, ama kimsenin
bizi duyduğu yok!
Sizler,
ey bizim dini liderlerimiz olarak ortada tozup gezenler!
Müslüman’a
yapılan bu cinsel ve hayvani eziyetler karsısında, hala nasıl
oluyor da açık alınla ortalarda görünebiliyorsunuz?
Eğer
kalbinizde, ruhunuzda bir zerre miktarı insanlık, haysiyet, onur
ve şeref varsa, birleşin, gelin ve bizi kurtarın…
Sizlere
yalvarıyoruz: Allah için birleşin, bizleri, Amerikalıları ve
karnımızdaki onların piçlerini öldürün!
Bizler
çoktan ölüme razıyız, gelin ve burayı yerle bir edin!”
Evet,
yeniden soralım kendimize: Şu gün Allah Resulü (sav) getirmiş olduğu
hükümler aramızdayken ve her birimizi ayrı ayrı Allah’ın
dinine yardıma davet ederken bizlerin verdiği cevaplar neler,
Allah için düşünelim bir kez!
Acaba
“seni tanıyorum, sen yalan söylemezsin, sen Muhammedul Eminsin;
ama ben yine de, hocama, şeyhime, efendime bir danışayım, öyle
gelirim” mi?
Yoksa
“senin davet ettiğin şeylere bizler de inanıyoruz, sen haklısın, ama; bizler de senin yapmak istediğini farklı metotlarla
yapmak istiyoruz, hepimiz de senin, rızasına davet ettiğin Allah’ın
rızasına talip kişileriz, sen o usulle, biz de bu usulle çalışalım”
mi deriz?
Yoksa
“Rabbinin sana 1400 yıl önce verdiği, bizlere de herhangi
birini yalanlamadan itaatimizi emrettiği ayetlerini ezberden
biliyoruz. Hatta bu ayetleri anlamak için 20 ayrı ilim de öğrendik,
ama şimdilik biz şu ayetleri tercih edelim ve bunlarla amel
edelim, diğerleri bizleri fazlaca sıkıntıya sokacak” gibi bir
yaklaşımla mürtetlerden mi oluruz?
Yoksa
Allah Resulünün hayatını, metodunu araştırıp “işittik ve
itaat ettik” dedikten sonra, davasını hiç umursamayan
gafillerden mi oluruz?
Ve
yine; O (sav); bizzat talep ettikleri ve hükümler ortadayken, O’nun
bir Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı, Ali’si (r. anhum) olurdum
diyebilecek kaç yiğit var, kaç talip var aramızda?
Soralım
kendimize; Allah’ın dini için modelini büyüteceğimiz
arabamız kadar da olsa kaygılanıyor muyuz şu günlerde?
Neyi
bekliyoruz, Allah’ın ayı tekrardan ikiye bölmesini mi? Yoksa
yeni bir peygamber mi?
Bizler
çok güçlüyüz aslında. Hayatımızın her alanında uymamız,
uygulamamız gereken Allah’ın kelamı, Resulünün sünneti
bütün diriliğiyle aramızda iken, gücümüzün, silahımızın
paramızın veya adamımızın olmadığını ileri sürmek Kuran’ı
hiç tanımamaktan başka bir şey değildir. Dikkat edelim, Kuran’a
iman etmemek demiyorum, çünkü Kuran’ı tanımadan ona iman
edilmez. Sadece Fatiha Süresi bile bizlere bütün dünya
siyasetiyle başa çıkacak imkanı veren bir kaynaktır, bir
rehberdir. Müslümanlar olarak hem Fatiha’yı okuyalım, hem de dünyanın
yüzkarası, maskarası olalım! Bunu hangi akıl kabul eder?
Müslüman
olarak bizler dini yalnızca Allah’a has kılmakla emrolunmuşuz.
Fatiha Suresinde bunu defalarca söylüyoruz. Yalnızca Allah’a
ibadet edeceğimizi, O’ndan başka Rab tanımadığımızı,
yalnızca Allah’tan yardım beklediğimizi itiraf ve beyan ediyoruz.
Bu bir beyandır. Bir icap ve kabuldür. Bir senet imzalamaktır. Müslüman
bu senede, namus sözleşmesine, en fazla sadık kalması gereken
insan demek değil midir? Bizler bu sözleşmeye sadık kalmazsak
kimden bekleyeceğiz sadakati? Biz Müslümanlar olarak ilk etapta
yapmamız gereken, gerçek bir adam gibi verdiğimiz söze bağlı
kalmak, ağzımızdan çıkan söze kulak vermektir. Allah’tan başka
İlah kabul etmemek, sadece Allah’a ibadet etmek ve yalnızca O’ndan
yardim beklemek…
Bizler
tıpkı Resuller gibi, Sünnetullah’a uygun tarzda, Kuran’ın
ruhuna tam muvafık biçimde hareket edersek, başımıza hiçbir sıkıntının
gelmeyeceğini, her şeyin toz pembe olacağını vadetmemiz mümkün
müdür? Hayır! Bu durumda da peygamberlerin başlarına ne
gelmişse, Müslümanların başlarına da benzerleri gelebilir. Ama
önemli olan bizim kendi üzerimize düşeni yapmamızdır. Allah da
kendisine ait olanı yapacaktır. Bizler kendi üzerimize düşeni
hakkıyla yapmalıyız ki; dünyada işlediğimiz büyük küçük
bütün amellerimizin serildiği ve Cehennemin dehşetinden sapsarı
kesildiğimiz o gün, Rabbimize karşı mazeretimiz olsun.
Hak
üzerinde sebat etmek, yol alırken de ifrat ve tefritten uzak durmak
zordur. Ve elbette tevhidin faturası çok ağırdır, ama
ahiretteki
mükafatını düşününce bu fatura son derece cazip olmaktadır.
Bu dünyada kendimizi bütün risklerden berkenar etmek, tamamen
risksiz, konforlu bir hayat özlemi, bizleri zillete götüren en
önemli faktördür.
Yaşadığımız
dünyada, sahih İslam anlayışına sahip olduğumuzda ve bunda
direndiğimizde suyun akışının tersine yüzdüğümüzü
unutmayalım. Bu dünyada yaşarken öyle veya böyle, ne pahasına
olursa olsun mutlaka bir sonuca ulaşmak diye de bir kaygımız olmamalı…
Zaferle değil, seferle yükümlü olduğumuzu unutuyoruz çoğu
zaman.
Müslümanca
yaşamanın tatili olmadığı gibi, bu yürüyüşün 3-5 km’lik
değil uzun bir yürüyüş olduğunu, fani vücudumuz kara toprağa
girinceye kadar sürecek bir maraton olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım.
Bu
yol çetin ve zorluklarla dolu olduğundan, zaman zaman yorulup
ağırlaşsak da durmadan, geriye dönmeyi, yan yollara sapmayı
akıldan bile geçirmeden, ağır ve emin adımlarla “Akıbet
muttakilerindir” emri ilahisini hatırdan uzak tutmadan yola
devam edelim. Müminler olarak bu zorlu yolculukta:
“…Ey
Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım.
Kafir kavme karşı bize yardım et...” (Bakara 250)
“…Ey
Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı
bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kafirler
topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!” (Ali imran 147)
Duasını
edelim ve sadece Rabbimize güvenip O’na dayanalım.
|