Ana Sayfa YIL 13   SAYI 146   ZİLKADE 1422   ŞUBAT 2002 E-Mail

DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİNE SUNULAN BİR SAVUNMA METNİ

Remzi ÖZER

Hizb-ut Tahrir davasından yargılanan Remzi ÖZER’in, Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesinde, 16 Ocak 2002 tarihinde yapılan duruşmada, Mahkemeye okumuş ve vermiş olduğu savunma metnidir.

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c)’ya, Salat ve Selam ise, Allah’ın kutlu elçisi Hz. Muhammed (sav)’e ve seçkin İslam hidayetine ihsan ile tabi olanların üzerine olsun.

Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanlığı’na;

Sizlere, yaşamış olduğum şerefli hayattan, eşimden ve çocuklarımdan, zalimce koparılıp hapsedilmemin ve mahkemenize getirilmemin gerçek nedenlerini açıklamak istiyorum.

İddia makamı tarafından hazırlanan iddianamede yer alan şahsımla ve mensubu olmaktan şeref duyduğum partim Hizb-ut Tahrir’le ilgili basit değersiz, ispattan yoksun, iddia makamının sadece kuruntu ve vehimlerinden ibaret olan, asılsız bütün suçlamalarına cevap veriyorum.

Ben Allah (c.c)’nin göndermiş olduğu, seçkin İslam hidayetini benimsemiş, Allah’a kulluk etmede ve Allah’ın rızasını kazanmada hayatın anlamını bulmuş bir Müslümanım.

İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an-ı Kerim’i ve Rasulullah Aleyhisselatu Vesselamın hayatını derinlemesine araştırdım ve inceledim. Bu araştırma ve incelemelerimin sonucunda; İslam’ın siyasal, sosyal, iktisadi, hukuki ve devletlerarası alanda olduğu gibi, hayatın diğer bütün alanları için de köklü ve kapsamlı çözümler getirerek, hayatı düzenlediğini gördüm. Rasulullah Aleyhisselatu Vesselam da İslam’ın getirmiş olduğu bu çözümlerle fert, toplum ve devlet bazında hayatı düzenlemiş, Müslümanlar için örnek bir toplum ve devlet düzeni ortaya koymuştur.

Yaşamakta olduğum hayatta ise, sömürgeci kafir batı dünyası tarafından İslam Hilafeti’nin parçalanıp, ortadan kaldırılması ile İslam toprakları üzerinde kafir batı dünyasına hizmet eden işbirlikçi, zalim, despot ve zorba yönetimlerin kurulmuş olduğunu, bu yönetimlerin batılı kafir efendilerinin emirleri yönünde, Müslüman halka düşmanlıkta efendilerini bile geçtiğini, Müslümanları hor, hakir, zelil ve geri kalmış bir hayata hapsetmek için çalıştıklarını tespit ettim.

Bu yönetimlerden biri olan Türkiye Cumhuriyeti de, Müslüman halkın inançlarından kaynaklanmayan, halka rağmen zorbaca halka dayatılarak kurulmuş bir yönetimdir. Kurulduğu günden bu yana sürekli halkına düşmanlık etmiş, halkı ile kasıtlı bir çatışma içinde olmuştur. Sömürgeci kafir batı dünyasından alınan laiklik ve demokrasiye dayalı Türkiye Cumhuriyeti, Müslüman halk nezdinde hiçbir zaman meşru görülmemiş ve benimsenmemiştir. Ülkenin gelişip kalkınmasında ve kafir batı dünyası ile rekabet edebilecek bir güce ulaşmasında harcanması gereken toplumsal enerji, halk ile devlet arasında süre giden bir iç çatışmaya harcanmıştır. Bu iç çatışma; Müslüman halkı geri kalmışlığa hapsetmiş, Batı dünyası ile rekabet edememe gibi acı bir sonuç doğurmuştur. Tarihte eşine az rastlanır bir ihanetle bu devlet, ezeli düşmanı olan Batının lehine, kendi ülke ve halkının aleyhine çalışmış ve halen çalışmaktadır.

Halkın inancı olan İslam’a tamamiyle zıt olan, demokratik ve laik sistemin Türkiye Cumhuriyeti tarafından benimsenmiş olması, bu iç çatışmanın en temel nedenini oluşturmaktadır.

Bilindiği gibi, dinin siyasal ve toplumsal hayattan ayrılması ve dinin hayata müdahalesinin engellenmesi anlamına gelen laik anlayış, kafir Batı dünyasının ürünüdür. İnsanların özgür olması esasına dayanır ve insanların özgürlüğünü kısıtlayan her şeye karşı çıkma iddiasındadır. Dini de, insanların özgürlüğünü kısıtlayan ana unsur konumunda değerlendirir ve dine de bu nedenle karşı çıkar. Söz konusu din İslam olunca; bu karşı çıkış, Allah’a teslim olma yerine Allah’a başkaldırma ve isyan anlamına gelmektedir.

Sömürgeci batı dünyasının temel inancı olan laiklik, ülkemizde Müslüman halka bin bir türlü baskı yöntemleriyle zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Ancak halkın, ne yapılırsa yapılsın bir türlü benimsememesi üzerine, günümüzde de bu zorbaca benimsetme çalışmalarına devam edilmektedir. Müslüman halktan teslim olup, itaat etmek zorunda oldukları Allah (c.c) ile adeta bir özgürlük savaşına girmeleri istenmiştir. İslam, Allah tarafından hayatı düzenlemek amacı ile gönderilmiş seçkin bir hidayet iken, laiklik de İslam’ı hayata sokmamaya çalışmaktadır. İslam ve laiklik birbirleri ile mücadele eden ve asla bir araya gelemeyecek olan, iki düşmandır. Bu durum devlete egemen olmuş ve laikliği benimsemiş, kafir Batının sadık hizmetkarları ile Müslüman halk arasında kesintisiz bir mücadele olarak hayata yansımaktadır.

Laikliğin öncül ve temel şart olduğu demokrasi ise, 20.yüzyılın en büyük yalanı ve insanlığın asla gerçekleştiremeyeceği ütopyasıdır. Millet iradesinin üstünde başka bir iradenin bulunmaması olarak kabul edilen demokrasi, bu anlamı ile açıkça Allah (c.c)’nin kulları üzerindeki iradesini yok saymaktadır. Egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olması olarak da tarif edilen demokrasi, kesinlikle İslam şeriatının egemenliği ile ters düşmektedir. Kendi varlığını sürdürebilmesinin temel şartı da, İslam şeriatına egemenlik hakkı tanımamaktadır.

Kendi kendini yöneten halk masalına gelince; hiçbir zaman kendi kendini yöneten bir halk var olmamıştır ve de var olmayacaktır. Bu sadece, zayıf ve güçsüzlerin sömürgeye karşı uyutulabilmelerini, böylece de karşı çıkmamalarını sağlamak için, sömürgeci kafirler tarafından üretilmiş ve adına da demokrasi denmiş bir masaldır. Bir başka açıdan demokrasi, hayatı düzenleme konusunda insanın kendini Yüce Allah’tan daha yeterli görmesi olarak da tanımlanabilir. Halbuki Allah (c.c), bütün peygamberlerini bu en temel ve en büyük günahtan kurtarmak için göndermiş, Kur’an’ı da bunun için indirmiştir. Göklerdeki hayatın yegane efendisi ve düzenleyicisi olduğu gibi, yeryüzündeki hayatın da yegane efendisi ve düzenleyicisi olduğunu bunun için beyan etmiştir.

Cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi anlayan bir toplum için hükmü Allah’tan daha güzel olan kim vardır. [Maide 50] ayeti ile “Hüküm yalnız Allah’ındır. “[Yusuf 40] ayetine de Kur’an’da bunun için yer vermiştir.

Açıkladığım şekliyle laikliği ve demokrasiyi esas alan Türkiye’deki siyasal sistem ve bu sisteme egemen güçler tarafından, İslam hayat alanından uzaklaştırılmıştır. Müslüman halk inançlarına uygun bir hayatı yaşamaktan alıkonulmuş, hor, hakir ve zelil bir hayat yaşamaya zorlanmışlardır. Onur ve şereflerine, din ve inançlarına değer verilmemiştir.

İşte ben bütün bu tespitlerimden sonra, Allah (c.c) ‘nin:

Ey İman edenler! Allah ve Rasulü sizi, size hayat verene çağırdığında hemen icabet ediniz. [Enfal 24]

emrine icabet ederek, İslam’ı hayata hakim kılmak için bir dava olarak yüklenmek gerektiğine inandım. Bu davayı yüklenme emrini yerine getirmek amacıyla, yaptığım inceleme ve araştırmalar sonucunda, baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit gibi yöntemleri benimsemeyen, içinde fikri mücadele ve siyasi mücadelenin parladığı, seçkin bir siyasi parti olarak karşıma çıkan Hizb-ut Tahrir ile İslam davasını yüklenmek ve toplumda İslami hayatı yeniden başlatmak amacıyla, isteyerek ve severek çalışmaya başladım.

Hizb-ut Tahrir, ideolojisi İslam olan siyasi bir partidir. Toplumda İslami hayatı başlatmak, toplumun fikir ve hislerini düzeltmek, İslam Risalet ve hidayetini, bütün dünyaya evrensel fikri bir önderlik olarak taşımak gayesi ile Rabbimizin:

Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır. [Al-i İmran 104]

emrine binaen kurulmuştur. Bu ayette yer alan hayra davet etmekten maksat, İslam’a davet etmektir. İyiliği emretmenin ve kötülükten alıkoymanın, hem yönetilenleri hem de yöneticileri kapsaması, ideolojisi İslam olan siyasi bir partinin kurularak siyasi faaliyette bulunmasını, bütün Müslümanlara farz kılmaktadır.

Yine Yüce Rabbımız:

Ne mü’min bir erkek, ne de mü’mine bir kadın için, Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman onlara işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulüne isyan ederse apaçık bir şekilde sapmış olur. [Ahzab 36]

Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan vazgeçip onların arzularına uyma! [Maide 48]

Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir. [Maide 44] ayetleri ile İslam şeriatının tatbikini emretmektedir. İslam şeriatının tatbiki ise, bu şeriatı tatbik edecek Raşidi Hilafet Devleti’ni kurmak için, siyasi bir faaliyet yürütmeyi bütün Müslümanlara yine farz kılmaktadır.

Açıkladığım ayetlerden de anlaşıldığı gibi, İslam’a göre meşru ve yasal bir parti olan Hizb-ut Tahrir’in iddia makamı tarafından yasa dışılıkla suçlanmasının, benim için bir değeri bulunmamaktadır.

İslam’a göre yasal bir parti olan Hizb-ut Tahrir’in, terör suçlamasıyla herhangi bir ilgisinin kurulamayacağına da burada değinmek istiyorum.

Hizb-ut Tahrir, Allah Rasulü'nün Peygamber oluşundan itibaren Mekke’de İslam’a davet aşamasından, Medine’de İslam Devleti’ni kurmasına kadar olan metodunu benimsemiştir. Allah’ın Rasulü Mekke’de insanları fikri ve siyasi çalışmalarla İslam’a davet etmiştir. Bu aşamada yaşadıkları bütün zulüm, işkence, baskı ve eziyetlere rağmen, terör olarak nitelendirilebilecek herhangi bir eylem yada yönteme asla başvurmamıştır. Bu durum Medine’de İslam Devleti’ni kurana değin sürmüştür. Hizb-ut Tahrir de Allah Rasulü'nün Mekke’deki İslam’a davet metodunu, kendine metod olarak benimsemiştir.

Hiç şüphe yok ki; Hizb-ut Tahrir, Mahkemenizde de bulunan, kendi kitap ve yayınlarında terörü benimsemediğini, terör sayılabilecek eylem yada yöntemlerin doğru olmadığını açıklamıştır.

11 Eylül’de Amerika Birleşik Devletleri’nde, Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırılar sonrasında, Amerika’nın Afganistan’a savaş ilan etmesi ile ilgili olarak yayımladığı bildirisinde Hizb-ut Tahrir, şu ifadelere yer vermiştir:

“Ey Müslümanlar! Sizi aşağılayan ve sizi hafife alan Amerika’nın bu şekildeki isteğini reddetmeniz size farz olmaktadır. Zira Amerika kimi destekleyeceğinizi ve kiminle savaşacağınızı size bildirecek kadar, yüce bir mevkide değildir. Siz ilahi Risalet ehlisiniz, insanlığa nur ve hidayet taşıyan kimselersiniz. Muhakkak ki Allah (c.c),

Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir ümmetsiniz. [Al-i İmran 110] şeklindeki mübarek sözüyle sizi vasıflandırmıştır. Bu Risaletin hükümleri savaşa katılmayanlarla savaşmayı, savaşa katılmayan çocuk, ihtiyar ve kadınları savaş meydanında olsalar bile öldürmeyi haram kılmıştır. Bunları Müslümanlar yapmaz. Fakat Müslümanlara saldıran, onların topraklarını gasp eden, servetlerini alıp götüren ve onlara egemenlik kurmak isteyen düşmanla savaşıp öldürmek, meşrudur ve cihaddır. Dahası o farzdır. İslam’ın zirve noktasıdır.” Bu ifadeler ile Hizb-ut Tahrir açık ve kesin bir biçimde terörü benimsemediğini ve bir terör örgütü olmadığını açıklamış bulunmaktadır.

Hizb-ut Tahrir, Kur’an ve Sünnet‘ten benimsediği değiştirme metodu ile bütün Müslüman ülkelerde ve Türkiye’de uzun yıllardan beri yürütmüş olduğu siyasi faaliyetinde, terör sayılabilecek herhangi bir eylem yada yönteme başvurmamıştır. Bugüne kadar yakalanıp, tutuklanan Hizb-ut Tahrir mensuplarında da terörle ilgili kurulabilecek herhangi bir delil bulunmadığı, emniyet raporlarında yer aldığı gibi, heyetinizin de bunu bildiğinden kuşku duymuyorum.

Hizb-ut Tahrir’in bir çok Müslüman ülkede yürütmüş olduğu siyasi faaliyet sonucu mensupları, zalim ve zorba rejimler tarafından çok ağır baskı, zulüm ve işkenceye maruz bırakılmış ve halende bırakılmaktadır. Bu zulüm ve işkencelerin bir kısmı öldürme sınırına kadar ulaşarak, birçok Hizb-ut Tahrirli’nin şehid olmasına neden olmuştur. Buna rağmen Hizb-ut Tahrir intikam duygusu ile hareket etmemiş, terör sayılabilecek herhangi bir eylem yada yönteme, gücü yettiği halde başvurmamıştır. Allah Rasulü (sav), İslam Devleti’ni kurmak için takip ettiği metodda terör olarak nitelendirilebilecek bir yönteme başvurmadığından, Hizb-ut Tahrir de bu metod gereği, fikri ve siyasi çalışmanın dışında kesinlikle teröre başvurmamış ve başvurmayacaktır da. Şayet Allah Rasulü (sav) İslam Devleti’ni kurmadan önce, Mekke’de teröre başvursaydı, O (sav)’i kendine örnek alan Hizb-ut Tahrir de hiç çekinmeden ve korkmadan bunu yapardı.

İşte Hizb-ut Tahrir’i ve mensubu olarak beni terörle ilgilendirilebilecek, herhangi bir yöntem ve eylemden alıkoyan bunlardır.

Bütün bu çalışmalarım ışığında, Hizb-ut Tahrir’in bir terör örgütü olduğunu somut delillere dayalı olarak ortaya koyup, ispat edemeyen iddia makamı; kendi varsayım ve zanlarını delil olarak, zorlama bir yorumla iddianamesine almış, bu çabasıyla da hukuk dışılığın en belirgin örneklerinden birini sergilemiştir.

Fikri ve siyasi yolla toplumu değiştirmek isteyen ve iktidarı elde etmek için çalışan Hizb-ut Tahrir ile fikri ve siyasi mücadele yapmayı başaramayanlar, Hizb-ut Tahrir’in benimsediği fikir, görüş ve çözümler karşısında kendi fikir ve ideolojilerinin iflas ettiğini görenler; daima zorbalığa, zulme, işkenceye, vahşiliğe ve haksızlığa başvurmuşlardır. Hizb-ut Tahrir, yetkilerini kötüye kullanan bu tür devlet terörü ile sürekli karşılaşmıştır. Hizb-ut Tahrir bir terör örgütü olmadığı halde, ortaya koyduğu doğru ve etkili fikir ve çözümler karşısında çaresizliğe düşen zalim yönetimler, hem Hizb-ut Tahrir’i yok etmek, hem de halk nezrindeki meşruiyetini lekelemek amacıyla, Hizb-ut Tahrir’i terörle suçlama yolunu daima tercih etmişlerdir. Artık tükenme ve yok olma noktasına gelen bu zorba iktidarlar, asla Hizb-ut Tahrir’i yok etmeyi başaramayacaklar ve Hilafetin bir gün kurulup kendi iktidarlarına da son vermesine engel olamayacaklardır.

Yıllarca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da on binlerce masum insanın ölümüne neden olan PKK terörüne para, silah, istihbarat ve lojistik destek sağlayarak terörü besleyen ve ülkesini parçalamak isteyen Amerika ve Avrupa’yı, Türkiye Cumhuriyeti neden terörist devletler olarak kendine düşman görmüyor?

Neden Avrupa ve Amerika’ya karşı çıkmıyor?

Müslümanlar karşısında bu kadar güçlü olabilen Türkiye Cumhuriyeti, gerçekte ülkesine en büyük zararı veren Amerika ve Avrupa karşısında neden hep boynu bükük bir uşak gibi?

Türkiye Cumhuriyeti, kendi halkı ve ülkesine en büyük düşman olan sömürgeci Batılı kafirler karşısında, kendi halkına karşı gösterdiği güç ve cesareti asla göstermemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Batılı kafirlerle birlikte, kendi halkına düşmanlık etmiştir.

Bugün Türkiye Cumhuriyetinde, 30 milyon insan açlık sınırında yaşıyor. Ülke nüfusunun %5’ini oluşturan küçük bir azınlık, ülke servet ve zenginliklerinin %80’ini kontrol ediyor. Fakir ile zengin arasındaki gelir uçurumu, 1500 kat gibi dehşet veren bir rakama ulaşmıştır. İnsanlar, insani yeterliliğe göre değil de, siyasi torpil ve adam kayırmacaya göre istihdam edilmektedir.

Yaşam, çalışma, eğitim ve sağlık gibi en temel haklardan, halk yoksun bırakılmıştır. Halkın bin bir güçlükle ödediği vergiler, her çeşit yolsuzlukla hortumlanmakta, bir gece içerisinde ülke fakirleştirilmektedir. Amerika’nın sömürüsünde paravan olarak kullandığı IMF’ye, ülke ekonomisiyle birlikte ülkenin bağımsızlığı da teslim edilmiştir.

Yargı sisteminin siyasallaşarak, bağımsızlığını kaybettiği, en yüksek yargı organlarının başkanları tarafından bizzat ifade edilmektedir. Dağlarında şehid düştüğü için madalya takılan askerlerin kız kardeşleri, Allah’ın emri olduğu için örttükleri tesettürlerinden dolayı okullara, kışlalara, devlet dairelerine sokulmamakta, her türlü hakaretle horlanıp, aşağılanmakta, hak aramalarına izin bile verilmemektedir.

Namaz kıldıklarından dolayı insanlar fişlenmekte, Batı Çalışma Grupları oluşturulmakta, Müslümanların çocuklarına İslam’ı öğretmeleri dahi yasaklanmaktadır. Emniyet güçlerinin güvenliğini sağladığı genelevlerde, bu ülkenin kadınları pazarlanmakta, pazarlamacılara madalyalar takılmakta ve daha çok kadının pazarlanmasına teşvik edilmektedir. Vatandaşlarına karşı işlenen suçları, vatandaşlarını hiç önemsemeden affeden, kendine karşı işlenen suçları ise, asla affetmeyen Türkiye Cumhuriyeti, her zaman halkından önce kendi güvenliğini esas almaktadır.

Açıkladığım nedenlerden ötürü, Müslüman halkla herhangi bir ilgisi bulunmayan ve Türkiye Cumhuriyeti’ne egemen küçük bir azınlığın dışındaki bütün toplum kesimleri, derin bir haksızlığa uğramışlık duygusu içindedirler. İşte bu derin haksızlığa uğramışlık duygusu, sisteme karşı alternatif arayışlarını besleyen en önemli kaynaktır.

Mahkemelerin dava dosyalarının çokluğundan dolayı tıkandığı, hapishanelerin doluluğundan dolayı sık sık af çıkarıldığı, televizyon ve gazetelerde her gün birçok suçla ilgili haberlerin yer aldığı ülkemizde; bu kadar çok suç ve suçlu olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin suç ve suçlu üretmedeki olağanüstü başarısı ile izah edilebilir.

Bu durumun en bariz örneklerinden biri, şu anda mahkemenizde Hizb-ut Tahrir ile ilgili yapılan yargılamadır. Hizb-ut Tahrir’in yürütmüş olduğu fikri ve siyasi faaliyeti yada görüşlerini içeren bildiri ile kamuoyunu bilgilendirme faaliyetinin, Türkiye Cumhuriyeti’nde yasalar nezrinde suç olarak karşılığı bulunmamaktadır.

İddia makamı da bu durumun suç olarak karşılığını bulamamış, sadece suçlu üretme mantığı ile izah edilebilecek zorlama bir yorumla, hiçbir delil olmadığı halde, Hizb-ut Tahrir’in faaliyetini Terörle Mücadele Yasası kapsamına sokmaya çalışmıştır.

Hizb-ut Tahrir, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün Müslüman memleketlerdeki iktidarların, İslam ülkelerini; Amerika, İngiltere, Fransa gibi sömürgeci kafir devletlerin ordularına birer üs ve stratejik bir merkez olarak kullandırdıklarını tespit etmiştir. Bu kafir devletlerin, İslam ülkelerinin servet ve zenginliklerini sömürerek gasp etmelerine, bu iktidarlar ortaklık etmektedirler. Yine bu iktidarlar, kafir batının isteği yönünde gaspçı yahudi varlığı İsrail’in kurulmasına, korunmasına, güçlendirilmesine ve Müslümanların kalbine bir hançer gibi saplanmasına da ortaklık etmektedirler. Yahudi varlığı, Filistin topraklarını işgal ederek yüz binlerce Müslümanı vahşice katletmiş gayri meşru bir varlıktır. Allah ve Rasulü gayrı meşru bu Yahudi varlığının, derhal Filistin topraklarından kovularak, Filistin’in Müslümanlara geri verilmesini emretmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti gasp Yahudi varlığını, 1948 yılında ilk tanıyan ülkeler arasında yer almıştır. Kendi ülkesinde Amerikan üslerinin açılmasına izin vermiş, özellikle de Müslüman ülkelerin aleyhine bu üsleri kullandırmış ve de kullandırmaya devam etmektedir. Amerika’nın çıkarları için Güney Kore’ye bir tugay asker göndermiş, hiçbir çıkarımızın olmadığı bir savaşta bu kadar askerimizin yitip gitmesine yol açmıştır. Şu yaşadığımız günlerde, Amerika’nın terörle mücadele bahanesi altında tümüyle kendi çıkarları için, Orta Asya’ya askeri bir varlık olarak yerleşmek amacıyla Afganistan’a açtığı savaşta, Türkiye Cumhuriyeti Amerika’nın isteğine boyun eğerek, Amerika’nın yanında yer almış ve tarihte eşine az rastlanır vahşilikteki bir katliama ortak olmuştur. Bunlar az önce yaptığım açıklamaların somut örneklerinden, sadece birkaç tanesidir.

Hizb-ut Tahrir yine bu iktidarların, halkın içinden çıkmış polis, savcı ve hakimler vasıtasıyla İslam’la yönetecek olan Raşidi Hilafeti kurmaya çalışan Müslümanları acımasızca takip ettirdiğini, yakaladığını ve zulmederek hapishanelere doldurduğunu da tespit etmiştir.

Bütün bu tespitleriyle birlikte Hizb-ut Tahrir, Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün hayatı üzerinde derin araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. Bu araştırma ve incelemelerinin sonucunda İslam’la yöneterek toplumda İslami hayatı başlatacak olan Raşidi Hilafet Devleti’nin kurulması için, çalışmanın bütün Müslümanlara farz olduğunu ortaya koymuştur. Raşidi Hilafet Devleti Müslümanları parçalanmışlıktan kurtaracak, onları Kelime-i Tevhid sancağı altında birleştirecektir. Raşidi Hilafet Devleti, Müslümanları geri kalmışlıktan kurtarıp kalkındıracak ve Müslümanların insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet konumuna tekrar yükselmesini sağlayacaktır. Raşidi Hilafet Devleti, İslam Ümmeti’ni devletlerarası alanda evrensel bir güç konumuna ulaştıracaktır. Bütün küfür fikir ve sistemlerinden, kafirlerin tasallut ve istilalarından Müslümanları ve insanlığı kurtaracak olan Raşidi Hilafet Devleti, düşünce ve metod olarak İslam’ı benimseyen partisel bir kitleleşme ile siyasi faaliyette bulunularak tesis edilebilir.

İddia makamı, iddianamesinde İslam’la yönetmek amacıyla Raşidi Hilafet Devleti’ni kurmaya çalışmanın suç olduğuna da yer vermiştir.

Cumhurbaşkanı’ndan, hükümet üyelerine, milletvekillerine, bürokratlara, yüksek yargı organı başkanlarına kadar, işçisinden, memurundan, çöpçüsüne ve çobanına kadar bu ülkedeki her seviyeden insan, hemen her gün Türkiye Cumhuriyeti siyasal sisteminin iflas ettiğini ve ülkeyi taşımadığını ifade etmektedir. Çözüm olarak da Amerikan tipi başkanlık sistemi yada Fransa tipi yarı başkanlık sisteminden bahsediliyor olması suç olmuyor da, çözüm olarak Allah ve Rasulünün emrettiği Raşidi Hilafetin sunulması neden suç oluyor?

Otuz yılı aşkın bir süredir, onurumuzu, şerefimizi, inançlarımızı, ülkemizin geleceğini ve bağımsızlığını terk ederek, bizi istemediklerini söylemelerine ve bizimle alay edip aşağılamalarına rağmen, kapılarında yalvaran dilencilere döndüğümüz, bizi hiçbir zaman içlerine almayacak bir Hıristiyan kulübü olan Avrupa Birliği’ne girmeye çalışmak suç olmuyor da, Müslümanlara kafirlerin önünde yitirdikleri onuru, şerefi ve üstünlüğü geri getirecek olan Raşidi Hilafeti istemek ve bunun için çalışmak neden suç oluyor?

Globalleşme ve küreselleşme adı altında, bütün devletlerin Amerika’nın hegemonyası altında birleşmeleri parlak bir gelecek gibi takdim edilip buna çağrıda bulunmak suç olmazken, Müslümanların birliğini sağlayacak olan Raşidi Hilafet için çağrıda bulunmak neden suç oluyor?

Uluslararası toplumla birlikte olabilmek ve uluslararası toplumu da sadece sömürgeci kafir Batı dünyası olarak görmek, her şeyinden vazgeçerek İslam’ı ve Müslümanları kendileri için en büyük düşman olarak gören Batı dünyası ile sürekli bütünleşmeye çalışmak suç olmuyor da, Müslüman toplumla bütünleşmeye çalışmak neden suç oluyor?

Sömürgeci kafir devletlerin çıkarlarına hizmet etmek amacıyla, yine onlar tarafından kurulmuş Birleşmiş Milletler, NATO ve şimdilerde de Avrupa Ordusu gibi sözde uluslararası örgütlere, üstelik her zaman kendi aleyhinde kararlar verdikleri halde üye olmak suç olmuyor da, Müslümanların çıkarlarını korumak amacıyla çalışmak neden suç oluyor?

Müslümanları büyük bir güç haline getirecek olan Hilafeti, kendi sömürülerine engel olarak görüp parçalayanlar ve günümüzde de Hilafet’in yeniden kurulmasını dünyadaki hegemonya ve sömürülerinin sonu olarak görenler için, elbette bu büyük bir suçtur.

Raşidi Hilafet, Müslüman ülkelerin, Batının sömürü ve köleliğinden yegane kurtuluşudur. Türkiye neden İslam’la yönetecek olan Raşidi Hilafeti ilan edip, bütün müslümanları Hilafet çatısı altında toplamıyor? Ve neden bununla elde edeceği büyük güç ve imkanla, bugüne kadar adeta köle gibi hizmet ettiği halde bir türlü yaranamadığı, kafir Batı karşısında üstünlüğü ele geçirmiyor? Ve neden Batının sömürüsü ve zulmü altında inleyen zavallı dünya insanlığına adaleti götürecek, dünyanın parlayan yıldızı ve seçkin medeniyeti olmayı tercih etmiyor?

Yüzyıllar boyu Hilafete başkentlik yapmış, İslam Risalet ve hidayetini bütün dünyaya taşımış Müslüman bir ülkede, söyleyiniz bana “Rabbim Allah’tır” deyip, Rabbimizin dinini hayata hakim kılmak istediğim için mi yargılanıyorum?

Kafir batı dünyasının, Müslümanların servet ve zenginliklerini yağmalayıp, sömürgesine son verecek olan Hilafeti kurmaya çalıştığımdan dolayı Amerika, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi kafir devletler tarafından tutuklanıp yargılansaydım, bu durum beni hiç şaşırtmazdı. Ancak halkı Müslüman olan bir ülkede, bu halkın içinden çıkmış savcı ve hakimler tarafından yargılanıyor olmamı kabul edemeyeceğim gibi, kendime izah da edemiyorum.

Niçin küfür fikir ve sistemlerinden olan demokrasi ve laikliği esas alan ve bunlara davet eden milliyetçisinden muhafazakarına, liberalinden komünistine kadar birçok siyasi partinin kurulmasına ve iktidarı elde etmek için faaliyet göstermesine izin veriliyor da, niçin İslam’ı esas alarak siyasi faaliyette bulunan, siyasi partilere izin verilmiyor?

Hizb-ut Tahrir tümüyle İslam’ı esas alan, düşüncesinde, metodunda, amaç ve faaliyetinde kesinlikle İslam’a aykırılık bulunmayan ve sadece Allah (c.c)’nin emrine icabet eden siyasi bir partidir. Şu halde şahsım ve partim Hizb-ut Tahrir ile ilgili yapılan yargılama aslında İslam’ın yargılanması anlamına gelmiyor mu? Bu kabul edilemez yargılamadaki büyük yanılgının nedeni, İslam’la ve Müslümanlarla acımasızca mücadele eden Türkiye Cumhuriyeti’ndeki iktidar sahipleridir. Bu iktidar sahipleri, İslam’la yöneterek, Müslümanları evrensel bir güç haline getirecek Raşidi Hilafet Devleti’nin kurulmasını engellemeye, hayatlarını adamışlardır.

Bu iktidar sahipleri tarafından zalimce yakalanarak, mahkemenizde yargılanmak için tutuklanmamın gerçek sebebi, az önce yaptığım açıklamalardan özetle, Hizb-ut Tahrir’in İslam davasını yüklenerek bu zalim, zorba ve sömürgen iktidar ve bu gibi iktidarların tümüne son verecek olmasıdır.

Sonuç olarak; yapmış olduğum bu ameli Allah (c.c)’ya arz ediyor, O’na dayanıyor, O’na güveniyor ve yine O’na sığınıyorum. Mahkemenizden de, Müslüman halka rağmen iktidar ve egemenliği elinde bulunduran şu küçük azınlığın emrettiği kanunları reddetmenizi, kulu olduğunuz Allah’ın indirdiği hükümlere göre hüküm vererek Allah’a itaati seçmenizi ve bizleri serbest bırakmanızı talep ediyor, sözlerimi bir temenni ile noktalamak istiyorum:

Ey Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ım!

Mensubiyetinden onur duyduğum, hayırlı ve seçkin partim Hizb-ut Tahrir’e, en yakın bir günde, senin dininle yönetecek olan Raşidi Hilafet Devleti’ni tesis etmeyi ve İslam’ı evrensel bir risalet olarak, bütün dünyaya taşımayı nasip et. Zalimleri ve kafirleri de bu dünyada rezil ve rüsvay edip, kendi yanında da acıklı bir azaba uğrat. AMİN.

YIL 13  SAYI 146  ZİLKADE 1422  ŞUBAT 2002

Yukarı