Ana Sayfa YIL 14  SAYI 161  REBİYÜLEVVEL 1424  MAYIS 2003 E-Mail

STATEJİK ORTAKLIK VEYA UÇ KARAKOL

A. SEYFULİSLAM Nisan/2003

Dünya yüzeyindeki ilişkiler insanın yaratılışında mevcut olan “ihtiyaçları doyurmaktan” kaynaklanmaktadır. Bu, ihtiyaçları giderme insanlar arasında mevcut ilişkileri doğurduğu gibi devletlerarası ilişkileri de zorunlu kılmaktadır. Buna genel anlamı ile “devletler arası ilişkiler” veya “uluslararası ilişkiler” adı verilmektedir. Günümüzde bu terimlerin yerine yenileri üretilmektedir. “Global dünya” veya “starejik ortaklık” gibi. Asıl itibari ile bu dört terimin içeriği bir birine çok yakındır. Bir anlamda bunlardan kasıt; insanların fikir, mal, yardım, hizmetler gibi hususların birbirine intikalidir. Burada esas olan; bir ülkenin diğer bir ülke ile ilişkilerini oturttuğu temel çizgilerdir. Çünkü her ülke çıkarlarını gözeterek hareket eder ve buna göre de dışarıda ilişkilerini geliştirir. Alaka ve ilişkilerde hedefsiz bir ortaklık söz konusu değildir. Yani her ülke “devletlerarası ilişkiler” veya “strajik ortaklık” hususunda mutlaka çıkarlarını gözetir. Bu ortaklıklar bir halkın tümünü alakadar ettiği gibi belli bir grubun çıkarlarını da hedef edinebilir. Ayrıca risaletin taşınması ile de alakalıdır.

İlişkiler, hedefler üzerine bina edilir. Karşılıklı çıkarlar; koruma ve istenileni gerçekleştirme şeklinde ortaya çıkar. Bundan dolayı da “strajik ortaklık” hedeflerin uygulanabilirliği çerçevesinde yürütülmek üzere yürürlüğe konur. Daha sonra uluslararası arenaya taşınmak üzere dış siyaset şeklinde benimsenir.

“Stratejik ilişkiler” belirli bir çevreden destek bulması gerekir. Bu destek o devletin ideolojik çıkarları üzerine sağlanacağı gibi hammaddelerin, strajik bölgelerin, ticari ilişkilerin ve pazar aranması üzerine de temellendirilmesi mümkündür. Bunların dışında yönetimlerin toplumun üzerinde etkinliğini artırmak veya konumunu korumak için de gerçekleştirilir.

Antlaşmalar veya müdahaleler devletin hayati çıkarlarıyla bağlantılıdır. Hayati çıkarlar da; var olup-olmamakla bağlantılıdır. Devletler arasında konumu güçlü olan devletler, şartlar oluşmadan dayatmacı bir yöntemlerle işini yürütme yönünü de seçer. Bunun adı her ne kadar “devletlerarası anlaşmalar” veya “strajik ortaklık” olsa da bu ortaklık tek taraflı, çıkarlar doğrultusunda düzenlenmiştir ve de dayatmacıdır. Karşıt olan zayıf devlet, güçlü devlet karşısında toplumun çıkarları gözettiğinden dolayı antlaşmalara oturmaz. O ancak (ortaklık anlaşmalarında) güdümünde olduğu veya gücünden çekindiği devletin çıkarlarını koruyucu, işlerini kolaylaştırıcı anlaşma ve taslaklara imzasını koyar. Bu şekildeki bir devletin varlığı toplumun desteği veya askeri gücünden kaynaklanmayıp güdümünde olduğu devletin onayına bağımlıdır. Bunun başka bir adı teslimiyetçiliktir, itaat ettiği müddetçe ayakta kalmadır. Aksi takdirde sömürgeciler onu parçalar veya ortadan kaldırırlar.

Bu cılız devletler her ne kadar starejik antlaşmalarda bulunsalar, şartlar öne sürseler, kamuoyuna sert çekişmelerin yaşandığını gösterseler de bunlar halkı kandırmadan ibarettir. Halkına yalan söyleyerek veya menfaatler ön plana çıkartılarak yapılan antlaşmalar sonucu doğan “starejik ortaklıklar” göstermiştir ki; sürekli olarak güçlü devletlerin çıkarlarına hizmet için gerçekleştirilmiştir. O devletlerin yöneticileri de karşı devletin sözcüsü olmuşlardır. Bunun somut örneklerini, bu günkü İslam beldelerindeki hain idareciler ve onların yönetimi altındaki devletlerin yaptıkları starejik ortaklıklarda görmek mümkündür.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Amerikan gazetesi Washington Post’ta yayınlanan makalesinde, görevinin ne olduğunu şu şekilde izah ediyor:

"Başbakan olarak benim rolüm, demokrasi ve Türk kamuoyunun anlaşılabilir duyarlılıklarıyla; ABD'yi destekleme ve kendi ulusal güvenlik çıkarlarımızı koruma arzumuz arasında, bir uzlaşma sağlamak oldu. Türkiye kamuoyunun duyarlılıkları ve demokratik kurallar izin verdiği ölçüde, “ABD’yi desteklemek” tir."

Irak'ın istilası sırasında da Erdoğan, sadakatini göstermek için istilacı Amerikan askerlerinin "sağ salim ülkelerine dönmesi için dua ettiğini" Amerikalılara duyurmuştu!

Başbakan Erdoğan, bu son yazısında, "dua"nın ötesine geçip "başbakan olarak görevini" tarif ediyor. "Halkın duyarlılıklarıyla, ABD'yi destekleme arasında uzlaşma sağlama"nın görevi olduğunu” iddia ediyor. Yani, bunun anlamı; Müslüman Türk halkı dahil bütün Müslümanların çıkarlarını savunacağına rolünün; "halkı, Amerika'nın çıkarlarının gözetilmesi ve bu doğrultuda zeminin oluşturulmasına, ikna edilmesine” indirgenmesidir.

Beyaz Saray’a yakınlığıyla bilinen gazete bu işbirlikteliği; “Paylaşılan Bir Stratejik Vizyon”du şeklinde yorumlayarak memnuniyetini dile getirmektedir.

Strajik ortaklığın eleştirilmesini dahi istemeyen Başbakan Erdoğan şöyle diyor: “Ne yazık ki, tartışma çerçevesinde bazı kötümserler, ülkelerimiz arasındaki stratejik ortaklığın durumunu bile sorguladılar.” (Evrensel 23/4/2003)

Erdoğan, bunlarla da yetinmeyerek, ne kadar ABD’ye yakın olduklarını, kendi çıkarları yerine Amerika’nın dünyadaki çıkarlarını Türkiye olarak nasıl koruduğunu, askeri müdahale alanları olan Afganistan, Kore, Somali, Bosna ve Doğu Timor’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sürekli ABD’nin yanında olduğunu hatırlatarak pekiştiriyor.

Halkın yüzde 94’ünün karşı olmasına ve yine halkın ekseri çoğunluğunun Müslüman olmasına rağmen; “Türkiye’nin hava sahasını ABD’ye açtığını” büyük bir iş yapmanın havası içerisinde sözlerine eklemiştir. Pişkinliğini biraz daha ileri götürerek; “Hükümetim, kendisini ABD ve diğer koalisyon üyeleriyle işbirliğine adamıştır. Ortak zorluklarla yüzleşirken, sadece Irak’ta değil, başka birçok konuda aynı stratejik vizyonu paylaşıyoruz.” diyerek açıkça ABD varlığının koruyucu bekçileri olduklarını değişik dilde ifade etmiştir.

Bir ülkenin yöneticisinin görevi, ülkesinin ve tebaasının çıkarlarını tavizsiz savunmak ve bu doğrultuda starejik anlaşmalar yapmaktır. Emperyalist , cani, katil, sömürgeci, İslam düşmanı, haçlı ordularının başını çeken bir ülke ile aynı düşünceleri paylaşmak, o ülkenin çıkarlarını üstün kılmak veya bir başka ülkenin çıkarlarını ülkesinin çıkarlarıyla uyuşturmak, aynı kefeye koymak; “uç karakol” olmaktan başka bir şeyin ifadesi olamaz.

Sıradan bir ülkenin çıkarları bile başka bir ülkenin çıkarlarından faklılıklar arzederken İslam beldelerindeki yönetimler “en iyi müttefik” veya en “iyi dost” rolünü en güzel bir şekilde yerine getirmektedirler. Sömürgeciler onları aşağılasalar da onlar sadakatlerinde kusur göstermemektedirler.

“Kapalı devre siyaset” veya “gizemlilik” dönemi bitmiştir. Yöneticilerin, bu şekildeki açık itiraflarının yanında ameli olarak ta ABD’ye olan samimiyetlerini göstermektedirler. Ülkelerini sömürgeci ülkelerin “bölgesel karakolları” dönüştürüp kendilerinin de ABD’nin “bölge valileri” olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Bunun için yarıştıkları gibi itiraf etmelerinde artık hiçbir engel görmüyorlar. Çünkü karşılarında bunu engelleyecek, cesaretlerini kıracak, geri adım attıracak başka güç (ümmet) görmemektedirler. Bunlarla, Irak yönetiminin başına getirilen Amerikalı emekli general Jay Garner arasında hiçbir fark kalmamıştır. O da "görevinin; Amerika'nın çıkarlarıyla, Irak halkının çıkarlarını uzlaştırmaktır" diye söze başlıyor ve işi icabı Irakta bulunuyor.

Bu durumda, Amerika’nın Müslümanlar üzerindeki sömürgesini onaylayan, ona her türlü kolaylığı sağlayan “starejik ortaklık”, “müttefiklik” ve “dostluk” tek yanlı bir sözleşmeyi veya dayatmayı kabul etmektir. Bu ise İslam ümmetine ihanettir. Hatta burada, üzerinde durmaya çalıştığımız “strajik ortaklık” cümlesinin de pek bir anlamının kalmadığı ve bir şey ifade etmediği ortadadır.

Ortaklık; karşılıklı ilişkilerden doğan bir kelimedir. İslam beldelerindeki yönetimlerin durumuna bakarsak bu durumda çıkarları doğrultusunda karşılıklı ilişkinin ortada olduğu fiilen mevcut değildir.. Eğer öyle bir şey olsa idi; her halükarda sürtüşme yaşanması gerekecekti. Bu da yaşadığımız şu dönemde savaş anlamına gelir. “Siyasi”, “ekonomik kazançlar elde ettik” ifadeleri de şu ortamda yerini bulmayan sözcüklerdir. Çünkü, ABD askeri kökenli bir yönetime sahip olmuş ve her girişiminde askeri bir yapılanma mevcuttur. Bu ortamda ABD ile “strajik anlaşma” ancak onun karşısında güç bulundurmakla mümkün olur ki buna da kimse cesaret edememektedir. Gelinen noktada da Amerika siyasi kazançtan bahsetmeyip sürekli askeri üstünlük ve askeri dayatmalardan söz etmektedir.

“ABD ile kriz yaşıyoruz” söylemleri ise asılsızdır. Yaşanıyor gözükenler sadece kandırmacadan başka bir şey değildir.

Askeri açıdan güçlü ve söz sahibi olan bir devletin karşı devletler için; “iyi ilişkiler içerisindeyiz” tabiri tuzak ve aldatmacalarla doludur. Örneğin; 91 Irak savaşında ABD-Türkiye ilişkileri çok çok övülmüştü. Arkasından gelen zararlarsa; ekonomik olarak milyarlarca dolar zarar, çekiç güç altında kuzey Irakta oluşturulmuş bölünmüşlük gibi. Bu günde aynı şeyler söz konusudur. Gözü kör olmuş, ümmetin başındaki hain idareciler her halleriyle kafirlerin çıkarlarını nasıl koruyacakları çabasına düşmüşken ümmet üzerinde açılan zararların farkında değildir. Amerika, güvenliği doğrultusunda askeri manevralar yaparken hain idareciler, “Amerika’ya yol vermedikleri” şeklinde yalanla ümmeti kandırmaktadırlar. Şöyle ki; ABD Türkiye’yi bölge dışında tutarak açılması ihtimal edilen Kuzey cephesinde bir ikinci olayı önlemek için manevra yapmıştır. Bu olayda Türk-Kürt çatışmasıyla oluşacak ikinci bir cephenin önlenmesi şeklindedir. Bu işi “zafer” sayanlar Amerikanın ekmeğine yağ sürmüşler, aynı anda da onun isteği doğrultusunda hareket etmişlerdir. Başka bir ifade ile; ABD bu “uç karakolları” ve bu karakollarda görev yapan “valilerini” korunmak istemiştir. Bu ilerisi için, tasarlanmış planlarda zorlukları bertaraf etmek amacı ile, güçlü olan devletin çıkarlarındaki eğilimin şekillenmesi anlamına da gelir. Geçici dönemlerde desteklenen ve korunulan bu liderler İslam ümmetinden değildirler. Bunlar, bölgelerinde “uç karakolların” “valilik” vazifeni üstlenmiş ve her türlü anlaşmaları halkına rağmen kabul etmiş, sömürgecilerin “uşakları”dır.

Bütün bu yapılan hiyanetler, işgaller, darbeler ümmetin gözünü korkutmamalıdır. “Uç karakolların” olması, burada sömürgecilerin valilerinin bulunması ve onların şu anki gururlu tavırları, hepsi zayıf temeller üzerine kuruludur. Onların “strajik ortaklıkları” ve dostlukları da kopmaya yüz tutmuş iplerle bağlıdır. Çünkü onların insanlığa götürecek ne bir inandıkları ideolojileri kalmıştır ne de insanlığı mutlu kılacak adaletleri... Güç ilkesinin her şeyin çözümünü anlamına gelmez. Eğer, bir milletin taşıyacak bir risaleti kalmamışsa o ülkenin kuralları da yok demektir. İşte, Amerikanın tutumu! BM (kendi kuruluşları olduğu halde) kurallarına uymayan, dünya kamuoyunu görmeyen bir pozisyonda, zayıf bulduğu halklara saldırması ne ile ifade edilebilir ki?! Hele hele zayıf olan Müslümanlarsa çapulcu sürülerinin salyaları biraz daha fazla akmaktadır.

Tonlarca bomba yağdıran, yeryüzünün özgürlükçü fedaileri! İşte, Amerika ve yandaşları ve ortak oldukları cinayetler!..

Ellerindeki kıyım makineleri hiçbir zaman, hiçbir halka esaretten, sömürgeden, talandan, kıyımdan, yıkımdan başka bir şey veremez. Vermeye de gücü yoktur.

Aslında bu güç kendi yıkımını hazırlamaktadır. Devleti devlet yapan insanlık namına evrensel bir risalet taşımasıdır. ABD bundan soyutlanmış, elinde sadece üç-beş teröristin idare ettiği bir yapısı kalmıştır. “Evrensel risalete (daha önceleri demokrasi ve kesilmişken!) sahip olmayan korsan bir devlet yapısına sahip olmuştur.

Bundan dolayı Müslümanlara diyoruz ki; bu dev yıkılmaya mahkumdur. Tarihte bunun örneği çok görülmüştür ve yine görülecektir. Resulullah (sav)’in kurduğu devleti ve o dönemi bir hatırlayın! Daha sınırları büyümemişken, Medine civarında sağlam bir temel üzerine kurulmuş yapısıyla evrenselliğini ilan ediyordu. Rum lideri Kayser ve Fars’ın lideri Kisra’ya yüklendiği İslam risaleti misyonuyla meydan okuyor, onların çözülüp yıkılacaklarını o günden görüyordu. Nitekim de öyle oldu. O, iki süper devletin gücü yanında, sıcak çöllerin azametinin önüne geçerek geleceğin büyük İslam Devletinin temellerini atmıştı.

Bütün zorluklara rağmen İslam orduları döneminin en büyük imparatorluklarını yıkmış, bir çok yerler fethetmiş ve geniş bir coğrafyaya yayılmışlardı. Asırlardır ayakta kalan, hala adından övgüyle söz edilen, o adalet sistemi İslam Devleti Hilafeti gücünü sahip olduğu İslam düşüncesinden alarak ayakta kalmasını bilmişti. Dünyada Müslümanlar taşıdıkları İslam risaletinin verdiği iman gücüyle şerefli bir tablo çizmeyi başarmışlardı.

İmanları onları cesaretli kılmış ve hiçbir zaman bugünkü hain idarecilerin konumuna düşmemişlerdi. Bugünkü zilletten, sömürgecilerin maşası olmaktan kurtuluşun yolu ancak İslam’a ve onun risaletine sahip çıkmakla mümkündür…

Allah bu yolun yolcularının cesaretini artısın ve onlar eliyle İslam ümmetine nusretini nasip eylesin…

YIL 14  SAYI 161  REBİYÜLEVVEL 1424  MAYIS 2003

Yukarı