|
“İlâhınız
bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, rahmandır, rahîmdir.”
(Bakara 163)
|
İlah;
mabut veya tapınılandır. Öyleyse Allah’tan başka tapınılan
yoktur. O tek tapınılandır. Buna göre, insan Allah’tan başka
tapınılacak ilah seçemez. Başka ilah seçerse kafir olur.
Çünkü, bu gerçeği örtmüş veya ret etmiş olur. Oysa lügatte
kafirin manası; gerçeği örtmek veya ret etmektir. Allah’ın
tek ilahlığını kabul etmemek veya ret etmek kafirliğin ta kendisidir!
Tapmanın
ve kulluk etmenin veya ibadet etmenin manası; boyun eğmek ve
teslim olmaktır. Allah’a tapmak ise; O’nun emrine boyun eğmek
ve tamamen teslim olmaktır. Allah tek tapınılan olunca, yalnız
O'nun emrine uyulur, boyun eğilir ve teslim olunur. Bundan dolayı,
Allah’tan başka ilah yoktur diyenler, yalnız Allah’ın emrine
boyun eğerler ve tabi olurlar. Bu ayet, daha önce Allah’ın
hidayetini ve ayetlerini gizleyenleri ve bunları ret eden kafirleri
lanetlemeyi içeren ayetlerden sonra geldi. Bu ayetin siyakı Allah’ın
emirlerine uymamak veya bu emirleri ret etmekle ilgilidir. Çünkü,
Allah’ın hidayeti ve ayetleri bir takım emirlerden ibarettir.
Bir takım insanlar, ‘la ilahe illallah’ veya ‘Allah’tan
başka ilah yoktur’ ifadesini yanlış anlıyorlar; ‘Allah’tan
başka yaratıcı yoktur’ anlıyorlar veyahut yalnız akıllarına
bu gelir. Evet yalnız Allah yaratıcıdır. Fakat bu ifade ‘la
ilahe illallah’ ifadesi sadece ‘Allah’tan başka yaratıcı
yoktur’ manasında değildir. Daha önce açıkladığımız gibi
yalnız Allah tapınılandır. Yalnız O'nun emrine uyulur.
Tapınılanın emrine seve seve uyulur. Allah’ı severek onun
emrine uyulur ve boyun eğilir. ‘Allah dışında hiç ilah yoktur’
deyince Allah dışındaki olanların emirlerine uyulmaz. Buna göre
parlamentoların veya insanların çıkarttıkları emirlere
uyulmaz. Çünkü, bunlar beşerin emridir. Allah’ın emirlerini
bir kenara itip başka emirler çıkartmak küfürdür. Çıkartanlar
tağut olur. Nisa süresi 60. ayetinde Allah’ın indirdiği emir
dışında emre uymak ve muhakeme olunmak, tağutla muhakeme
olunmuş ve onun emrine uyulmuş olur. Tağutun manası; aşırı
zalim, azgın zalimdir. Bunun nedeni; Allah yerine kendini bir tapınılan
olarak tayin etmiş olur. Nisa süresindeki ayetin münasebati; Ka’b
bin El-eşref adlı bir Yahudi lidere bazı kişiler gidip muhakeme
olunmak ve Hz. Muhammet (sav)’in
şeriatıyla muhakeme olunmayı terk etmek istiyorlardı. Veya Hz.
Muhammet (sav)’in hükmünü kabul etmeyip o
Yahudi liderin hükmüne uymak isteniyordu. Kendi heva ve hevesine
veya kafasına göre hüküm veren Ka’b bin El-eşref bir tağut
olarak nitelendi ve ona benzeyen ve kafasına göre veya gördüğü çıkara
göre hüküm veya emir veren herkes tağut olur. Aşırı ve azgın
zalim olur, kendini Allah yerine bir ilah olarak tayin etmiş olur.
‘La ilahe illallah’ diyenler bunu ret etmeli ve parlamentoya da
girse yalnız Allah’ın emirlerini gösterecektir. Yoksa, Bakara
161. veya 162. ayetler ona intibak eder. Her halükarda lanetli
olur. Ancak tövbe ederse ve Allah’ın emirlerini açıklarsa
kurtulur. Müslümanlar, yalnız Allah’ın emirlerine boyun
eğmeli ve teslim olmalı. Yoksa gerçek mümin olmazlar veya
lanetli olurlar.
Allah
tek tapınılan olduğu gibi rahman ve rahim O’dur. Lanetlemek
rahmetin tersidir. Lanetlenen Allah’ın gazabına ve
kızgınlığına uğramış olur. Allah ona azap indirir, onu
sıkıntıya sokar ve alçaltır. Rahmetlenenler ise Allah’ın
rızasına nail olur, Allah onları izzetlendirir, yükseltir ve
mutlu eder. Sıkıntıdan onları kurtarır. Allah rahman ve
rahimdir. Rahman; çok rahmet sahibi demektir. Rahim ise; rahmet
edendir. Allah taptığımız veya onu yalnız ilah olarak kabul
ettiğimiz ve uyguladığımız zaman Allah’ın rahmeti bize
dokunur; izzetleniriz, yükseliriz ve mutlu oluruz. Yoksa bugünkü
gibi -tağutun kanunlarına boyun eğdiğimiz için- bütün
Müslüman halklar, en zilletli, en alçak ve mutsuz hale geldi.
Şeriata uymak yalnız ferdi veya ailevi meselelerde değil, devlet
ve toplum meselelerinde de şeriata veya Allah’ın emirlerine
uymamız gerekir. Bunun manası; şeriatı uygulayan devletimiz
olmalıdır. İşte, ‘la ilahe illallah’ veya ‘Allah’tan
başka ilah yoktur’un tek manası budur.
|
“Şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden
gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde
yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki
toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı
yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır
bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için
(Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller
vardır.” (Bakara 164)
|
Allah-u
Teala, insanların düşünerek ve akıllarını kullanarak inanmalarını
istemiştir. Bu nedenle, insanın hissedebileceği varlıklara ve
durumlara dikkatini çekmiştir. Zira düşünmek için
hissedilebilecek bir vakıa veya varlığın bulunması gerekir. Gökler,
yeryüzü, gece ve gündüzün değişmesi, denizde yürüyen
gemiler, yeryüzünü canlandıran yağmur, yeryüzünde yürüyen
her türlü varlık, rüzgarların esmesi birer vakıa ve hissedilen
varlıklardır. İnsan ancak bunları ve benzerlerini algılayabilir.
Böylece insan, ancak hissedilenler üzerinde düşünür ve gerçeği
yakalayabilir.
Allah-u
Teala kendi varlığını ispatlamak için yarattığı, hissedilen
şeyleri insanlara gösteriyor ve bunlar üzerinde düşünmeye çağırıyor.
Ayette saydığı hususlar hakkında düşünenler için deliller
vardır buyurmuştur.
Ayetlerin
manası delillerdir. Her ayet bir delildir. Böylece bunlar Allah (cc)’nın
varlığını gösteren birer delillerdir.
Bir
varlık, ya doğrudan beş duyu organlarıyla veya organların bir
kısmıyla veyahut da izleriyle idrak edilir. Misal olarak; parmak
izleriyle can veya hırsız bilinebilir. Oysa can veya hırsız
doğrudan görülmemiştir. Kapalı bir yerde iken görmediği halde
arabanın veya uçağın veyahut trenin sesini duyarak bunların
varlıkları bilinebilir.
İşte
insan, gökler, yeryüzü ve bunlar üzerinde yürüyen veya bunlar
üzerinde hareket eden bütün varlıklar aciz, sınırlı, eksik ve
muhtaçtır. Acizlikleri; yoktan bir şey yaratamadıklarından,
sınırlılıkları; her şeyin hacmi, uzunluğu, büyüklüğü ve
gücünün sınırlı olmasındandır. Muhtaçlığı ise;
alakaları düzenleyen kanunun ve her şeyin başka bir şeye muhtaç
olmasından anlaşılır. Böylece bütün hissedilen varlıklar
eksik oldukları gibi kendisini tamamlayacak başka bir şeye muhtaçtır.
Kendilerini meydana getiren güce muhtaç haldedirler. Zira kendi
kendilerini var edemiyor, bir varlık başka bir varlığı yoktan
var edemiyor ve aciz kalıyor. Bundan dolayı bunları yaratan bir
varlığın olması zorunluluğu ortaya çıkmış olur. Öyle
olmaması halinde bu varlık aleminin nasıl meydana geldiği konusu
müphem kalacaktır ve akılda bir sürü çözülemeyen sorular doğuracaktır.
Kendiliğinden olması veya tesadüfen meydana gelmesi akla ve
gerçeğe ters düşer ve de kaçamak bir cevap olur. Böylesi bir
yanıt insanları hayali, mantık yürütme ve boş tartışmalara
sevk eder. Çünkü bu iddiada bulunanların ellerinde somut ve
hissedilir delilleri yoktur. Sadece hayali, varsayımlar ve
teorilere dayanmaktadırlar. Bu iddiaları ne aklen ne de bilimsel
olarak ispatlanamaz. Gerçeği kabul etmeyen kimseler ancak hayali
ihtimaller sunar. Görüşlerini ispatlayacak varlık aleminden ve
vakıalardan hiçbir delil ortaya koyamazlar. “Milyonlarca sene
önce düşen pirotin taşının sonucu daha sonra madde
üzerinde gelişme başladı” şeklindeki iddiaları ne akla
ne de bilime yatkın bir görüştür.
|
“İnsanlardan
bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk
tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman
edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha
fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları
gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının
çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.” (Bakara
165)
|
İnsan,
aklen Allah’ın varlığını idrak edemeyince sırf vicdanen veya
takliden hareket eder ve O’na eş koşar. Ayette; “Allah'a
denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler”
buyurmaktadır. Bu gerçeğin bir ifadesidir, hayatta böylesi
insanlar çoktur. Bunun sebebi Allah’ın büyüklüğünü,
azametini ve değerini kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. İnsan aydın
bakışla Allah’ın varlığını düşünürse O’na asla eş
koşamaz. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şey O'na muhtaçtır,
O her şeye kadirdir, O’nun dışında olan her şey
sınırlıdır. Bunlar bilindiği halde insanlar neden O’na eş
koşarlar?! Allah’ın varlığına akıl yoluyla inanmayanlar
muhakkak şirke koşarlar. Bunun sebebi Allah’ı bir şeye benzetmek
veya O’na yaklaşmak için yaratılan varlıklardan birini bir araç
edinirler. Bütün insanları ve tarih boyunca geçen insanları
sergileyelim, ne göreceğiz?! Akıl yolu ile Allah’a
inanmıyorlar, sırf vicdan veya taklit ve de geleneksel olarak
Allah’a inananların şirke koştuklarını görüyoruz.
Yahudiler, Hıristiyanlar, Hindular, Budistler, cahiliyedeki Araplar
ve diğer halklar hepsi aynı durumdadır. Hatta, Müslümanlardan
sayılan bazı kimseler bazı kişileri Allah’a yaklaştıran bir
vasıta kılarlar, onları Allah kadar severler ve daha ziyade
onları düşündükleri kadar Allah’ı düşünmezler. O şahsın
kendilerini Allah’a daha çok yaklaştırdıklarına inançları
sarsılmaz bir noktayı alır. Bu hususta Allah (cc)
şöyle buyurdu:
|
“Onların
çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler.” (Yusuf
106)
|
Gerçek
müminler Allah’ı çok fazla sever ve tavizsiz bir şekilde O’na
yönelirler. Nitekim insanda sevgi veya herhangi bir şeyi sevmek
tabiidir, içgüdüseldir. İnsan babasını, annesini, çocuğunu,
akrabasını, bir arkadaşını, bir lideri değişik mertebeler ve
derecede sever. Yine de mal, mülk, para, toprak, altın, ev ve
değişik eşyaları belirli seviyelerde sever ve hoşlanır.
Bunları normal bir şekilde severse herhangi bir sakıncası
yoktur. Fakat bunlardan herhangi birini aşırı bir şekilde
severse bu asla caiz olmayan bir tavırdır. Allah’ı sevdiği
kadar veya ona yakın bir seviyede herhangi bir şeye meyletmek
(sevmek) şirktir (küfürdür).
Sevmek;
bir şeye, bir insana, bir konuya önem ve değer vermek, ona meyil
ve rağbet göstermektir. Sevginin dereceleri değişir. Bir kimse
babasını, annesini çok sever veya tam tersidir. Bir başkası
yeğenini daha fazla sever. Bütün bunlar gösteriyor ki; bir kimse
neye rağbet gösterir ve önem verirse onu sever demektir. Eğer
bir kimse Allah’a değer ve önem verirse O’na yaklaşmak için
O’na yönelir ve O’na olan sevgisini ispatlar. Aşırı sevmek
ibadettir. Allah-u Teala Müslümanları sevgiyle ilgili bir ayette
sakındırıyor ve uyarıyor:
|
“De
ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan,
Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık
Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar
topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 24)
|
Bunun
manası; bu sayılan hususlara değer vermek ve rağbet göstermek
anlamını taşır. Eğer bunlara Allah’tan, Resulünden ve O’nun
uğrunda cihattan daha fazla değer verilir ve rağbet gösterilirse
bu fısk olur. Fısk içerisinde olana da fasık denilir. Dinden çıkmak
fısktır. Allah’ın bir emrinden ayrılmak fısktır. Bunu yapana
fasık denilir ve günahkar olur. Fakat bütün hükümlerden
feragat ederse dinden çıkmıştır. Akidenin bir şıkkından
uzaklaşmak fısktır ve de dinden çıkma (küfre girme) sayılır.
Eğer insan fasıklığı üzerinde devam eder vazgeçmezse Allah
onu hidayete erdirmez. Ancak fasıklıktan uzaklaşan hidayete
ermiş olur.
Allah’a
şirk koşmak veya ortak kılmak zulümdür. Allah (cc)
bir ayeti kerimede şirki en büyük zulüm olarak beyan etmiştir:
|
“…Doğrusu
şirk zulümdür.” (Lokman 13)
|
Tefsirini
yaptığımız ayette; “zalim kimseler” ifadesi geçti.
Burada Allah’a şirk koşanlar kastediliyor. Bunlar elbetteki
Allah’ın azabına duçar olacaklardır. Ayrıca bütün güç
sahibinin Allah olduğunu göreceklerdir.
Seven
kimse sevdiğine meyleder, ona uyar. Bu nedenle şu ayet o ayetin
arkasından geldi:
|
“İşte
o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler,
uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı
görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.”
(Bakara 166)
|
Sevdikleri
kişilere tabi olanlar onların dediklerine uyarlar. Böylesi kişiler
kıyamet günü yardımcı bulamayacaklardır. Tabi oldukları
kişiler kendilerinden kaçacak, uzak duracaklardır. Olumsuz manada
tabi olmak konusu burada geçerlidir. Allah’a tabi olmayıp başka
kişilere tabi olanlar tabi oldukları kişilerle şiddetli azabı göreceklerdir.
Onların aralarındaki bağlar kopacaktır. Buna göre, insan sevdiği
insana körü körüne uymamalıdır. Kişinin şahsına
meyletmemelidir. Allah’ın emrine uyan kimselere, Allah’ın emri
doğrultusunda düşünülerek uyulur ve itaat edilir. Allah-u Teala
şöyle buyurdu:
|
“…
Bana yönelenlerin yoluna uy…” (Lokman 15)
|
Ebu
Bekir (ra) halife olarak seçilip biat
edildikten sonra minbere çıkıp şu hutbede bulundu: “Allah
ve Resulüne biat ettiğim müddetçe bana itaat edin, Allah ve
Resulüne isyan ettiğim zaman bana itaat etmeyin.”
Bütün
bunlar ışığında, bir kişi başka bir kişiye uyacaksa Allah’ın
emrine uyan kimseye, Allah’ın emrini düşünerek uyacaktır.
İmam Ebu Hanife, İmamı Şafi, Maliki, Hanbeli veya diğer
imamlara uyulurken, bunların birer müçtehit olduğu ve bunların
Allah ve Resulünü kaynak edindikleri için onlara uyulur.
Yöneticilere uyacak kişiler bu yöneticilerin Allah ve Resulunun
emrine uydukları için onlara uyulur. Tamamen Ebu Bekir (ra)’ın
dediği gibi. Bunun tersi yani, Allah ve Resulünün emri doğrultusunda
fetva veya içtihatta bulunmayan alimlere tabi olmak haramdır.
Onların ve uyanların varacağı yer cehennemdir. O gün (kıyamet
günü) ayette buyurulduğu gibi, onlar şöyle diyeceklerdir:
|
“(Kötülere)
uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz
mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi
biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini,
pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık
ateşten çıkamazlar.” (Bakara 167)
|
Bu
şekilde hareket edenler o gün pişmanlıklarını gösterecekler.
Allah-u Teala, ahirette yaşanacak sahneleri insanlara sunuyor ki,
insanlar bunları akletsin (düşünsün) ve korksunlar.
İnsanlar,
muhakkak bir yere veya bir şahsa dayanmak istiyorlar. Bu içgüdüsel
bir husustur. Allah-u Teala resuller ve nebiler gönderdi ki, bu
içgüdüsel hususlar doğru bir şekilde yönlendirilmiş olsun.
Onlar sadece fikirle donatılmayıp, fikirleri yaşayarak ta insanlara
öncü kılınmıştır. Allah-u Teala şöyle buyurdu:
|
“Andolsun
ki Resulullah sizin için güzel örnektir” (Ahzab 21)
|
Fikri
liderlik ne kadar gerekli ise de bunu yürütecek olan insandır.
Öyle ise bunu yürütecek lider şahısların bulunması kaçınılmazdır.
Her din ve ideolojilerde böylesi kişiler olmuştur. Aradaki fark;
bu kişiler ya vahiy kaynaklı hareket ediyor veyahut kendi heva ve
heveslerine göre insanların işlerini güdüyorlardır.
Hz.
Muhammed (sav) vefat edince bir kısım
insanlar mürted oldular. Bazıları da zekatı vermek istemeyerek
isyankar oldular. Hz. Ebu Bekir (ra) şöyle
dedi: “Kim Muhammed (sav)’e tapıyorsa
bilsin ki, Muhammed (sav) öldü. Kim ki,
Allah (cc)’a tapıyorsa O ölmez
(ebedidir).” Bunun manası; Muhammed’in (sav)
şahsına değil Resullüğüne tabi olmadır. Kıyamet gününde
guruplar liderleri ile birlikte hesaba çekilirler. Allah (cc)
bu konuda şöyle buyurdu:
|
“Ey
Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi
yoldan saptırdılar, derler.
Rabbimiz!
Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden
kov.” (Ahzab 67-68)
|
Bu
ayetlerden önceki ayette de o kişilerin şöyle söyleyecekleri
bildirildi:
|
“Yüzleri
ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat
etseydik, Peygamber'e de itaat etseydik! derler.” (Ahzab 66)
|
Herkes
tabi olduğu liderine bir baksın! O liderleri Allah ve Resullerine
göre mi kendilerinin işlerini yürütüyorlar, yoksa küfrün
hükümleriyle mi? Allah ve Resulünün koyduğu yoldan yürüyen,
tabi olanlarının işlerini bu doğrultuda düzenleyen adil
liderler tabîlerini cennete yöneltir. Aksi halde hareket eden
liderler ise tabîlerini cehenneme yöneltir.
|