Ana Sayfa YIL 14  SAYI 161  REBİYÜLEVVEL 1424  MAYIS 2003 E-Mail

SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ   Derleyen/Mehmed SAKİN

PEYGAMBERLİĞİN VAKIASI -5-

Bahaddin YÜKSEL

Bu mesele anlaşıldıktan sonra Resulullah’ın Bedir’de konaklama mevkiin­deki durumu hakkında fazla söz söylemeye gerek kalmayacağını zannediyorum. Zira, bu vakıa da teknikle alakalı bir husustur. Yani Allah (cc) teknikle alakalı olan bu konuyu da insanların tecrübelerine bırakmıştır. Allahu Teala savaşın genel hatlarını belirlemiştir. Ama yapılacak savaşlardaki teknikleri veya stratejik noktaların tespitini insanlara bırakmış, bu alanlarda onları tefekküre, düşünmeye sevk etmiştir. Allah Zülcelal hiçbir zaman şu yerde savaş olursa stratejik olan şurasıdır, şu tarafta olursa burasıdır diye bir hüküm indirmemiştir. Vahiy gelmediği için de Resulullah kendi tecrübesine sahiptir ve diğer insanlar gibidir.

İşte böyle bir konuda Resulullah ashabını Bedir kuyusunun arkasına konaklattı, orasını uygun gördü. Bunun üzerine Habbab Bin Münzir Hz. Peygambere sordu:

 Bu konaklama Allah’tan bir vahiyle mi gerçekleşti? O zaman ne ileri nede geri döneriz. Yoksa görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesi midir? Resulullah;

- “Hayır, görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesidir.” Habbab bin Münzir;

 - Öyleyse bu konaklama uygun değil. Suyun önüne gidip düşmanların sudan içmelerini engelleyelim.

Resulullah bu görüşü kabul etti ve uyguladı.

Hz Peygambere savaşma izni verilmiştir. Kullanılacak tekniklerde de Allah’ın “helal” iznine tabidir. Hükmü belli olan böyle bir konuda Allah Resulünün içtihad ettiği söylenebilir mi?! İki yerde de konaklama caizdir. Sahabe, Resulullahın konakladığı mevkide bu hususlar “helal” olarak insanların tecrübelerine bırakılmıştır. Kesinlikle diyoruz ki; burada içtihadın bir vakıası yoktur. Ama Resulullah ashabına bir şey öğretiyor ve “Onlarla işlerde danış.” (Ali İmran 159) ayetinin uygulamasını gösteriyordu. Demek ki; şurada stratejik konularla alakalı hususlarda doğru görüş kabul edilir. (İslam Devletinde şura yönetimin esası değil, görüş danışma organıdır. Halifeyi bütünü ile bağlayıcı değildir.)

3- Bedir esirleri hakkında Resulullahın davranışı da bir içtihad olarak değerlendirilir. Resulullahın, Ebu Bekir’in görüşünü kabul etmesi üzerine inen;

“Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz.” (Enfal 67) ayetini delil olarak gösterirler.

Oysa burada bir içtihad değil uygun olanı seçme hadisesi vardır. Şöyle ki; daha önceden Cenabı Allah savaş hakkında belli hüküm indirmiştir. Yani, savaşta hemen esir alınabileceği gibi düşmanı yere serecek kadar öldürme işini yaptıktan sonrada esir alınabilir. Bu hükümler Bedir savaşı öncesi inen ayetlerinde mevzuudur. Yani hükümler belli idi. Fakat Cenabı Allah, müşriklerle daha genel bir ifade ile küfürle karşılaşılacak ilk savaşta hangisinin tercih edileceğine dair bir tercih belirtmemişti. Vahyin geldiği hususlarda Resulullahın vahye uymaktan başka bir seçimi yoktur. Fakat vahyin “helal” olarak içerik belirtmeden yani evla olanı söylemeden kararı Resule bıraktığı yerde Peygamber beşer görüşü ile baş başadır.

Nebi (sav), savaşta sahabesiyle müşavere ediyor: “Allah’ın bu hükümlerinden hangisini daha uygun buluyorsunuz?” sözüne Hz. Ömer; “Önce düşmanı yere serecek kadar öldürelim, sonra esir alalım.” dedi. Hz. Ebu Bekir ise; hemen esir alınma taraftarı idi. Hz. Peygamber, Ebu Bekirin görüşünü uygun buldu ve bunda ona hiçbir günah veya kınama yoktu. Zira her iki hususta Allah’ın Resulüne gösterdiği iki meşru hükmü var ve Allah’ın Resulüne verdiği bu naslardan birini seçen Resulünü tenkit etmesi veya azarlaması veya onu günahkar görmesi söz konusu değildir. Bu konuda Cenabı Allah şöyle buyuruyor:

“Allah’ın kendisine helal kıldığı bir şeyi yerine getirmekte peygambere herhangi bir vebal yoktur.” (Ahzab 38)

O halde burada bir içtihad veya bir hata yoktur. Buradaki vakıa şudur: Peygamberler Allah’ın muradını vahiy gelmeden bilemezler. Zira Allah’ın zatında olan bilgiyi kavrayamazlar. Bunu daha önce Hz. İsa’da dile getirmişti:

“Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, "Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı bilin" diye sen mi dedin, buyurduğu zaman o, "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.” (Maide 116)

Yüreği çok merhametli olan ve umulur ki; iman ederler diye onlara imkan tanıyan Nebinin ötesinde, geleceği bilen ve kalplerin sırrına muttali olan Allah’ın muradı, küffarla ilk karşılaşmada, o iman etmeyecek küffarın belini kırmak, onları çökertmekti. Ama vahyin tercih belirterek gelmediği noktada Resul, Rabbisinin kendisine vermiş olduğu iki hükmün seçeneğinde o bir beşerdir. Nitekim Resulullah ashabı ile müşavere ediyor.

Dikkat ediniz! Hz. Peygamber ve ashabı kolektif bir içtihad falan yapmıyor. Belli olan iki hükümden, o anda hangisinin seçilmesi daha evladır onu müşavere ediyor ve bütün bunlar Allah’ın rızasına muvafıktır. Fakat Allah (cc) bu iki hükümden o anda uygulanması gereken kendi muradını haber veriyor. Belli olan hükümlerde ise içtihadın olmayacağı açıktır. Burada sadece uygun olanı seçme meselesi vardır. Nitekim Resulullah daha sonraki savaşlarda da çok öldürme yapmadan hemen esirler almıştır.

Vakıanın yanlış değerlendirilmesine sebebe olan ayetin devamı ise şöyle:

“…Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.” (Enfal 67-68)

Bir çok kimse bu ayetin Hz. Peygamberin verdiği hükümden yani yanlış içtihadından dolayı indiğini zanneder. (Bu yüzden de ayette geçmediği halde “fidye alma” ile tefsir ederler.) Bu çok büyük bir hatadır. Zira Resul, Rabbisinin emrine hiçbir zaman isyan etmiş veya O’nun emrine karşı gelmiş değildir.

Bu ayet sahabe ile alakalı olarak nazil olmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz kendisine verilip de önceki peygamberlere verilmeyenleri sayarken bunlardan birisinin de “ganimet” olduğunu söylemişti. (İbni Kesir c. 7 s.382)

Ganimet, önceki ümmetlerden ayrı olarak Peygamber Efendimize helal kılınmıştı. Bu, ezelde, daha insanları yaratmadan önce Allah’ın ilminde (Levhi Mahfuzda) yazılı idi. Ama Bedir savaşında Allah (cc) daha bu hükmü indirmeden, ganimetin durumu hakkında bir vahiy gelmeden, sahabe elde edilen ganimetleri almak için koşuştuklarında, işte bu ayet nazil olmuştur.

Bu hususta Suyuti, Lubabun Nukul Fi Esbabın Nuzul adlı kitabında şu bilgiyi vermektedir: “Ganimetler sizden önce hiç bir kimseye helal kılınmış değildi. Gökten ateş düşer ve onu yok ederdi. Bedir günü olup da ganimetler henüz kendilerine helal kılınmadan, sahabe onları elde etmek isteyince Allah bu ayeti indirdi:

“Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı...” (Enfal 68)

Bu ayet hakında Hz. Ali, Hz. Abbastan şunları nakleder: “Eğer daha önceden Allah’ın (ganimetler ve esirlerin size helal olduğuna dair önceki kitabın anasında yani aslı kitapta) geçmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınız (esirler)den dolayı size büyük bir azab dokunurdu.” Allahu Teala; “Ganimet olarak aldıklarınızdan yeyiniz.” buyurmuştur. Avfi’de bu açıklamayı İbni Abbas’tan naklederken bu görüşün aynısını Ebu Hureyre, İbni Mesud, Said b. Cübeyr, Ata, Raban El Basri, Katade ve Amesten rivayet edilmiştir. Böylece; “Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı...” (Enfal 68) ayetinden maksat; bu ümmete ganimetlerin helal kılınmasına dair hükümdür.” (İbni Kesir c. 7 s. 3-82)

Görüldüğü gibi ayetle alakalı olan Resulün davranışında ne bir içtihad ne de bir azarlama vardır.

4- Resulullahın içtihad ettiğini savunanların bir diğer delilleri de Tebuk vakıasıyla alakalıdır. Bu savaşta izin isteyenlere izin veren Resulullahın bu davranışını içtihad olarak değerlendirip buna da, hadiseyle alakalı olarak inen şu ayeti delil gösterirler:

“Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?” (Tevbe 43)

Burada bir içtihad yoktur. Sadece daha evla olanını seçme meselesi vardır. Bu savaş Resulullahın hayatında yaptığı son savaştı. İzin hususunda ise Cenabı Allah daha önceden Resulüne hüküm indirmişti:

“…Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağış dile; Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.” (Nur 62)

Bu ayet Tebuk vakıasından önce inmiş ve Resule gelen bir izin verme yetkisi vermiştir. (Tefsir Us. İsmail Cerrahoğlu s. 86-87)

Yani Resulullah hükmü belli olan bir konuda kendisinden izin isteyenlere izin vermiştir. Resulullah hükmü belli olmayan bir konuda konuşmuş değil, bilakis Allah’ın koymuş olduğu bir hükme uyuyor ve izin veriyor. Allah’ın izin verdiği bir konuda Resulünün davranışını kınamayacağı, azarlamayacağı ise açıktır:

“Allah'ın, kendisine helal kıldığı şeyde Peygamber'e herhangi bir vebal yoktur…” (Ahzab 38)

Olaya bir diğer yönden bakalım: Acaba Allah (cc) bu münafıkların savaşa çıkmalarını arzu ediyordu da Peygamber buna mani olduğu için mi kınıyor veya tenkit ediyor?!

Devam eden ayetlere baktığımız zaman bunun böyle olmadığını görüyoruz. Aslında Allah (cc) da onların savaşa çıkmalarını istemiyor ve şöyle buyuruyor:

“Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara "Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!" denildi. Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.” (Tevbe 4647)

Nitekim Resulullaha Cenabı Allah, eğer savaştan onları geri gönderir de savaşa çıkmak için izin isterlerse vermemesini söylemiştir.

YIL 14  SAYI 161  REBİYÜLEVVEL 1424  MAYIS 2003

Yukarı