Bu
mesele anlaşıldıktan sonra Resulullah’ın Bedir’de konaklama
mevkiindeki durumu hakkında fazla söz söylemeye gerek kalmayacağını
zannediyorum. Zira, bu vakıa da teknikle alakalı bir husustur.
Yani Allah (cc) teknikle alakalı olan bu konuyu da insanların tecrübelerine
bırakmıştır. Allahu Teala savaşın genel hatlarını belirlemiştir.
Ama yapılacak savaşlardaki teknikleri veya stratejik noktaların
tespitini insanlara bırakmış, bu alanlarda onları tefekküre,
düşünmeye sevk etmiştir. Allah Zülcelal hiçbir zaman şu yerde
savaş olursa stratejik olan şurasıdır, şu tarafta olursa
burasıdır diye bir hüküm indirmemiştir. Vahiy gelmediği için
de Resulullah kendi tecrübesine sahiptir ve diğer insanlar
gibidir.
İşte
böyle bir konuda Resulullah ashabını Bedir kuyusunun arkasına
konaklattı, orasını uygun gördü. Bunun üzerine Habbab Bin
Münzir Hz. Peygambere sordu:
Bu
konaklama Allah’tan bir vahiyle mi gerçekleşti? O zaman ne ileri
nede geri döneriz. Yoksa görüş gösterme, harp sanatı ve hile
kurma meselesi midir? Resulullah;
-
“Hayır,
görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesidir.”
Habbab bin Münzir;
-
Öyleyse
bu konaklama uygun değil. Suyun önüne gidip düşmanların sudan
içmelerini engelleyelim.
Resulullah
bu görüşü kabul etti ve uyguladı.
Hz
Peygambere savaşma izni verilmiştir. Kullanılacak tekniklerde de
Allah’ın “helal” iznine tabidir. Hükmü belli olan böyle
bir konuda Allah Resulünün içtihad ettiği söylenebilir mi?!
İki yerde de konaklama caizdir. Sahabe, Resulullahın konakladığı
mevkide bu hususlar “helal” olarak insanların tecrübelerine bırakılmıştır.
Kesinlikle diyoruz ki; burada içtihadın bir vakıası yoktur. Ama
Resulullah ashabına bir şey öğretiyor ve “Onlarla işlerde
danış.” (Ali İmran 159) ayetinin
uygulamasını gösteriyordu. Demek ki; şurada stratejik konularla
alakalı hususlarda doğru görüş kabul edilir. (İslam Devletinde
şura yönetimin esası değil, görüş danışma organıdır.
Halifeyi bütünü ile bağlayıcı değildir.)
3-
Bedir esirleri hakkında Resulullahın davranışı da bir içtihad
olarak değerlendirilir. Resulullahın, Ebu Bekir’in görüşünü
kabul etmesi üzerine inen;
“Yeryüzünde
savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir
peygambere yaraşmaz.” (Enfal 67) ayetini delil
olarak gösterirler.
Oysa
burada bir içtihad değil uygun olanı seçme hadisesi vardır. Şöyle
ki; daha önceden Cenabı Allah savaş hakkında belli hüküm
indirmiştir. Yani, savaşta hemen esir alınabileceği gibi düşmanı
yere serecek kadar öldürme işini yaptıktan sonrada esir alınabilir.
Bu hükümler Bedir savaşı öncesi inen ayetlerinde mevzuudur.
Yani hükümler belli idi. Fakat Cenabı Allah, müşriklerle daha
genel bir ifade ile küfürle karşılaşılacak ilk savaşta
hangisinin tercih edileceğine dair bir tercih belirtmemişti.
Vahyin geldiği hususlarda Resulullahın vahye uymaktan başka bir
seçimi yoktur. Fakat vahyin “helal” olarak içerik belirtmeden
yani evla olanı söylemeden kararı Resule bıraktığı yerde Peygamber
beşer görüşü ile baş başadır.
Nebi
(sav), savaşta sahabesiyle müşavere ediyor: “Allah’ın bu
hükümlerinden hangisini daha uygun buluyorsunuz?” sözüne
Hz. Ömer; “Önce düşmanı yere serecek kadar öldürelim,
sonra esir alalım.” dedi. Hz. Ebu Bekir ise; hemen esir
alınma taraftarı idi. Hz. Peygamber, Ebu Bekirin görüşünü
uygun buldu ve bunda ona hiçbir günah veya kınama yoktu. Zira her
iki hususta Allah’ın Resulüne gösterdiği iki meşru hükmü
var ve Allah’ın Resulüne verdiği bu naslardan birini seçen
Resulünü tenkit etmesi veya azarlaması veya onu günahkar
görmesi söz konusu değildir. Bu konuda Cenabı Allah şöyle
buyuruyor:
“Allah’ın
kendisine helal kıldığı bir şeyi yerine getirmekte peygambere
herhangi bir vebal yoktur.” (Ahzab 38)
O
halde burada bir içtihad veya bir hata yoktur. Buradaki vakıa
şudur: Peygamberler Allah’ın muradını vahiy gelmeden
bilemezler. Zira Allah’ın zatında olan bilgiyi kavrayamazlar.
Bunu daha önce Hz. İsa’da dile getirmişti:
“Allah:
Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, "Beni ve anamı,
Allah'tan başka iki tanrı bilin" diye sen mi dedin,
buyurduğu zaman o, "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım
olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen
onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben
senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca
sensin.” (Maide 116)
Yüreği
çok merhametli olan ve umulur ki; iman ederler diye onlara imkan
tanıyan Nebinin ötesinde, geleceği bilen ve kalplerin sırrına
muttali olan Allah’ın muradı, küffarla ilk karşılaşmada, o
iman etmeyecek küffarın belini kırmak, onları çökertmekti. Ama
vahyin tercih belirterek gelmediği noktada Resul, Rabbisinin
kendisine vermiş olduğu iki hükmün seçeneğinde o bir
beşerdir. Nitekim Resulullah ashabı ile müşavere ediyor.
Dikkat
ediniz! Hz. Peygamber ve ashabı kolektif bir içtihad falan yapmıyor.
Belli olan iki hükümden, o anda hangisinin seçilmesi daha evladır
onu müşavere ediyor ve bütün bunlar Allah’ın rızasına muvafıktır.
Fakat Allah (cc) bu iki hükümden o anda uygulanması gereken kendi
muradını haber veriyor. Belli olan hükümlerde ise içtihadın
olmayacağı açıktır. Burada sadece uygun olanı seçme meselesi
vardır. Nitekim Resulullah daha sonraki savaşlarda da çok
öldürme yapmadan hemen esirler almıştır.
Vakıanın
yanlış değerlendirilmesine sebebe olan ayetin devamı ise şöyle:
“…Siz
geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için)
ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından
önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden
ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.” (Enfal
67-68)
Bir
çok kimse bu ayetin Hz. Peygamberin verdiği hükümden yani yanlış
içtihadından dolayı indiğini zanneder. (Bu yüzden de ayette
geçmediği halde “fidye alma” ile tefsir ederler.) Bu çok
büyük bir hatadır. Zira Resul, Rabbisinin emrine hiçbir zaman
isyan etmiş veya O’nun emrine karşı gelmiş değildir.
Bu
ayet sahabe ile alakalı olarak nazil olmuştur. Hz. Peygamber
Efendimiz kendisine verilip de önceki peygamberlere verilmeyenleri
sayarken bunlardan birisinin de “ganimet” olduğunu söylemişti.
(İbni Kesir c. 7 s.382)
Ganimet,
önceki ümmetlerden ayrı olarak Peygamber Efendimize helal kılınmıştı.
Bu, ezelde, daha insanları yaratmadan önce Allah’ın ilminde
(Levhi Mahfuzda) yazılı idi. Ama Bedir savaşında Allah (cc) daha
bu hükmü indirmeden, ganimetin durumu hakkında bir vahiy
gelmeden, sahabe elde edilen ganimetleri almak için koşuştuklarında,
işte bu ayet nazil olmuştur.
Bu
hususta Suyuti, Lubabun Nukul Fi Esbabın Nuzul adlı kitabında şu
bilgiyi vermektedir: “Ganimetler sizden önce hiç bir kimseye
helal kılınmış değildi. Gökten ateş düşer ve onu yok
ederdi. Bedir günü olup da ganimetler henüz kendilerine helal kılınmadan,
sahabe onları elde etmek isteyince Allah bu ayeti indirdi:
“Allah
tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı...”
(Enfal
68)
Bu
ayet hakında Hz. Ali, Hz. Abbastan şunları nakleder: “Eğer
daha önceden Allah’ın (ganimetler ve esirlerin size helal olduğuna
dair önceki kitabın anasında yani aslı kitapta) geçmiş bir hüküm
olmasaydı, aldıklarınız (esirler)den dolayı size büyük bir
azab dokunurdu.” Allahu Teala; “Ganimet olarak aldıklarınızdan
yeyiniz.” buyurmuştur. Avfi’de bu açıklamayı İbni
Abbas’tan naklederken bu görüşün aynısını Ebu Hureyre,
İbni Mesud, Said b. Cübeyr, Ata, Raban El Basri, Katade ve Amesten
rivayet edilmiştir. Böylece; “Allah tarafından önceden
verilmiş bir hüküm olmasaydı...” (Enfal 68) ayetinden
maksat; bu ümmete ganimetlerin helal kılınmasına dair hükümdür.”
(İbni Kesir c. 7 s. 3-82)
Görüldüğü
gibi ayetle alakalı olan Resulün davranışında ne bir içtihad
ne de bir azarlama vardır.
4-
Resulullahın içtihad ettiğini savunanların bir diğer delilleri
de Tebuk vakıasıyla alakalıdır. Bu savaşta izin isteyenlere
izin veren Resulullahın bu davranışını içtihad olarak değerlendirip
buna da, hadiseyle alakalı olarak inen şu ayeti delil gösterirler:
“Allah
seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen
yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?” (Tevbe
43)
Burada
bir içtihad yoktur. Sadece daha evla olanını seçme meselesi vardır.
Bu savaş Resulullahın hayatında yaptığı son savaştı. İzin
hususunda ise Cenabı Allah daha önceden Resulüne hüküm indirmişti:
“…Öyle
ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde,
sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağış
dile; Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.” (Nur
62)
Bu
ayet Tebuk vakıasından önce inmiş ve Resule gelen bir izin verme
yetkisi vermiştir. (Tefsir Us. İsmail Cerrahoğlu s. 86-87)
Yani
Resulullah hükmü belli olan bir konuda kendisinden izin
isteyenlere izin vermiştir. Resulullah hükmü belli olmayan bir
konuda konuşmuş değil, bilakis Allah’ın koymuş olduğu bir hükme
uyuyor ve izin veriyor. Allah’ın izin verdiği bir konuda Resulünün
davranışını kınamayacağı, azarlamayacağı ise açıktır:
“Allah'ın,
kendisine helal kıldığı şeyde Peygamber'e
herhangi bir vebal yoktur…” (Ahzab 38)
Olaya
bir diğer yönden bakalım: Acaba Allah (cc) bu münafıkların
savaşa çıkmalarını arzu ediyordu da Peygamber buna mani olduğu
için mi kınıyor veya tenkit ediyor?!
Devam
eden ayetlere baktığımız zaman bunun böyle olmadığını görüyoruz.
Aslında Allah (cc) da onların savaşa çıkmalarını istemiyor ve
şöyle buyuruyor:
“Eğer
onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun
için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını
çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara "Oturanlarla
(kadın ve çocuklarla) beraber oturun!" denildi. Eğer içinizde
(onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir
katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda
koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır.
Allah zalimleri gayet iyi bilir.” (Tevbe 4647)
Nitekim
Resulullaha Cenabı Allah, eğer savaştan onları geri gönderir de
savaşa çıkmak için izin isterlerse vermemesini söylemiştir.
|