Cesaretin
ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için, onun zıddı olan korkuyu
burada çok iyi analiz etmemiz gerekir. Korku meselesi öyle bir
şey ki insanı ya Allah’a kul (yani O’nun emir ve yasakları
doğrultusunda bir hayat sürmeyi sağlıyor ve nihai olarak
cennetin kazanılmasına sebep oluyor) yada hayvan mesabesinden daha
düşük bir pozisyona düşüren, kula kul olma durumuna getiriyor.
Korku
nedir sorusuna gelince; Korku halk arasında şu şekilde
kullanılmaktadır: Tehlikeli bir hal, sıkıntı veya bunlarla
ilgili düşüncelerin doğurduğu heyecanla yüklü his, kaza
korkusu, kaygı, endişe, tasa, üzüntü, ürkme, dehşet ve
tehlike. (Temel Büyük Türkçe Sözlük: D. Mehmet Doğan)
Şimdi,
Müslüman’ın korkuya bakış açısına, İslamın korku
hakkında ne dediğine bir bakalım: Hayatı ve hayattaki güzellikleri
vermekle rahmeti, lütufları sebebiyle Allah’ı sever, kulluk
vazifemizdeki eksikliklerimiz, isyanlarımız sebebiyle de O’ndan
korkarız. Allah’tan korkmamız Kur’anın emrine uymak içindir.
Zira Kur’an; Allah’tan korkmayı emretmekte, zalimler ve âsiler
için Allah’ın azabını (cehennemi) haber vermektedir.
Ayetlerde
sevgiyi tahrik eden “cennet” kelimesi ile, korkuyu tahrik eden
“cehennem” kelimesi çoğu kere yan yana zikredilmiştir. Keza,
rahmet ve cennetiyle müjdeleyen ayetlerle, azap ve cehennemiyle
korkutan ayetler de Kur’an’da yan yanadır. Kısacası Allah korkusundan
tecrit edilmiş bir İslam düşünülemez. Beşer korkusunun
getireceği esaret zehrinin panzehiri olarak İslam, Allah korkusunu
teşri etmiş, bunda ısrar etmiştir. Resulullah (sav) birçok
hadislerinde “ beşer korkusu” ile hakkı söylemekten kaçanları
kınar, tehdit eder. Mümin beşerden değil Hakk’tan
korkmalıdır. Resulullah (sav) şöyle buyuruyor:
“Cihadların
en efdali, zalim sultana karşı hakkı söylemektir.”
“Aman
dikkat edin beşer korkusu, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın.”
“Sizden
bir kimse nefsini hakir görmesin.”
“Ey
Allah’ın Resulü, kişi nefsini nasıl hakir görür?”
“Allah
için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat
hiç ağzını açmaz. Cenab-ı Hakk kıyamet günü kendisine
sorar. “ Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne
alıkoydu? O kul cevap verir: “Beşer korkusu!” Allah o zaman şöyle
der:” Asıl benden korkman gerekirdi.”
“Eğer
ümmetimin, zalime: “Sen zalimsin” demekten korktuğunu görürsen,
bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.”
Bu
girişten sonra cesaret konusuna geçmek istiyoruz.
Cesaret
kelimesinin sözlük manası şu şekilde ele alınıyor: Cesur olma
hali; tehlikeli işe girmekten korkmamak, yüreklilik, yiğitlik.
Resulullah
(sav)’in ne kadar cesur ve samimi olduğunu Müdrik el-Ezdi şöyle
rivayet eder:
“Babamla
birlikte Hacc yapıyordum. Mina’ya, gelip konaklayınca, bir
toplulukla, karşılaştık. Babama; Bu cemaat, ne için toplanmış?
diye sordum. Babam; Şu, kavminin dinini terk etmiş olan kimse için!
dedi. Bakınca, Resulullah’ı gördüm:
“Ey
insanlar! La ilahe illallah -Allah’tan başka ilah yoktur- deyiniz
de, kurtulunuz.” buyuruyordu.
İnsanlardan
kimisi O’nun, yüzüne tükürüyor, kimisi başına toprak saçıyor,
kimisi de, Ona sövüp sayıyordu. Gün yarı oluncaya kadar bu hal
devam etti. O sırada, göğsü açılmış bir kız, içinde su
bulunan bir kapla geldi. Ağlıyordu. Resulullah Aleyhisselam su kabını
alıp sudan içti, elini, yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp; “Kızcağızım;
göğsünü başörtünle ört! Baban hakkında tuzağa düşürülüp
öldürülecek, zillete uğrayacak diye, korkma.” buyurdu.
Kimdir bu kız? diye sorduk. Kendi kızı Zeyneb’tir. dediler.” (M.
Asım Köksal İslam Tarihi C.5-6 S.103)
Burada
Resulullah’ın müşriklere karşı cesaret dolu bir tavır
takındığını açık bir şekilde görebiliyoruz. Müşriklerin
yapmış oldukları psikolojik baskı ve fiili işkence Peygamber
Efendimizi kesinlikle caydırmıyor, tam aksine ondaki olan cesaret
şahlanıyor ve korkudan uzak, vakarlı, Allah’a tevekkül eden
bir örnek şahsiyet tablosunu çiziyordu. Buna benzer Resulullah’tan
birçok örnek sadır olmuştur. Resulullah (sav)’in güzide Ashabından
da bir kaç örnek vermek istiyoruz.
Ashabın
cesaret dolu korkudan uzak bir şekilde tavır takındıklarını
bir çok yerde görebiliyoruz. Örneğin; Hz. Hamza’nın Müslüman
olduğu dönemde, Hz. Ebu Bekir’in Kabe’de müşrikleri İslam’a
davet edişi ve öldürülesiye dövülüşü. Aynı tavrı korkudan
uzak cesaret dolu tutumu Hz. Ebu Zer el-Giffari’de de görüyoruz.
Mut’e Gazvesindeki sahabelerin cesaretleri ise hiç unutamayacağımız
örneklerden bir tanesidir:
MU’TE
GAZVESİ
Arap
Yarımadası dışındaki kralların cevapları, davet tebliğinden
elçilerinin geri gelmesinden sonra Resul (sav), Arap Yarımadası
dışında cihad için ordu hazırladı. Fars ve Rum’un
haberlerini gözetmeye başladı. Bunların sınırları ile Resulün
sınırı bitişik idi. Onun için onların haberlerini topluyordu.
Resulullah (sav) görüyordu ki; İslâm davetinin, insanlara taşınması
Arap Yarımadası’nın dışına çıkması halinde büyük bir
şekilde yayılacaktır. Onun için görüyordu ki; Şam beldeleri,
bu davet için ilk geçiş yeridir. Kisra’nın valisinin Resulün
davetine boyun bükmesi ile Yemen tarafından emin olunca, Şam
ülkesine (onlara saldırmak için) bir ordu göndermeyi düşündü.
Hicretin 7. senesi Cemadi’l Ülâ ayında (yani Hudeybiye
sulhundan bir kaç ay sonra) Resulullah (sav), Müslümanların seçkin
kahramanlarından üç bin savaşçıyı savaşa hazırladı.
Onların üzerine Zeyd b. Harise’yi kumandan tayin etti. Ve şöyle
dedi:
"Eğer
Zeyd’e musibet erişirse onun yerine Cafer b. Ebu Talib askerler
üzerine komutan olsun. Eğer Cafer’e de musibet isabet ederse
onun yerine Abdullah b. Revâhe komutan olsun." (Ahmed b.
Hanbel, Müs. Ensar, 21523)
Ordu,
yanlarında Halid b. Velid olduğu halde yola çıktı. Resulullah
(sav) de ordusuyla birlikte Medine’nin dışına kadar yürüdü.
Ve onlara; kadınları, çocukları, körleri, yaşlıları
öldürmemelerini, evleri yıkmamalarını, ağaçları
kesmemelerini tavsiye etti. O ve yanındaki Müslümanlar orduya şöyle
diyerek dua ettiler:
“Allah
size sahip olsun, sizi korusun ve sizi bize sağ salim olarak geri döndürsün.”
Sonra
ordu yürüdü. Ordunun emirleri savaşın süratli olması ve
Resulullah’ın gazvelerindeki adetinde olduğu gibi Şam ehlinin
kavimlerine sürpriz yapmaları için bir plan hazırladılar. Fakat
Mean denilen yere vardıklarında Malik b. Zafile’nin Arap
kabilelerinden yüzbin savaşçıyı topladığını gördüler.
Herakl yüzbin savaşçının başına gelmişti. Bu haber Müslümanları
korkuttu. Mean’da iki gece kaldılar. Durumlarını, korku verici
sayıda orduların ve bu büyük kuvvetin önünde ne yapacaklarını
düşünüyorlardı. Aralarında hakim olan görüş şu idi:
Resulullah’a yazıp düşmanın sayısını ona bildirmek. O da,
ya onları takviye eder veya onlara gereken emri verir. Fakat
Abdullah b. Revâhe onlara dedi ki:
“Ey
kavmim, şüphesiz şu an hoşlanmadığınız şey kendisini talep
ederek çıktığımız şeydir ki o şehadettir. İnsanlarla ne
sayı ile ne kuvvet ile savaşmıyoruz. Onlarla ancak Allah’ın
bize ikram ettiği bu dinle savaşıyoruz. İşte yürüyünüz. Bu
yürüyüşünüz, ancak iki iyilikten birisidir. Ya galip
geleceksiniz veya şehid olacaksınız.”
Böylece
iman cesareti orduyu kapladı. Müslüman savaşçılar yürüdüler
ve Meşarif denilen bir köye vardılar. Orada Rum topluluklarıyla
karşılaştılar. Oradan Mu’te denilen bir köye doğru
meylettiler. Orada siper edindiler. Orada onlarla Rum savaşçıları
arasında dehşetli, çok şiddetli bir çarpışma oldu. O çarpışmada
insanı dehşete düşüren çok sayıda ölüm vardı. Bu savaş,
ölüm ve şehadet isteyen Müslümanlardan sadece üç bin kişilik
bir grup ile Müslümanların ordusunu ortadan kaldırmak için
toplanmış kâfirlerden yüzbin ya da iki yüz bin kişilik bir
ordu ile yapılıyordu. İki grup arasında savaş çok şiddetli
bir şekilde başladı.
Zeyd
b. Harise Nebî (sav)’in sancağını taşıyordu. Onunla birlikte
düşmanın içine saldırdı. O önünde ölümü görüyordu,
fakat korkmuyordu. Çünkü o, Allah yolunda şehid olmak
istemişti. O, tasavvur edilemeyecek bir cüretle ileri atıldı. Ve
ölesiye savaşmaya başladı. Ta ki düşmanın okları onu delik
deşik edesiye kadar. O, orada şehid oldu.
Sonra
sancağı Cafer b. Ebî Talib aldı. O, cesaretli otuz üç yaşlarında
bir gençti.. O da ölesiye kadar savaştı. Savaşın içinde
kurtulamayacak bir vaziyette düşmanın atını kuşattığını görünce,
atından atlayıp atının ayaklarını kesti. Ve düşmanın
üzerine atladı. Kılıcıyla düşmana vuruyordu. Rum’dan bir
adam ona hücum etti, onu ikiye bölen bir darbe ile ona vurdu,
nihayet katledildi.
Sancağı
Abdullah b. Revâha aldı. Sonra atına binmiş olarak onunla
birlikte ilerledi. Biraz tereddüt geçirdi. Lâkin sonra yürüdü
öldürülesiye kadar savaştı. Sonra sancağı Sâbit b. Akrem aldı
ve şöyle dedi:
“Ey
Müslümanlar topluluğu! Sizden bir adam üzerine anlaşınız.”
Onlar da Halid b. Velid üzerine anlaştılar. O sancağı aldı. Müslümanları
geri çekti. Ta ki onları saflarını düzenledi. Düşmanın
karşısında basit savaş haddinde gece gelesiye kadar durdu.
Sabaha kadar her iki ordu birbirinden ayrı durdu. Gece esnasında
Halid sağlam bir plan hazırladı. Bunun gereği, düşmanın
sayısının fazlalığını, Müslümanların sayısının
azlığını gördükten sonra savaşmaksızın düşmandan geri
durdu. Bu planın gereği, ordunun arkasındaki kalabalık bir grubu
öne geçirdi. Ve onlara sabahleyin gürültü yapmalarını
emretti. Ki; bununla düşmanları Nebî’den Müslümanlara yardım
için ordu geldiği vehmine kapılsınlar. Onlar bunu yapınca, düşman
korktu ve Müslümanlara hücum etmekten çekindi. Halid onlara saldırmaksızın
ferahladı. Daha sonra çok geçmeden Halid’in hazırladığı
plan gereği, Müslümanların ordusu meydanı terk ederek Medine’ye
geri döndü. Bununla onlar, ne düşmana galip gelenler olarak ne
da hezimete uğrayanlar olarak döndüler. Fakat onlar, savaştaki yürekliliklerini
kanıtladılar.
Bu
savaşın komutanları ve kahraman askerlerinin her biri biliyordu
ki; ölüme doğru yürüyorlardı. Hatta onlar, önlerinde
ölümün kendilerine gelmekte olduğunu görüyorlardı. Fakat
onlar savaşa girdiler, savaştılar. Çünkü İslâm, Müslüman’a
öldürülesiye kadar savaşmayı emrediyordu. Bu savaş çok kârlı
bir ticaretti. Çünkü o, Allah yolunda cihad idi. Allah (cc) şöyle
buyuruyor:
“Allah
yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen mü’minlerin
canlarını ve mallarını Allah, Cennet kendilerinin olmak
karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan Cennet haktır
ki Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da sabittir. Allah’tan
ziyade ahdine vefa eden kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı
alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.”
(Tevbe 111)
Müslüman,
savaş zorunlu olunca ölümün gerçekleşip gerçekleşmemesine
bakmaksızın mutlaka savaşır. Savaşta ve cihad da durumlar; düşmanın
ve kendisinin sayısı, çokluk ve azlıkla ölçülmez. Ancak
içindeki kurtuluş umuduna bakmaksızın kendisi ile hasıl olacak
neticelerle ölçülür.
Mu’te’de
Müslümanların Rumlarla olan harbi, Müslümanları savaşa
önlerinde dehşet verici ölüm varken bile gerekli kıldı. Zira Müslüman’ın
ölümden korkması, Allah yolunda bin bir hesap yapması ona
yakışmaz. Nitekim Resulullah biliyordu ki, bu ordunun Rum Devleti’ne
gönderilmesi ve onunla Rum Devleti’nin sınırlarında ona
saldırması büyük bir rizikoyu ve tehlikeyi gerektirir. Fakat bu
tehlike, Müslümanların sayıları az olmasına rağmen ölesiye
savaşmalarını gördüklerinde Rumların korkmasını
gerektiriyordu. O öyle bir rizikoydu ki, onunla Müslümanlara İslâm’ın
neşri için cihadın yolu ve tatbiki belirleniyordu. İşte bu
riziko başarılı idi. Çünkü o Tebük Gazvesi’nin bir
öncüsü ve Rumları, Şam feth edilesiye kadar kendileriyle
Müslümanların tekrar karşılaşacakları korkusuyla korkutan bir
darbe idi. (Takiyyuddin En-Nebhani İslam Devleti S.116)
Evet,
bu örneklerden sonra cesaret olgusunun bir Müslüman için,
özelde dava adamı için nedenli önemli olduğunu çok açık ve
net bir şekilde görebiliyoruz.
Şimdi
de günümüzde dünya Müslümanlarının ne kadar cesaretli
olduklarını hayatlarını nasıl etkilediğini ele alalım. Birde
Müslüman’ın cesaretli olmamasına sebep olanın ne olduğuna
bir bakalım.
İslam
ümmetinden bahsedecek olur isek; genel olarak cesaretli olmadığını
görürüz. Nedenini ise; şu vereceğim iki örnek çok net bir
şekilde ortaya koymaktadır.
Birinci
örnek:
İsrail’in
1,5 milyar Müslüman’ın gözü önünde Filistinli
Müslümanlara yapmış olduğu katliamlar ve buna karşı Müslümanların
ve onların ajan yöneticilerinin ne kadar pısırık, korkak
oluşlarıdır.
İkinci
örnek ise;
İslam’ın
hayat sahasına (tatbikat sahasına) geçirilemeyen birer bilgi
olarak Müslümanlarda bulunması, bunun tatbik edilebilmesi için
Müslümanların sulta ve otoriteyi yani Hilafetin gelmesi için
toplu bir ayaklanma yapmamaları.
İstisnalar
elbette olabilir. Fakat genel tablo maalesef böyledir. Ancak
cesaretli, gözünü hiç kırpmadan canını veren, dünyayı
ahirete tercih etmeyen samimi Müslümanlar ve kitleleri mevcuttur.
Bunun yanında Müslümanların imanını ve onun bir tezahürü
olan cesaretini istismar eden kitle ve cemaatler de yok değil.
Müslümanların
bir işe kalkışmadan önce yapacağı işin kesinlikle şer-i hükmünü
bilmesi gerekir. Aksi halde Müslüman ne kadar ciddi ve samimi
olursa olsun, yapmış olduğu amel Allah’ın emrine uygun
olmadığı müddetçe boştur ve haramdır.
Bir
de şu gerçeği unutmamak gerekiyor: Müslümanların ekserisinde
ecel ve rızk korkusu ağır bastığından, işine gelen veya kolayına
giden kitle ve cemaatlere meyil ettiğini görüyoruz. Çok önem
arz eden, iman ile iç içe olan rızk ve ecel meselesinin çok iyi
anlaşılıp idrak edilmesi gerekiyor. İslam itikadını akli bir
şekilde anlayıp, iman eden bir Müslüman, rızk ve ecel
meselesinde hiç bir endişesi olmaz ve şunu çok iyi bilir ki; rızkın
miktarını belirleyen çalışmış olduğu iş yeri değil, Allah
(cc)’dur. Ölümün nedeni ise; çekinmiş olduğumuz rejimin
cellatları, bizleri tehdit eden rejimin çeşitli ajanları ve
istihbaratları değil, kesinlikle Allah’u Tealanın taktir etmiş
olduğu ecelin Onun ilmi ezelisinde belirlenmiş olan gün, saat,
dakika, saniye ve yerde vuku bulmasıdır. Bunu bilen ve iman eden
bir Müslüman’daki cesaret; Resulullah (sav)’in ve onun güzide
ashabının cesareti gibi olur.
Neticede
şunu söyleyebiliriz; şayet bir Müslüman’da cesaret olgusu yok
ise, işte o zaman Müslüman’da ecel ve rızk probleminin var
olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü korku diye nitelendirilen bu
olgu cesaretsizliğe sebep oluyor. İnsanın fıtri olarak en çok
korktuğu şey ecel ve rızk korkusudur...
Allah
Müslümanları ıslah etsin, en kısa zamanda kurtuluş reçetesi
olan Hilafetin gelmesi için gerekli çalışmayı yapan bir Ümmet
konumuna dönüştürsün. Allah (cc), Ümmeti Muhammed’in en kısa
zamanda cesaret dolu ve Allah’tan gayri hiç kimseden korkmayarak,
Resulullahın metodu üzerine, İslam Devleti olan Raşidi Hilafeti
biz Müslümanlara nasip eylesin...
Amin.
|