Ana Sayfa YIL 14  SAYI 168  ŞEVVAL 1424  ARALIK 2003 E-Mail

Dinler Arası Diyalog

Hizb-ut Tahrir Yayınlarından

Gayri-Müslimleri İslam’a davet etmek, Allah (cc)’nın Müslümanlar üzerine farz kıldığı amellerden bir ameldir. Müslümanlar on dört asır boyunca bu ameli yerine getirdiler ve ister Ehl-i Kitap olsun isterse olmasın diğerlerini, İslam’a davet etmeyi sürdürdüler. Allah (cc) şöyle buyurdu:

“Rabbinin yoluna hikmet (sahih delil ve doğru fikir) ile ve güzel öğüt (gerçeği görmek için hisleri tahrik etmek) ile davet et ve onlarla en güzel bir şekilde cedelleş (doğru olmayan fikirleri çürüt)...” (Nahl 125)

Ve Nebi (sav) Rumların Kralı Heraklus’ e gönderdiği mektubunda şöyle dedi:

Seni İslam’a davet ediyorum. İslam’a gir, selameti bul. Allah da ecrini iki kat versin. Eğer yüz çevirirsen, (bil ki) hükmün altındaki insanların günahı senin üzerine olur. (Buhari, Bed’ul Vahy 1, İman 37; Muslim, Cihad, 73 İbn Abbas rivayet etti)

Böylece bizim gayri müslimlere yapacağımız davet, İslam’a dahil olmaya ve küfrü reddetmeye yönelik bir davet olur.

Son zamanlarda yayılmaya başlayan dinler arası diyalog fikrine gelince; bu dışarıdan gelen sinsi bir Batı düşüncesidir ki; hiçbir şekilde İslam’da yeri yoktur. Çünkü bu fikir, farklı dinler arasında ortak noktaların icad edilmesine davet eder. Daha doğrusu Müslümanlardan İslam’ın yerine kabul etmelerini istediği, yeni bir uydurma dine bir davettir. Zira bu fikrin savunucuları ve takipçileri, kafir olan batılılardır.

Devletlerarası çapında bu fikir ilk defa 1932’de, Fransa’nın üç dinin -İslam, Nasranilik (Hıristiyanlık) ve Yahudilik- birleştirilmesi konusunda, el-Ezher alimleriyle görüşmek üzere temsilciler göndermesiyle başladı. Bunu 1933’te Fransa, İngiltere, İsviçre, Amerika, İtalya, Polonya, İspanya, Türkiye ve diğer ülkelerin bütün üniversitelerindeki misyoner ve oryantalistlerin katılımıyla yapılan Paris Konferansı izledi. 1936’da yapılan Dünya Dinleri Konferansı, Avrupalıları bu tür konferanslardan alıkoyan İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki son konferans oldu.

1964’te Papa VI. Paul, dinler arasında diyaloga davet eden bir mesaj yayınladı. Vatikan daha sonra 1969 yılında, “Müslümanlar İle Hıristiyanlar Arasında Diyalog Rehberi” başlıklı bir de kitap yayınladı.

1970’ler ve 1980’ler sırasında, on üçten fazla dinler arası ve kültürler arası diyalog konferansları ve toplantıları düzenlendi. Bunların en göze çarpanı, dünyanın değişik dinleri temsil eden 400 delegenin katılımıyla Belçika’da yapılan, İkinci Dünya Din ve Barış Konferansı oldu. Bir diğer konferans da, 23 ülkeden Müslüman ve Hıristiyan temsilcilerin katılımıyla İspanya’nın Kurtuba kentinde yapıldı. 1974’te düzenlenen bu iki konferansı, 1979’da Tunus’un Kurtac kentinde yapılan Hıristiyan-Müslüman Görüşmesi izledi.

Bu dinler arası diyalog çağrıları, 1990’larda en aktif dönemini yaşadı. Böylece 1993’te Ürdün’de Arap-Avrupa Konferansı ve ardından 1994’te Sudan’da dinler arası diyalog İçin Hurtum Konferansı’nı düzenlediler. 1995’te biri Stockholm’de, diğeri de Amman’da olmak üzere iki diyalog konferansı daha yapıldı. Bu iki konferansı 1996’da Ürdün’deki Ehl-i Beyt Üniversitesi’nde yapılan “İslam ve Avrupa” konulu konferans takip etti.

Diyalog Gerekçeleri

Dinler arası diyalog konferanslarına katılan temsilcilerin ortaya attığı, en öne çıkan gerekçelerden biri; dağılmadan önce Sovyetler Birliği tarafından yayılan “dinsizlik ve ateizm karşısında ayakta kalmak” düşüncesiydi. Komünizm, dinleri parçalayan ve onların kültürel başarılarını tehdit eden bir tehlike şeklinde gösterildi. Sonra güya insanlık için ağlıyorlarmış gibi görünerek, adeta tüm dünyadaki inançlıları savunma savaşına girdiler. Daha sonra birbiriyle alakalı terimlerle gerçeği tanımlamaya yöneldiler. Öyle ki; hiçbir şahsın veya dinin, gerçeğin tek sahibi olamayacağını iddia ettiler. Fakat bunun, çoğunluğun düşüncesinin gerçeğe en yakın düşünce olarak kabul edildiği, demokratik bir yöntem dahilinde ele alınması gerektiğini vurguladılar.

Konferans Katılımcılarının Önerileri

Aşağıda; Dinler Arası ve Kültürler Arası Diyalog adına yapılan, İslam ile Avrupa konulu konferanslarda ortaya atılan önerilerin en önemlileri yer almaktadır:

1. Dinsizlik, ateizm, politeizm (çok tanrıcılık-şirk), inanç, İslam, hoşgörü, radikalizm (aşırılık) ve fundemantalizm (köktencilik) gibi kelimeler için, yeni anlamlar ve tanımlar belirlenmeli ve bunlar benimsenmelidir. Bu kelimelerin farklı inançlara sahip insanlar arasında, bölünme etkenleri olmamaları sağlanmalıdır.

2. İnanç, ahlak ve kültürü de içeren üç dinin ortak unsurları arasında fark gözetilmemeli ve Allah’a inanan ve O’na ibadet eden kimseler olmaları vasfıyla, Kitap sahibi bütün insanların dinleri ve kültürleri arasında olumlu bir işbirliği yapılması konusu üzerinde durulmalıdır.

3. Farklı dinlere mensup olanların, bir arada ve barış içerisinde yaşamalarına imkan tanımak gayesiyle, insan hakları konusunda ortak bir belge şekillendirilmelidir. Bu, farklı dinler arasındaki kan davalarından kaynaklanan (kindar) duyguların yok edilmesi ve farklı devletlerin politikaları ile farklı insanların kültürlerindeki mefhumların kaldırılmasıyla başarılabilir.

4. Tarih ve eğitim müfredatları kapsamlı bir şekilde yeniden gözden geçirilmelidir. Öyle ki; onlar herhangi bir tahrik veya nefretten bağımsız hale gelebilmelidirler. Dini eğitim; diğerleriyle ortak anlayışa sahip ve insan kültürlerine açık kişilikler oluşturmak amacını taşıyan, temel insancıl çalışmaların bir parçası olarak görülmelidir.

5. Şu konular üzerinde çalışılmalı ve her biri için ortak mefhumlar şekillendirilmelidir: Adalet, Barış, Kadın hakları, İnsan hakları, Demokrasi, İş ahlakı, Çoğulculuk, Özgürlük, Dünya barışı, Barış içinde birlikte yaşam, Kültürel açıklık, Sivil toplum vb.

Dinler Arası Diyalogun Vesileleri ve Üslupları

Batılı kafirlerin, misyonerler, oryantalistler, kültürel çalışmalar, medya, informasyon, fikri ve siyasi aldatmacalar ve saptırmalar yoluyla, Müslümanları akidelerinden uzaklaştırmada başarısız olmalarından sonra; ajanlarına ve onların ülkelerindeki resmi cihatlara başvurdular. Daha sonra Oxford İslami Çalışmalar Merkezi, Durham Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları Merkezi, Amerikan Kutsal Haç Koleji, Rabıta-tul Alem Al-İslami, İslami Kültür Çalışmaları İçin Kraliyet Akademisi, Ehl-i Beyt Üniversitesi ve Dünya Kiliseler Konseyi vb. gibi Müslümanların topraklarında ve onların ülkelerinde kurulan merkezler ve çalışma grupları tarafından tertip edilen konferanslar ve seminerler yapmaya başladılar.

Aldatmak ve saptırmak için, kasıtlı bir şekilde belirsiz anlamlar ile, ıstılahlar ve süslü genel ifadeler kullandılar. Mesela; yenilenme, dünyaya açık olma, insanlık medeniyeti, evrensel bilimler, barış içinde birlikte yaşama ihtiyacı,Küreselleşmeye katılmak, partizanlığı ve aşırılığı reddetmek ve benzerleri.

Kendilerine has hayat nizamlarını savunanlara saldırmak için Bilim (deneylerden çıkan neticeler) ile Kültür ( çıkış sebebi akidenin olduğu fikir ve görüşler), Hadarat (hayat hakkında mefhumları) ile Medeniyet (maddi şekiller) mefhumlarını birbirine karıştırdılar ki hayat hakkında kendi özel bakışına bağlı olanlara saldırmak için bir gerekçe bulabilsinler; böylece insanların bilim ve teknolojiye, bunlardan kaynaklanan medeniyete karşı olduklarını itham edip, onları gericiliğiyle ve geri kalmışlığıyla damgalayabilsinler. Halbuki İslam böyle bir durumda olmayıp bilimden kaynaklanan teknoloji ve bilim dallarının kapılarını açar. Fakat bunlar, İslam Kültürü ve hadaratından başka bir kültür veya hadarattan kaynaklanan hususları reddeder. Zira; bunlar insanların davranışlarıyla ilgili olan fikirler ve mefhumlardan ibarettir ki; yalnız İslam’ın hayat hakkındaki mefhumları tarafından kontrol edilmesi gereklidir.

Müslümanlar için birtakım kapitalist fikirleri parlak renklerle boyadılar ve bunların İslam’a zıt olmadığını iddia ederek, reklamını yaptılar. Öyle ki; bazı Müslümanların demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, sosyalizm ve diğerleri gibi birtakım fikirlerin İslam’dan olduğunu düşünmesi boyutuna kadar vardı. Diğer taraftan birtakım İslami fikirleri çirkin olarak gösterdiler ve Cihad, Hudut (ceza hükümleri), birkaç kadınla evlenmek ve diğer bazı Şer’i hükümleri, çağdışı ve zamanı geçmiş gerici fikirler olarak tarif ettiler.

İslami nassları; vakıayı düşünmenin konusu değil de, düşünmenin kaynağı haline getiren Kapitalist düşünme metodu ile incelettirdiler. Hükümleri benimsemede veya terk etmede ölçü olarak, helal ve haram’ı değil, fayda ve menfaati aldılar. Bu bazı Müslümanları, İslam’ı anlamak için Şer’i metinleri esas almayan, birtakım ilkeler uydurmaya sevk etti. Bunlar; (şartlar eksenli) Vakıa Fıkhı, (uyum ve uzlaşma eksenli) Dengeler Fıkhı, zaruret yasaklanmış şeyleri mubah kılar ve bunlara benzer kurallar çıkarttılar. Böylece bir takım İslami hükümlerin sulandırılmasına, asli hüküm ile yabancı hükmün arasındaki farklılıkların ve hatta Küfrün temelleri ile İslam’ın temelleri arasındaki farkların yok edilmesiyle sonuçlandı. Mesela; Riba (faiz) kabul edilebilir hale geldi ve Şahadet “intihar” olarak tanımlandı.

Bu diyalogu hazırlayan Küffar, şu anda bunun kapsamını genelleştirmekte ve genişletmektedir. Artık bu, katılım sağlanan öyle birkaç konferanslar ve seminerler ve belli insanlarla de sınırlı kalmayacaktır. Dahası ister eğitimli isterse işçi olsun, ister erkek isterse kadın olsun toplumun her kesimini kuşatacaktır. Bu üniversiteler, çalışma enstitüleri, partiler ve dernekler vasıtasıyla yapılmaktadır. Bazı konferans katılımcılarının tarif ettiği gibi bu; ekonomide, sosyal ilişkilerde, siyasette, eğitimde ve diğer alanlarda Batı Hadaratı’na dahil olmaktır. Şu haliyle Kapitalizm -onların iddialarına göre- insancıl, rasyonalist (akılcı), özgürlükçü ve demokrattır. Bu yeni ve başarılı bir hadarattır. İslam’a gelince; o, kör bir inanç, despotizm ve hurafe, kölelik ve çok eşliliğin hakimi olarak anlatılan bir kalıntı olarak görülür. Böylece O, çağdışı ve gerici bir dindir!

Bu konferansların gerçek gayesinin tahakkuku için, Müslümanların gözlerini kamaştırmakta kullandıkları şekillerden biri de; Hinduizm, Budizm ve Sihizm gibi bazı inançlara mensup kimseleri, Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin yanında yer almaya davet etmeleriydi. Bunu, Müslümanların diyalogun gerçek hedeflerinden şüphelenmemelerini sağlamak için, Japonya’daki Dünya Din ve Barış Konferansı’nda ve 1970’de Beyrut’taki bir seminerde ortaya attılar. Müslüman alimler adı verilen adamlar, nasıl olur da Budizm ve diğer küfür dinleri ile İslam’ın aynı kefede bulunmasına müsaade ederler!?

Batı’nın İslam’a Gerçek Bakış Açısı

Müslümanlarla diyaloga davet eden ve diyalog konferanslarının başını çeken Batı, İslam’ı apaçık bir düşman olarak görmektedir. Onları bu diyalogları kurmaya ve yönetmeye sevk eden şey, işte bu bakış açısıdır. Mesela; ünlü bir referans kaynağı olan Fransız Kültür Ansiklopedisi’nde Allah’ın Resulü Muhammed (sav) hakkında şöyle denilmektedir: “Bir katil, deccal (aldatıcı), kadınları kaçıran ve insan aklının en büyük düşmanı...” Keza Batı Avrupa’daki ders kitaplarının çoğunda, Allah’ın Resulü Muhammed (sav), İslam ve Müslümanlar hakkında en tiksindirici ifadelere yer verilmiştir. Son zamanlarda Amerikalı düşünür Fukuyama tarafından kaleme alınan “Tarihin Sonu” adlı kitapta bu durum şöyle dile getirilmektedir: “Kapitalist sistem, yeryüzündeki insanlar için ebedi kurtuluştur. Zayıflık ve parçalanmışlığına rağmen İslam ise, bu yeni muzaffer din ve hayat yolunu (yani Kapitalizmi) tehdit etmektedir.

Yine eski NATO Genel Sekreteri Willy Klaas şöyle demişti: “Fundamentalist İslam, jeopolitiğin geleceğini tehdit eden bir tehlikedir.” Oryantalist Bernard Lewis ise, İslam ve kapitalizm hakkında şöyle de demiştir: “Bunlar birbirine zıttır. Bunlar arasında hiçbir diyalog alanı yoktur.” Ve Harvard Üniversitesi Siyasal Bilimler profesörü ve Stratejik Çalışmalar Enstitüsü başkanı Samuel Huntington ise, (Medeniyetler-Hadaratlar Çatışması adlı kitabında) şöyle demektedir: “Medeniyetler (bundan kasıt Hadaratlardır) arasındaki çatışmalar, dış siyasetlere hakim olacaktır. Medeniyetler (Hadaratlar) arasını ayıran hatlar (saflar), gelecekte savaş hatları (safları) olacaktır.” Ve şöyle diyor: “Din şiddetli bir şekilde kendisini ayrı tutar, bu insanlar için bilinen şeydir. Bir insan yarı Arap, yarı Fransız olabilir. Fakat bir insanın yarı Katolik yarı Müslüman olması çok zordur.

Bu Düşmanlıktan Sonra Bizi Davet Ettikleri Diyalog Nerededir?

Bu açıklamalarla kafir Batı’nın İslam’a ve Müslümanlara karşı giriştikleri; Haçlı Seferler, İspanya’da Müslümanların yok edilmesi, Hilafet Devleti’nin yıkılması, Filistin’e Yahudi varlığının yerleştirilmesi ve İslam’ın ve İslami hareketlerin terörist ve aşırılar (radikaller) olarak tarif edilmesi gibi düşmanca tavırlar karşılaştırıldığında, hangi diyalogdan bahsedilmektedir!? Bu açıklamaları ve bu kindar tavırları karşılaştırdığımız zaman, kafir Batı’nın icra ettiği diyalogların gayesinin ve anlamının, Müslümanları kontrol ve teslim altına almak olduğunu idrak ederiz.

Diyalogun Gayeleri

Diyalogun en önemli ve esas gayesi; kapsamlı bir nizam olarak, İslam’ın hayatın işlerine geri dönmesini engellemek için dinler ve hadaratlar arasında kurulan diyaloglar vasıtasıyla, kapitalistlerin başarıya ulaşmak için çalışmasıdır. Bu böyledir. Çünkü İslam, onların küflenmiş artık ideolojilerini ve hadaratlarını tehdit etmektedir. Üstelik İslam, onların menfaatlerini ve nüfuzlarını yerin dibine geçirecektir.

Esas gayenin tahakkuku için yürütülen diğer kısmi gayelere gelince; bunlar sayılıdır. Bunlardan biri; dünyayı ve özellikle İslam topraklarını, İslam Hadaratını oralardan silebilmek için Kapitalist hadaratın boyalarıyla boyamayı hedef ediniyorlar. Bu onlar için, insanların zihninden İslam kültürünün kaldırılmasını kolaylaştıracaktır. Onlar bunu Müslümanların, İslam kültürüne, onun kaynaklarına ve hükümlerine olan güven ve itimatlarını sarsmak suretiyle başarmayı amaçlamakta ve İslam’ın diğer dinlerden ayrılan en önemli özellikleri söküp atmak suretiyle, onu hadaratlar çatışması’nda etkisiz hale getirmek istemektedirler. Zira bu özellikler siyasi bakımdandır ki; o ancak insanların işlerini İslam’ın hükümlerine göre yürüten ve İslam’ı tüm insanlığa taşıyan Raşidi Hilafet’tir.

Bununla birlikte kapitalistler, Müslümanları haramları işlemekten ve farzları terk etmekten utanç duymayan yeni bir şahsiyete büründürmeye gayret etmektedirler. Sonra Müslüman’ın sahip olduğu İslami zevk ve İslami hamiyeti öldürmektir. Böylece, Müslüman küfürden ve kafirlerden nefret etmeyecek, Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Munkeri yapmayacaktır. Bununla; İslam Ümmeti’nin tüm dış unsurlara karşı direniş gücünü yok ederler ve İslam toprakları üzerindeki kapitalist hadaratın varlığını tehdit eden hissi ve fikri duvarları yıkarlar. Böylece onların nüfuzlarını ve menfaatlerini korumaları daha kolay hale gelir ve kalıntıları ile devamlılıklarını sağlama almış olurlar.

Kafirler ve onların ajanları tarafından, bunların çevrelerine dahil olan alimlerin ve mütefekkirlerin maiyetinde İslam topraklarında icra edilen bu diyalogun arkasındaki maksat; Müslümanlar için yeni bir din üretmektir. Bu maksat; kanun koyucu olarak, insan hayat ve kainatın Yaratıcısı olan Allah (cc)’nın yerine insanı benimseyen, dini hayattan söküp atma (laiklik) akidesi üzerine kuruludur. Allah (cc) onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Eğer güçleri yeterse onlar, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara 217)

Yine Allah (cc)şöyle buyurdu:

“Sen onların dinine tabi olmadıkça, ne Yahudiler ne de Nasraniler senden asla razı olmayacaklardır.” (Bakara 120)

İslam Hadaratı, İslam akidesi temeli üzerinde bulundukça ve Batı Hadaratı da Kapitalist akide temeli üzerinde bulundukça, birleşmeleri katiyen mümkün olmayacaktır. Buna binaen; kafir Batı’nın başını çektiği diyalogların perde arkasındaki maksat, Müslümanları kapitalist mefhumların faydaları için İslami mefhumlardan vazgeçirmek olacaktır. Çünkü onlar, bu iki zıt inancın bir araya gelmesinin imkansız olduğunun farkındadırlar.

Böylece yeni bir insanlık hadaratı oluşturmak ve ortak unsurlar bularak dinler ve hadaratlar arasında diyaloglar kurmak, vakıası olmayan hayali bir kuruntudur. Bilakis doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ve hayır ile şerri ayırt edebilmek için; dinler ve hadaratlar arasında fikri bir mücadele ve çatışmanın bulunması kaçınılmazdır. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“O, gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süslenmek veya faydalanmak için ateşte erittikleriniz üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. İşte Allah hak ile batıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller verir.” (Ra’d 17)

Davet ettikleri diyaloga gelince; bu İslam’ı, İslam hadaratı ve İslam ümmeti’ni harap etmek gayesiyle, İslam düşmanları tarafından ortaya atılan bir diyalogdur. Bu sebeple Müslümanların; batıl ve ifsad olmuş hadaratları kaldırmak ve Yüce İslam hadaratını üstün kılmak için, fikri ve maddi bir mücadele başlatacak olan Raşidi Hilafet’in yeniden kurulmasında, apaçık ortaya konulmuş gerekli mücadele vasıtalarını benimsemeleri ve onları mütekamil kılmaları kaçınılmazdır.

İbrahim (as)’ın Soyundan Gelme Meselesi

Bu görüş, üç din arasındaki diyalogları kuvvetlendirmek için öne sürüldü. Çünkü bu üç ayrı din; Muhammed (sav), İsa (as) ve Musa (as) peygamberler tarafından getirildi. Bu üç peygamberin (as) de soyu tek bir babaya dayanır ki; o, İbrahim (as)’dır. Bu nedenle, güya bu üç dinin tabileri barış içinde birlikte yaşamaktan sorumludurlar. Çünkü onlar güya, soy ve din bakımından tek bir kökenin devamıdırlar.

Görüş açılarından biri budur. Bir diğer görüş açısına göre; bu bakış, Orta Doğu’da Yahudilerle ilişkilerin normalleştirilmesinde sözde barış sürecini olumlu yönde destekler. İşte bu, Filistin ve el-Mescid el-Aksa’yı gasbetmek ve İslam Ümmeti’nin kalbine bir hançer saplamak suretiyle, İslam’a ve Müslümanlara karşı kurulmuş Yahudi-Batılı komplosunun bir parçasını kabul etmektir. Bu aynı zamanda, tek ve ortak dine yani Peygamberlerin babası İbrahim (as)’ın dinine ait olanların tamamı içinde Müslümanların, kendi hadlerince mukaddes mekanlar içeren El-Kuds üzerinde vesayet sahibi olmasını ve bu vesayette Nasrani ve Yahudilerin de Müslümanlara ortak olduğunu kabul etmek ve bu ortaklığa haklılık payı vermektir.

Bu görüş açısının hatalarını göstermek ve çürüklüğünü ortaya koymak için, üç meseleyi açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir:

1- Lügat İle Alakalı Mesele

Lügatta (teslim olmak) kelimesi, (çökmek, boyun eğmek) anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de peygamberler ve onların Allah (cc)’nın emri’ne teslim olmuş, boyun eğmiş tabileri hakkındaki kıssalarda, bu kelime bu manada kullanılmıştır. Allah (cc), Nuh (as)’ın -ki, İbrahim (as)’dan önce gelmişti- dilinden şöyle buyurmaktadır:

“Benim ecrim Allah indidedir ve bana Müslimlerden (teslim olanlardan) olmam emrolundum.” (Yunus 72)

Ve Allah (cc), İbrahim ve İsmail (as)’ın dilinden şöyle buyurdu:

“Ey Rabbimiz! Bizi Müslüman kıl! Neslimizden de teslim olucu, Müslim bir ümmet çıkar.” (Bakara 128)

Ve Allah (cc), Lut (as)’ın kavmi hakkında şöyle buyurdu:

“Zaten orada Müslimlerden olan bir ev halkından başka kimse bulmadık.” (Zariyat 36)

Ve Musa (as)’ın dilinden şöyle buyurdu:

“Ey Kavmim! Eğer Allah’a inandıysanız ve Müslimlerden (O’na teslim) olduysanız sadece O’na tevekkül edin.” (Yunus 84)

Ve İsa (as)’ın sahabesi olan Havariyyun’un dilinden şöyle buyurdu:

“Allah’a inandık. Şahit ol ki; bizler Müslümanlarız (teslim olanlarız).” (Al-i İmran 52)

Buna göre ayetlerde geçen kelimesi, (teslim olanlar, boyun bükenler) anlamındadır. Bu, onların Muhammed (sav)’e inzal edildiği haliyle İslam’ı ikrar ettikleri anlamına gelmez. Zira İslam, onlar nezdinde (bu haliyle) bilinen bir şey değildi ve onu kastederek hitap etmediler. Tam aksine her kavim, kendilerini özel bir Şeriat ile davet eden belli bir peygambere sahip oldu. Allah (cc) şöyle buyurdu:

“…Her biriniz için bir Şeriat (hükümler) ve bir Minhaç (metot) verdik...” (Maide 48)

Vahyin Muhammed (sav)’e gelmesinden sonra; vahiy, muayyen Arapça kelimeler ile inzal edildi ve bunların geleneksel lügat manasını, şer’i manalara dönüştürdü. Kur’an ve Sünnet’teki şer’i metinler de bunu açıkladı. Bu manası değişen kelimelerden biri de İslam’dır. İslam lügatte, İnkıyad (teslimiyet, boyun eğme) manasında iken, Şer’i bir mana olarak; “Allah (cc)’nın Resulü Muhammed (sav)’e inzal ettiği din” manasını aldı. Allah (cc) kıyamet günü’ne kadar tüm insanlığa şöyle hitap etti:

“…Sizin için din olarak İslam’ı seçtim…” (Maide 3)

Ve Allah (cc) şöyle buyurdu:

“Her kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecektir...” (Al-i İmran 85)

Ve Allah’ın Resulü (sav) şöyle buyurdu: İslam, beş esas üzerine bina edildi. (Buhari, İman,1; Muslim, İman, 22) Halbuki diğer dinler, bu beş temel üzerine bina edilmemiştir. (Hadisin devamında bu beş esas şöyle sıralanmıştır: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe'ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak. Abdullah İbn Umar el-Hattab rivayet etti.)

İslam kelimesinin anlamının şer’i değişime uğramasından sonra, bundan fiil veya ism-i fail (sıfat-fiil) şeklinde türeyen Esleme ve Muslim gibi kelimeler de, eğer bir Karine olmaksızın kullanılırlarsa; sadece Şer’i mana kast edilir. Fakat eğer geleneksel lügat mana kast ediliyorsa, onun Şer’i manasını değiştirmek için bir karineye ihtiyaç duyulur. Mesela Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“İbrahim ne Yahudi, ne de narsan (Hıristiyan) idi. Fakat O, hanif (dosdoğru) bir Müslüman idi…” (Al-i İmran 67)

Bu; İbrahim (as)’ın, Allah (cc)’nın Muhammed (sav)’e indirdiği din üzerinde olduğu anlamına gelmez. Bilakis İbrahim (as)’ın, Peygamberlerinin getirdiği din’i tahrif eden Yahudi ve Nasranilerden farklı ve onlardan uzak olarak, Allah (cc)’nın kendisine inzal ettiklerinin gereğince, Allah (cc)’ya kusursuz bir teslimiyet gösterdiği anlamına gelir.

Muhammed (sav) ile İsa ve Musa (as)’ın, İbrahim (as)’ın Dini üzere oldukları sözüne gelince; Bu; Allah (cc)’nın gönderdiği her Din’in temeli olan Akide’nin aynı akide olduğu ve hepsinin de bu akideye inandıkları anlamına gelir. Allah (cc) bunu şöyle bildirmiştir:

“Dini ikame edin ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahy ettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de Din kıldı…” (Şura 13)

Buna göre ayette geçen Din kelimesi, Din’in temeli olan Akide anlamındadır. Allah (cc) şöyle buyurarak, bunu apaçık belirtti:

“…Her biriniz için bir Şeriat (hükümler) ve bir Minhaç (metot) verdik…” (Maide 48)

2- Şer’i Mesele

Allah (cc) Muhammed (sav)’i, tüm insanlığa resullerin ve nebilerin sonuncusu olarak gönderdi ve onlara ister ilahi olsun isterse olmasın, takip ede geldikleri dinlerini terk etmelerini emretti ve onları din olarak İslam’a dahil olmaya davet etti. Her kim, bu davete icabet ettiyse, o bir Müslüman oldu ve her kim de yüz çevirdiyse, o da bir kafir oldu. Allah (cc) şöyle buyurdu:

“Eğer seninle tartışmaya girerlerse deki; “Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” Ehl-i Kitab’a ve ümmilere de deki; “Siz de Müslüman oldunuz mu?” Eğer Müslüman oldularsa, doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğ etmektir. Allah kullarını görmektedir.” (Al-i İmran 20)

Ve O (cc) şöyle buyurdu:

“Ehl-i Kitap’tan ve müşriklerden olan o kafirler, kendilerine beyyine (kesin delil) gelinceye kadar (küfürden) ayrılacak değillerdi. (İşte o beyyine) Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir Rasul’dür.” (Beyyine 1-2)

İslam’ı kabul etmeleri müstesna, onlar Küfürden ayrılmış olmazlar. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Muhammed'in nefsini kudret eliyle tutan Zat'a yemin ederim ki; bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Nasrani olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa, mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.” (Müslim, İman, 240)

Öyleyse insanların tamamı, İslam inancı’na sahip olmaya davet edildi. Konu ispatlanıp, kendisince apaçık ortaya çıktıktan sonra; her kim İslam’ı kabul etmezse, kesinlikle kafirlerden olur. Muhammed (sav) Peygamberlik ile görevlendirildikten sonra, eğer Yahudiler ve Nasraniler kendi dinlerine bağlı kalmaya devam ederlerse, Kur’an hükümlerine göre, kafirler olarak addedilirler. Onları Müslümanlar olarak tarif etmek, Haramdır. Her kim onların veya diğer kafirlerin Müslümanlar olduğuna inanırsa, o da bir kafir olur. Çünkü bu inancıyla o, sübutu ve delaleti kat’i olan Şer’i hükümleri reddetmektedir. Eğer onlar bu inançlarıyla ölürlerse, onlar da cehennem ehlinden olacaklardır.

3- İbrahim (as)’ın Soyundan Gelme İle Alakalı Mesele

Bu kavmiyetçilik bağına yapılan bir davettir. Bu bağ beka içgüdüsünden kaynaklanır ve tabii olarak hissi ve bayağı bir bağdır. İnsanlar için uygun olmayan bir bağdır. Çünkü bu, farklı soydan gelen iki insanı bile birbirine bağlayamaz.

İbrahim (as)’ın soyundan gelme bağı da zamanla çürümüştür. Bugün mevcut değildir. Çünkü İbrahim (as)’ın soyundan gelenler ve onların evlatları; evlilik, toplumsal alakalar, göçler ve savaşlar nedeniyle diğer insanlara karışmışlardır. Bugün onları diğer insanlardan ayırt edebilmek imkansızdır. Madem ki; tüm insanlar ve dünyanın kabileleri arasında, üç dinin de mensupları bulunabilmektedir, o halde onlar etnik kökenlerine göre değil, dinlerine göre birbirlerine karışmışlardır. Bu nedenle Müslümanlar, Yahudiler ve Nasraniler veya Mescid-ul Aksa çevresinde yaşayanlar veya herhangi diğerleri için İbrahim (as)’ın soyundan gelme bağını kurmaya çalışmak, beyhude bir iş ve bozuk bir kullanımdır. Bundan maksat; İslam’a savaş açmak, barış süreci denilen ihanete meşruiyet kazandırmak ve Müslümanların işgal edilmiş toprakları üzerinde kurulmuş İsrail adı verilen Yahudi varlığı ile ilişkileri normalleştirmektir. Bunların tümü; Batılı kafir efendilerinin emri altında bulunan İslam topraklarındaki Müslümanların hain yöneticilerinin işledikleri tiksindirici cürümlere meşruiyet vermek içindir.

Ailevi veya kavmi bağlar da, İbrahim (as)’ın soyundan gelme bağı gibidir. Şeriat bunu, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir temel olarak reddetmiştir. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“De ki; Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler size, Allah’tan, Resulü’nden ve Allah yolunda Cihad etmekten daha sevgili ise, Allah emrini getirinceye kadar bekleyedurun. Muhakkak ki; Allah, fasıklar kavmini hidayete erdirmez.” (Tevbe 24)

Böylece Allah’ın nizamı, her kavmi, ailevi veya menfaate dayalı bağın üstündedir. Allah (cc) bu bağın bayağılığını önceki peygamberlerine şöyle açıkladı:

“Nuh Rabbine dua edip dedi ki; ‘Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen Hakimler Hakimisin.’ Allah şöyle buyurdu: ‘O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı salih olmayan (fena) bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud 45-46)

Ve İbrahim (as) hakkında şöyle buyurdu:

“(Rabbi İbrahim’e şöyle dedi:) ‘Ben seni insanlara imam (önder) yapacağım.’ ‘Soyumdan da (önder yap ya Rabbi)’ dedi. Allah, ‘Ahdim zalimlere erişmez!’ buyurdu.” (Bakara 124)

Buna göre, Nuh (as)’ın oğlu Şer’i kıstaslara göre, onun ailesinden olmaz. Çünkü o, Allah (cc)’nın onun babasına indirdiklerine inanmadı. Ve İbrahim (as)’ın soyundan olan zalimler de; Allah (cc)’nın babaları İbrahim (as)’a indirdiklerine tabi olmadıklarına göre, Allah (cc)’nın önderlik sözünden mahrum oldular.

Bugün İbrahim (as)’ın soyuna davet etmek, cehalettir ve bu, siyasi olarak yönlendirilen bir davettir. İnsanları buna davet etmek ve sevk etmek haramdır. Çünkü maksat, İslam’a saldırmak, Müslümanları dinlerinden saptırmak, Yahudilerle yapılan kalleş barış anlaşmalarına haklılık kazandırmak ve işgal ettikleri Filistin’in mukaddes topraklarını onlara teslim etmektir. Öyle ki; onlarla kurulan ilişkiler normalleşsin ve İsrail, Orta Doğu’da bir devlet olarak kabul edilebilsin.

YIL 14  SAYI 168  ŞEVVAL 1424  ARALIK 2003

Yukarı