Ana Sayfa YIL 13   SAYI 146   ZİLKADE 1422   ŞUBAT 2002 E-Mail

SÜPER GÜÇLER ARASINDA OLUŞAN ULUSLARARASI ÇIKAR ÇATIŞMASI VE PETROLÜN STRATEJİK ÖNEMİ -2-

Fuad Hamidoğlu

Petrol üzerinde 1945-2000 yılları arasında cereyan etmiş olan uluslararası çatışmanın belirtileri:

Bu çatışmanın çeşitli belirtileri daha çok 20. y.y.’ın ikinci yarısında patlak verdi. Bunlardan bir kaçını şu şekilde sıralayabiliriz.

A- 1979’da Sovyetler Birliğinin Afganistan’ı İşgali:

Soğuk savaşın bitmesinden hemen sonra dünyanın iki süper gücü Amerika ve Sovyetler Birliği dünyanın nüfuzunu paylaşmak üzere aralarında uluslararası bir anlaşmaya vardılar. İşte bu bağlamda 27.12.1979’da Rus ordusu Afganistan’ı işgal etti. Bir çoğu bu işgalin Amerika’nın çıkarlarını gerçek anlamda tehdit ettiğini düşünmüştür. Olaya yüzeysel bakan kimse, Rus ordusunun Afganistan’ı işgal ettikten sonra Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki bu anlaşmanın bittiğini düşünüp soğuk savaşın daha da kızıştığını sanır. Ancak gelişmeler bunun tersini göstermiştir. Aralarındaki anlaşma devam etti ve Rus ordusunun Afganistan’ı işgal etmesinden dolayı anlaşma bozulmamıştır. Bunun en açık delili; Amerika’nın olaya gösterdiği tepkilerdir.

Amerika, Afganistan’da bir ihtilal olacağını ve bu konudaki Sovyetler Birliğinin bütün hareketlerini takip ediyordu. Buna rağmen gelişen olaylar karşısında aynı oranda tepki göstermemiştir. Amerika’nın tepkileri şunlardı:

1- ABD başkanı Cimy Carter’ın Brechinev’le telefon görüşmesi yaparak ondan Rus ordusunun en kısa zamanda Afganistan’dan çekilmesini talep etmesi,

2- Beyaz sarayın Amerika’nın Sovyetler Birliğine satacağı buğday miktarını azaltacağını ve ihraç ettiği teknolojiyi durduracağını belirtmesi,

3- Amerika’nın Moskova’da düzenlenecek olan olimpiyata katılma kararını tekrar gözden geçireceğini açıklaması.

Bütün bunlar incelendiğinde Amerika’nın gösterdiği tepkilerin gelişmelerle aynı oranda olmadığı açıktır. Gerçek şu ki; Rus ordusunun Afganistan’ı işgali, Sovyetler Birliği ile Amerika arasında yapılan uluslararası anlaşma gereği gerçekleşmiştir. Bu anlaşmaya göre; Amerika geçici de olsa Rus ordusunun Afganistan’da kalmasına göz yumarken, Sovyetler Birliği de Amerika’nın Körfezde öteden beri konuşlandırmak istediği askeri birliklere karşı görmezlikten gelecektir.

Amerika’nın Körfezde, Arap denizinde ve Hind Okyanusundaki askeri varlığının dünya kamuoyu tarafından normal olarak karşılanması için Rus işgali gerçekleştirilmiştir. Nitekim bu işgal, hem Rusya’nın hedefi olan İslami fikirlerin bölgedeki Müslümanlara sızması engellemiş, hem de Amerika’nın uzun zamandan beri beklediği Körfezde ve Ortadoğu’da askeri olarak konuşlandırılması sağlamıştır.

B- Birinci Körfez Savaşının 1980’de Alevlenmesi:

Amerika’nın 70’li yılların sonunda ve 80’li yılların başında Körfezde sağlam bir şekilde yerleştiğini gören İngiltere, derhal harekete geçti ve Irak’ı İran’a karşı kışkırtarak savaşa itti. Bu savaşın amacı; Amerika’nın Körfezdeki nüfuz çemberini daraltmak veya en azından frenlemekti. Ayrıca İran’ı askeri ve siyasi olarak zayıflatmak ki sonuç itibariyle bu, Amerika’nın Körfezdeki prestijini sarsacaktı. Bu savaşta hedef gösterilen Amerika ise, savaşın sürdüğü 8 sene içerisinde durumu kendi çıkarlarını gerçekleştirecek şekilde değerlendiriyor ve Körfeze askeri birlikler konuşlandırmaya devam ediyordu. Bundan dolayı Körfez savaşının tansiyonu her yükseldiğinde üst düzeyli bir Amerikan sorumlusunun bölgeye gelerek incelemelerde bulunması ve Körfez yöneticilerine kendi yardımlarını sunması bir rastlantı değildir.

C- Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi’nin 1981’de Kurulması:

4.2.1981’de Körfez ülkeleri olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman Riyad’da bir toplantı düzenleyerek “Körfez İşbirliği Konseyi” kurulmasını kararlaştırdılar. Bu konseyin üyeleri Körfez ülkelerin altısını içermiş ve birde genel merkez öngörülmüştür. Konu ile ilgili olarak geniş bilgi veren Kuveyt veliahdı Saad El-Abdullah toplantı bitiminden sonra yaptığı basın toplantısında kendisine, “Körfez ülkeleri arasında yapılan askeri ve güvenlik yardımlaşması” hakkında bir soru yöneltildiğinde şu cevabı verdi: “Biz Körfez ülkelerinin dış düşman tehlikesine maruz kalmasına karşı seyirci kalamayız. Çünkü biz, yabancı güçlerin bölgeye girmesini Körfez ülkelerini zayıflatmak ve servetlerini çalmaya yönelik olduğunu düşünüyoruz. Bu da, Körfez ülkeleri arasında birçok düzeyde yardımlaşmayı gerektirir.” Bu proje, uluslararası açıdan sadece İngiltere’nin bölge hakkında tasarladığı stratejinin önemli bir adımını teşkil ediyordu.

D- Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgali:

Uzun zamandır Amerika’nın yoğun baskılarına maruz kalan Kuveyt, İran-Irak savaşı sırasında da bu baskılar karşısında direncini sürdürmeye devam etti. Yine Kuveyt, petrol gemilerini korumak için kendi gemileri üzerine Amerikan bayrağını para karşılığında diktiği halde, Amerikan gemilerinin Kuveyt deniz sularına girmesine ve kendi limanlarını kullanmasına izin vermedi.

Aslında Kuveyt Amerika açısından büyük önem arz ediyordu. Onu kendi nüfuzu altına almak için olağan üstü baskılar yapıyordu, ancak hepsi suya düştü. Lakin 90’lı yılların başında cereyan eden doğu Avrupa’daki değişiklikler ve Sovyetler Birliğinin dağılması bütün dünyayı etkiledi. Tabi ki, Ortadoğu ve Arap dünyası da bu değişikliklerden payını aldı. Kuveyt ise, uluslararası bu değişikliğin hedefi oldu. Bu durum Amerika’nın Kuveyt’i kendi kontrolü altına alması için içerden yıkma faaliyetlerine yönelmesine neden oldu.

İngiltere ise, bu gelişmelerin Körfezdeki hayati çıkarlarına tehlike arz edip, bölgeden tamamen uzaklaştırılmasına yol açabilecek çok vahim bir durum olduğunu düşündüğünden dolayı Körfezi koruma görevini tekrar Irak’a verdi. Bu senaryo Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini gerektiriyordu. Bundan amaç ise; zor durumda olan Kuveyt’i Amerika’nın baskılarından kurtarmak ve Kuveyt’in Amerika’nın nüfuz dairesine girmesini engellemekti. İşte İngiltere’nin böyle bir şeyi düşünmesine sevk eden faktörler bunlardır. Kısacası Irak’ın Kuveyt’i işgali; İngiltere’nin bölge ile ilgili stratejisini uygulamak, bölgeyi Amerika’nın nüfuzundan korumak, Saddam’ın liderliğini bölgeye kabul ettirmek, Ortadoğu’yu eski altın çağına tekrar kavuşturmak ve bölge yöneticileri aracılığıyla Körfez petrolüne el koymak için bir proje idi.

Amerika ve İngiltere’nin Irak’ı havadan bombalamaya başladıkları zaman bütün bölge savaştan kasıp kavruldu. Fakat ilerleyen günlerde Amerika’nın savaşın bitmesi konusunda acele etmediği, hatta savaşı uzatmaya çalıştığı ortaya çıktı. Çünkü savaşın hemen bitmesi ile Amerikan güçlerinin Körfezden derhal çekilmesi gerekiyordu. Oysa Amerika kalmayı hedefliyordu. Bu hedef ise, Amerika’nın Körfeze egemen olması ve bölgenin petrolüne el koyma amacından başka bir şey değildi.

E- Amerika’nın Kuveyt meselesinin ardından 1991’de Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurdurma teşebbüsünde bulunması.

F- Amerika’nın Orta Asya’da ciddi bir şekilde yerleşmek istemesi.

 

Petrol fiyatlarının artması veya düşmesindeki asıl amaç

Sanayi enerjisiz yürüme imkanına sahip değildir. Bu enerjinin en önemli kaynağı da petroldür. Petrolün öneminin (en azından yakın gelecekte) azalacağı ufukta pek gözükmemektedir. Aksine, uluslararası petrol üretici raporları, dünyanın petrole olan talebinin artması ve petrolün uluslararası rezervinin sürekli olarak azalması, ham madde ve az rastlanan petrolün siyah altın olmasına neden olabileceğini göstermektedir. Büyük bir ihtimalle petrol rakipsiz olarak dünya sanayisinin en önemli kaynağı olmaya devam edecektir.

Petrolün önümüzdeki yıllarda öneminin artmasındaki en büyük etken, petrol dışındaki diğer kaynaklar üzere yapılan araştırmaların şuana kadar kayda değer bir sonuç vermemesinden dolayıdır. Zira alternatif olarak güneş, nükleer, doğalgaz enerjileri üzerine yapılan bütün araştırmalar başarısız olmuştur. Hem ticari, hem ham maddelerin bulunması hem de geniş çaplı olarak kullanıldığı takdirde doğabilecek her türlü çevresel ve insani facialar açısından bu başarısızlık olmuştur.

Sanayi ülkeleri uluslararası enerji meselesini değerlendirirken izlediği politika, menfaate dayanır. Bu ülkelerin özel menfaatleri ise, petrolün kendi fabrikalarına ve stratejik üretim santrallarına çok ucuz fiyatla akmasını sağlamayı gerektirir.

Sanayi ülkeleri ve beraberinde olan petrol şirketlerinin izledikleri politika, Holteanch isimli bir ekonomistin 20. yüzyılın 40’lı yıllarında ortaya koyduğu “Tükenen Kaynaklar” teorisine dayanır. Bu teorinin ana maddesi; “İlk etapta üretimi ve maliyeti ucuz olan petrol tüketilirken alternatif kaynaklar bulmak gerekir.” Daha sonra 70’li yıllarda ekonomist Robert Solo meslektaşının teorisini geliştirdi. 1973’e gelindiğinde ekonomist Nordos; “Enerji kaynakları teknolojisi” diye bir teori geliştirerek, petrolün tükenme aşamalarını şöyle sıraladı:

Birinci aşamada; gelecek 50 yıl içerisinde ucuz olan petrol tüketilecek, ikinci aşamada; ise 2070-2120 yılları arasında ABD’nin petrol rezerv musluğu kapalı tutularak kömür ve katı petrol tüketilecektir. Bu aşama sonuna gelindiğinde dünya ekonomisi ve sanayisi Nordos teorisi adını taşıdığı “Enerji kaynakları teknolojisi” çağına girmiş olacaktır.

Özetle, bütün bu teoriler aslına bakıldığında Holteanch teorisinin geliştirilmiş bir hali olduğu gözlenebilir. Aralarında görüş farklılığı olmakla birlikte hepsinin ana maddesi, yeni enerji alternatifleri bulununcaya kadar, ilk etapta uluslararası bazda ucuz olan petrolün kullanılması gerekir. Sonra daha pahalı olan petrolün kullanılmasına geçilir.

Dünya petrol şirketlerinin kaydına geçirilen belgeler, ilk etapta “Körfez başta olmak üzere, bitinceye kadar ucuz olan petrole sonra daha pahalı petrole geçilir” ilkesini öngörmüştür, nitekim bu teorilerin hepsi uygulanmıştır.

Uluslararası petrol piyasasında olan karışıklık ve 1998’de petrol fiyatlarının düşmesi, sanayi ülkelerinin ve beraberinde dünya petrol firmalarının petrol enerjisi meselesi hakkında izlediği politikadan kaynaklanıyordu. İzlenen bu politika, Körfez ülkeleri başta olmak üzere petrol üreten ülkelerinde dar boğaza ve ekonomik krizlere yol açtığı gibi Amerika başta olmak üzere sanayi ülkelerinin enerji kaynaklarına ve uluslararası enerji piyasasına egemen olmalarına da neden olmuştu. Bütün bunlara, 1980’den bu yana dünya petrol fiyatının %100 ila %300 oranında artığını ilave edersek Müslümanların serveti olan petrolün kafirlere bedava olarak verilip el altından sömürüldüğümüz daha da iyi anlaşılır.

Petrol fiyatlarının değişmesi konusuna girmezden önce konu ile ilgili olan petrol üretimi ve pazarlamasındaki petrol firmalarının rolü konusuna değinmek istiyoruz.

Amerika 1946’da ARAMCO isimli ilk petrol firmasını kurmuştu. Bu firmanın kurulmasıyla birlikte petrol hakimiyeti Amerika’ya geçti. O sıralarda petrol kaynaklarının hissesinin %90 oranına sahip olan 7 petrol firması mevcuttu ve bunların 5’i de Amerikan menşeli idi. Bu firmalar 1950’ye kadar petrol üreten ülkelere satıştan sadece %7’sini (çok cüzi vergi) ödüyordu. Daha sonra bu oran %14’e çıkartıldı. Ancak bu durum, sömürgeci devletlerin petrol üzere çatışma ve rekabetinden dolayı değişti. Petrol sahasında yaşanan çatışma ve siyasi rekabet, İngiltere’nin OPEC örgütünü kurmasına neden olmuştu.

Petrol fiyatının artmasından dolayı doğan sonuçları anlayabilmek için petrolü tüketen ve üreten tarafları bilmek gerek. Bunlar ise; Avrupa, Amerika, Japonya ve Doğu Asya’dır. Nükleer, taş kömürü, doğalgaz, topraklardan çıkartılan petrol veya Tifal yağı gibi diğer enerji kaynakları olduğu halde hiçbir devlet veya kuruluş bu kaynakları petrole karşı alternatif olarak gösterememektedirler. Çünkü petrol yerine geçecek olan yeni enerji kaynağı uzun bir süreç gerektirir. Onun için petrole en çok muhtaç olan taraf Batı Avrupa ve Japonya’dır. Bunun sebebi orada petrolün başka alternatifinin bulunmamasıdır.

Amerika ise, Japonya’dan sonra ikinci petrol tüketici ülkedir. Bu durum ise, Amerika’nın kendi petrol rezervini kullanmamasını gerektirdi. Doların uluslararası bazda geçerli bir para olarak kalabilmesi için de petrol fiyatını artırmaktadır. Çünkü bu hem işine gelmekte hem de Batı Avrupa, Japonya ve üçüncü dünya ülkelerinin ödeneklerini sarsmaktadır. Yani bütün bunlardan kârlı tek taraf Amerika’dır.

Öte yandan petrol fiyatının artması testere gibi iki yönlüdür. Dünya petrol firmaları -ki çoğu Amerikan menşeli- ve Amerikan bankalarının fiyat artışında çıkarları vardır. Çünkü OPEC üreticileri petrol gelirlerini Amerikan bankalarına yatırmak zorundalar. Bu da Amerikan ekonomisini iyileştirmiş oluyor. Ayrıca petrol üretici ülkelerin gelirleri Amerikan bankalarında belli bir süre dolaşmakta ve bu süreyi de banka belirlemektedir. İşin acı ve üzücü tarafı bankalar, petrol üretici ülkelerine dolaşım süresi boyunca petrol gelirlerini çekme iznini vermemektedir. Hatta bu süre bitiminde gelirin ancak %40’ını çekebiliyorlar. Bu ise güdümlülüğün ta kendisidir. Petrol fiyatının yükselmesi ise, Amerikan hükümetinin de işine geliyor. Çünkü petrol fiyatı ucuz olunca Amerika’nın petrol rezervi de yükseliyor ve kendisi petrol üretici bir ülke olmadığı halde üretici ülkeymiş gibi oluyor. Amerika 1977’de 7 milyon varilden fazla petrol satın alırken şuanda bu rakam 10 milyona yükseldi. Böyle olduğu halde Amerikan stratejik petrol rezervi sadece 2-6 ay için yetebilmektedir.

Ham petrol fiyatlarının artmasından dolayı sanayi ülkeleri olan Avrupa ve Japonya’nın ödeneklerini yaklaşık olarak 3.5 milyar $ civarında zarara sokmaktadır. Bu durum da dolara olan baskıyı hafifletmiş oluyor. Petrol üretiminin %70’ine hakim olan Amerikan şirketleri bu durumdan istifade ederek tüketilen mallara zam yapmaya yeltenirler ki, bu da petrol üreten ülkelerin ödeneklerini daha da zor durumda bırakmaktadır. Aynı zamanda bu ülkelerin ABD’den yaptıkları ithalat oranı yükseliş göstermektedir. Örneğin; Amerika’dan İran, Suudi Arabistan ve Venezüella gibi en çok ithalat yapan ülkelerin petrol gelirlerine giren her doların yarısı Amerika’ya gidiyor. Ayrıca Süveyş kanalının kapatılmasının da petrol fiyatının yükselmesinde büyük etkisi olmuştur. Zira Süveyş kanalı üzerinden Akdeniz yolu, Avrupa için Afrika kıtasını dolanan yoldan çok daha kestirmedir. Süveyş yolu açıldığı takdirde yılda en azından 1.5-2. milyar $ tasarruf olacaktır.

Şunu bilmemiz gerekir ki, fiyat konusu petrol üreten ülkelerin elinde olan bir konu değildir. Zira bu ülkeler petrol fiyatı belli bir limiti aştığı takdirde alıcı bulamama korkusunu taşımaktadırlar. Çünkü petrol dışında Tufal yağı ikinci bir enerji kaynağıdır. Bu kaynağın rezervinin %60’ı Amerika’da bulunmaktadır.

Petrol fiyatını uluslararası piyasada belirleme senaryosuna gelince: Bu senaryo hem açgözlülük içeriyor hem de birçok borsalara bağlı olduğunu gösteriyor. “Kuzey Deniz Petrolü” yani Brent seansı uluslararası borsalarda en yaygın ve köklü seanstır. Bu seans sistemi diğerlerinde olduğu gibi anormal olup arz-talep meselesiyle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Londra borsasında tedavül edilen bu seansın günlük fiyatı “kağıt varil” veya “kuru varil” diye vakıası olmayan bir şeye bağlıdır. Şöyle ki: Bu borsa spekülatörlere, petrolün gerçek fiyatını değil fiyatlar arasında değişiklikleri bildiriyor. Örneğin; bir milyon varil satın almak isteyen bir spekülatörün ödemesi gereken fiyat, gerçek varil fiyatı değil gerçek fiyat ile ödeme zamanında belirlenecek fiyat arasındaki farktır. Ayrıca spekülatörlerin yaptıkları baskı ve manevralar Brent borsasının günlük fiyatını doğrudan etkileyebilmektedir. Belirlenen bu fiyat gerçek varil fiyatına dünyanın her tarafına aynı anda yansıyarak sirayet etmektedir.

Konunun en tuhaf yanı ise petrol üreten ülkelerin tüketen ülkelerle ilişkisidir. Petrol üreten ülkeler petrol fiyatını bilmemektedirler. Bu konuda izlenen yöntem Brent sistemine oldukça yakındır. Kısacası petrol üreten ülkeler, sattıkları petrol fiyatını ancak istihkak/ödeme günü geldiğinde veya petrol sevkıyatı tüketen ülkelerin rafinerilerine teslim edildiğinde haberdar olabiliyorlar.

Şu anki petrol fiyatı gerçek fiyat değildir. Örneğin Fransız maden suyu Amerika’da petrolün 10 katına satılıyor. Uluslararası enflasyon yüzünden bu günün 20 $ alım gücü bakımından 70’li yılların başındaki 4 $ karşılıyor. İşin ilginç tarafı, Amerika, Avrupa ve Japonya gibi sanayi ülkelerinin petrole koydukları vergiden gelen geliri 1996’da 270 milyar $ idi. Oysa OPEC ülkelerin aynı sene elde ettikleri kar miktarı 185 milyar $ idi.

Özetle, Amerika’nın petrol fiyatını belirlemesi, kendi ekonomisi ve ulusal çıkarları gereğince petrol üretimi ve pazarlamasında egemen olduğunu gösteriyor. Zira ABD, Amerikan petrol firmalarını korumak için petrol fiyatlarının 1998’de düştüğünde petrol üretim rezervini artırmak üzere Suudi Arabistan ve Meksika’ya yeşil ışık yakmıştı. Yine aynı amaç için aynı ülkelerin üretimini azaltmasını emreden de Amerika idi.

OPEC örgütünün uluslararası petrol çatışması ilE ilgili ilişkisi ve kuruluş nedeni

OPEC örgütü 1960’da İngiltere tarafında kurulmuştur. Kuruluş amacı ise, kendisinin petrole egemen olması için Amerika’yı petrolün yoğun olarak bulunduğu Arap dünyasından tasfiye etmekti. Aynı zamanda Amerikan petrol firmalarını bölgeden uzaklaştırmaktı. Ancak uluslararası durumun değişmesinden, İngiltere’nin nüfuz dairesinin daralmasından ve Amerika’nın nüfuz çemberinin genişlemesinden sonra bu örgüt Amerika’nın eline geçti.

SONUÇ: Hilafet devleti kurulduğu an sömürgeci kafir devletlerin Müslüman beldelerinin kaynak ve servetlerini sömürmelerine son verecektir. Ayrıca petrol kullanımı hakkında da yeni bir kamuoyu oluşturmalı, hiçbir devletin, kuruluşun veya şirketin petrol meselesini siyasallaştırmasına izin vermeyecektir. Kendisi de İslam ümmetinin ihtiyacı ve maslahatı doğrultusunda petrolü satacak ve fiyatını belirleyecektir. Kafirlerin petrolü bize karşı bir koz olarak kullanmalarına asla izin vermeyecektir. Zira petrol musluklarının çoğu İslam beldelerinde mevcuttur. Amerika ve İngiltere başta olmak üzere sömürgeci kafir devletler şunu iyi bilsinler ki; bizim onlara değil onların bize ihtiyaçları vardır. Petrol, kamu mülkiyeti olan bir servettir. Dileyen parasını ödeyip alsın dileyen terk etsin.

YIL 13  SAYI 146  ZİLKADE 1422  ŞUBAT 2002

Yukarı