Ana Sayfa YIL 15  SAYI 177-178  RECEB-ŞABAN 1425 / EYLÜL-EKİM 2004 E-Mail

TEFSİR: BAKARA SURESİ 163-167

Esad MANSUR

“İlâhınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, rahmandır, rahîmdir.” (Bakara 163)

İlah; mabut veya tapınılandır. Öyleyse Allah’tan başka tapınılan yoktur. O tek tapınılandır. Buna göre, insan Allah’tan başka tapınılacak ilah seçemez. Başka ilah seçerse kafir olur. Çünkü, bu gerçeği örtmüş veya ret etmiş olur. Oysa lügatte kafirin manası; gerçeği örtmek veya ret etmektir. Allah’ın tek ilahlığını kabul etmemek veya ret etmek kafirliğin ta kendisidir!

Tapmanın ve kulluk etmenin veya ibadet etmenin manası; boyun eğmek ve teslim olmaktır. Allah’a tapmak ise; O’nun emrine boyun eğmek ve tamamen teslim olmaktır. Allah tek tapınılan olunca, yalnız O'nun emrine uyulur, boyun eğilir ve teslim olunur. Bundan dolayı, Allah’tan başka ilah yoktur diyenler, yalnız Allah’ın emrine boyun eğerler ve tabi olurlar. Bu ayet, daha önce Allah’ın hidayetini ve ayetlerini gizleyenleri ve bunları ret eden kafirleri lanetlemeyi içeren ayetlerden sonra geldi. Bu ayetin siyakı Allah’ın emirlerine uymamak veya bu emirleri ret etmekle ilgilidir. Çünkü, Allah’ın hidayeti ve ayetleri bir takım emirlerden ibarettir. Bir takım insanlar, ‘la ilahe illallah’ veya ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ ifadesini yanlış anlıyorlar; ‘Allah’tan başka yaratıcı yoktur’ anlıyorlar veyahut yalnız akıllarına bu gelir. Evet yalnız Allah yaratıcıdır. Fakat bu ifade ‘la ilahe illallah’ ifadesi sadece ‘Allah’tan başka yaratıcı yoktur’ manasında değildir. Daha önce açıkladığımız gibi yalnız Allah tapınılandır. Yalnız O'nun emrine uyulur. Tapınılanın emrine seve seve uyulur. Allah’ı severek onun emrine uyulur ve boyun eğilir. ‘Allah dışında hiç ilah yoktur’ deyince Allah dışındaki olanların emirlerine uyulmaz. Buna göre parlamentoların veya insanların çıkarttıkları emirlere uyulmaz. Çünkü, bunlar beşerin emridir. Allah’ın emirlerini bir kenara itip başka emirler çıkartmak küfürdür. Çıkartanlar tağut olur. Nisa süresi 60. ayetinde Allah’ın indirdiği emir dışında emre uymak ve muhakeme olunmak, tağutla muhakeme olunmuş ve onun emrine uyulmuş olur. Tağutun manası; aşırı zalim, azgın zalimdir. Bunun nedeni; Allah yerine kendini bir tapınılan olarak tayin etmiş olur. Nisa süresindeki ayetin münasebati; Ka’b bin El-eşref adlı bir Yahudi lidere bazı kişiler gidip muhakeme olunmak ve Hz. Muhammet (sav)’in şeriatıyla muhakeme olunmayı terk etmek istiyorlardı. Veya Hz. Muhammet (sav)’in hükmünü kabul etmeyip o Yahudi liderin hükmüne uymak isteniyordu. Kendi heva ve hevesine veya kafasına göre hüküm veren Ka’b bin El-eşref bir tağut olarak nitelendi ve ona benzeyen ve kafasına göre veya gördüğü çıkara göre hüküm veya emir veren herkes tağut olur. Aşırı ve azgın zalim olur, kendini Allah yerine bir ilah olarak tayin etmiş olur. ‘La ilahe illallah’ diyenler bunu ret etmeli ve parlamentoya da girse yalnız Allah’ın emirlerini gösterecektir. Yoksa, Bakara 161. veya 162. ayetler ona intibak eder. Her halükarda lanetli olur. Ancak tövbe ederse ve Allah’ın emirlerini açıklarsa kurtulur. Müslümanlar, yalnız Allah’ın emirlerine boyun eğmeli ve teslim olmalı. Yoksa gerçek mümin olmazlar veya lanetli olurlar.

Allah tek tapınılan olduğu gibi rahman ve rahim O’dur. Lanetlemek rahmetin tersidir. Lanetlenen Allah’ın gazabına ve kızgınlığına uğramış olur. Allah ona azap indirir, onu sıkıntıya sokar ve alçaltır. Rahmetlenenler ise Allah’ın rızasına nail olur, Allah onları izzetlendirir, yükseltir ve mutlu eder. Sıkıntıdan onları kurtarır. Allah rahman ve rahimdir. Rahman; çok rahmet sahibi demektir. Rahim ise; rahmet edendir. Allah taptığımız veya onu yalnız ilah olarak kabul ettiğimiz ve uyguladığımız zaman Allah’ın rahmeti bize dokunur; izzetleniriz, yükseliriz ve mutlu oluruz. Yoksa bugünkü gibi -tağutun kanunlarına boyun eğdiğimiz için- bütün Müslüman halklar, en zilletli, en alçak ve mutsuz hale geldi. Şeriata uymak yalnız ferdi veya ailevi meselelerde değil, devlet ve toplum meselelerinde de şeriata veya Allah’ın emirlerine uymamız gerekir. Bunun manası; şeriatı uygulayan devletimiz olmalıdır. İşte, ‘la ilahe illallah’ veya ‘Allah’tan başka ilah yoktur’un tek manası budur.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.” (Bakara 164)

Allah-u Teala, insanların düşünerek ve akıllarını kullanarak inanmalarını istemiştir. Bu nedenle, insanın hissedebileceği varlıklara ve durumlara dikkatini çekmiştir. Zira düşünmek için hissedilebilecek bir vakıa veya varlığın bulunması gerekir. Gökler, yeryüzü, gece ve gündüzün değişmesi, denizde yürüyen gemiler, yeryüzünü canlandıran yağmur, yeryüzünde yürüyen her türlü varlık, rüzgarların esmesi birer vakıa ve hissedilen varlıklardır. İnsan ancak bunları ve benzerlerini algılayabilir. Böylece insan, ancak hissedilenler üzerinde düşünür ve gerçeği yakalayabilir.

Allah-u Teala kendi varlığını ispatlamak için yarattığı, hissedilen şeyleri insanlara gösteriyor ve bunlar üzerinde düşünmeye çağırıyor. Ayette saydığı hususlar hakkında düşünenler için deliller vardır buyurmuştur.

Ayetlerin manası delillerdir. Her ayet bir delildir. Böylece bunlar Allah (cc)’nın varlığını gösteren birer delillerdir.

Bir varlık, ya doğrudan beş duyu organlarıyla veya organların bir kısmıyla veyahut da izleriyle idrak edilir. Misal olarak; parmak izleriyle can veya hırsız bilinebilir. Oysa can veya hırsız doğrudan görülmemiştir. Kapalı bir yerde iken görmediği halde arabanın veya uçağın veyahut trenin sesini duyarak bunların varlıkları bilinebilir.

İşte insan, gökler, yeryüzü ve bunlar üzerinde yürüyen veya bunlar üzerinde hareket eden bütün varlıklar aciz, sınırlı, eksik ve muhtaçtır. Acizlikleri; yoktan bir şey yaratamadıklarından, sınırlılıkları; her şeyin hacmi, uzunluğu, büyüklüğü ve gücünün sınırlı olmasındandır. Muhtaçlığı ise; alakaları düzenleyen kanunun ve her şeyin başka bir şeye muhtaç olmasından anlaşılır. Böylece bütün hissedilen varlıklar eksik oldukları gibi kendisini tamamlayacak başka bir şeye muhtaçtır. Kendilerini meydana getiren güce muhtaç haldedirler. Zira kendi kendilerini var edemiyor, bir varlık başka bir varlığı yoktan var edemiyor ve aciz kalıyor. Bundan dolayı bunları yaratan bir varlığın olması zorunluluğu ortaya çıkmış olur. Öyle olmaması halinde bu varlık aleminin nasıl meydana geldiği konusu müphem kalacaktır ve akılda bir sürü çözülemeyen sorular doğuracaktır. Kendiliğinden olması veya tesadüfen meydana gelmesi akla ve gerçeğe ters düşer ve de kaçamak bir cevap olur. Böylesi bir yanıt insanları hayali, mantık yürütme ve boş tartışmalara sevk eder. Çünkü bu iddiada bulunanların ellerinde somut ve hissedilir delilleri yoktur. Sadece hayali, varsayımlar ve teorilere dayanmaktadırlar. Bu iddiaları ne aklen ne de bilimsel olarak ispatlanamaz. Gerçeği kabul etmeyen kimseler ancak hayali ihtimaller sunar. Görüşlerini ispatlayacak varlık aleminden ve vakıalardan hiçbir delil ortaya koyamazlar. “Milyonlarca sene önce düşen pirotin taşının sonucu daha sonra madde üzerinde gelişme başladı” şeklindeki iddiaları ne akla ne de bilime yatkın bir görüştür.

“İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.” (Bakara 165)

İnsan, aklen Allah’ın varlığını idrak edemeyince sırf vicdanen veya takliden hareket eder ve O’na eş koşar. Ayette; “Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler” buyurmaktadır. Bu gerçeğin bir ifadesidir, hayatta böylesi insanlar çoktur. Bunun sebebi Allah’ın büyüklüğünü, azametini ve değerini kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. İnsan aydın bakışla Allah’ın varlığını düşünürse O’na asla eş koşamaz. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şey O'na muhtaçtır, O her şeye kadirdir, O’nun dışında olan her şey sınırlıdır. Bunlar bilindiği halde insanlar neden O’na eş koşarlar?! Allah’ın varlığına akıl yoluyla inanmayanlar muhakkak şirke koşarlar. Bunun sebebi Allah’ı bir şeye benzetmek veya O’na yaklaşmak için yaratılan varlıklardan birini bir araç edinirler. Bütün insanları ve tarih boyunca geçen insanları sergileyelim, ne göreceğiz?! Akıl yolu ile Allah’a inanmıyorlar, sırf vicdan veya taklit ve de geleneksel olarak Allah’a inananların şirke koştuklarını görüyoruz. Yahudiler, Hıristiyanlar, Hindular, Budistler, cahiliyedeki Araplar ve diğer halklar hepsi aynı durumdadır. Hatta, Müslümanlardan sayılan bazı kimseler bazı kişileri Allah’a yaklaştıran bir vasıta kılarlar, onları Allah kadar severler ve daha ziyade onları düşündükleri kadar Allah’ı düşünmezler. O şahsın kendilerini Allah’a daha çok yaklaştırdıklarına inançları sarsılmaz bir noktayı alır. Bu hususta Allah (cc) şöyle buyurdu:

“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler.” (Yusuf 106)

Gerçek müminler Allah’ı çok fazla sever ve tavizsiz bir şekilde O’na yönelirler. Nitekim insanda sevgi veya herhangi bir şeyi sevmek tabiidir, içgüdüseldir. İnsan babasını, annesini, çocuğunu, akrabasını, bir arkadaşını, bir lideri değişik mertebeler ve derecede sever. Yine de mal, mülk, para, toprak, altın, ev ve değişik eşyaları belirli seviyelerde sever ve hoşlanır. Bunları normal bir şekilde severse herhangi bir sakıncası yoktur. Fakat bunlardan herhangi birini aşırı bir şekilde severse bu asla caiz olmayan bir tavırdır. Allah’ı sevdiği kadar veya ona yakın bir seviyede herhangi bir şeye meyletmek (sevmek) şirktir (küfürdür).

Sevmek; bir şeye, bir insana, bir konuya önem ve değer vermek, ona meyil ve rağbet göstermektir. Sevginin dereceleri değişir. Bir kimse babasını, annesini çok sever veya tam tersidir. Bir başkası yeğenini daha fazla sever. Bütün bunlar gösteriyor ki; bir kimse neye rağbet gösterir ve önem verirse onu sever demektir. Eğer bir kimse Allah’a değer ve önem verirse O’na yaklaşmak için O’na yönelir ve O’na olan sevgisini ispatlar. Aşırı sevmek ibadettir. Allah-u Teala Müslümanları sevgiyle ilgili bir ayette sakındırıyor ve uyarıyor:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 24)

Bunun manası; bu sayılan hususlara değer vermek ve rağbet göstermek anlamını taşır. Eğer bunlara Allah’tan, Resulünden ve O’nun uğrunda cihattan daha fazla değer verilir ve rağbet gösterilirse bu fısk olur. Fısk içerisinde olana da fasık denilir. Dinden çıkmak fısktır. Allah’ın bir emrinden ayrılmak fısktır. Bunu yapana fasık denilir ve günahkar olur. Fakat bütün hükümlerden feragat ederse dinden çıkmıştır. Akidenin bir şıkkından uzaklaşmak fısktır ve de dinden çıkma (küfre girme) sayılır. Eğer insan fasıklığı üzerinde devam eder vazgeçmezse Allah onu hidayete erdirmez. Ancak fasıklıktan uzaklaşan hidayete ermiş olur.

Allah’a şirk koşmak veya ortak kılmak zulümdür. Allah (cc) bir ayeti kerimede şirki en büyük zulüm olarak beyan etmiştir:

“…Doğrusu şirk zulümdür.” (Lokman 13)

Tefsirini yaptığımız ayette; “zalim kimseler” ifadesi geçti. Burada Allah’a şirk koşanlar kastediliyor. Bunlar elbetteki Allah’ın azabına duçar olacaklardır. Ayrıca bütün güç sahibinin Allah olduğunu göreceklerdir.

Seven kimse sevdiğine meyleder, ona uyar. Bu nedenle şu ayet o ayetin arkasından geldi:

“İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.” (Bakara 166)

Sevdikleri kişilere tabi olanlar onların dediklerine uyarlar. Böylesi kişiler kıyamet günü yardımcı bulamayacaklardır. Tabi oldukları kişiler kendilerinden kaçacak, uzak duracaklardır. Olumsuz manada tabi olmak konusu burada geçerlidir. Allah’a tabi olmayıp başka kişilere tabi olanlar tabi oldukları kişilerle şiddetli azabı göreceklerdir. Onların aralarındaki bağlar kopacaktır. Buna göre, insan sevdiği insana körü körüne uymamalıdır. Kişinin şahsına meyletmemelidir. Allah’ın emrine uyan kimselere, Allah’ın emri doğrultusunda düşünülerek uyulur ve itaat edilir. Allah-u Teala şöyle buyurdu:

“… Bana yönelenlerin yoluna uy…” (Lokman 15)

Ebu Bekir (ra) halife olarak seçilip biat edildikten sonra minbere çıkıp şu hutbede bulundu: “Allah ve Resulüne biat ettiğim müddetçe bana itaat edin, Allah ve Resulüne isyan ettiğim zaman bana itaat etmeyin.”

Bütün bunlar ışığında, bir kişi başka bir kişiye uyacaksa Allah’ın emrine uyan kimseye, Allah’ın emrini düşünerek uyacaktır. İmam Ebu Hanife, İmamı Şafi, Maliki, Hanbeli veya diğer imamlara uyulurken, bunların birer müçtehit olduğu ve bunların Allah ve Resulünü kaynak edindikleri için onlara uyulur. Yöneticilere uyacak kişiler bu yöneticilerin Allah ve Resulunun emrine uydukları için onlara uyulur. Tamamen Ebu Bekir (ra)’ın dediği gibi. Bunun tersi yani, Allah ve Resulünün emri doğrultusunda fetva veya içtihatta bulunmayan alimlere tabi olmak haramdır. Onların ve uyanların varacağı yer cehennemdir. O gün (kıyamet günü) ayette buyurulduğu gibi, onlar şöyle diyeceklerdir:

“(Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.” (Bakara 167)

Bu şekilde hareket edenler o gün pişmanlıklarını gösterecekler. Allah-u Teala, ahirette yaşanacak sahneleri insanlara sunuyor ki, insanlar bunları akletsin (düşünsün) ve korksunlar.

İnsanlar, muhakkak bir yere veya bir şahsa dayanmak istiyorlar. Bu içgüdüsel bir husustur. Allah-u Teala resuller ve nebiler gönderdi ki, bu içgüdüsel hususlar doğru bir şekilde yönlendirilmiş olsun. Onlar sadece fikirle donatılmayıp, fikirleri yaşayarak ta insanlara öncü kılınmıştır. Allah-u Teala şöyle buyurdu:

“Andolsun ki Resulullah sizin için güzel örnektir” (Ahzab 21)

Fikri liderlik ne kadar gerekli ise de bunu yürütecek olan insandır. Öyle ise bunu yürütecek lider şahısların bulunması kaçınılmazdır. Her din ve ideolojilerde böylesi kişiler olmuştur. Aradaki fark; bu kişiler ya vahiy kaynaklı hareket ediyor veyahut kendi heva ve heveslerine göre insanların işlerini güdüyorlardır.

Hz. Muhammed (sav) vefat edince bir kısım insanlar mürted oldular. Bazıları da zekatı vermek istemeyerek isyankar oldular. Hz. Ebu Bekir (ra) şöyle dedi: “Kim Muhammed (sav)’e tapıyorsa bilsin ki, Muhammed (sav) öldü. Kim ki, Allah (cc)’a tapıyorsa O ölmez (ebedidir).” Bunun manası; Muhammed’in (sav) şahsına değil Resullüğüne tabi olmadır. Kıyamet gününde guruplar liderleri ile birlikte hesaba çekilirler. Allah (cc) bu konuda şöyle buyurdu:

“Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.

Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (Ahzab 67-68)

Bu ayetlerden önceki ayette de o kişilerin şöyle söyleyecekleri bildirildi:

“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e de itaat etseydik! derler.” (Ahzab 66)

Herkes tabi olduğu liderine bir baksın! O liderleri Allah ve Resullerine göre mi kendilerinin işlerini yürütüyorlar, yoksa küfrün hükümleriyle mi? Allah ve Resulünün koyduğu yoldan yürüyen, tabi olanlarının işlerini bu doğrultuda düzenleyen adil liderler tabîlerini cennete yöneltir. Aksi halde hareket eden liderler ise tabîlerini cehenneme yöneltir.

YIL 15  SAYI 177-178  RECEB-ŞABAN 1425 / EYLÜL-EKİM 2004

Yukarı