Hizb-ut
Tahrir
davasından yargılanan Remzi ÖZER’in, Ankara 2 Nolu Devlet
Güvenlik Mahkemesinde, 16 Ocak 2002 tarihinde yapılan
duruşmada, Mahkemeye okumuş ve vermiş olduğu savunma
metnidir.
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, Alemlerin Rabbi olan
Allah(c.c)’ya, Salat ve Selam ise, Allah’ın kutlu elçisi
Hz. Muhammed (sav)’e ve seçkin İslam hidayetine ihsan ile
tabi olanların üzerine olsun.
Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanlığı’na;
Sizlere, yaşamış olduğum şerefli hayattan, eşimden ve
çocuklarımdan, zalimce koparılıp hapsedilmemin ve
mahkemenize getirilmemin gerçek nedenlerini açıklamak
istiyorum.
İddia makamı tarafından hazırlanan iddianamede yer alan
şahsımla ve mensubu olmaktan şeref duyduğum partim Hizb-ut
Tahrir’le ilgili basit değersiz, ispattan yoksun, iddia
makamının sadece kuruntu ve vehimlerinden ibaret olan,
asılsız bütün suçlamalarına cevap veriyorum.
Ben Allah (c.c)’nin göndermiş olduğu, seçkin İslam
hidayetini benimsemiş, Allah’a kulluk etmede ve Allah’ın
rızasını kazanmada hayatın anlamını bulmuş bir Müslümanım.
İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an-ı Kerim’i ve
Rasulullah Aleyhisselatu Vesselamın hayatını derinlemesine
araştırdım ve inceledim. Bu araştırma ve incelemelerimin
sonucunda; İslam’ın siyasal, sosyal, iktisadi, hukuki ve
devletlerarası alanda olduğu gibi, hayatın diğer bütün
alanları için de köklü ve kapsamlı çözümler getirerek,
hayatı düzenlediğini gördüm. Rasulullah Aleyhisselatu
Vesselam da İslam’ın getirmiş olduğu bu çözümlerle
fert, toplum ve devlet bazında hayatı düzenlemiş, Müslümanlar
için örnek bir toplum ve devlet düzeni ortaya koymuştur.
Yaşamakta olduğum hayatta ise, sömürgeci kafir batı dünyası
tarafından İslam Hilafeti’nin parçalanıp, ortadan
kaldırılması ile İslam toprakları üzerinde kafir batı dünyasına
hizmet eden işbirlikçi, zalim, despot ve zorba yönetimlerin
kurulmuş olduğunu, bu yönetimlerin batılı kafir
efendilerinin emirleri yönünde, Müslüman halka düşmanlıkta
efendilerini bile geçtiğini, Müslümanları hor, hakir, zelil
ve geri kalmış bir hayata hapsetmek için çalıştıklarını
tespit ettim.
Bu yönetimlerden biri olan Türkiye Cumhuriyeti de,
Müslüman halkın inançlarından kaynaklanmayan, halka rağmen
zorbaca halka dayatılarak kurulmuş bir yönetimdir. Kurulduğu
günden bu yana sürekli halkına düşmanlık etmiş, halkı
ile kasıtlı bir çatışma içinde olmuştur. Sömürgeci
kafir batı dünyasından alınan laiklik ve demokrasiye dayalı
Türkiye Cumhuriyeti, Müslüman halk nezdinde hiçbir zaman meşru
görülmemiş ve benimsenmemiştir. Ülkenin gelişip
kalkınmasında ve kafir batı dünyası ile rekabet edebilecek
bir güce ulaşmasında harcanması gereken toplumsal enerji,
halk ile devlet arasında süre giden bir iç çatışmaya
harcanmıştır. Bu iç çatışma; Müslüman halkı geri
kalmışlığa hapsetmiş, Batı dünyası ile rekabet edememe
gibi acı bir sonuç doğurmuştur. Tarihte eşine az rastlanır
bir ihanetle bu devlet, ezeli düşmanı olan Batının lehine,
kendi ülke ve halkının aleyhine çalışmış ve halen çalışmaktadır.
Halkın inancı olan İslam’a tamamiyle zıt olan,
demokratik ve laik sistemin Türkiye Cumhuriyeti tarafından
benimsenmiş olması, bu iç çatışmanın en temel nedenini
oluşturmaktadır.
Bilindiği gibi, dinin siyasal ve toplumsal hayattan
ayrılması ve dinin hayata müdahalesinin engellenmesi anlamına
gelen laik anlayış, kafir Batı dünyasının ürünüdür.
İnsanların özgür olması esasına dayanır ve insanların
özgürlüğünü kısıtlayan her şeye karşı çıkma
iddiasındadır. Dini de, insanların özgürlüğünü kısıtlayan
ana unsur konumunda değerlendirir ve dine de bu nedenle karşı
çıkar. Söz konusu din İslam olunca; bu karşı çıkış,
Allah’a teslim olma yerine Allah’a başkaldırma ve isyan
anlamına gelmektedir.
Sömürgeci batı dünyasının temel inancı olan laiklik,
ülkemizde Müslüman halka bin bir türlü baskı yöntemleriyle
zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Ancak halkın, ne
yapılırsa yapılsın bir türlü benimsememesi üzerine,
günümüzde de bu zorbaca benimsetme çalışmalarına devam
edilmektedir. Müslüman halktan teslim olup, itaat etmek
zorunda oldukları Allah (c.c) ile adeta bir özgürlük savaşına
girmeleri istenmiştir. İslam, Allah tarafından hayatı düzenlemek
amacı ile gönderilmiş seçkin bir hidayet iken, laiklik de
İslam’ı hayata sokmamaya çalışmaktadır. İslam ve
laiklik birbirleri ile mücadele eden ve asla bir araya
gelemeyecek olan, iki düşmandır. Bu durum devlete egemen
olmuş ve laikliği benimsemiş, kafir Batının sadık
hizmetkarları ile Müslüman halk arasında kesintisiz bir mücadele
olarak hayata yansımaktadır.
Laikliğin öncül ve temel şart olduğu demokrasi ise, 20.yüzyılın
en büyük yalanı ve insanlığın asla gerçekleştiremeyeceği
ütopyasıdır. Millet iradesinin üstünde başka bir iradenin
bulunmaması olarak kabul edilen demokrasi, bu anlamı ile açıkça
Allah (c.c)’nin kulları üzerindeki iradesini yok saymaktadır.
Egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olması olarak da
tarif edilen demokrasi, kesinlikle İslam şeriatının
egemenliği ile ters düşmektedir. Kendi varlığını sürdürebilmesinin
temel şartı da, İslam şeriatına egemenlik hakkı
tanımamaktadır.
Kendi kendini yöneten halk masalına gelince; hiçbir zaman
kendi kendini yöneten bir halk var olmamıştır ve de var
olmayacaktır. Bu sadece, zayıf ve güçsüzlerin sömürgeye
karşı uyutulabilmelerini, böylece de karşı çıkmamalarını
sağlamak için, sömürgeci kafirler tarafından üretilmiş ve
adına da demokrasi denmiş bir masaldır. Bir başka açıdan
demokrasi, hayatı düzenleme konusunda insanın kendini Yüce
Allah’tan daha yeterli görmesi olarak da tanımlanabilir.
Halbuki Allah (c.c), bütün peygamberlerini bu en temel ve en
büyük günahtan kurtarmak için göndermiş, Kur’an’ı da
bunun için indirmiştir. Göklerdeki hayatın yegane efendisi
ve düzenleyicisi olduğu gibi, yeryüzündeki hayatın da
yegane efendisi ve düzenleyicisi olduğunu bunun için beyan
etmiştir.
Cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi anlayan bir toplum
için hükmü Allah’tan daha güzel olan kim vardır. [Maide
50] ayeti ile “Hüküm yalnız Allah’ındır. “[Yusuf
40] ayetine de Kur’an’da bunun için yer vermiştir.
Açıkladığım şekliyle laikliği ve demokrasiyi esas alan
Türkiye’deki siyasal sistem ve bu sisteme egemen güçler
tarafından, İslam hayat alanından uzaklaştırılmıştır. Müslüman
halk inançlarına uygun bir hayatı yaşamaktan alıkonulmuş,
hor, hakir ve zelil bir hayat yaşamaya zorlanmışlardır. Onur
ve şereflerine, din ve inançlarına değer verilmemiştir.
İşte ben bütün bu tespitlerimden sonra, Allah (c.c) ‘nin:
Ey İman edenler! Allah ve Rasulü sizi, size hayat verene
çağırdığında hemen icabet ediniz. [Enfal 24]
emrine icabet ederek, İslam’ı hayata hakim kılmak için
bir dava olarak yüklenmek gerektiğine inandım. Bu davayı yüklenme
emrini yerine getirmek amacıyla, yaptığım inceleme ve
araştırmalar sonucunda, baskı, cebir, şiddet, korkutma,
yıldırma, sindirme ve tehdit gibi yöntemleri benimsemeyen,
içinde fikri mücadele ve siyasi mücadelenin parladığı, seçkin
bir siyasi parti olarak karşıma çıkan Hizb-ut Tahrir ile
İslam davasını yüklenmek ve toplumda İslami hayatı yeniden
başlatmak amacıyla, isteyerek ve severek çalışmaya
başladım.
Hizb-ut Tahrir, ideolojisi İslam olan siyasi bir partidir.
Toplumda İslami hayatı başlatmak, toplumun fikir ve hislerini
düzeltmek, İslam Risalet ve hidayetini, bütün dünyaya
evrensel fikri bir önderlik olarak taşımak gayesi ile
Rabbimizin:
Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan
bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır. [Al-i
İmran 104]
emrine binaen kurulmuştur. Bu ayette yer alan hayra davet
etmekten maksat, İslam’a davet etmektir. İyiliği emretmenin
ve kötülükten alıkoymanın, hem yönetilenleri hem de
yöneticileri kapsaması, ideolojisi İslam olan siyasi bir
partinin kurularak siyasi faaliyette bulunmasını, bütün
Müslümanlara farz kılmaktadır.
Yine Yüce Rabbımız:
Ne mü’min bir erkek, ne de mü’mine bir kadın için,
Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman onlara işlerinde
seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulüne isyan ederse
apaçık bir şekilde sapmış olur. [Ahzab 36]
Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen
haktan vazgeçip onların arzularına uyma! [Maide 48]
Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse, işte
onlar kafirlerin ta kendileridir. [Maide 44] ayetleri ile
İslam şeriatının tatbikini emretmektedir. İslam
şeriatının tatbiki ise, bu şeriatı tatbik edecek Raşidi
Hilafet Devleti’ni kurmak için, siyasi bir faaliyet
yürütmeyi bütün Müslümanlara yine farz kılmaktadır.
Açıkladığım ayetlerden de anlaşıldığı gibi, İslam’a
göre meşru ve yasal bir parti olan Hizb-ut Tahrir’in iddia
makamı tarafından yasa dışılıkla suçlanmasının, benim için
bir değeri bulunmamaktadır.
İslam’a göre yasal bir parti olan Hizb-ut Tahrir’in,
terör suçlamasıyla herhangi bir ilgisinin kurulamayacağına
da burada değinmek istiyorum.
Hizb-ut Tahrir, Allah Rasulü'nün Peygamber oluşundan
itibaren Mekke’de İslam’a davet aşamasından, Medine’de
İslam Devleti’ni kurmasına kadar olan metodunu
benimsemiştir. Allah’ın Rasulü Mekke’de insanları fikri
ve siyasi çalışmalarla İslam’a davet etmiştir. Bu
aşamada yaşadıkları bütün zulüm, işkence, baskı ve
eziyetlere rağmen, terör olarak nitelendirilebilecek herhangi
bir eylem yada yönteme asla başvurmamıştır. Bu durum Medine’de
İslam Devleti’ni kurana değin sürmüştür. Hizb-ut Tahrir
de Allah Rasulü'nün Mekke’deki İslam’a davet metodunu,
kendine metod olarak benimsemiştir.
Hiç şüphe yok ki; Hizb-ut Tahrir, Mahkemenizde de bulunan,
kendi kitap ve yayınlarında terörü benimsemediğini, terör
sayılabilecek eylem yada yöntemlerin doğru olmadığını açıklamıştır.
11 Eylül’de Amerika Birleşik Devletleri’nde, Pentagon
ve Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırılar
sonrasında, Amerika’nın Afganistan’a savaş ilan etmesi
ile ilgili olarak yayımladığı bildirisinde Hizb-ut Tahrir,
şu ifadelere yer vermiştir:
“Ey Müslümanlar! Sizi aşağılayan ve sizi hafife alan
Amerika’nın bu şekildeki isteğini reddetmeniz size farz
olmaktadır. Zira Amerika kimi destekleyeceğinizi ve kiminle
savaşacağınızı size bildirecek kadar, yüce bir mevkide değildir.
Siz ilahi Risalet ehlisiniz, insanlığa nur ve hidayet
taşıyan kimselersiniz. Muhakkak ki Allah (c.c),
Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış,
iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir ümmetsiniz. [Al-i
İmran 110] şeklindeki mübarek sözüyle sizi vasıflandırmıştır.
Bu Risaletin hükümleri savaşa katılmayanlarla savaşmayı,
savaşa katılmayan çocuk, ihtiyar ve kadınları savaş
meydanında olsalar bile öldürmeyi haram kılmıştır.
Bunları Müslümanlar yapmaz. Fakat Müslümanlara saldıran,
onların topraklarını gasp eden, servetlerini alıp götüren
ve onlara egemenlik kurmak isteyen düşmanla savaşıp
öldürmek, meşrudur ve cihaddır. Dahası o farzdır. İslam’ın
zirve noktasıdır.” Bu ifadeler ile Hizb-ut Tahrir açık
ve kesin bir biçimde terörü benimsemediğini ve bir terör
örgütü olmadığını açıklamış bulunmaktadır.
Hizb-ut Tahrir, Kur’an ve Sünnet‘ten benimsediği
değiştirme metodu ile bütün Müslüman ülkelerde ve
Türkiye’de uzun yıllardan beri yürütmüş olduğu siyasi
faaliyetinde, terör sayılabilecek herhangi bir eylem yada yönteme
başvurmamıştır. Bugüne kadar yakalanıp, tutuklanan Hizb-ut
Tahrir mensuplarında da terörle ilgili kurulabilecek herhangi
bir delil bulunmadığı, emniyet raporlarında yer aldığı
gibi, heyetinizin de bunu bildiğinden kuşku duymuyorum.
Hizb-ut Tahrir’in bir çok Müslüman ülkede yürütmüş
olduğu siyasi faaliyet sonucu mensupları, zalim ve zorba
rejimler tarafından çok ağır baskı, zulüm ve işkenceye
maruz bırakılmış ve halende bırakılmaktadır. Bu zulüm ve
işkencelerin bir kısmı öldürme sınırına kadar ulaşarak,
birçok Hizb-ut Tahrirli’nin şehid olmasına neden olmuştur.
Buna rağmen Hizb-ut Tahrir intikam duygusu ile hareket
etmemiş, terör sayılabilecek herhangi bir eylem yada yönteme,
gücü yettiği halde başvurmamıştır. Allah Rasulü (sav),
İslam Devleti’ni kurmak için takip ettiği metodda terör
olarak nitelendirilebilecek bir yönteme başvurmadığından,
Hizb-ut Tahrir de bu metod gereği, fikri ve siyasi çalışmanın
dışında kesinlikle teröre başvurmamış ve
başvurmayacaktır da. Şayet Allah Rasulü (sav) İslam Devleti’ni
kurmadan önce, Mekke’de teröre başvursaydı, O (sav)’i
kendine örnek alan Hizb-ut Tahrir de hiç çekinmeden ve
korkmadan bunu yapardı.
İşte Hizb-ut Tahrir’i ve mensubu olarak beni terörle
ilgilendirilebilecek, herhangi bir yöntem ve eylemden alıkoyan
bunlardır.
Bütün bu çalışmalarım ışığında, Hizb-ut Tahrir’in
bir terör örgütü olduğunu somut delillere dayalı olarak
ortaya koyup, ispat edemeyen iddia makamı; kendi varsayım ve
zanlarını delil olarak, zorlama bir yorumla iddianamesine
almış, bu çabasıyla da hukuk dışılığın en belirgin
örneklerinden birini sergilemiştir.
Fikri ve siyasi yolla toplumu değiştirmek isteyen ve
iktidarı elde etmek için çalışan Hizb-ut Tahrir ile fikri
ve siyasi mücadele yapmayı başaramayanlar, Hizb-ut Tahrir’in
benimsediği fikir, görüş ve çözümler karşısında kendi
fikir ve ideolojilerinin iflas ettiğini görenler; daima zorbalığa,
zulme, işkenceye, vahşiliğe ve haksızlığa
başvurmuşlardır. Hizb-ut Tahrir, yetkilerini kötüye
kullanan bu tür devlet terörü ile sürekli karşılaşmıştır.
Hizb-ut Tahrir bir terör örgütü olmadığı halde, ortaya
koyduğu doğru ve etkili fikir ve çözümler karşısında
çaresizliğe düşen zalim yönetimler, hem Hizb-ut Tahrir’i
yok etmek, hem de halk nezrindeki meşruiyetini lekelemek
amacıyla, Hizb-ut Tahrir’i terörle suçlama yolunu daima
tercih etmişlerdir. Artık tükenme ve yok olma noktasına
gelen bu zorba iktidarlar, asla Hizb-ut Tahrir’i yok etmeyi
başaramayacaklar ve Hilafetin bir gün kurulup kendi iktidarlarına
da son vermesine engel olamayacaklardır.
Yıllarca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da on binlerce masum
insanın ölümüne neden olan PKK terörüne para, silah,
istihbarat ve lojistik destek sağlayarak terörü besleyen ve
ülkesini parçalamak isteyen Amerika ve Avrupa’yı, Türkiye
Cumhuriyeti neden terörist devletler olarak kendine düşman görmüyor?
Neden Avrupa ve Amerika’ya karşı çıkmıyor?
Müslümanlar karşısında bu kadar güçlü olabilen
Türkiye Cumhuriyeti, gerçekte ülkesine en büyük zararı
veren Amerika ve Avrupa karşısında neden hep boynu bükük
bir uşak gibi?
Türkiye Cumhuriyeti, kendi halkı ve ülkesine en büyük
düşman olan sömürgeci Batılı kafirler karşısında, kendi
halkına karşı gösterdiği güç ve cesareti asla göstermemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Batılı kafirlerle birlikte, kendi
halkına düşmanlık etmiştir.
Bugün Türkiye Cumhuriyetinde, 30 milyon insan açlık
sınırında yaşıyor. Ülke nüfusunun %5’ini oluşturan küçük
bir azınlık, ülke servet ve zenginliklerinin %80’ini
kontrol ediyor. Fakir ile zengin arasındaki gelir uçurumu,
1500 kat gibi dehşet veren bir rakama ulaşmıştır.
İnsanlar, insani yeterliliğe göre değil de, siyasi torpil ve
adam kayırmacaya göre istihdam edilmektedir.
Yaşam, çalışma, eğitim ve sağlık gibi en temel
haklardan, halk yoksun bırakılmıştır. Halkın bin bir güçlükle
ödediği vergiler, her çeşit yolsuzlukla hortumlanmakta, bir
gece içerisinde ülke fakirleştirilmektedir. Amerika’nın sömürüsünde
paravan olarak kullandığı IMF’ye, ülke ekonomisiyle
birlikte ülkenin bağımsızlığı da teslim edilmiştir.
Yargı sisteminin siyasallaşarak, bağımsızlığını
kaybettiği, en yüksek yargı organlarının başkanları
tarafından bizzat ifade edilmektedir. Dağlarında şehid düştüğü
için madalya takılan askerlerin kız kardeşleri, Allah’ın
emri olduğu için örttükleri tesettürlerinden dolayı
okullara, kışlalara, devlet dairelerine sokulmamakta, her türlü
hakaretle horlanıp, aşağılanmakta, hak aramalarına izin
bile verilmemektedir.
Namaz kıldıklarından dolayı insanlar fişlenmekte, Batı
Çalışma Grupları oluşturulmakta, Müslümanların çocuklarına
İslam’ı öğretmeleri dahi yasaklanmaktadır. Emniyet güçlerinin
güvenliğini sağladığı genelevlerde, bu ülkenin kadınları
pazarlanmakta, pazarlamacılara madalyalar takılmakta ve daha
çok kadının pazarlanmasına teşvik edilmektedir.
Vatandaşlarına karşı işlenen suçları, vatandaşlarını
hiç önemsemeden affeden, kendine karşı işlenen suçları
ise, asla affetmeyen Türkiye Cumhuriyeti, her zaman halkından
önce kendi güvenliğini esas almaktadır.
Açıkladığım nedenlerden ötürü, Müslüman halkla
herhangi bir ilgisi bulunmayan ve Türkiye Cumhuriyeti’ne
egemen küçük bir azınlığın dışındaki bütün toplum
kesimleri, derin bir haksızlığa uğramışlık duygusu içindedirler.
İşte bu derin haksızlığa uğramışlık duygusu, sisteme
karşı alternatif arayışlarını besleyen en önemli kaynaktır.
Mahkemelerin dava dosyalarının çokluğundan dolayı
tıkandığı, hapishanelerin doluluğundan dolayı sık sık af
çıkarıldığı, televizyon ve gazetelerde her gün birçok
suçla ilgili haberlerin yer aldığı ülkemizde; bu kadar çok
suç ve suçlu olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin suç ve
suçlu üretmedeki olağanüstü başarısı ile izah
edilebilir.
Bu durumun en bariz örneklerinden biri, şu anda
mahkemenizde Hizb-ut Tahrir ile ilgili yapılan yargılamadır.
Hizb-ut Tahrir’in yürütmüş olduğu fikri ve siyasi
faaliyeti yada görüşlerini içeren bildiri ile kamuoyunu
bilgilendirme faaliyetinin, Türkiye Cumhuriyeti’nde yasalar
nezrinde suç olarak karşılığı bulunmamaktadır.
İddia makamı da bu durumun suç olarak karşılığını
bulamamış, sadece suçlu üretme mantığı ile izah
edilebilecek zorlama bir yorumla, hiçbir delil olmadığı
halde, Hizb-ut Tahrir’in faaliyetini Terörle Mücadele Yasası
kapsamına sokmaya çalışmıştır.
Hizb-ut Tahrir, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün
Müslüman memleketlerdeki iktidarların, İslam ülkelerini;
Amerika, İngiltere, Fransa gibi sömürgeci kafir devletlerin
ordularına birer üs ve stratejik bir merkez olarak kullandırdıklarını
tespit etmiştir. Bu kafir devletlerin, İslam ülkelerinin
servet ve zenginliklerini sömürerek gasp etmelerine, bu
iktidarlar ortaklık etmektedirler. Yine bu iktidarlar, kafir
batının isteği yönünde gaspçı yahudi varlığı İsrail’in
kurulmasına, korunmasına, güçlendirilmesine ve Müslümanların
kalbine bir hançer gibi saplanmasına da ortaklık
etmektedirler. Yahudi varlığı, Filistin topraklarını işgal
ederek yüz binlerce Müslümanı vahşice katletmiş gayri
meşru bir varlıktır. Allah ve Rasulü gayrı meşru bu Yahudi
varlığının, derhal Filistin topraklarından kovularak,
Filistin’in Müslümanlara geri verilmesini emretmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti gasp Yahudi varlığını, 1948
yılında ilk tanıyan ülkeler arasında yer almıştır. Kendi
ülkesinde Amerikan üslerinin açılmasına izin vermiş,
özellikle de Müslüman ülkelerin aleyhine bu üsleri kullandırmış
ve de kullandırmaya devam etmektedir. Amerika’nın çıkarları
için Güney Kore’ye bir tugay asker göndermiş, hiçbir çıkarımızın
olmadığı bir savaşta bu kadar askerimizin yitip gitmesine
yol açmıştır. Şu yaşadığımız günlerde, Amerika’nın
terörle mücadele bahanesi altında tümüyle kendi çıkarları
için, Orta Asya’ya askeri bir varlık olarak yerleşmek
amacıyla Afganistan’a açtığı savaşta, Türkiye
Cumhuriyeti Amerika’nın isteğine boyun eğerek, Amerika’nın
yanında yer almış ve tarihte eşine az rastlanır
vahşilikteki bir katliama ortak olmuştur. Bunlar az önce yaptığım
açıklamaların somut örneklerinden, sadece birkaç tanesidir.
Hizb-ut Tahrir yine bu iktidarların, halkın içinden çıkmış
polis, savcı ve hakimler vasıtasıyla İslam’la yönetecek
olan Raşidi Hilafeti kurmaya çalışan Müslümanları
acımasızca takip ettirdiğini, yakaladığını ve zulmederek
hapishanelere doldurduğunu da tespit etmiştir.
Bütün bu tespitleriyle birlikte Hizb-ut Tahrir, Allah’ın
Kitabı ve Rasulü’nün hayatı üzerinde derin araştırma ve
incelemelerde bulunmuştur. Bu araştırma ve incelemelerinin
sonucunda İslam’la yöneterek toplumda İslami hayatı
başlatacak olan Raşidi Hilafet Devleti’nin kurulması için,
çalışmanın bütün Müslümanlara farz olduğunu ortaya
koymuştur. Raşidi Hilafet Devleti Müslümanları parçalanmışlıktan
kurtaracak, onları Kelime-i Tevhid sancağı altında
birleştirecektir. Raşidi Hilafet Devleti, Müslümanları geri
kalmışlıktan kurtarıp kalkındıracak ve Müslümanların
insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet konumuna
tekrar yükselmesini sağlayacaktır. Raşidi Hilafet Devleti,
İslam Ümmeti’ni devletlerarası alanda evrensel bir güç
konumuna ulaştıracaktır. Bütün küfür fikir ve
sistemlerinden, kafirlerin tasallut ve istilalarından Müslümanları
ve insanlığı kurtaracak olan Raşidi Hilafet Devleti, düşünce
ve metod olarak İslam’ı benimseyen partisel bir kitleleşme
ile siyasi faaliyette bulunularak tesis edilebilir.
İddia makamı, iddianamesinde İslam’la yönetmek amacıyla
Raşidi Hilafet Devleti’ni kurmaya çalışmanın suç olduğuna
da yer vermiştir.
Cumhurbaşkanı’ndan, hükümet üyelerine,
milletvekillerine, bürokratlara, yüksek yargı organı
başkanlarına kadar, işçisinden, memurundan, çöpçüsüne
ve çobanına kadar bu ülkedeki her seviyeden insan, hemen her
gün Türkiye Cumhuriyeti siyasal sisteminin iflas ettiğini ve
ülkeyi taşımadığını ifade etmektedir. Çözüm olarak da
Amerikan tipi başkanlık sistemi yada Fransa tipi yarı
başkanlık sisteminden bahsediliyor olması suç olmuyor da,
çözüm olarak Allah ve Rasulünün emrettiği Raşidi
Hilafetin sunulması neden suç oluyor?
Otuz yılı aşkın bir süredir, onurumuzu, şerefimizi,
inançlarımızı, ülkemizin geleceğini ve
bağımsızlığını terk ederek, bizi istemediklerini söylemelerine
ve bizimle alay edip aşağılamalarına rağmen, kapılarında
yalvaran dilencilere döndüğümüz, bizi hiçbir zaman
içlerine almayacak bir Hıristiyan kulübü olan Avrupa Birliği’ne
girmeye çalışmak suç olmuyor da, Müslümanlara kafirlerin
önünde yitirdikleri onuru, şerefi ve üstünlüğü geri
getirecek olan Raşidi Hilafeti istemek ve bunun için çalışmak
neden suç oluyor?
Globalleşme ve küreselleşme adı altında, bütün
devletlerin Amerika’nın hegemonyası altında birleşmeleri
parlak bir gelecek gibi takdim edilip buna çağrıda bulunmak
suç olmazken, Müslümanların birliğini sağlayacak olan
Raşidi Hilafet için çağrıda bulunmak neden suç oluyor?
Uluslararası toplumla birlikte olabilmek ve uluslararası
toplumu da sadece sömürgeci kafir Batı dünyası olarak görmek,
her şeyinden vazgeçerek İslam’ı ve Müslümanları
kendileri için en büyük düşman olarak gören Batı dünyası
ile sürekli bütünleşmeye çalışmak suç olmuyor da,
Müslüman toplumla bütünleşmeye çalışmak neden suç
oluyor?
Sömürgeci kafir devletlerin çıkarlarına hizmet etmek
amacıyla, yine onlar tarafından kurulmuş Birleşmiş
Milletler, NATO ve şimdilerde de Avrupa Ordusu gibi sözde
uluslararası örgütlere, üstelik her zaman kendi aleyhinde
kararlar verdikleri halde üye olmak suç olmuyor da,
Müslümanların çıkarlarını korumak amacıyla çalışmak
neden suç oluyor?
Müslümanları büyük bir güç haline getirecek olan
Hilafeti, kendi sömürülerine engel olarak görüp
parçalayanlar ve günümüzde de Hilafet’in yeniden kurulmasını
dünyadaki hegemonya ve sömürülerinin sonu olarak görenler
için, elbette bu büyük bir suçtur.
Raşidi Hilafet, Müslüman ülkelerin, Batının sömürü
ve köleliğinden yegane kurtuluşudur. Türkiye neden İslam’la
yönetecek olan Raşidi Hilafeti ilan edip, bütün
müslümanları Hilafet çatısı altında toplamıyor? Ve neden
bununla elde edeceği büyük güç ve imkanla, bugüne kadar
adeta köle gibi hizmet ettiği halde bir türlü yaranamadığı,
kafir Batı karşısında üstünlüğü ele geçirmiyor? Ve
neden Batının sömürüsü ve zulmü altında inleyen zavallı
dünya insanlığına adaleti götürecek, dünyanın parlayan
yıldızı ve seçkin medeniyeti olmayı tercih etmiyor?
Yüzyıllar boyu Hilafete başkentlik yapmış, İslam
Risalet ve hidayetini bütün dünyaya taşımış Müslüman
bir ülkede, söyleyiniz bana “Rabbim Allah’tır”
deyip, Rabbimizin dinini hayata hakim kılmak istediğim için
mi yargılanıyorum?
Kafir batı dünyasının, Müslümanların servet ve
zenginliklerini yağmalayıp, sömürgesine son verecek olan
Hilafeti kurmaya çalıştığımdan dolayı Amerika,
İngiltere, Fransa ve İsrail gibi kafir devletler tarafından
tutuklanıp yargılansaydım, bu durum beni hiç
şaşırtmazdı. Ancak halkı Müslüman olan bir ülkede, bu
halkın içinden çıkmış savcı ve hakimler tarafından
yargılanıyor olmamı kabul edemeyeceğim gibi, kendime izah da
edemiyorum.
Niçin küfür fikir ve sistemlerinden olan demokrasi ve
laikliği esas alan ve bunlara davet eden milliyetçisinden
muhafazakarına, liberalinden komünistine kadar birçok siyasi
partinin kurulmasına ve iktidarı elde etmek için faaliyet
göstermesine izin veriliyor da, niçin İslam’ı esas alarak
siyasi faaliyette bulunan, siyasi partilere izin verilmiyor?
Hizb-ut Tahrir tümüyle İslam’ı esas alan, düşüncesinde,
metodunda, amaç ve faaliyetinde kesinlikle İslam’a
aykırılık bulunmayan ve sadece Allah (c.c)’nin emrine
icabet eden siyasi bir partidir. Şu halde şahsım ve partim
Hizb-ut Tahrir ile ilgili yapılan yargılama aslında İslam’ın
yargılanması anlamına gelmiyor mu? Bu kabul edilemez
yargılamadaki büyük yanılgının nedeni, İslam’la ve Müslümanlarla
acımasızca mücadele eden Türkiye Cumhuriyeti’ndeki iktidar
sahipleridir. Bu iktidar sahipleri, İslam’la yöneterek,
Müslümanları evrensel bir güç haline getirecek Raşidi
Hilafet Devleti’nin kurulmasını engellemeye, hayatlarını
adamışlardır.
Bu iktidar sahipleri tarafından zalimce yakalanarak,
mahkemenizde yargılanmak için tutuklanmamın gerçek sebebi,
az önce yaptığım açıklamalardan özetle, Hizb-ut Tahrir’in
İslam davasını yüklenerek bu zalim, zorba ve sömürgen
iktidar ve bu gibi iktidarların tümüne son verecek olmasıdır.
Sonuç olarak; yapmış olduğum bu ameli Allah (c.c)’ya
arz ediyor, O’na dayanıyor, O’na güveniyor ve yine O’na
sığınıyorum. Mahkemenizden de, Müslüman halka rağmen
iktidar ve egemenliği elinde bulunduran şu küçük azınlığın
emrettiği kanunları reddetmenizi, kulu olduğunuz Allah’ın
indirdiği hükümlere göre hüküm vererek Allah’a itaati
seçmenizi ve bizleri serbest bırakmanızı talep ediyor, sözlerimi
bir temenni ile noktalamak istiyorum:
Ey Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ım!
Mensubiyetinden onur duyduğum, hayırlı ve seçkin partim
Hizb-ut Tahrir’e, en yakın bir günde, senin dininle
yönetecek olan Raşidi Hilafet Devleti’ni tesis etmeyi ve
İslam’ı evrensel bir risalet olarak, bütün dünyaya taşımayı
nasip et. Zalimleri ve kafirleri de bu dünyada rezil ve rüsvay
edip, kendi yanında da acıklı bir azaba uğrat. AMİN.
|