Ana Sayfa YIL 13   SAYI 156   ŞEVVAL 1423   ARALIK 2002 E-Mail

YAMALI DÜZEN

Ahmet SEYFULİSLAM

Seçimler ve AK parti olayına ışık tutmak için tarihi bir seyir takip etme gereği vardır. Son seçimler Türkiye tarihine yamalı bir darbe olarak geçecektir.

Dışarıdan ithal edilen düzen (ideolojiler) ümmetin akidesine ters düşmesi ve düşünce düzleminde tam anlamıyla pratiğe dökülme imkanı bulamamasından dolayı, silahlı bir güce olan ihtiyaç bir çok İslam beldesindeki karton devletçiklerde olduğu gibi Türkiye’de de halen devam etmektedir. Bu gücün, çeşitli sebeplerle sisteme müdahale etmesi kural dışı bir davranış olarak gözükebilir fakat onlar konumlarını korumak için açılan yerleri yamamak zorundadırlar. Türkiye'de Silahlı Kuvvetler zaten imtiyazlı bir konuma sahip. Hilafetin kaldırılmasından sonra her alanda İttihat ve Terakki (sabetaycı dönme Yahudilerin) zihniyeti Cumhuriyete indekslenen bir anlayış mevcut. Türkiye halen günümüzde darbe eğilimlerinin ortadan kaldırılamadığı bir ülke olmaya devam ediyor. Her alanda çağa ayak uydurmakla övünen Türkiye Cumhuriyeti, silahlı kuvvetlerdeki müdahale geleneğini sona erdirecek yeni bir yapılanmayı teklif dahi getirmeyi yasaklıyor. Estetik ameliyatlarla sürekli kendini tazeleme gereği duymaktadır.

Yamalar tarihi:

Türkiye'de yönetim-düzen tartışmaları özellikle darbe dönemlerinde yoğunlaşır. Bazen üstü kapalı, derin devlet içerisinde oluşan çatışmalar düzenin İslam’la sarsıntıya uğratılması şeklinde de lanse edilebilmektedir. Bundan dolayı darbeler demokrasi için demokrasiyi koruma adına yapılır.

Türkiye’ye dışarıdan ithal edilen demokrasiyi askerlerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Her ne kadar sivilleşmeden bahsedilse de bu, düzen değişene kadar istenilen hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir.

Osmanlı’nın son döneminde siyaset (Jön Türkler), İttihat ve Terakki çizgisine oturmasıyla Jön Türkler ilk darbe girişimlerini 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'e karşı gerçekleştirdiler. Abdülaziz'in yerine Mithat Paşa önderliğinde gerçekleştirilen bu ilk darbe yamalı dönemin (darbelerle gelen anayasaları yamama) geleneğinin başlangıcıdır. Bu durum Cumhuriyet döneminde de değişmez.

Sabetaycı İttihat ve Terakki zihniyeti bilinçli bir şekilde Osmanlı’yı (Hilafet Devletini) 1. Dünya Savaşı’na sokarak yıkma isteklerine ulaştılar.

Milli Mücadele dönemi diye atlandırılan Kurtuluş savaşını, dönemin yerel direniş hareketlerini genelde ittihatçılar örgütlemekteydi. Hilafet uğruna verilmiş bir mücadele şeklinde yansıtmalar asıl gerçeği örtmek içindi. Bu mücadeleyi ümmet nezdinde meşrulaştırmak için bir Sabetayist olan, İttihat ve Terakkinin baş aktörü M. Kemal hutbeler irad ederek asıl gerçeğin üstünü örtmüştür. Sonuçta Ankara’da yoğun muhalefete rağmen mecliste önce saltanat Hilafetten ayrılarak (Hilafete dokunmuyoruz denilerek) kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş, daha sonra halifenin görevi meclis üstlenecek denilerek Hilafet de kaldırılmıştır. (3 Mart 1924) İslam ümmetine vurulan en büyük darbe budur.

Tek Parti Döneminin Yamaları:

1925 Şubatı’nda Doğu illerinde tek partinin hilafeti kaldırması, şer’i hükümlerin ve ümmet anlayışının terk edilerek yerine Cumhuriyetçi, demokratik, ırkçı, milliyetçi bir anlayışını idame ettirilmeye çalışmasına tepki ve isyanlar başladı. Bu gelişmeler; 3 Mart'ta Fethi Okyar hükümeti düşürülerek sertlik yanlısı İnönü dönemini başlatır. Düzene yamalar ve balans ayarı verilmek için Hıyanet-i vataniye kanununa "dini görüntü altında ayaklanma, dinin siyasete alet edilmesi" hükmü eklenir. Ayrıca hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan Takrir-i Sükun kanunu yürürlüğe konulur. İstiklal mahkemeleri aktif hale getirilir. Müslümanlar üzerinde baskı, zulüm, işkence ve idam Türkiye geneline yayılır. Ümmetin sindirildiği ve tamamen tasfiye edildiği böyle bir ortamda M. Kemal düşündüğü köklü değişimleri gerçekleştirme imkanı bulur.

Tek parti diktasının yoğunluğu gittikçe arttığı dönemde (1927) seçimlere CHP tek başına girerek ve göstermelik yapılan bu seçimden başarı ile çıkar. Halk sindirilmiş, devrimler peşi sıra gelmiştir. Buna 1930'lu yıllardan itibaren, 1929 dünya ekonomisi bunalımının Türk Ekonomisine de yansıması eklenince halk arasında derin bir hoşnutsuzluk baş gösterir. 12 Ağustos 1930'da güdümlü bir muhalif kanat (Fethi Okyar başkanlığında Serbest Cumhuriyet Fırkası) M. Kemal'in talimatıyla kurulur. Ümmet üzerinde etkin olamayan, yıpranan düzene yama yapmak gerekmektedir.

Dikkatler SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası) üzerine çekilir. Yurt çapında hızla örgütlenen bu parti toplantılarında halkın başlarına zorla giydirilen şapkaları yerlere atılıp çiğnenir. Halk; “bizi bu zalimlerin elinden kurtarın” sloganlarıyla SCF'ye tam destek verir ve iktidara alternatif olacak güce ulaştırır. Güdümlü muhalefetin iktidara alternatif olarak ortaya çıkması CHP elitlerini aleyhinde kampanya başlatmaya yöneltir. Söylem yine aynıdır. "İrtica hortladı!, Bunlar Şeriat istiyorlar!" diye feryat edilir. 1930 belediye seçimlerinde oyların çoğunun SCF'na gittiğini gören CHP'liler bütün devlet mekanizmasını harekete geçirirler. Milletvekili seçimlerine girmeden SCF'yi kapatma girişimlerinde bulunurlar. İsmet İnönü M. Kemal'e orduda rahatsızlık olduğunu söyleyerek kendi rahatsızlığını da ileterek onu ikna eder. M. Kemal'in desteğini yitirdiğini anlayan Fethi Bey SCF'yi 17 Kasım 1930'da fesheder. SCF'nin kurucularından Ahmet Ağaoğlu ve Fethi Bey anılarında M. Kemal'in ilk günden itibaren samimi olmadığını ve bir oyun oynandığını hissettiklerini ifade ederler. M. Kemal, Fethi Bey'i parti kurma konusunda ikna etmek için şunları söyler: "Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdır. Vakıa birer meclis vardır. Fakat içeride de dışarıda da bize diktatör nazarıyla bakıyorlar... Ben öldükten sonra arkamda kalacak olan müessese bir istibdat müessesesidir.” der.

"SCF'nin kapatılmasından bir ay sonra 23 Aralık 1930 günü muhalif kanadın ayılmaması için Menemen'de provokasyon düzenlenir.

Dışarıdaki değişimler Türkiye'nin iç politikasını da büyük ölçüde etkilenmekteydi. SCF'nin kuruluşunda devletin dışarıdaki diktatörlük izlenimini silinmeye çalışması da bu etkenler arasındadır.

Çok Partili Yama Dönemi:

Patlama noktasına gelmiş halkı sindirme veya onlarla barışmak için çok partili hayata geçilmek zorunda kalındı. Bu şartlar altında CHP'nin istediği SCF'nin kuruluşunda olduğu gibi güdümlü, muhalefeti sinirli, iktidara alternatif olmayan göstermelik bir partinin kurulmasıydı. Buna batıda II. Dünya Savaşı’nda İtalya, Almanya ve Japonya’nın yenilmesiyle totaliter rejimlerin sona ermesi, demokratikleşme ve ekonomide liberalleşme revaçta olması da eklendi. Totaliter rejimler Batıya güven vermemekteydi. Ayrıca Türkiye üzerinde Sovyet tehdidi oluşmuştu.

7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti kuruldu. İdeolojik olarak CHP'den farklı olmayan yeni parti daha az merkeziyetçi ve daha az bürokratik bir devlet öngörüyordu.

Bu dönemde ekonomik tedbirler halkı zor durumda bırakmış, zorunlu çalışma şart koşulmuş, varlık vergisi, ayniyat vergisi getirilmiş, halkı horlayan, baskı altına alan uygulamaları nedeniyle halk DP'ye yönelmiştir. 14 Mayıs 1950'deki seçimlerde DP 408 sandalye kazanarak tek başına iktidar olmuştur. İktidarın el değiştirmesiyle her iki parti de kimlik krizi yaşanmasına rağmen halk derin bir nefes almıştı. Önü açılan halkta İslamî eğilimler hızla artmaya başlamıştı. Derin devlet bilinçli ve sınırlı imkanlar sunuyordu. Ezanın yeniden Arapça okunması gibi.

2 Mayıs 1954 seçimlerinde 503, 27 Ekim 1957 seçimlerinde 424 sandalye kazanan DP'nin gücünü devam ettirmesine rağmen bazı desteklerini yitirdiği ortaya çıktı. Yeni bir yama gerekti. DP iktidarına karşı öğrenci eylemleri başladı ve İstanbul, Ankara'da sıkı yönetim ilan edildi. Harp okulu öğrencilerinin gösterisi hükümetin sonunun geldiğine işaretti. Sonunda 27 Mayıs 1960'da ordu darbe yaptı ve Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın idamı onaylandı. 16 Eylül'de Zorlu ve Polatkan, bir gün sonra da Menderes idam edildi.

Ordu gelecek iktidar (CHP) için isteklerini şöyle sıraladı: 27 Mayıs Devrimi'nin yasallaşması, Atatürk ilke ve inkılaplarının korunması, İslam’ın siyasallaştırılmaması ve Yassı ada Mahkemesi kararlarını istismar etmemek.

15 Ekim 1961 seçimlerinde CHP 173, Adalet Partisi 158, Yeni Türkiye Partisi 65, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 54 sandalye kazandılar.

Seçim sonuçları askerin kışlasına dönmesine pek imkan tanımıyordu. 1962 ve 1963'te bir dizi başarısız darbe girişimleri oldu. 1965 seçimlerinde bir partinin meclise hakimiyetini engellemek için nispi seçim sistemi uygulandı. Fakat bu Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi'nin yükselişini önleyemedi. Seçimlerde AP 240, CHP 134, diğer sağ partiler 61, İsçi Partisi 15 sandalye kazandı.

1965' ten sonra muhalefet sokağa taştı. Üniversiteler öğrenci eylemleriyle, fabrikalar isçi grevleriyle felç oldu, kırsal kesimde köylülerin toprak işgalleri başladı.

12 Mart 1971'de ordu komutanları Demirel'e bir muhtıra verdiler. Muhtıranın içeriği; kardeş kavgasının ve anarşinin engellenemediği, Atatürk'ün reformlarının gerçekleştirilemediği, çağdaş uygarlık hedefinden sapıldığı, bütün bunlardan hükümetin sorumlu olduğu, bu hedeflere ulaşmak için yeni bir hükümetin demokratik yollardan kurulması, aksi takdirde TSK'nin yasalardan aldığı yetkiyle idareyi doğrudan doğruya ele alacağı şeklindeydi.

Nihat Erim başkanlığında sivil bir hükümet kuruldu. Tehlikeli görülen İslam (!) eğilimli Milli Nizam Partisi ve sosyalist eğilimli Türkiye İsçi Partisi kapatıldı.

Bu uygulamalar sonuç vermedi. Toplum kışkırtmalar neticesi sokağa döküldü. Sol ve İslamî muhalefetin sokağa taşması, gün geçtikse kitleselleşmesi ve sistemi radikal bir şekilde sorgulamaya başlamaları orduyu harekete geçirdi. Ordunun bu kadar beklemesinin sebebi olarak 27 Mayıs’la halk nezrinde düştüğü duruma tekrar düşmek istememesi yaygın olan bir kanaattir.

Darbeyle birlikte anayasa değişikliği de geldi. 82 Anayasası’yla toplumu tepeden tırnağa kontrol altına almak için 61 Anayasasının getirdiği hak ve özgürlükler geri alındı, muhalefet sindirildi. Nefes alan halkın boğazı bir kez daha sıkılmıştı. Halk girdiği siyaset arenasından dışlandı. Ordu egemenliğinde polisiye yönetim güç kazandı. Ordu Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP’ı 1983 seçimlerinde tek başına iktidara taşıdı. Ordu perde arkasına çekildi. Ancak her zaman olduğu gibi sahne gerisinden müdahalelerini devam ettirdi. Yine düzene yama vurulmuş, halk sindirilmiş, korku ve şaşkınlık içerisinde beklemeye çekilmişti. İşte bu aşamada devlete küsen halkla otorite sahipleri barışma gereği duydular. Şartlarda göz önünde bulundurularak Refah Partisi ile bu işe yöneldi. Fakat İslamî talepler artmaya, İslam Devleti istemlerinin sahneye çıkması, İslam’ın alakaları düzenlemede ölçü alınmaya başlanması, ABD'nin Yeni Dünya Düzeni'nde İslamî tehdit olarak görmesi, halkın iktidara olan bağlarının kopup ideolojik bazda hareketlenmeye yönelmeleri, halkın desteğini yitiren partilerin sırtlarını devlete dayayarak ayakta durabilmeleri, İslamî kesimin ekonomik alanda etkinliği, devlet destekli büyük sermaye ile rekabete girmesi, Susurluk kazasıyla iktidar seçkinlerinin kirli ilişkilerinin gözler önüne serilmesi egemenlerin (otorite sahipleri de) yeniden "irtica nöbetlerine" yakalanmasına yol açtı. İrtica söylemi her şeyin üstünü örtebilirdi. MGK toplantıları ateşli tartışmalara sahne oluyordu veya o şekilde topluma yansıtılıyordu. İrtica (İslam’ı kastediyorlar) PKK'dan daha tehlikeli görülüp, karşı kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Üniversite rektörlerine, medyaya, yargıya, patronlara brifingler verildi. Halkta tutmadı ama söz konusu çevrelerde rağbet büyüktü. İrtica söyleminin temel nedenine baktığımızda, bunun rantını yiyenlerin tekelci sermaye, sivil-asker (derin devlet) karması ve medya olduğu ortadadır. Bu nedenle söz konusu çevreler irtica ile mücadelede birbirleriyle yarıştılar. Batı Çalışma Grubu (BCG), Sivil Çalışma Grubu (SCG), valiler, garnizon komutanlıkları, hükümet, yargı mensupları, kartel medyası, TÜSİAD, YÖK, DGM hepsi de irtica ile mücadele de öne çıkmaya çalıştılar.

28 Şubat sürecinin zeminini, alt yapısını oluşturan Başbakanlık Kriz Yönetmeliği ve Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin Refah-Yol tarafından imzalanmasıdır. Bu yönetmelikle doğal afetler de dahil olmak üzere MGK’nın kriz dediği durumlarda MGK yaptırım uygulayabilecek bir üst yapı haline geliyordu. Bunun ilk pratiği de 28 Şubattır. Parlamento devre dışı bırakılıyor, yasama organı MGK oluyor, yürütme organı hükümettir ve tavsiye niteliğindeki kararları yürütebilmek de hükümetin ömrünü tayin ediyor. Sivil darbe olarak da adlandırılan bu girişim neticesi; Refah-Yol hükümeti düşürüldü. 8 yıllık kesintisiz eğitim şartı getirildi, dolaylı olarak İHL, Kur’an kursları kapatıldı, kamu kurum ve kuruluşlarında, üniversitelerde, okullarda başörtüsü yasaklandı, devlet kadrolarında bir çok Müslüman fişlendi veya görevden alındı, Refah Partisi kapatıldı, vakıf ve dernekler üzerinde baskı kuruldu, yeşil sermaye diye adlandırdıkları kesime ambargo konuldu, YAS kararlarıyla ailesi İslam’a yakın olan eşi, başörtülü olan, askerin düzenlediği içkili toplantılara katılmayan subaylar ihraç edildi, çok sayıda insan gözaltına alındı, tutuklamalar, işkence ve polisin baskısı arttı. Halk yönetime yine küsmüştü. Yine acilen bir yama gerekli görüldü ve bir yerlerden (derin devletten) uygun ortamın oluşturulması için PKK-Apo kozu kullanıldı. Komşu ülkelerden Suriye ve Yunanistan'a yönelik sert mesajlar verilerek dört bir yanımız ateş çemberi, milli birlik-beraberlik vurgularıyla halk manipüle edilerek; hükümet olmaları halka değil 28 Şubat sürecine borçlu partilerin tarafına çekilmesi gerçekleştirildi.

28 Şubat sürecinin üzerinden 13 yıl geçti. Bu süreç içerisinde İslamî duyarlılık birinci düşman ilan edilerek, bu duyarlılığı sembolize eden ne varsa ‘top yekün savaş’ mantığıyla yok edilmek istendi. İslam’a o kadar saldırıldı ki; artık insanlar İslam’dan bahsetmeye korkar oldular. Halkın inançları alaya alındı, Türk dini adı altında yeni bir din anlayışını zorla benimsettirilme yoluna gidildi. Aynen Türkçe ezan döneminin yaşandığı gibi. Buna karşılık küfrün yayılmasına tam destek ve imkan tanındı.

Darbelerle yama yöntemine gitmenin temel nedeni T.C. kendi egemenliğini tehlikede görmesidir. Bu hem derin devletin iç çekişmesinden ve de halkın inançlarına (İslam’a) her fırsatta geri dönmesinden kaynaklanmaktadır.

Dünyadaki yeni gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda tehlikenin İslam olduğunu gören Türkiye yönetimi bu hususta global anlayış çerçevesinde bütünleşme gereğini de hissetmektedir. Bu süreci yürütenler uluslararası psikolojik savaş tekniklerini çok iyi biliyorlar. İnsanların güvenlerini sarsıp insanların kendilerini suçlu görmesini sağladılar. Bundan dolayı halk her hangi bir İslamî kitle ile suçlanma tehdidi ile karşı karşıya kalmaktan korkmuştur. Bu ise halkı doğal olarak kimlik bunalımına sürüklemiştir. Halkın devlete olan güveni geçmişe oranla daha fazla çöküntüye uğramış, toplumun siyasetçilere bağlılığı yok olmuştu. Ekonomik ve siyasi krizler nedeniyle halk büyük bir yıkım içerisinde iken perde arkasında da derin devlet içerisinde tek bloklu dünyada yer tespiti kavgası yaşanmakta idi. Bu sefer atılması gereken yama daha öncekilere oranla daha da önem arz ediyordu. Yani hem iç hem de dışta bir yamanın olması kaçınılmaz idi.

İşte bu gelinen noktada halkla barışacak, dünya ile bütünleşecek bir yönetimin iktidara taşınması gerekli görüldü. Yani bir anlamda dönemin krizini çıkartanlar işi düzeltmek için işbaşına dönmüşlerdi. Alelacele oluşturulan, köklü siyasi yapısı ve idealleri olmayan, hem ABD hem de AB ile uyum içerisinde yürüyebilecek olan, ileride kurulması planlanan köklü siyasi partilere geçişi sağlayacak AK partinin kurulması sağlanmış oldu.

AK parti bölünmeye hazır çeşitli kesimlerden oluşan mozaik bir konumdadır. Devlet siyasi kimlikli partileri yok etmiştir. AKP geçiş döneminin bir partisi olduğu için bir yama (sivil darbe) niteliğini üzerinde barındırmaktadır. Daha açık bir ifade ile şahinler kanadı (1. Cumhuriyetçiler) ile güvercin kanadı (2. Cumhuriyetçiler) arasında yaşanan iç çekişmenin bir ürünüdür. Bu noktada Abdullah Gül iktidarda bırakılarak ABD yakınlaşması, Tayyip gündemde tutularak AB yakınlaşması hedeflenmektedir. Olası bir dış baskı karşısında bu partiyi bölme planları ise masalarının çekmecesinde bekletilmektedir. ANAP’tan AK partisine geçen kişilerin önemli bakanlıklara oturtulması bunun bir göstergesidir. Siyasi çizgi ise Avrupa siyaseti doğrultusunda yönlenecektir. AB siyaseti şu an istenilen konuma gelmediği için Amerikanın çizdiği siyasete yakın bir çizgide yürümektedir. Yeni yönetim AB siyasetinin takip edileceğini Kıbrıs ve Irak konusundaki yaptıkları açıklamalarla ortaya koymuştur.

Burada bir hususu daha ilave etmek gerekir. O da; Tayyip Erdoğan omuzlarında halkın desteğinin meclise taşınması gerçekleşmiştir. Tayyib’in görevi tamamlanmıştır. Tayyip Erdoğan bunu hissetmekte ve dışlandığının yıpratıldığının da farkındadır. Bu yüzden yeni oluşumda rol almak için AB’ye yakınlaşma, samimi olduğunu ispatlamak için şu anki kozunu kullanmak istiyor ve ortak çalışabileceği çevre arıyor.

Son siyasi gelişmelerde ABD’nin etkisi bulunmaktadır. Bir nevi derin devlete etki edemese de siyasi alanda operasyonlar yaparak hem Türkiye’ yi hem de Türkiye yolu ile AB’yi dağıtmak istiyor.

Halkın burada, AK partiye umut bağlaması ise yanlış bir yaklaşımdır. Devlette ve devletin Müslümanlara bakışında önemli gelişmeler yaşanmayacaktır. Çünkü 28 Şubatla oluşturulan kriz hükümeti devletin en derinliklerinde kadrolaşmıştır. Halkın beklentileri olan ekonomik çerçevede nefes alma imkanı tanınacağı bir gerçektir. Ekonomik krizi oluşturanlar (sermayeyi) yeniden piyasaya aktarmaya başladılar. Halkın inançları doğrultusunda bazı kesimlerde başörtüsüne müsaade edilmesi beklenirken yine ihtiyatlı davranılmaktadır. En önemli olan husus; halkın demokrasiye ve devlete olan güveni bu yönetimle tekrar sağlanacağıdır.

Bu noktada Müslümanlar şu gerçeği idrak etmeleri gerekir. Yıkılmak üzere olan, halktan kopuk, kendi kabuklarına çekilen bu yönetimler yama yaparak ayakta durmaya çalışıyorlar. Bu düzenler, darbeleri ile veya dolaylı şekilde halkın önüne sürdükleri güdümlü yönetimleri-iktidarları ile yama üstüne yama yaparak halkın desteğini alıp ayakta durmaya çalışıyorlar. Ümmet bu süreçte o yamanın iğnesi veya ipliği görevini üstleniyor. Bu şekilde davranarak (her dönemin yaması olarak) bu sistemlerin ömürlerinin uzatıldığının farkına varılması gerekir.

Bu şekilde karton devletçikler 79 yıldır bir ur olarak İslam ümmeti üzerinde varlıklarını sürdürmektedirler. Oysa ki; asıl sorun yamada etkin rol oynamak değil, onu paramparça ederek onların ömürlerini uzatma yerine hayatlarına son verilmelidir. Çünkü bu sistem akidemizle, akidemizden kaynaklanan şer’i hükümlerle, Müslüman kimliğimizle çelişmektedir. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır...” (Nur 19)

Müslümanlar olarak asıl yapılanmamızı İslamî esaslar üzerine bina etmek zorundayız. Her ortamda Şâri’nin hitabına bağımlı kalarak hareket etme bilinci Müslümanlarda hakim kılınmalıdır. Bu da Kur’ana ve Sünnete sarılmakla mümkündür. Gelinen nokta; İslam ümmetinin kendi fikri kalkınışını, kimliğini, kaynaklarına dönme gerekliliğini ortaya çıkardı. Bu bütün İslam beldeleri için geçerli olan bir husustur. Eğer biz Müslümanlar olarak, bize ait olanla ayakta durmuyor, ona yönelmiyor, başka zeminlerde başkasının sunduğu imkanla ayakta durup, bu yönde bir yönelişe meylediyorsak yanılıyoruz demektir. Birincisi; bu yöneliş haramdır. İkincisi; o alan kapatıldığında açıkta kalacağız demektir. Ki; süreklide böyle olmuş ve ümmet her tarafta açıkta kalmış, horlanmış, zulme uğramış, eziyet görmüş ve her şeyi talan edilmiştir. Müslümanlar İslam çatısı altına girmek zorundadırlar. Çünkü onların asıl korunacakları tek yer orasıdır. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

“İmam (halife)kalkandır. Onunla korunur ve arkasında savaşılır.” (Muslim)

Bu yamalar bu sistemlerin iflas ettiğini de ortaya çıkardı. Küfür tek bir millettir. Globalizmle bunu daha da açık bir şekilde ifade etmiş oldular. Müslümanlar da tek bir ümmettir. Bu bilinç içerisinde aradaki sınırları kaldırarak Hilafet çatısı altında birleşmemiz gerekir. Bunu gerçekleştirmek için saflarımızı belirlemezsek daha bir çok yamalara umut bağlar her defasında pişmanlık yaşarız.

Toplum, zulümle o kadar çok uyarıldı ki, zamanla zulmü algılamamaya, duyarsızlaşmaya başladı. Oysa birilerinin sürekli teyakkuz halinde bulunup yaşanan zulümlerin normal olmadığını tekrarlaması gerekir. Bu da ancak bir İslamî kitle etrafında odaklaşmakla mümkündür veya mevcut olan İslam davasını yüklenmiş, yeniden İslamî hayatı başlatmak isteyen, Hilafetin ikamesi için çalışan kitleyle çalışmak ve tam destek vermekle gerçekleşir.

Müslümanlar Allah’ın rahmetinden ümit kesemezler. Ümit var olmak kulluk görevimiz, davayı taşıma imanî sorumluluğumuzdur.

“Ey iman edenler! şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder…” ( Nur 21)

YIL 13  SAYI 156  ŞEVVAL 1423  ARALIK 2002

Yukarı