Dünya
yüzeyindeki ilişkiler insanın yaratılışında mevcut olan “ihtiyaçları
doyurmaktan” kaynaklanmaktadır. Bu, ihtiyaçları giderme
insanlar arasında mevcut ilişkileri doğurduğu gibi
devletlerarası ilişkileri de zorunlu kılmaktadır. Buna genel
anlamı ile “devletler arası ilişkiler” veya “uluslararası
ilişkiler” adı verilmektedir. Günümüzde bu terimlerin
yerine yenileri üretilmektedir. “Global dünya” veya “starejik
ortaklık” gibi. Asıl itibari ile bu dört terimin içeriği
bir birine çok yakındır. Bir anlamda bunlardan kasıt;
insanların fikir, mal, yardım, hizmetler gibi hususların
birbirine intikalidir. Burada esas olan; bir ülkenin diğer bir
ülke ile ilişkilerini oturttuğu temel çizgilerdir. Çünkü
her ülke çıkarlarını gözeterek hareket eder ve buna göre de
dışarıda ilişkilerini geliştirir. Alaka ve ilişkilerde
hedefsiz bir ortaklık söz konusu değildir. Yani her ülke “devletlerarası
ilişkiler” veya “strajik ortaklık” hususunda mutlaka çıkarlarını
gözetir. Bu ortaklıklar bir halkın tümünü alakadar ettiği
gibi belli bir grubun çıkarlarını da hedef edinebilir. Ayrıca
risaletin taşınması ile de alakalıdır.
İlişkiler,
hedefler üzerine bina edilir. Karşılıklı çıkarlar; koruma ve
istenileni gerçekleştirme şeklinde ortaya çıkar. Bundan
dolayı da “strajik ortaklık” hedeflerin uygulanabilirliği
çerçevesinde yürütülmek üzere yürürlüğe konur. Daha sonra
uluslararası arenaya taşınmak üzere dış siyaset şeklinde
benimsenir.
“Stratejik
ilişkiler” belirli bir çevreden destek bulması gerekir. Bu
destek o devletin ideolojik çıkarları üzerine sağlanacağı
gibi hammaddelerin, strajik bölgelerin, ticari ilişkilerin ve
pazar aranması üzerine de temellendirilmesi mümkündür. Bunların
dışında yönetimlerin toplumun üzerinde etkinliğini
artırmak veya konumunu korumak için de gerçekleştirilir.
Antlaşmalar
veya müdahaleler devletin hayati çıkarlarıyla
bağlantılıdır. Hayati çıkarlar da; var olup-olmamakla
bağlantılıdır. Devletler arasında konumu güçlü olan
devletler, şartlar oluşmadan dayatmacı bir yöntemlerle işini yürütme
yönünü de seçer. Bunun adı her ne kadar “devletlerarası
anlaşmalar” veya “strajik ortaklık” olsa da bu ortaklık tek
taraflı, çıkarlar doğrultusunda düzenlenmiştir ve de
dayatmacıdır. Karşıt olan zayıf devlet, güçlü devlet karşısında
toplumun çıkarları gözettiğinden dolayı antlaşmalara
oturmaz. O ancak (ortaklık anlaşmalarında) güdümünde olduğu
veya gücünden çekindiği devletin çıkarlarını koruyucu,
işlerini kolaylaştırıcı anlaşma ve taslaklara imzasını
koyar. Bu şekildeki bir devletin varlığı toplumun desteği veya
askeri gücünden kaynaklanmayıp güdümünde olduğu devletin
onayına bağımlıdır. Bunun başka bir adı teslimiyetçiliktir,
itaat ettiği müddetçe ayakta kalmadır. Aksi takdirde sömürgeciler
onu parçalar veya ortadan kaldırırlar.
Bu
cılız devletler her ne kadar starejik antlaşmalarda bulunsalar,
şartlar öne sürseler, kamuoyuna sert çekişmelerin yaşandığını
gösterseler de bunlar halkı kandırmadan ibarettir. Halkına
yalan söyleyerek veya menfaatler ön plana çıkartılarak yapılan
antlaşmalar sonucu doğan “starejik ortaklıklar” göstermiştir
ki; sürekli olarak güçlü devletlerin çıkarlarına hizmet için
gerçekleştirilmiştir. O devletlerin yöneticileri de karşı
devletin sözcüsü olmuşlardır. Bunun somut örneklerini, bu
günkü İslam beldelerindeki hain idareciler ve onların yönetimi
altındaki devletlerin yaptıkları starejik ortaklıklarda görmek
mümkündür.
Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, Amerikan gazetesi Washington Post’ta yayınlanan
makalesinde, görevinin ne olduğunu şu şekilde izah ediyor:
"Başbakan
olarak benim rolüm, demokrasi ve Türk kamuoyunun anlaşılabilir
duyarlılıklarıyla; ABD'yi destekleme ve kendi ulusal güvenlik çıkarlarımızı
koruma arzumuz arasında, bir uzlaşma sağlamak oldu. Türkiye
kamuoyunun duyarlılıkları ve demokratik kurallar izin verdiği
ölçüde, “ABD’yi desteklemek” tir."
Irak'ın
istilası sırasında da Erdoğan, sadakatini göstermek için
istilacı Amerikan askerlerinin "sağ salim ülkelerine
dönmesi için dua ettiğini" Amerikalılara duyurmuştu!
Başbakan
Erdoğan, bu son yazısında, "dua"nın ötesine geçip
"başbakan olarak görevini" tarif ediyor. "Halkın
duyarlılıklarıyla, ABD'yi destekleme arasında uzlaşma
sağlama"nın görevi olduğunu” iddia ediyor. Yani,
bunun anlamı; Müslüman Türk halkı dahil bütün Müslümanların
çıkarlarını savunacağına rolünün; "halkı,
Amerika'nın çıkarlarının gözetilmesi ve bu doğrultuda
zeminin oluşturulmasına, ikna edilmesine” indirgenmesidir.
Beyaz
Saray’a yakınlığıyla bilinen gazete bu işbirlikteliği; “Paylaşılan
Bir Stratejik Vizyon”du şeklinde yorumlayarak memnuniyetini
dile getirmektedir.
Strajik
ortaklığın eleştirilmesini dahi istemeyen Başbakan Erdoğan şöyle
diyor: “Ne yazık ki, tartışma çerçevesinde bazı kötümserler,
ülkelerimiz arasındaki stratejik ortaklığın durumunu
bile sorguladılar.” (Evrensel 23/4/2003)
Erdoğan,
bunlarla da yetinmeyerek, ne kadar ABD’ye yakın olduklarını,
kendi çıkarları yerine Amerika’nın dünyadaki çıkarlarını
Türkiye olarak nasıl koruduğunu, askeri müdahale alanları olan
Afganistan, Kore, Somali, Bosna ve Doğu Timor’da Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin sürekli ABD’nin yanında olduğunu hatırlatarak
pekiştiriyor.
Halkın
yüzde 94’ünün karşı olmasına ve yine halkın ekseri çoğunluğunun
Müslüman olmasına rağmen; “Türkiye’nin hava sahasını
ABD’ye açtığını” büyük bir iş yapmanın havası içerisinde
sözlerine eklemiştir. Pişkinliğini biraz daha ileri götürerek;
“Hükümetim, kendisini ABD ve diğer koalisyon üyeleriyle işbirliğine
adamıştır. Ortak zorluklarla yüzleşirken, sadece Irak’ta değil,
başka birçok konuda aynı stratejik vizyonu paylaşıyoruz.” diyerek
açıkça ABD varlığının koruyucu bekçileri olduklarını değişik
dilde ifade etmiştir.
Bir
ülkenin yöneticisinin görevi, ülkesinin ve tebaasının çıkarlarını
tavizsiz savunmak ve bu doğrultuda starejik anlaşmalar yapmaktır.
Emperyalist , cani, katil, sömürgeci, İslam düşmanı, haçlı
ordularının başını çeken bir ülke ile aynı düşünceleri
paylaşmak, o ülkenin çıkarlarını üstün kılmak veya bir
başka ülkenin çıkarlarını ülkesinin çıkarlarıyla
uyuşturmak, aynı kefeye koymak; “uç karakol” olmaktan başka
bir şeyin ifadesi olamaz.
Sıradan
bir ülkenin çıkarları bile başka bir ülkenin çıkarlarından
faklılıklar arzederken İslam beldelerindeki yönetimler “en
iyi müttefik” veya en “iyi dost” rolünü en
güzel bir şekilde yerine getirmektedirler. Sömürgeciler onları
aşağılasalar da onlar sadakatlerinde kusur göstermemektedirler.
“Kapalı
devre siyaset” veya “gizemlilik” dönemi bitmiştir.
Yöneticilerin, bu şekildeki açık itiraflarının yanında
ameli olarak ta ABD’ye olan samimiyetlerini
göstermektedirler. Ülkelerini sömürgeci ülkelerin “bölgesel
karakolları” dönüştürüp kendilerinin de ABD’nin “bölge
valileri” olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Bunun
için yarıştıkları gibi itiraf etmelerinde artık hiçbir
engel görmüyorlar. Çünkü karşılarında bunu engelleyecek,
cesaretlerini kıracak, geri adım attıracak başka güç (ümmet)
görmemektedirler. Bunlarla, Irak yönetiminin başına
getirilen Amerikalı emekli general Jay Garner arasında hiçbir
fark kalmamıştır. O da "görevinin; Amerika'nın çıkarlarıyla,
Irak halkının çıkarlarını uzlaştırmaktır" diye söze
başlıyor ve işi icabı Irakta bulunuyor.
Bu
durumda, Amerika’nın Müslümanlar üzerindeki sömürgesini
onaylayan, ona her türlü kolaylığı sağlayan “starejik
ortaklık”, “müttefiklik” ve “dostluk”
tek yanlı bir sözleşmeyi veya dayatmayı kabul etmektir. Bu ise
İslam ümmetine ihanettir. Hatta burada, üzerinde durmaya çalıştığımız
“strajik ortaklık” cümlesinin de pek bir anlamının
kalmadığı ve bir şey ifade etmediği ortadadır.
Ortaklık;
karşılıklı ilişkilerden doğan bir kelimedir. İslam
beldelerindeki yönetimlerin durumuna bakarsak bu durumda çıkarları
doğrultusunda karşılıklı ilişkinin ortada olduğu fiilen
mevcut değildir.. Eğer öyle bir şey olsa idi; her halükarda
sürtüşme yaşanması gerekecekti. Bu da yaşadığımız şu
dönemde savaş anlamına gelir. “Siyasi”, “ekonomik kazançlar
elde ettik” ifadeleri de şu ortamda yerini bulmayan sözcüklerdir.
Çünkü, ABD askeri kökenli bir yönetime sahip olmuş ve her
girişiminde askeri bir yapılanma mevcuttur. Bu ortamda ABD ile
“strajik anlaşma” ancak onun karşısında güç bulundurmakla
mümkün olur ki buna da kimse cesaret edememektedir. Gelinen
noktada da Amerika siyasi kazançtan bahsetmeyip sürekli askeri
üstünlük ve askeri dayatmalardan söz etmektedir.
“ABD
ile kriz yaşıyoruz” söylemleri ise asılsızdır.
Yaşanıyor gözükenler sadece kandırmacadan başka bir şey
değildir.
Askeri
açıdan güçlü ve söz sahibi olan bir devletin karşı devletler
için; “iyi ilişkiler içerisindeyiz” tabiri tuzak ve
aldatmacalarla doludur. Örneğin; 91 Irak savaşında ABD-Türkiye
ilişkileri çok çok övülmüştü. Arkasından gelen
zararlarsa; ekonomik olarak milyarlarca dolar zarar, çekiç güç
altında kuzey Irakta oluşturulmuş bölünmüşlük gibi. Bu
günde aynı şeyler söz konusudur. Gözü kör olmuş, ümmetin başındaki
hain idareciler her halleriyle kafirlerin çıkarlarını nasıl
koruyacakları çabasına düşmüşken ümmet üzerinde açılan
zararların farkında değildir. Amerika, güvenliği doğrultusunda
askeri manevralar yaparken hain idareciler, “Amerika’ya yol
vermedikleri” şeklinde yalanla ümmeti kandırmaktadırlar. Şöyle
ki; ABD Türkiye’yi bölge dışında tutarak açılması
ihtimal edilen Kuzey cephesinde bir ikinci olayı önlemek için
manevra yapmıştır. Bu olayda Türk-Kürt çatışmasıyla
oluşacak ikinci bir cephenin önlenmesi şeklindedir. Bu işi
“zafer” sayanlar Amerikanın ekmeğine yağ sürmüşler,
aynı anda da onun isteği doğrultusunda hareket etmişlerdir.
Başka bir ifade ile; ABD bu “uç karakolları” ve bu
karakollarda görev yapan “valilerini” korunmak istemiştir. Bu
ilerisi için, tasarlanmış planlarda zorlukları bertaraf etmek
amacı ile, güçlü olan devletin çıkarlarındaki eğilimin
şekillenmesi anlamına da gelir. Geçici dönemlerde desteklenen ve
korunulan bu liderler İslam ümmetinden değildirler. Bunlar, bölgelerinde
“uç karakolların” “valilik” vazifeni üstlenmiş ve her
türlü anlaşmaları halkına rağmen kabul etmiş, sömürgecilerin
“uşakları”dır.
Bütün
bu yapılan hiyanetler, işgaller, darbeler ümmetin gözünü
korkutmamalıdır. “Uç karakolların” olması, burada sömürgecilerin
valilerinin bulunması ve onların şu anki gururlu tavırları,
hepsi zayıf temeller üzerine kuruludur. Onların “strajik ortaklıkları”
ve dostlukları da kopmaya yüz tutmuş iplerle bağlıdır.
Çünkü onların insanlığa götürecek ne bir inandıkları
ideolojileri kalmıştır ne de insanlığı mutlu kılacak
adaletleri... Güç ilkesinin her şeyin çözümünü anlamına
gelmez. Eğer, bir milletin taşıyacak bir risaleti kalmamışsa o
ülkenin kuralları da yok demektir. İşte, Amerikanın tutumu! BM
(kendi kuruluşları olduğu halde) kurallarına uymayan, dünya
kamuoyunu görmeyen bir pozisyonda, zayıf bulduğu halklara
saldırması ne ile ifade edilebilir ki?! Hele hele zayıf olan Müslümanlarsa
çapulcu sürülerinin salyaları biraz daha fazla akmaktadır.
Tonlarca
bomba yağdıran, yeryüzünün özgürlükçü fedaileri! İşte,
Amerika ve yandaşları ve ortak oldukları cinayetler!..
Ellerindeki
kıyım makineleri hiçbir zaman, hiçbir halka esaretten,
sömürgeden, talandan, kıyımdan, yıkımdan başka bir şey
veremez. Vermeye de gücü yoktur.
Aslında
bu güç kendi yıkımını hazırlamaktadır. Devleti devlet
yapan insanlık namına evrensel bir risalet taşımasıdır. ABD
bundan soyutlanmış, elinde sadece üç-beş teröristin idare ettiği
bir yapısı kalmıştır. “Evrensel risalete (daha önceleri
demokrasi ve kesilmişken!) sahip olmayan korsan bir devlet
yapısına sahip olmuştur.
Bundan
dolayı Müslümanlara diyoruz ki; bu dev yıkılmaya mahkumdur.
Tarihte bunun örneği çok görülmüştür ve yine
görülecektir. Resulullah (sav)’in kurduğu devleti ve o dönemi
bir hatırlayın! Daha sınırları büyümemişken, Medine
civarında sağlam bir temel üzerine kurulmuş yapısıyla evrenselliğini
ilan ediyordu. Rum lideri Kayser ve Fars’ın lideri Kisra’ya yüklendiği
İslam risaleti misyonuyla meydan okuyor, onların çözülüp yıkılacaklarını
o günden görüyordu. Nitekim de öyle oldu. O, iki süper devletin
gücü yanında, sıcak çöllerin azametinin önüne geçerek
geleceğin büyük İslam Devletinin temellerini atmıştı.
Bütün
zorluklara rağmen İslam orduları döneminin en büyük
imparatorluklarını yıkmış, bir çok yerler fethetmiş ve geniş
bir coğrafyaya yayılmışlardı. Asırlardır ayakta kalan, hala
adından övgüyle söz edilen, o adalet sistemi İslam Devleti
Hilafeti gücünü sahip olduğu İslam düşüncesinden alarak
ayakta kalmasını bilmişti. Dünyada Müslümanlar taşıdıkları
İslam risaletinin verdiği iman gücüyle şerefli bir tablo
çizmeyi başarmışlardı.
İmanları
onları cesaretli kılmış ve hiçbir zaman bugünkü hain
idarecilerin konumuna düşmemişlerdi. Bugünkü zilletten,
sömürgecilerin maşası olmaktan kurtuluşun yolu ancak İslam’a
ve onun risaletine sahip çıkmakla mümkündür…
Allah
bu yolun yolcularının cesaretini artısın ve onlar eliyle İslam
ümmetine nusretini nasip eylesin…
|