Petrol üzerinde 1945-2000 yılları arasında
cereyan etmiş olan uluslararası çatışmanın belirtileri:
Bu çatışmanın çeşitli belirtileri daha
çok 20. y.y.’ın ikinci yarısında patlak verdi. Bunlardan
bir kaçını şu şekilde sıralayabiliriz.
A- 1979’da Sovyetler Birliğinin Afganistan’ı
İşgali:
Soğuk savaşın bitmesinden hemen sonra dünyanın
iki süper gücü Amerika ve Sovyetler Birliği dünyanın nüfuzunu
paylaşmak üzere aralarında uluslararası bir anlaşmaya
vardılar. İşte bu bağlamda 27.12.1979’da Rus ordusu
Afganistan’ı işgal etti. Bir çoğu bu işgalin Amerika’nın
çıkarlarını gerçek anlamda tehdit ettiğini düşünmüştür.
Olaya yüzeysel bakan kimse, Rus ordusunun Afganistan’ı
işgal ettikten sonra Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki
bu anlaşmanın bittiğini düşünüp soğuk savaşın daha da
kızıştığını sanır. Ancak gelişmeler bunun tersini göstermiştir.
Aralarındaki anlaşma devam etti ve Rus ordusunun Afganistan’ı
işgal etmesinden dolayı anlaşma bozulmamıştır. Bunun en açık
delili; Amerika’nın olaya gösterdiği tepkilerdir.
Amerika, Afganistan’da bir ihtilal
olacağını ve bu konudaki Sovyetler Birliğinin bütün
hareketlerini takip ediyordu. Buna rağmen gelişen olaylar
karşısında aynı oranda tepki göstermemiştir. Amerika’nın
tepkileri şunlardı:
1- ABD başkanı Cimy Carter’ın Brechinev’le
telefon görüşmesi yaparak ondan Rus ordusunun en kısa
zamanda Afganistan’dan çekilmesini talep etmesi,
2- Beyaz sarayın Amerika’nın Sovyetler
Birliğine satacağı buğday miktarını azaltacağını ve
ihraç ettiği teknolojiyi durduracağını belirtmesi,
3- Amerika’nın Moskova’da düzenlenecek
olan olimpiyata katılma kararını tekrar gözden geçireceğini
açıklaması.
Bütün bunlar incelendiğinde Amerika’nın
gösterdiği tepkilerin gelişmelerle aynı oranda olmadığı açıktır.
Gerçek şu ki; Rus ordusunun Afganistan’ı işgali, Sovyetler
Birliği ile Amerika arasında yapılan uluslararası anlaşma
gereği gerçekleşmiştir. Bu anlaşmaya göre; Amerika geçici
de olsa Rus ordusunun Afganistan’da kalmasına göz yumarken,
Sovyetler Birliği de Amerika’nın Körfezde öteden beri konuşlandırmak
istediği askeri birliklere karşı görmezlikten gelecektir.
Amerika’nın Körfezde, Arap denizinde ve
Hind Okyanusundaki askeri varlığının dünya kamuoyu tarafından
normal olarak karşılanması için Rus işgali gerçekleştirilmiştir.
Nitekim bu işgal, hem Rusya’nın hedefi olan İslami
fikirlerin bölgedeki Müslümanlara sızması engellemiş, hem
de Amerika’nın uzun zamandan beri beklediği Körfezde ve
Ortadoğu’da askeri olarak konuşlandırılması
sağlamıştır.
B- Birinci Körfez Savaşının 1980’de
Alevlenmesi:
Amerika’nın 70’li yılların sonunda ve
80’li yılların başında Körfezde sağlam bir şekilde yerleştiğini
gören İngiltere, derhal harekete geçti ve Irak’ı İran’a
karşı kışkırtarak savaşa itti. Bu savaşın amacı;
Amerika’nın Körfezdeki nüfuz çemberini daraltmak veya en
azından frenlemekti. Ayrıca İran’ı askeri ve siyasi olarak
zayıflatmak ki sonuç itibariyle bu, Amerika’nın Körfezdeki
prestijini sarsacaktı. Bu savaşta hedef gösterilen Amerika
ise, savaşın sürdüğü 8 sene içerisinde durumu kendi çıkarlarını
gerçekleştirecek şekilde değerlendiriyor ve Körfeze askeri
birlikler konuşlandırmaya devam ediyordu. Bundan dolayı Körfez
savaşının tansiyonu her yükseldiğinde üst düzeyli bir
Amerikan sorumlusunun bölgeye gelerek incelemelerde bulunması
ve Körfez yöneticilerine kendi yardımlarını sunması bir
rastlantı değildir.
C- Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi’nin
1981’de Kurulması:
4.2.1981’de Körfez ülkeleri olan Suudi
Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve
Umman Riyad’da bir toplantı düzenleyerek “Körfez
İşbirliği Konseyi” kurulmasını kararlaştırdılar. Bu
konseyin üyeleri Körfez ülkelerin altısını içermiş ve
birde genel merkez öngörülmüştür. Konu ile ilgili olarak
geniş bilgi veren Kuveyt veliahdı Saad El-Abdullah toplantı
bitiminden sonra yaptığı basın toplantısında kendisine,
“Körfez ülkeleri arasında yapılan askeri ve güvenlik yardımlaşması”
hakkında bir soru yöneltildiğinde şu cevabı verdi: “Biz Körfez
ülkelerinin dış düşman tehlikesine maruz kalmasına karşı
seyirci kalamayız. Çünkü biz, yabancı güçlerin bölgeye
girmesini Körfez ülkelerini zayıflatmak ve servetlerini
çalmaya yönelik olduğunu düşünüyoruz. Bu da, Körfez
ülkeleri arasında birçok düzeyde yardımlaşmayı
gerektirir.” Bu proje, uluslararası açıdan sadece
İngiltere’nin bölge hakkında tasarladığı stratejinin
önemli bir adımını teşkil ediyordu.
D- Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgali:
Uzun zamandır Amerika’nın yoğun baskılarına
maruz kalan Kuveyt, İran-Irak savaşı sırasında da bu
baskılar karşısında direncini sürdürmeye devam etti. Yine
Kuveyt, petrol gemilerini korumak için kendi gemileri üzerine
Amerikan bayrağını para karşılığında diktiği halde,
Amerikan gemilerinin Kuveyt deniz sularına girmesine ve kendi
limanlarını kullanmasına izin vermedi.
Aslında Kuveyt Amerika açısından büyük
önem arz ediyordu. Onu kendi nüfuzu altına almak için olağan
üstü baskılar yapıyordu, ancak hepsi suya düştü. Lakin 90’lı
yılların başında cereyan eden doğu Avrupa’daki
değişiklikler ve Sovyetler Birliğinin dağılması bütün
dünyayı etkiledi. Tabi ki, Ortadoğu ve Arap dünyası da bu
değişikliklerden payını aldı. Kuveyt ise, uluslararası bu
değişikliğin hedefi oldu. Bu durum Amerika’nın Kuveyt’i
kendi kontrolü altına alması için içerden yıkma
faaliyetlerine yönelmesine neden oldu.
İngiltere ise, bu gelişmelerin Körfezdeki
hayati çıkarlarına tehlike arz edip, bölgeden tamamen uzaklaştırılmasına
yol açabilecek çok vahim bir durum olduğunu düşündüğünden
dolayı Körfezi koruma görevini tekrar Irak’a verdi. Bu
senaryo Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini gerektiriyordu.
Bundan amaç ise; zor durumda olan Kuveyt’i Amerika’nın
baskılarından kurtarmak ve Kuveyt’in Amerika’nın nüfuz
dairesine girmesini engellemekti. İşte İngiltere’nin böyle
bir şeyi düşünmesine sevk eden faktörler bunlardır.
Kısacası Irak’ın Kuveyt’i işgali; İngiltere’nin bölge
ile ilgili stratejisini uygulamak, bölgeyi Amerika’nın nüfuzundan
korumak, Saddam’ın liderliğini bölgeye kabul ettirmek,
Ortadoğu’yu eski altın çağına tekrar kavuşturmak ve bölge
yöneticileri aracılığıyla Körfez petrolüne el koymak
için bir proje idi.
Amerika ve İngiltere’nin Irak’ı havadan
bombalamaya başladıkları zaman bütün bölge savaştan
kasıp kavruldu. Fakat ilerleyen günlerde Amerika’nın
savaşın bitmesi konusunda acele etmediği, hatta savaşı
uzatmaya çalıştığı ortaya çıktı. Çünkü savaşın
hemen bitmesi ile Amerikan güçlerinin Körfezden derhal
çekilmesi gerekiyordu. Oysa Amerika kalmayı hedefliyordu. Bu
hedef ise, Amerika’nın Körfeze egemen olması ve bölgenin
petrolüne el koyma amacından başka bir şey değildi.
E- Amerika’nın Kuveyt meselesinin ardından
1991’de Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurdurma teşebbüsünde
bulunması.
F- Amerika’nın Orta Asya’da ciddi bir
şekilde yerleşmek istemesi.
Petrol fiyatlarının artması
veya düşmesindeki asıl amaç
Sanayi enerjisiz yürüme imkanına sahip
değildir. Bu enerjinin en önemli kaynağı da petroldür.
Petrolün öneminin (en azından yakın gelecekte) azalacağı
ufukta pek gözükmemektedir. Aksine, uluslararası petrol
üretici raporları, dünyanın petrole olan talebinin artması
ve petrolün uluslararası rezervinin sürekli olarak azalması,
ham madde ve az rastlanan petrolün siyah altın olmasına neden
olabileceğini göstermektedir. Büyük bir ihtimalle petrol
rakipsiz olarak dünya sanayisinin en önemli kaynağı olmaya
devam edecektir.
Petrolün önümüzdeki yıllarda öneminin
artmasındaki en büyük etken, petrol dışındaki diğer
kaynaklar üzere yapılan araştırmaların şuana kadar
kayda değer bir sonuç vermemesinden dolayıdır. Zira
alternatif olarak güneş, nükleer, doğalgaz enerjileri
üzerine yapılan bütün araştırmalar başarısız olmuştur.
Hem ticari, hem ham maddelerin bulunması hem de geniş çaplı
olarak kullanıldığı takdirde doğabilecek her türlü
çevresel ve insani facialar açısından bu başarısızlık
olmuştur.
Sanayi ülkeleri uluslararası enerji meselesini
değerlendirirken izlediği politika, menfaate dayanır. Bu
ülkelerin özel menfaatleri ise, petrolün kendi fabrikalarına
ve stratejik üretim santrallarına çok ucuz fiyatla akmasını
sağlamayı gerektirir.
Sanayi ülkeleri ve beraberinde olan petrol
şirketlerinin izledikleri politika, Holteanch isimli bir
ekonomistin 20. yüzyılın 40’lı yıllarında ortaya
koyduğu “Tükenen Kaynaklar” teorisine dayanır. Bu
teorinin ana maddesi; “İlk etapta üretimi ve maliyeti ucuz
olan petrol tüketilirken alternatif kaynaklar bulmak gerekir.”
Daha sonra 70’li yıllarda ekonomist Robert Solo meslektaşının
teorisini geliştirdi. 1973’e gelindiğinde ekonomist Nordos;
“Enerji kaynakları teknolojisi” diye bir teori
geliştirerek, petrolün tükenme aşamalarını şöyle sıraladı:
Birinci aşamada; gelecek 50 yıl içerisinde
ucuz olan petrol tüketilecek, ikinci aşamada; ise 2070-2120
yılları arasında ABD’nin petrol rezerv musluğu kapalı
tutularak kömür ve katı petrol tüketilecektir. Bu aşama
sonuna gelindiğinde dünya ekonomisi ve sanayisi Nordos teorisi
adını taşıdığı “Enerji kaynakları teknolojisi” çağına
girmiş olacaktır.
Özetle, bütün bu teoriler aslına
bakıldığında Holteanch teorisinin geliştirilmiş bir hali
olduğu gözlenebilir. Aralarında görüş farklılığı
olmakla birlikte hepsinin ana maddesi, yeni enerji alternatifleri
bulununcaya kadar, ilk etapta uluslararası bazda ucuz olan
petrolün kullanılması gerekir. Sonra daha pahalı olan petrolün
kullanılmasına geçilir.
Dünya petrol şirketlerinin kaydına geçirilen
belgeler, ilk etapta “Körfez başta olmak üzere, bitinceye
kadar ucuz olan petrole sonra daha pahalı petrole geçilir”
ilkesini öngörmüştür, nitekim bu teorilerin hepsi uygulanmıştır.
Uluslararası petrol piyasasında olan
karışıklık ve 1998’de petrol fiyatlarının düşmesi,
sanayi ülkelerinin ve beraberinde dünya petrol firmalarının
petrol enerjisi meselesi hakkında izlediği politikadan
kaynaklanıyordu. İzlenen bu politika, Körfez ülkeleri başta
olmak üzere petrol üreten ülkelerinde dar boğaza ve ekonomik
krizlere yol açtığı gibi Amerika başta olmak üzere sanayi
ülkelerinin enerji kaynaklarına ve uluslararası enerji piyasasına
egemen olmalarına da neden olmuştu. Bütün bunlara, 1980’den
bu yana dünya petrol fiyatının %100 ila %300 oranında
artığını ilave edersek Müslümanların serveti olan petrolün
kafirlere bedava olarak verilip el altından sömürüldüğümüz
daha da iyi anlaşılır.
Petrol fiyatlarının değişmesi konusuna
girmezden önce konu ile ilgili olan petrol üretimi ve
pazarlamasındaki petrol firmalarının rolü konusuna değinmek
istiyoruz.
Amerika 1946’da ARAMCO isimli ilk petrol
firmasını kurmuştu. Bu firmanın kurulmasıyla birlikte
petrol hakimiyeti Amerika’ya geçti. O sıralarda petrol
kaynaklarının hissesinin %90 oranına sahip olan 7 petrol firması
mevcuttu ve bunların 5’i de Amerikan menşeli idi. Bu
firmalar 1950’ye kadar petrol üreten ülkelere satıştan sadece
%7’sini (çok cüzi vergi) ödüyordu. Daha sonra bu oran %14’e
çıkartıldı. Ancak bu durum, sömürgeci devletlerin petrol
üzere çatışma ve rekabetinden dolayı değişti. Petrol sahasında
yaşanan çatışma ve siyasi rekabet, İngiltere’nin OPEC
örgütünü kurmasına neden olmuştu.
Petrol fiyatının artmasından dolayı
doğan sonuçları anlayabilmek için petrolü tüketen ve
üreten tarafları bilmek gerek. Bunlar ise; Avrupa, Amerika,
Japonya ve Doğu Asya’dır. Nükleer, taş kömürü, doğalgaz,
topraklardan çıkartılan petrol veya Tifal yağı gibi diğer
enerji kaynakları olduğu halde hiçbir devlet veya kuruluş bu
kaynakları petrole karşı alternatif olarak gösterememektedirler.
Çünkü petrol yerine geçecek olan yeni enerji kaynağı uzun
bir süreç gerektirir. Onun için petrole en çok muhtaç olan
taraf Batı Avrupa ve Japonya’dır. Bunun sebebi orada petrolün
başka alternatifinin bulunmamasıdır.
Amerika ise, Japonya’dan sonra ikinci
petrol tüketici ülkedir. Bu durum ise, Amerika’nın kendi
petrol rezervini kullanmamasını gerektirdi. Doların
uluslararası bazda geçerli bir para olarak kalabilmesi için
de petrol fiyatını artırmaktadır. Çünkü bu hem işine
gelmekte hem de Batı Avrupa, Japonya ve üçüncü dünya
ülkelerinin ödeneklerini sarsmaktadır. Yani bütün bunlardan
kârlı tek taraf Amerika’dır.
Öte yandan petrol fiyatının artması
testere gibi iki yönlüdür. Dünya petrol firmaları -ki çoğu
Amerikan menşeli- ve Amerikan bankalarının fiyat artışında
çıkarları vardır. Çünkü OPEC üreticileri petrol
gelirlerini Amerikan bankalarına yatırmak zorundalar. Bu da
Amerikan ekonomisini iyileştirmiş oluyor. Ayrıca petrol
üretici ülkelerin gelirleri Amerikan bankalarında belli bir süre
dolaşmakta ve bu süreyi de banka belirlemektedir. İşin acı
ve üzücü tarafı bankalar, petrol üretici ülkelerine dolaşım
süresi boyunca petrol gelirlerini çekme iznini vermemektedir.
Hatta bu süre bitiminde gelirin ancak %40’ını
çekebiliyorlar. Bu ise güdümlülüğün ta kendisidir. Petrol
fiyatının yükselmesi ise, Amerikan hükümetinin de işine
geliyor. Çünkü petrol fiyatı ucuz olunca Amerika’nın
petrol rezervi de yükseliyor ve kendisi petrol üretici bir
ülke olmadığı halde üretici ülkeymiş gibi oluyor. Amerika
1977’de 7 milyon varilden fazla petrol satın alırken şuanda
bu rakam 10 milyona yükseldi. Böyle olduğu halde Amerikan
stratejik petrol rezervi sadece 2-6 ay için yetebilmektedir.
Ham petrol fiyatlarının artmasından
dolayı sanayi ülkeleri olan Avrupa ve Japonya’nın
ödeneklerini yaklaşık olarak 3.5 milyar $ civarında zarara
sokmaktadır. Bu durum da dolara olan baskıyı hafifletmiş
oluyor. Petrol üretiminin %70’ine hakim olan Amerikan
şirketleri bu durumdan istifade ederek tüketilen mallara zam
yapmaya yeltenirler ki, bu da petrol üreten ülkelerin
ödeneklerini daha da zor durumda bırakmaktadır. Aynı zamanda
bu ülkelerin ABD’den yaptıkları ithalat oranı yükseliş göstermektedir.
Örneğin; Amerika’dan İran, Suudi Arabistan ve Venezüella
gibi en çok ithalat yapan ülkelerin petrol gelirlerine giren
her doların yarısı Amerika’ya gidiyor. Ayrıca Süveyş
kanalının kapatılmasının da petrol fiyatının yükselmesinde
büyük etkisi olmuştur. Zira Süveyş kanalı üzerinden
Akdeniz yolu, Avrupa için Afrika kıtasını dolanan yoldan
çok daha kestirmedir. Süveyş yolu açıldığı takdirde
yılda en azından 1.5-2. milyar $ tasarruf olacaktır.
Şunu bilmemiz gerekir ki, fiyat konusu petrol
üreten ülkelerin elinde olan bir konu değildir. Zira bu
ülkeler petrol fiyatı belli bir limiti aştığı takdirde
alıcı bulamama korkusunu taşımaktadırlar. Çünkü petrol dışında
Tufal yağı ikinci bir enerji kaynağıdır. Bu kaynağın
rezervinin %60’ı Amerika’da bulunmaktadır.
Petrol fiyatını uluslararası piyasada
belirleme senaryosuna gelince: Bu senaryo hem açgözlülük
içeriyor hem de birçok borsalara bağlı olduğunu gösteriyor.
“Kuzey Deniz Petrolü” yani Brent seansı uluslararası
borsalarda en yaygın ve köklü seanstır. Bu seans sistemi
diğerlerinde olduğu gibi anormal olup arz-talep meselesiyle hiçbir
ilgisi bulunmamaktadır. Londra borsasında tedavül edilen bu
seansın günlük fiyatı “kağıt varil” veya “kuru varil”
diye vakıası olmayan bir şeye bağlıdır. Şöyle ki: Bu
borsa spekülatörlere, petrolün gerçek fiyatını değil
fiyatlar arasında değişiklikleri bildiriyor. Örneğin; bir
milyon varil satın almak isteyen bir spekülatörün ödemesi
gereken fiyat, gerçek varil fiyatı değil gerçek fiyat ile
ödeme zamanında belirlenecek fiyat arasındaki farktır.
Ayrıca spekülatörlerin yaptıkları baskı ve manevralar
Brent borsasının günlük fiyatını doğrudan
etkileyebilmektedir. Belirlenen bu fiyat gerçek varil fiyatına
dünyanın her tarafına aynı anda yansıyarak sirayet
etmektedir.
Konunun en tuhaf yanı ise petrol üreten
ülkelerin tüketen ülkelerle ilişkisidir. Petrol üreten
ülkeler petrol fiyatını bilmemektedirler. Bu konuda izlenen
yöntem Brent sistemine oldukça yakındır. Kısacası petrol
üreten ülkeler, sattıkları petrol fiyatını ancak istihkak/ödeme
günü geldiğinde veya petrol sevkıyatı tüketen ülkelerin
rafinerilerine teslim edildiğinde haberdar olabiliyorlar.
Şu anki petrol fiyatı gerçek fiyat değildir.
Örneğin Fransız maden suyu Amerika’da petrolün 10 katına
satılıyor. Uluslararası enflasyon yüzünden bu günün 20 $
alım gücü bakımından 70’li yılların başındaki 4 $
karşılıyor. İşin ilginç tarafı, Amerika, Avrupa ve
Japonya gibi sanayi ülkelerinin petrole koydukları vergiden
gelen geliri 1996’da 270 milyar $ idi. Oysa OPEC ülkelerin
aynı sene elde ettikleri kar miktarı 185 milyar $ idi.
Özetle, Amerika’nın petrol fiyatını
belirlemesi, kendi ekonomisi ve ulusal çıkarları gereğince
petrol üretimi ve pazarlamasında egemen olduğunu gösteriyor.
Zira ABD, Amerikan petrol firmalarını korumak için petrol
fiyatlarının 1998’de düştüğünde petrol üretim
rezervini artırmak üzere Suudi Arabistan ve Meksika’ya yeşil
ışık yakmıştı. Yine aynı amaç için aynı ülkelerin
üretimini azaltmasını emreden de Amerika idi.
OPEC örgütünün uluslararası
petrol çatışması ilE ilgili ilişkisi ve kuruluş nedeni
OPEC örgütü 1960’da İngiltere
tarafında kurulmuştur. Kuruluş amacı ise, kendisinin petrole
egemen olması için Amerika’yı petrolün yoğun olarak
bulunduğu Arap dünyasından tasfiye etmekti. Aynı zamanda
Amerikan petrol firmalarını bölgeden uzaklaştırmaktı.
Ancak uluslararası durumun değişmesinden, İngiltere’nin nüfuz
dairesinin daralmasından ve Amerika’nın nüfuz çemberinin
genişlemesinden sonra bu örgüt Amerika’nın eline geçti.
SONUÇ: Hilafet devleti kurulduğu an sömürgeci
kafir devletlerin Müslüman beldelerinin kaynak ve servetlerini
sömürmelerine son verecektir. Ayrıca petrol kullanımı
hakkında da yeni bir kamuoyu oluşturmalı, hiçbir devletin,
kuruluşun veya şirketin petrol meselesini siyasallaştırmasına
izin vermeyecektir. Kendisi de İslam ümmetinin ihtiyacı ve
maslahatı doğrultusunda petrolü satacak ve fiyatını belirleyecektir.
Kafirlerin petrolü bize karşı bir koz olarak kullanmalarına
asla izin vermeyecektir. Zira petrol musluklarının çoğu
İslam beldelerinde mevcuttur. Amerika ve İngiltere başta
olmak üzere sömürgeci kafir devletler şunu iyi bilsinler ki;
bizim onlara değil onların bize ihtiyaçları vardır. Petrol,
kamu mülkiyeti olan bir servettir. Dileyen parasını ödeyip
alsın dileyen terk etsin.
|