Seçimler
ve AK parti olayına ışık tutmak için tarihi bir seyir takip
etme gereği vardır. Son seçimler Türkiye tarihine yamalı bir
darbe olarak geçecektir.
Dışarıdan
ithal edilen düzen (ideolojiler) ümmetin akidesine ters düşmesi
ve düşünce düzleminde tam anlamıyla pratiğe dökülme imkanı
bulamamasından dolayı, silahlı bir güce olan ihtiyaç bir çok
İslam beldesindeki karton devletçiklerde olduğu gibi Türkiye’de
de halen devam etmektedir. Bu gücün, çeşitli sebeplerle sisteme
müdahale etmesi kural dışı bir davranış olarak gözükebilir
fakat onlar konumlarını korumak için açılan yerleri yamamak
zorundadırlar. Türkiye'de Silahlı Kuvvetler zaten imtiyazlı bir
konuma sahip. Hilafetin kaldırılmasından sonra her alanda
İttihat ve Terakki (sabetaycı dönme Yahudilerin) zihniyeti
Cumhuriyete indekslenen bir anlayış mevcut. Türkiye halen
günümüzde darbe eğilimlerinin ortadan kaldırılamadığı bir
ülke olmaya devam ediyor. Her alanda çağa ayak uydurmakla
övünen Türkiye Cumhuriyeti, silahlı kuvvetlerdeki müdahale
geleneğini sona erdirecek yeni bir yapılanmayı teklif dahi
getirmeyi yasaklıyor. Estetik ameliyatlarla sürekli kendini
tazeleme gereği duymaktadır.
Yamalar
tarihi:
Türkiye'de
yönetim-düzen tartışmaları özellikle darbe dönemlerinde yoğunlaşır.
Bazen üstü kapalı, derin devlet içerisinde oluşan çatışmalar
düzenin İslam’la sarsıntıya uğratılması şeklinde de lanse
edilebilmektedir. Bundan dolayı darbeler demokrasi için
demokrasiyi koruma adına yapılır.
Türkiye’ye
dışarıdan ithal edilen demokrasiyi askerlerden ayrı düşünmek
mümkün değildir. Her ne kadar sivilleşmeden bahsedilse de bu,
düzen değişene kadar istenilen hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir.
Osmanlı’nın
son döneminde siyaset (Jön Türkler), İttihat ve Terakki
çizgisine oturmasıyla Jön Türkler ilk darbe girişimlerini 30
Mayıs 1876'da Abdülaziz'e karşı gerçekleştirdiler. Abdülaziz'in
yerine Mithat Paşa önderliğinde gerçekleştirilen bu ilk darbe
yamalı dönemin (darbelerle gelen anayasaları yamama) geleneğinin
başlangıcıdır. Bu durum Cumhuriyet döneminde de değişmez.
Sabetaycı
İttihat ve Terakki zihniyeti bilinçli bir şekilde Osmanlı’yı
(Hilafet Devletini) 1. Dünya Savaşı’na sokarak yıkma
isteklerine ulaştılar.
Milli
Mücadele dönemi diye atlandırılan Kurtuluş savaşını, dönemin
yerel direniş hareketlerini genelde ittihatçılar
örgütlemekteydi. Hilafet uğruna verilmiş bir mücadele şeklinde
yansıtmalar asıl gerçeği örtmek içindi. Bu mücadeleyi ümmet
nezdinde meşrulaştırmak için bir Sabetayist olan, İttihat ve
Terakkinin baş aktörü M. Kemal hutbeler irad ederek asıl gerçeğin
üstünü örtmüştür. Sonuçta Ankara’da yoğun muhalefete rağmen
mecliste önce saltanat Hilafetten ayrılarak (Hilafete dokunmuyoruz
denilerek) kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş, daha sonra
halifenin görevi meclis üstlenecek denilerek Hilafet de kaldırılmıştır.
(3 Mart 1924) İslam ümmetine vurulan en büyük darbe budur.
Tek
Parti Döneminin Yamaları:
1925
Şubatı’nda Doğu illerinde tek partinin hilafeti kaldırması,
şer’i hükümlerin ve ümmet anlayışının terk edilerek yerine
Cumhuriyetçi, demokratik, ırkçı, milliyetçi bir anlayışını
idame ettirilmeye çalışmasına tepki ve isyanlar başladı. Bu
gelişmeler; 3 Mart'ta Fethi Okyar hükümeti düşürülerek
sertlik yanlısı İnönü dönemini başlatır. Düzene yamalar ve
balans ayarı verilmek için Hıyanet-i vataniye kanununa
"dini görüntü altında ayaklanma, dinin siyasete alet edilmesi"
hükmü eklenir. Ayrıca hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan
Takrir-i Sükun kanunu yürürlüğe konulur. İstiklal
mahkemeleri aktif hale getirilir. Müslümanlar üzerinde baskı,
zulüm, işkence ve idam Türkiye geneline yayılır. Ümmetin
sindirildiği ve tamamen tasfiye edildiği böyle bir ortamda M.
Kemal düşündüğü köklü değişimleri gerçekleştirme imkanı
bulur.
Tek
parti diktasının yoğunluğu gittikçe arttığı dönemde (1927)
seçimlere CHP tek başına girerek ve göstermelik yapılan bu seçimden
başarı ile çıkar. Halk sindirilmiş, devrimler peşi sıra
gelmiştir. Buna 1930'lu yıllardan itibaren, 1929 dünya ekonomisi
bunalımının Türk Ekonomisine de yansıması eklenince halk
arasında derin bir hoşnutsuzluk baş gösterir. 12 Ağustos
1930'da güdümlü bir muhalif kanat (Fethi Okyar başkanlığında
Serbest Cumhuriyet Fırkası) M. Kemal'in talimatıyla kurulur.
Ümmet üzerinde etkin olamayan, yıpranan düzene yama yapmak
gerekmektedir.
Dikkatler
SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası) üzerine çekilir. Yurt çapında
hızla örgütlenen bu parti toplantılarında halkın başlarına
zorla giydirilen şapkaları yerlere atılıp çiğnenir. Halk; “bizi
bu zalimlerin elinden kurtarın” sloganlarıyla SCF'ye tam
destek verir ve iktidara alternatif olacak güce ulaştırır. Güdümlü
muhalefetin iktidara alternatif olarak ortaya çıkması CHP elitlerini
aleyhinde kampanya başlatmaya yöneltir. Söylem yine aynıdır. "İrtica
hortladı!, Bunlar Şeriat istiyorlar!" diye feryat edilir.
1930 belediye seçimlerinde oyların çoğunun SCF'na gittiğini gören
CHP'liler bütün devlet mekanizmasını harekete geçirirler.
Milletvekili seçimlerine girmeden SCF'yi kapatma girişimlerinde
bulunurlar. İsmet İnönü M. Kemal'e orduda rahatsızlık
olduğunu söyleyerek kendi rahatsızlığını da ileterek onu ikna
eder. M. Kemal'in desteğini yitirdiğini anlayan Fethi Bey SCF'yi
17 Kasım 1930'da fesheder. SCF'nin kurucularından Ahmet Ağaoğlu
ve Fethi Bey anılarında M. Kemal'in ilk günden itibaren samimi
olmadığını ve bir oyun oynandığını hissettiklerini ifade
ederler. M. Kemal, Fethi Bey'i parti kurma konusunda ikna etmek için
şunları söyler: "Bugünkü manzaramız aşağı yukarı
bir diktatör manzarasıdır. Vakıa birer meclis vardır. Fakat içeride
de dışarıda da bize diktatör nazarıyla bakıyorlar... Ben
öldükten sonra arkamda kalacak olan müessese bir istibdat
müessesesidir.” der.
"SCF'nin
kapatılmasından bir ay sonra 23 Aralık 1930 günü muhalif kanadın
ayılmaması için Menemen'de provokasyon düzenlenir.
Dışarıdaki
değişimler Türkiye'nin iç politikasını da büyük ölçüde
etkilenmekteydi. SCF'nin kuruluşunda devletin dışarıdaki
diktatörlük izlenimini silinmeye çalışması da bu etkenler
arasındadır.
Çok
Partili Yama Dönemi:
Patlama
noktasına gelmiş halkı sindirme veya onlarla barışmak için
çok partili hayata geçilmek zorunda kalındı. Bu şartlar
altında CHP'nin istediği SCF'nin kuruluşunda olduğu gibi güdümlü,
muhalefeti sinirli, iktidara alternatif olmayan göstermelik bir
partinin kurulmasıydı. Buna batıda II. Dünya Savaşı’nda
İtalya, Almanya ve Japonya’nın yenilmesiyle totaliter rejimlerin
sona ermesi, demokratikleşme ve ekonomide liberalleşme revaçta
olması da eklendi. Totaliter rejimler Batıya güven vermemekteydi.
Ayrıca Türkiye üzerinde Sovyet tehdidi oluşmuştu.
7
Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti kuruldu. İdeolojik olarak
CHP'den farklı olmayan yeni parti daha az merkeziyetçi ve daha az
bürokratik bir devlet öngörüyordu.
Bu
dönemde ekonomik tedbirler halkı zor durumda bırakmış, zorunlu
çalışma şart koşulmuş, varlık vergisi, ayniyat vergisi getirilmiş,
halkı horlayan, baskı altına alan uygulamaları nedeniyle halk
DP'ye yönelmiştir. 14 Mayıs 1950'deki seçimlerde DP 408 sandalye
kazanarak tek başına iktidar olmuştur. İktidarın el
değiştirmesiyle her iki parti de kimlik krizi yaşanmasına
rağmen halk derin bir nefes almıştı. Önü açılan halkta
İslamî eğilimler hızla artmaya başlamıştı. Derin devlet
bilinçli ve sınırlı imkanlar sunuyordu. Ezanın yeniden Arapça
okunması gibi.
2
Mayıs 1954 seçimlerinde 503, 27 Ekim 1957 seçimlerinde 424
sandalye kazanan DP'nin gücünü devam ettirmesine rağmen bazı
desteklerini yitirdiği ortaya çıktı. Yeni bir yama gerekti. DP
iktidarına karşı öğrenci eylemleri başladı ve İstanbul, Ankara'da
sıkı yönetim ilan edildi. Harp okulu öğrencilerinin gösterisi
hükümetin sonunun geldiğine işaretti. Sonunda 27 Mayıs 1960'da
ordu darbe yaptı ve Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan
Polatkan'ın idamı onaylandı. 16 Eylül'de Zorlu ve Polatkan, bir
gün sonra da Menderes idam edildi.
Ordu
gelecek iktidar (CHP) için isteklerini şöyle sıraladı: 27
Mayıs Devrimi'nin yasallaşması, Atatürk ilke ve inkılaplarının
korunması, İslam’ın siyasallaştırılmaması ve Yassı ada
Mahkemesi kararlarını istismar etmemek.
15
Ekim 1961 seçimlerinde CHP 173, Adalet Partisi 158, Yeni Türkiye
Partisi 65, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 54 sandalye kazandılar.
Seçim
sonuçları askerin kışlasına dönmesine pek imkan tanımıyordu.
1962 ve 1963'te bir dizi başarısız darbe girişimleri oldu. 1965
seçimlerinde bir partinin meclise hakimiyetini engellemek için
nispi seçim sistemi uygulandı. Fakat bu Süleyman Demirel liderliğindeki
Adalet Partisi'nin yükselişini önleyemedi. Seçimlerde AP 240,
CHP 134, diğer sağ partiler 61, İsçi Partisi 15 sandalye kazandı.
1965'
ten sonra muhalefet sokağa taştı. Üniversiteler öğrenci
eylemleriyle, fabrikalar isçi grevleriyle felç oldu, kırsal
kesimde köylülerin toprak işgalleri başladı.
12
Mart 1971'de ordu komutanları Demirel'e bir muhtıra verdiler.
Muhtıranın içeriği; kardeş kavgasının ve anarşinin engellenemediği,
Atatürk'ün reformlarının gerçekleştirilemediği, çağdaş
uygarlık hedefinden sapıldığı, bütün bunlardan hükümetin
sorumlu olduğu, bu hedeflere ulaşmak için yeni bir hükümetin
demokratik yollardan kurulması, aksi takdirde TSK'nin yasalardan
aldığı yetkiyle idareyi doğrudan doğruya ele alacağı
şeklindeydi.
Nihat
Erim başkanlığında sivil bir hükümet kuruldu. Tehlikeli
görülen İslam (!) eğilimli Milli Nizam Partisi ve sosyalist eğilimli
Türkiye İsçi Partisi kapatıldı.
Bu
uygulamalar sonuç vermedi. Toplum kışkırtmalar neticesi sokağa
döküldü. Sol ve İslamî muhalefetin sokağa taşması, gün
geçtikse kitleselleşmesi ve sistemi radikal bir şekilde
sorgulamaya başlamaları orduyu harekete geçirdi. Ordunun bu kadar
beklemesinin sebebi olarak 27 Mayıs’la halk nezrinde düştüğü
duruma tekrar düşmek istememesi yaygın olan bir kanaattir.
Darbeyle
birlikte anayasa değişikliği de geldi. 82 Anayasası’yla
toplumu tepeden tırnağa kontrol altına almak için 61 Anayasasının
getirdiği hak ve özgürlükler geri alındı, muhalefet
sindirildi. Nefes alan halkın boğazı bir kez daha
sıkılmıştı. Halk girdiği siyaset arenasından dışlandı.
Ordu egemenliğinde polisiye yönetim güç kazandı. Ordu Turgut
Özal’ın liderliğindeki ANAP’ı 1983 seçimlerinde tek başına
iktidara taşıdı. Ordu perde arkasına çekildi. Ancak her zaman
olduğu gibi sahne gerisinden müdahalelerini devam ettirdi. Yine
düzene yama vurulmuş, halk sindirilmiş, korku ve şaşkınlık içerisinde
beklemeye çekilmişti. İşte bu aşamada devlete küsen halkla
otorite sahipleri barışma gereği duydular. Şartlarda göz
önünde bulundurularak Refah Partisi ile bu işe yöneldi. Fakat
İslamî talepler artmaya, İslam Devleti istemlerinin sahneye çıkması,
İslam’ın alakaları düzenlemede ölçü alınmaya başlanması,
ABD'nin Yeni Dünya Düzeni'nde İslamî tehdit olarak görmesi,
halkın iktidara olan bağlarının kopup ideolojik bazda
hareketlenmeye yönelmeleri, halkın desteğini yitiren partilerin
sırtlarını devlete dayayarak ayakta durabilmeleri, İslamî
kesimin ekonomik alanda etkinliği, devlet destekli büyük sermaye
ile rekabete girmesi, Susurluk kazasıyla iktidar seçkinlerinin
kirli ilişkilerinin gözler önüne serilmesi egemenlerin (otorite
sahipleri de) yeniden "irtica nöbetlerine" yakalanmasına
yol açtı. İrtica söylemi her şeyin üstünü örtebilirdi. MGK
toplantıları ateşli tartışmalara sahne oluyordu veya o şekilde
topluma yansıtılıyordu. İrtica (İslam’ı kastediyorlar)
PKK'dan daha tehlikeli görülüp, karşı kamuoyu oluşturulmaya
çalışıldı. Üniversite rektörlerine, medyaya, yargıya,
patronlara brifingler verildi. Halkta tutmadı ama söz konusu
çevrelerde rağbet büyüktü. İrtica söyleminin temel nedenine
baktığımızda, bunun rantını yiyenlerin tekelci sermaye,
sivil-asker (derin devlet) karması ve medya olduğu ortadadır. Bu
nedenle söz konusu çevreler irtica ile mücadelede birbirleriyle
yarıştılar. Batı Çalışma Grubu (BCG), Sivil Çalışma Grubu
(SCG), valiler, garnizon komutanlıkları, hükümet, yargı
mensupları, kartel medyası, TÜSİAD, YÖK, DGM hepsi de irtica
ile mücadele de öne çıkmaya çalıştılar.
28
Şubat sürecinin zeminini, alt yapısını oluşturan Başbakanlık
Kriz Yönetmeliği ve Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin Refah-Yol
tarafından imzalanmasıdır. Bu yönetmelikle doğal afetler de
dahil olmak üzere MGK’nın kriz dediği durumlarda MGK yaptırım
uygulayabilecek bir üst yapı haline geliyordu. Bunun ilk pratiği
de 28 Şubattır. Parlamento devre dışı bırakılıyor, yasama
organı MGK oluyor, yürütme organı hükümettir ve tavsiye niteliğindeki
kararları yürütebilmek de hükümetin ömrünü tayin ediyor.
Sivil darbe olarak da adlandırılan bu girişim neticesi; Refah-Yol
hükümeti düşürüldü. 8 yıllık kesintisiz eğitim şartı
getirildi, dolaylı olarak İHL, Kur’an kursları kapatıldı,
kamu kurum ve kuruluşlarında, üniversitelerde, okullarda başörtüsü
yasaklandı, devlet kadrolarında bir çok Müslüman fişlendi
veya görevden alındı, Refah Partisi kapatıldı, vakıf ve
dernekler üzerinde baskı kuruldu, yeşil sermaye diye
adlandırdıkları kesime ambargo konuldu, YAS kararlarıyla ailesi
İslam’a yakın olan eşi, başörtülü olan, askerin düzenlediği
içkili toplantılara katılmayan subaylar ihraç edildi, çok sayıda
insan gözaltına alındı, tutuklamalar, işkence ve polisin
baskısı arttı. Halk yönetime yine küsmüştü. Yine acilen bir
yama gerekli görüldü ve bir yerlerden (derin devletten) uygun
ortamın oluşturulması için PKK-Apo kozu kullanıldı. Komşu
ülkelerden Suriye ve Yunanistan'a yönelik sert mesajlar verilerek
dört bir yanımız ateş çemberi, milli birlik-beraberlik vurgularıyla
halk manipüle edilerek; hükümet olmaları halka değil 28 Şubat
sürecine borçlu partilerin tarafına çekilmesi gerçekleştirildi.
28
Şubat sürecinin üzerinden 13 yıl geçti. Bu süreç içerisinde
İslamî duyarlılık birinci düşman ilan edilerek, bu
duyarlılığı sembolize eden ne varsa ‘top yekün savaş’
mantığıyla yok edilmek istendi. İslam’a o kadar saldırıldı
ki; artık insanlar İslam’dan bahsetmeye korkar oldular. Halkın
inançları alaya alındı, Türk dini adı altında yeni bir din
anlayışını zorla benimsettirilme yoluna gidildi. Aynen Türkçe
ezan döneminin yaşandığı gibi. Buna karşılık küfrün yayılmasına
tam destek ve imkan tanındı.
Darbelerle
yama yöntemine gitmenin temel nedeni T.C. kendi egemenliğini tehlikede
görmesidir. Bu hem derin devletin iç çekişmesinden ve de halkın
inançlarına (İslam’a) her fırsatta geri dönmesinden
kaynaklanmaktadır.
Dünyadaki
yeni gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda tehlikenin İslam
olduğunu gören Türkiye yönetimi bu hususta global anlayış
çerçevesinde bütünleşme gereğini de hissetmektedir. Bu süreci
yürütenler uluslararası psikolojik savaş tekniklerini çok iyi
biliyorlar. İnsanların güvenlerini sarsıp insanların
kendilerini suçlu görmesini sağladılar. Bundan dolayı halk her
hangi bir İslamî kitle ile suçlanma tehdidi ile karşı karşıya
kalmaktan korkmuştur. Bu ise halkı doğal olarak kimlik
bunalımına sürüklemiştir. Halkın devlete olan güveni geçmişe
oranla daha fazla çöküntüye uğramış, toplumun siyasetçilere
bağlılığı yok olmuştu. Ekonomik ve siyasi krizler nedeniyle
halk büyük bir yıkım içerisinde iken perde arkasında da derin
devlet içerisinde tek bloklu dünyada yer tespiti kavgası
yaşanmakta idi. Bu sefer atılması gereken yama daha öncekilere
oranla daha da önem arz ediyordu. Yani hem iç hem de dışta bir
yamanın olması kaçınılmaz idi.
İşte
bu gelinen noktada halkla barışacak, dünya ile bütünleşecek
bir yönetimin iktidara taşınması gerekli görüldü. Yani bir
anlamda dönemin krizini çıkartanlar işi düzeltmek için işbaşına
dönmüşlerdi. Alelacele oluşturulan, köklü siyasi yapısı ve
idealleri olmayan, hem ABD hem de AB ile uyum içerisinde
yürüyebilecek olan, ileride kurulması planlanan köklü siyasi
partilere geçişi sağlayacak AK partinin kurulması sağlanmış
oldu.
AK
parti bölünmeye hazır çeşitli kesimlerden oluşan mozaik bir
konumdadır. Devlet siyasi kimlikli partileri yok etmiştir. AKP geçiş
döneminin bir partisi olduğu için bir yama (sivil darbe) niteliğini
üzerinde barındırmaktadır. Daha açık bir ifade ile şahinler
kanadı (1. Cumhuriyetçiler) ile güvercin kanadı (2. Cumhuriyetçiler)
arasında yaşanan iç çekişmenin bir ürünüdür. Bu noktada
Abdullah Gül iktidarda bırakılarak ABD yakınlaşması, Tayyip gündemde
tutularak AB yakınlaşması hedeflenmektedir. Olası bir dış
baskı karşısında bu partiyi bölme planları ise masalarının
çekmecesinde bekletilmektedir. ANAP’tan AK partisine geçen kişilerin
önemli bakanlıklara oturtulması bunun bir göstergesidir. Siyasi
çizgi ise Avrupa siyaseti doğrultusunda yönlenecektir. AB
siyaseti şu an istenilen konuma gelmediği için Amerikanın çizdiği
siyasete yakın bir çizgide yürümektedir. Yeni yönetim AB
siyasetinin takip edileceğini Kıbrıs ve Irak konusundaki yaptıkları
açıklamalarla ortaya koymuştur.
Burada
bir hususu daha ilave etmek gerekir. O da; Tayyip Erdoğan
omuzlarında halkın desteğinin meclise taşınması gerçekleşmiştir.
Tayyib’in görevi tamamlanmıştır. Tayyip Erdoğan bunu
hissetmekte ve dışlandığının yıpratıldığının da
farkındadır. Bu yüzden yeni oluşumda rol almak için AB’ye yakınlaşma,
samimi olduğunu ispatlamak için şu anki kozunu kullanmak istiyor
ve ortak çalışabileceği çevre arıyor.
Son
siyasi gelişmelerde ABD’nin etkisi bulunmaktadır. Bir nevi derin
devlete etki edemese de siyasi alanda operasyonlar yaparak hem
Türkiye’ yi hem de Türkiye yolu ile AB’yi dağıtmak istiyor.
Halkın
burada, AK partiye umut bağlaması ise yanlış bir yaklaşımdır.
Devlette ve devletin Müslümanlara bakışında önemli gelişmeler
yaşanmayacaktır. Çünkü 28 Şubatla oluşturulan kriz hükümeti
devletin en derinliklerinde kadrolaşmıştır. Halkın beklentileri
olan ekonomik çerçevede nefes alma imkanı tanınacağı bir gerçektir.
Ekonomik krizi oluşturanlar (sermayeyi) yeniden piyasaya aktarmaya
başladılar. Halkın inançları doğrultusunda bazı kesimlerde
başörtüsüne müsaade edilmesi beklenirken yine ihtiyatlı davranılmaktadır.
En önemli olan husus; halkın demokrasiye ve devlete olan güveni
bu yönetimle tekrar sağlanacağıdır.
Bu
noktada Müslümanlar şu gerçeği idrak etmeleri gerekir.
Yıkılmak üzere olan, halktan kopuk, kendi kabuklarına çekilen
bu yönetimler yama yaparak ayakta durmaya çalışıyorlar. Bu düzenler,
darbeleri ile veya dolaylı şekilde halkın önüne sürdükleri
güdümlü yönetimleri-iktidarları ile yama üstüne yama yaparak
halkın desteğini alıp ayakta durmaya çalışıyorlar. Ümmet bu
süreçte o yamanın iğnesi veya ipliği görevini üstleniyor. Bu
şekilde davranarak (her dönemin yaması olarak) bu sistemlerin
ömürlerinin uzatıldığının farkına varılması gerekir.
Bu
şekilde karton devletçikler 79 yıldır bir ur olarak İslam
ümmeti üzerinde varlıklarını sürdürmektedirler. Oysa ki; asıl
sorun yamada etkin rol oynamak değil, onu paramparça ederek onların
ömürlerini uzatma yerine hayatlarına son verilmelidir. Çünkü
bu sistem akidemizle, akidemizden kaynaklanan şer’i hükümlerle,
Müslüman kimliğimizle çelişmektedir. Allah (cc) şöyle
buyuruyor:
“İnananlar
arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için
dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır...” (Nur
19)
Müslümanlar
olarak asıl yapılanmamızı İslamî esaslar üzerine bina etmek
zorundayız. Her ortamda Şâri’nin hitabına bağımlı kalarak
hareket etme bilinci Müslümanlarda hakim kılınmalıdır. Bu da
Kur’ana ve Sünnete sarılmakla mümkündür. Gelinen nokta;
İslam ümmetinin kendi fikri kalkınışını, kimliğini,
kaynaklarına dönme gerekliliğini ortaya çıkardı. Bu bütün
İslam beldeleri için geçerli olan bir husustur. Eğer biz Müslümanlar
olarak, bize ait olanla ayakta durmuyor, ona yönelmiyor, başka
zeminlerde başkasının sunduğu imkanla ayakta durup, bu yönde
bir yönelişe meylediyorsak yanılıyoruz demektir. Birincisi; bu yöneliş
haramdır. İkincisi; o alan kapatıldığında açıkta kalacağız
demektir. Ki; süreklide böyle olmuş ve ümmet her tarafta açıkta
kalmış, horlanmış, zulme uğramış, eziyet görmüş ve her
şeyi talan edilmiştir. Müslümanlar İslam çatısı altına
girmek zorundadırlar. Çünkü onların asıl korunacakları tek
yer orasıdır. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
“İmam
(halife)kalkandır. Onunla korunur ve arkasında savaşılır.” (Muslim)
Bu
yamalar bu sistemlerin iflas ettiğini de ortaya çıkardı. Küfür
tek bir millettir. Globalizmle bunu daha da açık bir şekilde
ifade etmiş oldular. Müslümanlar da tek bir ümmettir. Bu bilinç
içerisinde aradaki sınırları kaldırarak Hilafet çatısı
altında birleşmemiz gerekir. Bunu gerçekleştirmek için saflarımızı
belirlemezsek daha bir çok yamalara umut bağlar her defasında
pişmanlık yaşarız.
Toplum,
zulümle o kadar çok uyarıldı ki, zamanla zulmü algılamamaya,
duyarsızlaşmaya başladı. Oysa birilerinin sürekli teyakkuz
halinde bulunup yaşanan zulümlerin normal olmadığını
tekrarlaması gerekir. Bu da ancak bir İslamî kitle etrafında
odaklaşmakla mümkündür veya mevcut olan İslam davasını yüklenmiş,
yeniden İslamî hayatı başlatmak isteyen, Hilafetin ikamesi için
çalışan kitleyle çalışmak ve tam destek vermekle gerçekleşir.
Müslümanlar
Allah’ın rahmetinden ümit kesemezler. Ümit var olmak kulluk
görevimiz, davayı taşıma imanî sorumluluğumuzdur.
“Ey
iman edenler! şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın
adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı
suçları) ve kötülüğü emreder…” ( Nur 21)
|