İlk petrol çıkarma teşebbüsü 1908’de
gerçekleşti. Zira ilk petrol damlası İran’da akmaya
başladı. Bunun hemen ardından bütün sömürgeci güç ve
devletler Körfez bölgesine akın akın gelmeye başladılar.
Önce sömürgeci olan İngiltere bölgede hegemonyasını
rakipsiz bir şekilde sürdürdü. Örneğin; Kuveyt emiri 1913’de
şunları söyledi: “İngiltere hükümetinin tayin etmediği
kimseye imtiyaz hakkını katiyen vermeyeceğiz.” Kral
Abdulaziz Al-Suud ise, İngiltere hükümetinin onayı olmadan,
kendisinin egemen olduğu toprağın hiçbir parçasını
kullandırmayacağını Britanya’ya taahhüt etti.
Birinci Bölüm:
Süper güçlerin Körfez ve Hazar
bölgelerindeki uluslararası çatışmaları ve petrolün bu
çatışmalarla olan ilişkisi:
Sebepleri ne olursa olsun devletler arasındaki
çatışmalar, devletler var olduklarından beri olagelmiştir.
Adına Rönesans dedikleri yakın tarihe baktığımızda, belli
çıkarları elde etmek için birçok güçler arasında
şiddetli çatışmalarla dolu sahneler görürüz. Bu bağlamda
Eaden isimli İngiliz siyasetçi şu ifadeyi kullandı: “İngilizler
Irak için savaşmaya hazırdır.” Yine İngiliz
dışişleri bakanı, Londra’ya son ziyaret yapan Chroşof’a
şunları söyledi: “İngiltere, Ortadoğu için antlaşmaya
hazırdır.”
Bölgenin stratejik önemini artıran sebep
ise, ilgililerin sürekli olarak araştırma ve incelemeler
yapmalarıdır. 22/01/1980’de eski Amerikan Başkanı Carter,
kongrede yıllık raporu açıklayarak, Körfez ve Hind
Okyanusunda egemenlik kurmayı hedeflediklerini bildirmişti.
Raporda şu ifadeler yer alıyordu: “Yabancı güçlerin
Körfeze nüfuz ederek egemen olma teşebbüsünde bulunması ve
ABD’ye karşı bir harekete ilişkin tutumumuz çok açık
olması gerekir. Böylesi bir saldırı, askeri alternatif
başta olmak üzere her tür imkanı kullanarak bertaraf
edilmesi lazım gelir. Hind Okyanusunda bulunan deniz güçlerimizi
arttırdık ve şuanda biz, Kuzey Afrika ve Körfez
bölgelerinde güçlerimizin kullanabileceği deniz ve hava
lojistik kolaylıklarının hazırlıklarını yapıyoruz.
Körfez bizim için önem kazandığı gibi birçok dostlarımız
ve müttefiklerimiz için de önem arz etmiştir. Petrol
kaynakları bize veya başkasına akmadığı takdirde doğrudan
güvenimizi tehdit edecektir. Zira petrolün akmasında tehlike
arz eden iki durum vardır:
Birincisi; Körfezde istikrarsızlıktan
doğan durum.
İkincisi ise; Sovyetler Birliğinden
kaynaklanan durum
Bu iki durum ise, tehdit edildiğinde ciddi
bir şekilde hayati çıkarlarımızı kollayıp korumamızı
gerektirir.”
Bütün bu açık sözlerden anlaşılıyor
ki Amerika, Ortadoğu bölgesi ve petrol içeren bölgeleri
Amerika’nın hayati ve ulusal çıkarlarından saymıştır.
Bu açıklama “Carter Doktrini” olarak biliniyordu.
Bu doktrin ise sömürgeci Amerika’nın tarihinde ilk
değildir. Zira “Monro Doktrini” adı altında 1823’de
Güney Amerika’daki ayaklanmaları kışkırtan ve İspanya’ya
yardım eden Avrupa devletlerinin bir araya gelmelerini fark
eden Amerika, Güney Amerika kıtasına karşı aynı şeyi
yapmıştı. Bu gelişmelerden sonra 2/01/1823’de dönemin
devlet başkanı Ceams Monro, kongreye bir öneri getirerek şöyle
açıklamıştı: “ABD, Avrupa devletlerinin Amerika
kıtasına yaptığı müdahaleler, aslında bir saldırı olup,
Amerika’nın güvenini tehdit eden bir durum olarak sayar.
Dolayısıyla Amerika buna her türlü imkanlarla karşı çıkar.”
Kongre bu öneriyi kabul etti. Ardından ABD sınırları
bir anda Güney Amerika kıtasının tümüne yayıldı. Böylece
ABD’nin nüfuzu Avrupa’nın nüfuzuna geçti ve Güney
Amerika kıtası Amerikanın arka bahçesi oldu.
Çöl Tilkisi adını verdikleri
operasyonun komutanı Norman Shfarskof, Amerika’nın 1991’de
Irak’a düzenlediği saldırı ile ilgili olarak kendisine bir
gazeteci tarafından, Amerikan güçlerinin Körfeze
gelmelerinin nedeni sorulduğunda şunları söyledi: “Biz,
Allah’ın yaptığı hatayı düzeltmek için geldik. Bu hata
ise petrolü Araplara vermesidir.” Hatta uluslararası
medyanın eski Amerikan Savunma Bakanı Kohen’in yaptığı
şu açıklamayı yayınlaması artık siyasi anormallik
sayılmamakta: “Güçlerimiz bu bölgeden artık
ayrılmayacaktır.”
Bütün bunlar şüpheye yer vermeyecek kadar
kati olup, sırf güç kaynaklarına egemen olmak için süper
güçler arasında uluslararası boyutlu çatışmanın var
olduğuna delalet etmektedir.
Zamanın süper gücü olan İngiltere, Körfez
ve Kızıl Deniz’e 19. yüzyılın sonuna doğru egemen olmaya
başladı. Bu bölgeleri, İngiltere’nin baş tacı Hind sömürgesini
ve kendisine bağlayacak olan ulaşım güzergahlarını korumak
için sömürgeler haline getirdi. Fakat bu bölgenin petrol
içerdiği anlaşılınca süper güçlerin açgözlülüğü ve
ilgisi daha da arttı. İngiltere ise, bölgede tutunabilmek ve
uzun süre kalmak için gücünü artırarak askeri üsler
kurdu. Amerika’nın 1933’de petrol firmaları aracığıyla
uluslararası çatışma arenasına girmesinden sonra,
İngiltere’nin petrolü rakipsiz olarak kullanma çemberi
daralmaya başladı. Amerika, ilk olarak bütün ağırlığını
petrolün birinci üreticisi olan Suudi Arabistan üzerine
koydu. Ancak İngiltere, ikinci dünya savaşından sonra gücünü
büyük ölçüde kaybedince, dünyanın yeni süper gücü
Amerika, Avrupa’nın Körfez başta olmak üzere her yerde bıraktıkları
sömürgelerini teker teker ele geçirip üzerine egemen oldu.
İngiltere 1968’de Süveyş kanalından askeri olarak 1971’de
çekileceğini açıklamasının ardından Henry Kesinger,
Amerikan Milli Güvenlik kurulunun bölgenin boşluğunu
doldurmak için Körfez ile ilgili derin bir araştırma
yapmasını şiddetle istedi. Yapılan derin araştırmalar gösterdi
ki, hem Amerika’nın bölgedeki stratejisini gerçekleştirmek,
hem de çıkarlarını korumak için Amerika’ya bağlı, güçlü
bir Iran kaçınılmaz idi. Bu yüzden Amerika, İngiltere güdümünde
olan İran’ı çok ciddi şekilde almak istiyordu. Amerika’nın
buna ihtiyaç duymasının sebebi ise, İngiltere’nin bölgedeki
kendi çıkarlarını korumak ve Amerika’nın bölgeye
girmesini engellemek için İran’ı kalkan olarak kullanmış
olmasıdır.
Şunu da unutmamalıyız ki, İngiltere’nin
Körfezden askerî olarak çekileceğini açıklamış
olmasının sebebi, medyanın gösterdiği gibi ekonomik
nedenlerden dolayı değildi. Asıl neden, Amerika ve Rusya’nın
uyguladıkları baskılar ve BM misakında geçen
sömürgecilikle ilgili tasarıyı benimsemesidir. Amerika,
petrolün üretimini, fiyatını, pazarlamasını belirlemek ve
Körfez ülkeleri üzerine egemen olmak için İran’a yavaş
yavaş yerleşmeye çalışıyordu. Bu bağlamda Amerikan
yetkilileri, petrol kuyuları ve ulaşım güzergahlarının
kendi himayesi altında olması için Körfez bölgesi, Arap
denizi ve Hind okyanusunda bulunan Amerikan güçlerini arttıracaklarına
dair açıklama üstüne açıklama yapıyorlardı. Zira
Amerika, 1980’de ani bir duruma müdahale için 100.000 kişiden
oluşan bir güç oluşturacağını açıklamıştı.
Amerika, İngiltere’nin Körfezdeki
nüfuzuna son vermeyi, yerine kendi nüfuzunu koymayı, petrolün
üretimi, fiyatı ve pazarlamasında egemen olmayı
hedefleyince, özellikle İngiltere ekseninde olan İran’ı
ele geçirme üzerinde yoğunlaşarak bölgede İslami bir koz
olarak kullandı. Hedefine ulaşan Amerika, Körfezi korumak
için bölge jandarmalığını İran’a teslim etti. Zira 1979’da
gelişen olaylar bunu belirgin şekilde göstermiştir. İran’ın
İslam devrimini, dünyanın en hassas bölgesi olan Körfezi
kargaşa haline getirerek ihraç etmesi, Amerika’nın bölge
hakkında belirlediği stratejiye tam olarak uygunluk arz ediyordu.
Buna karşılık olarak İngiltere ise, bölgeyi ve kendi çıkarlarını
koruma misyonunu bu siyasi denklemin öteki kutbu olan Irak’a
verdi. İşte bu yüzden bu acımasız çatışmalar gün
ışığına çıktı.
Körfez bölgesinin önemi, petrolün sadece
büyük servet olup, maddi değere sahip olduğundan dolayı
değil. Avrupa ve Japonya’nın can damarları konumunda
olduğundan kaynaklanmaktadır. Zira Amerika’nın Körfezde
egemen ve aktif olmak istemesinin nedeni; sadece siyasi
amaçlarla değil, Avrupa ve Japonya’ya karşı bir baskı
faktörü olarak kullanmak içindir. Körfez, İngiltere için
can damarı iken Avrupa ve Japonya için uygun fiyatla enerji
kaynağı sağlayarak, ekonomilerinin gelişmesine katkıda
bulunmakta idi. Ancak Avrupa, 70’li yılların başından beri
Amerika’ya isyan bayrağını çekmeye başladı ve Amerika’ya
rakip olacak kadar güçlü bir ekonomiye sahip oldu. Yine
Japonya uluslararası piyasada olduğu gibi Amerikan
piyasasında da ciddi bir rakipti. Amerika, Avrupa Birliğine
dağıtılmasında, gerek Avrupa gerekse Japon pazarlarının
Amerikan pazarına açılmaması üzerine İngiltere, Avrupa ve
Japonya’nın can damarı olan petrol musluğunu kesmeyi uygun
gördü. Zira Amerika’nın siyasi literatüründe yer alan “Avrupa’ya
egemen olmanın etkin yolu Körfezden geçer” doktrini
hayati bir önem arz eder.
Avrupa’nın siyasi ve ekonomik geleceğinin
Körfeze bağlı olması da ölüm-kalım meseledir.
Süper güçlerin Körfez bölgesi üzerine
çatışmalarının git-gide ivme kazanmasının başlıca
nedenleri şunlardır:
Birincisi: Petrolün bir çok bölgelerde
bitmeye yakın bir durumda olması söz konusu iken Körfez
petrolünün bitmeyecek kadar çok olması.
İkincisi: Sanayileşmenin büyümesinden
dolayı dünyanın petrole gereksinim duyması.
Üçüncüsü: En azından önümüzdeki
30 yıl içerisinde petrol dışında bir alternatifin bulunamamasıdır.
Bu faktörler, Körfez bölgesinin uzun süre
Amerika ve İngiltere başta olmak üzere süper güçlerin
tahakkümü altında kalmasına neden olmuştur, hâla da
kalmaktadır. Çünkü Körfez bölgesi, dünyanın petrol
ihtiyaçlarını sürekli olarak karşılamaya en elverişli bir
bölgedir. Kafir ve sömürgeci devletler, günlük olarak 2005
yılına kadar 30 milyon, 2010 yılına kadar 34 milyon ve 2020
yılına kadar 50 milyon varil petrol üretmeyi planlıyorlar.
Uluslararası raporlara göre, yukarıda
zikredilen miktarın üretilmemesi halinde, bütün dünyanın
ekonomisi ve sanayisi felce uğrayacak kadar krizlerle karşı
karşıya kalacaktır. Şimdi, Amerika ve İngiltere başta
olmak üzere kafir devletlerin Körfez petrolüne neden bu denli
göz dikerek el koyup bölgede yerleşmek istedikleri ve yine dünyaca
ünlü petrol firmalarının Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik
Arap Emirlikleri gibi petrol üreten devletçiklerle neden bu
kadar uzun vadeli anlaşmalar yaptıkları daha da iyi
anlaşılmış olmalı. Zira Kuveyt olayından sonra petrol kaynaklarının
modernizasyonu gerekçesiyle Texaco, Şifron, Xson Mobil ve
Amoco adlı dört Amerikan kökenli petrol firmaları ani bir
şekilde Fransız, İngiliz, Hollanda ve İtalyan kökenli diğer
firmalarla birlikte Kuveyt’e akın etmeye başladılar.
Burada, Arap ülkeleri fonu adlı kuruluşun
özellikle petrol üreten Arap ülkelerin borcu ile ilgili yayınladığı
ilgi çekici rakamlara dikkatinizi çekmek istiyoruz:
1999 yılında sadece petrol üreten Arap
ülkelerinin borç toplamı 328,3 milyar dolara ulaşmıştı.
Bu borcun faiz oranı ise %11, 6 yani yaklaşık olarak 57
milyar dolar idi. Bu korkunç rakamlar bize, halkı Müslüman
olan ülkelerdeki yöneticilerin ne kadar ajan ve kukla olduklarını,
en azından fakirlik, yoksulluk, işsizlik gibi İslam
ümmetinin ekonomik sorunlarını umursamadıklarını göstermektedir.
1969’de Avusturya’da Chroşof ile Kenedy
arasındaki yapılan anlaşmalardan biri de Amerika’nın
Ortadoğu, Uzakdoğu ve Afrika bölgelerinde çok serbest
hareket etmesi ve Rusya’nın İngiltere’ye karşı
gerektiğinde Amerika’ya yardımcı olacağını taahhüt
etmesidir. Zira bu yardım taahhüdü uluslararası düzeyde
tezahür ediyordu. Tıpkı “Ortadoğu sorunu” veya
“Basra Körfezi’nin istikrarı ve korunması sorunu” meselelerinde
olduğu gibi.
Amerika ile İngiltere arasındaki cereyan
eden bu çatışma konusuna girmişken şunları hatırdan çıkarmamak
gerek:
1-İngiltere’nin 1971’de askeri olarak bölgeden
çekildikten sonra doğan boşluğu doldurmak üzere Amerikan Dışişleri
Bakanlığının bölgeye girmelerini hararetli şekilde açıkladığını,
2-1973’ün baharında Amerikan sözcüsünün,
kendi çıkarlarını korumak için gerekirse Amerikanın petrol
kaynaklarını işgal edeceğini açıkladığını,
3-Ve bütün bunların karşısında İngiltere’nin,
önceden planladığı ve süratle gerçekleşmesini istediği konfedere
birliği projesini Körfez yöneticilerine yaptırmak için
harekete geçtiğini.
Yine aynı konu ile ilgili olarak 24 Haziran
1968’de Beyrut kaynaklı El-Nahar gazetesi Basra Körfezi’ni
korumak için “Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt ve İran”dan
oluşan dörtlü blok başlığı altında bir haber
yayınlamış, haberde amacın; “dostane güvenlik
şeridini oluşturmak” diye bahsedilmişti.
Aslında bu güvenlik şeridinden amaç,
dünyanın petrol ihtiyacının 1/5’ni karşılayan petrol
ülkelerinin petrol politikasını dizginlemek ve petrol
gücüne el koymaktır. Ayrıca bu federal projenin ana nedeni
ise; İngiltere, bölgeden askeri olarak çekildikten sonra uzun
vadeli olarak petrolü koruma görevini bölge yöneticilerine
teslim etmektir. Şüphesiz İngiltere’nin kendisinden kaygı
duyduğu ve dünyanın yumuşak karnı olan Körfezdeki çıkarlarını
tehdit eden tek nokta Amerika idi.
Körfez bölgesi kadar öneme haiz olan Hazar
havzasına gelince:
Bu büyük gölün sularını beş ülke
paylaşmaktadır. Türkmenistan, Kazakistan, İran, Azerbaycan
ve Rusya’dır. Ancak Hazar havzasının petrol ve doğal
gazının büyük bir kısmına sahip olan Azerbaycan,
Kazakistan ve Türkmenistan diğerlerinden daha büyük önem
arz etmektedir. Aşağıda sömürgeci kafir devletlerin iştahını
kabartan Hazar havzasının hem petrol hem de doğal gaz
rezervine bakıldığında bölgenin ne kadar hassas olduğu
anlaşılmaktadır:
Hazar havzasında bulunan petrol ve doğal
gaz servetinin gerçek anlamda kimin elinde olduğu sorusu,
uzmanların merak konusu idi. 20. yüzyılın başında her
ikisinin ortak olarak kullanım alanı/gölü konusunda, İran
ile eski Sovyetler Birliği arasında ikili anlaşma
imzalanmıştı. Bugün her ne kadar uluslararası arenada
yıldızı sönmüş de olsa Rusya, bu anlaşma gereği olarak
Hazar’daki haklarına tutunmaya çalışmaktadır. Bu durum,
Konsorsiyum şirketlerinin, Hazar petrol ve doğal gaz güzergahları
için büyük ölçüde diplomatik yöntemlere başvurmalarına
neden olmuştur.
Hazar havzasında özellikle Azerbaycan,
Kazakistan ve Türkmenistan üçgeninde bulunan petrol ve doğal
gazın kaynakça çok olduğu ve bu zengin servetin aslan
payını kimseye kaptırmamak için dünya petrol şirketlerinin
Körfezde yaptıkları gibi burada da sömürme politikasını sürdürmeleridir.
Zira bu şirketler, petrol servetine dikkat çekmek için Hazar
ülkeleri hükümetlerini Washington nezdinde savunmak ve siyasi
sorunlarına sahip çıkmak için Hazar havzası ile ilgili
siyasi meseleleri Washington’a taşımayı amaçlamaktadırlar.
Ancak Hazar bölgesinin coğrafik ve stratejik yapısından
dolayı oyuncuların çok olmasına yol açtı. Orta Asya’daki
bu çatışma, petrol şirketleri ile birlikte Amerika ve
İngiltere başta olmak üzere süper güçlerin girmesiyle,
Rusya ve Çin gibi bölge ülkelerinin de oyuna katılmasına
yol açtı. Son olarak Iran ve Türkiye gibi pay almak isteyen
ülkelerinde görüyoruz.
Tabi ki, Rusya kendisine Orta Doğuda pay
vermeyen Amerika’nın Hazar bölgesine yerleşmesini hiç
istemez ve Sovyetler Birliğinin doğal mirasçısı gerekçesiyle
bölgenin kaymağının büyük bir kısmını yemek ister.
Ayrıca Rusya’nın bu bölgeye tahakkümü 19. yüzyılın
ortalarına kadar uzanmaktadır.
Amerika da bu bölgeyi ikinci merhale olarak;
“petrol kaynaklarının tükenme” doktrini açısından
son derece hayati ve önemli görmektedir. Uluslararası
araştırmalar, Amerika’nın petrol kaynaklarına olan
ihtiyacının git gide artığını gösteriyor. Örneğin; 1973’teki
ihtiyaç oranı %36 iken şu anda %65’lere yükseldi. Yine
Amerika, petrol kaynaklarının tükenme doktrinini hayata
geçirmek için 1973’de uluslararası enerji krizini büyüterek
kasıtlı bir şekilde gündeme alarak getirdi. 1974’de ise,
petrol tüketen sanayi ülkelerini koruma gerekçesiyle
uluslararası enerji konseptini kurdu. Orta Asya bölgesinin
önemini, içinde bulunan kaynakları, sahip olduğu coğrafik
ve stratejik konumunu hissettirmek için Amerikan hükümeti ve
Kongre üyeleriyle uğraşan Amoco şirketi koordinatörü yanında
sürekli bölgeye ait harita bulunduruyordu.
İngiltere’nin bölgedeki oynadığı rol;
British Petroleum şirketinin bölgede yer
alması için İngiliz yetkililerin Azerbaycan’a yaptıkları
siyasi baskılar olarak beliriyordu. Örneğin; Eylül 1992’de
İngiltere eski başbakanı Maregry Thatcher Azerbaycan’a
giderek BP’un diğer şirketlere göre birincisi olması için
Azerbaycan hükümetine 30 milyon dolarlık iki çek verdi.
Hatta öyle ki, İngiltere diplomatik heyeti, bütün işlerini
şirketin bürolarından takip ediyordu.
Çin’e gelince:
Uluslararası raporlar, Çin’in önceden
petrol üreten bir ülke iken şimdi petrol ithal eden bir ülke
durumuna geldiği konusunda birleşiyor.
Bölge ülkeleri ise; dış borçlara mahkum
olan ekonomisini kalkındırmak için petrolden gelen gelir
düzeyini artırma niyetindedirler.
Her ne kadar Amerikan uzmanları, Hazar
denizinin 2010 yılına kadar yıllık 14 milyar dolar gelir düzeyini
gerçekleştirecek üretimin günde 3 milyon varile varabileceğini
açıklasalar da ve her ne kadar Amerikan Dışişleri
Bakanlığı raporları, Hazar denizinin doğal gaz rezervinin
Orta doğu ve Rusya’dan sonra üçüncü konumunda olduğunu açıklasa
da, bazı yorumcular bu rakamların abartıldığı görüşünü
savunmaktadırlar. Hazar petrolünün boru hatları ise,
aşağıdaki şemada gösterilmektedir:
|