Gayri-Müslimleri İslam’a davet etmek, Allah (cc)’nın
Müslümanlar üzerine farz kıldığı amellerden bir ameldir.
Müslümanlar on dört asır boyunca bu ameli yerine getirdiler ve
ister Ehl-i Kitap olsun isterse olmasın diğerlerini, İslam’a
davet etmeyi sürdürdüler. Allah (cc) şöyle buyurdu:
“Rabbinin yoluna hikmet (sahih delil ve doğru
fikir) ile ve güzel öğüt (gerçeği görmek için hisleri tahrik
etmek) ile davet et ve onlarla en güzel bir şekilde cedelleş
(doğru olmayan fikirleri çürüt)...” (Nahl 125)
Ve Nebi (sav) Rumların Kralı Heraklus’ e gönderdiği
mektubunda şöyle dedi:
Seni İslam’a davet ediyorum. İslam’a
gir, selameti bul. Allah da ecrini iki kat versin. Eğer yüz
çevirirsen, (bil ki) hükmün altındaki insanların günahı senin
üzerine olur. (Buhari, Bed’ul Vahy 1, İman 37;
Muslim, Cihad, 73 İbn Abbas rivayet etti)
Böylece bizim gayri müslimlere yapacağımız
davet, İslam’a dahil olmaya ve küfrü reddetmeye yönelik bir
davet olur.
Son zamanlarda yayılmaya başlayan dinler
arası diyalog fikrine gelince; bu dışarıdan gelen sinsi bir
Batı düşüncesidir ki; hiçbir şekilde İslam’da yeri yoktur.
Çünkü bu fikir, farklı dinler arasında ortak noktaların icad
edilmesine davet eder. Daha doğrusu Müslümanlardan İslam’ın
yerine kabul etmelerini istediği, yeni bir uydurma dine bir davettir.
Zira bu fikrin savunucuları ve takipçileri, kafir olan batılılardır.
Devletlerarası çapında bu fikir ilk defa 1932’de,
Fransa’nın üç dinin -İslam, Nasranilik (Hıristiyanlık) ve
Yahudilik- birleştirilmesi konusunda, el-Ezher alimleriyle görüşmek
üzere temsilciler göndermesiyle başladı. Bunu 1933’te Fransa,
İngiltere, İsviçre, Amerika, İtalya, Polonya, İspanya, Türkiye
ve diğer ülkelerin bütün üniversitelerindeki misyoner ve
oryantalistlerin katılımıyla yapılan Paris Konferansı izledi.
1936’da yapılan Dünya Dinleri Konferansı, Avrupalıları bu tür
konferanslardan alıkoyan İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki son
konferans oldu.
1964’te Papa VI. Paul, dinler arasında diyaloga
davet eden bir mesaj yayınladı. Vatikan daha sonra 1969 yılında,
“Müslümanlar İle Hıristiyanlar Arasında Diyalog Rehberi”
başlıklı bir de kitap yayınladı.
1970’ler ve 1980’ler sırasında, on üçten
fazla dinler arası ve kültürler arası diyalog konferansları ve
toplantıları düzenlendi. Bunların en göze çarpanı, dünyanın
değişik dinleri temsil eden 400 delegenin katılımıyla Belçika’da
yapılan, İkinci Dünya Din ve Barış Konferansı oldu. Bir diğer
konferans da, 23 ülkeden Müslüman ve Hıristiyan temsilcilerin
katılımıyla İspanya’nın Kurtuba kentinde yapıldı. 1974’te
düzenlenen bu iki konferansı, 1979’da Tunus’un Kurtac kentinde
yapılan Hıristiyan-Müslüman Görüşmesi izledi.
Bu dinler arası diyalog çağrıları, 1990’larda
en aktif dönemini yaşadı. Böylece 1993’te Ürdün’de
Arap-Avrupa Konferansı ve ardından 1994’te Sudan’da dinler
arası diyalog İçin Hurtum Konferansı’nı düzenlediler. 1995’te
biri Stockholm’de, diğeri de Amman’da olmak üzere iki diyalog
konferansı daha yapıldı. Bu iki konferansı 1996’da Ürdün’deki
Ehl-i Beyt Üniversitesi’nde yapılan “İslam ve Avrupa”
konulu konferans takip etti.
Diyalog Gerekçeleri
Dinler arası diyalog konferanslarına katılan
temsilcilerin ortaya attığı, en öne çıkan gerekçelerden biri;
dağılmadan önce Sovyetler Birliği tarafından yayılan “dinsizlik
ve ateizm karşısında ayakta kalmak” düşüncesiydi.
Komünizm, dinleri parçalayan ve onların kültürel başarılarını
tehdit eden bir tehlike şeklinde gösterildi. Sonra güya insanlık
için ağlıyorlarmış gibi görünerek, adeta tüm dünyadaki
inançlıları savunma savaşına girdiler. Daha sonra birbiriyle
alakalı terimlerle gerçeği tanımlamaya yöneldiler. Öyle ki;
hiçbir şahsın veya dinin, gerçeğin tek sahibi olamayacağını
iddia ettiler. Fakat bunun, çoğunluğun düşüncesinin gerçeğe
en yakın düşünce olarak kabul edildiği, demokratik bir yöntem
dahilinde ele alınması gerektiğini vurguladılar.
Konferans Katılımcılarının Önerileri
Aşağıda; Dinler Arası ve Kültürler Arası
Diyalog adına yapılan, İslam ile Avrupa konulu konferanslarda
ortaya atılan önerilerin en önemlileri yer almaktadır:
1. Dinsizlik, ateizm, politeizm (çok tanrıcılık-şirk),
inanç, İslam, hoşgörü, radikalizm (aşırılık) ve
fundemantalizm (köktencilik) gibi kelimeler için, yeni anlamlar ve
tanımlar belirlenmeli ve bunlar benimsenmelidir. Bu kelimelerin
farklı inançlara sahip insanlar arasında, bölünme etkenleri
olmamaları sağlanmalıdır.
2. İnanç, ahlak ve kültürü de içeren
üç dinin ortak unsurları arasında fark gözetilmemeli ve Allah’a
inanan ve O’na ibadet eden kimseler olmaları vasfıyla, Kitap sahibi
bütün insanların dinleri ve kültürleri arasında olumlu bir
işbirliği yapılması konusu üzerinde durulmalıdır.
3. Farklı dinlere mensup olanların, bir
arada ve barış içerisinde yaşamalarına imkan tanımak
gayesiyle, insan hakları konusunda ortak bir belge
şekillendirilmelidir. Bu, farklı dinler arasındaki kan davalarından
kaynaklanan (kindar) duyguların yok edilmesi ve farklı devletlerin
politikaları ile farklı insanların kültürlerindeki mefhumların
kaldırılmasıyla başarılabilir.
4. Tarih ve eğitim müfredatları kapsamlı
bir şekilde yeniden gözden geçirilmelidir. Öyle ki; onlar
herhangi bir tahrik veya nefretten bağımsız hale
gelebilmelidirler. Dini eğitim; diğerleriyle ortak anlayışa sahip
ve insan kültürlerine açık kişilikler oluşturmak amacını
taşıyan, temel insancıl çalışmaların bir parçası olarak görülmelidir.
5. Şu konular üzerinde çalışılmalı ve
her biri için ortak mefhumlar şekillendirilmelidir: Adalet, Barış,
Kadın hakları, İnsan hakları, Demokrasi, İş ahlakı, Çoğulculuk,
Özgürlük, Dünya barışı, Barış içinde birlikte yaşam, Kültürel
açıklık, Sivil toplum vb.
Dinler Arası Diyalogun Vesileleri ve Üslupları
Batılı kafirlerin, misyonerler, oryantalistler,
kültürel çalışmalar, medya, informasyon, fikri ve siyasi
aldatmacalar ve saptırmalar yoluyla, Müslümanları akidelerinden
uzaklaştırmada başarısız olmalarından sonra; ajanlarına ve
onların ülkelerindeki resmi cihatlara başvurdular. Daha sonra
Oxford İslami Çalışmalar Merkezi, Durham Üniversitesi’nde
Orta Doğu Araştırmaları Merkezi, Amerikan Kutsal Haç Koleji,
Rabıta-tul Alem Al-İslami, İslami Kültür Çalışmaları İçin
Kraliyet Akademisi, Ehl-i Beyt Üniversitesi ve Dünya Kiliseler
Konseyi vb. gibi Müslümanların topraklarında ve onların
ülkelerinde kurulan merkezler ve çalışma grupları tarafından
tertip edilen konferanslar ve seminerler yapmaya başladılar.
Aldatmak ve saptırmak için, kasıtlı bir şekilde
belirsiz anlamlar ile, ıstılahlar ve süslü genel ifadeler
kullandılar. Mesela; yenilenme, dünyaya açık olma, insanlık
medeniyeti, evrensel bilimler, barış içinde birlikte yaşama ihtiyacı,Küreselleşmeye
katılmak, partizanlığı ve aşırılığı reddetmek ve
benzerleri.
Kendilerine has hayat nizamlarını savunanlara
saldırmak için Bilim (deneylerden çıkan neticeler) ile
Kültür ( çıkış sebebi akidenin olduğu fikir ve
görüşler), Hadarat (hayat hakkında mefhumları) ile
Medeniyet (maddi şekiller) mefhumlarını birbirine
karıştırdılar ki hayat hakkında kendi özel bakışına bağlı
olanlara saldırmak için bir gerekçe bulabilsinler; böylece
insanların bilim ve teknolojiye, bunlardan kaynaklanan medeniyete
karşı olduklarını itham edip, onları gericiliğiyle ve geri kalmışlığıyla
damgalayabilsinler. Halbuki İslam böyle bir durumda olmayıp
bilimden kaynaklanan teknoloji ve bilim dallarının kapılarını açar.
Fakat bunlar, İslam Kültürü ve hadaratından başka bir kültür
veya hadarattan kaynaklanan hususları reddeder. Zira; bunlar
insanların davranışlarıyla ilgili olan fikirler ve mefhumlardan
ibarettir ki; yalnız İslam’ın hayat hakkındaki mefhumları
tarafından kontrol edilmesi gereklidir.
Müslümanlar için birtakım kapitalist fikirleri
parlak renklerle boyadılar ve bunların İslam’a zıt
olmadığını iddia ederek, reklamını yaptılar. Öyle ki; bazı
Müslümanların demokrasi, özgürlük, çoğulculuk, sosyalizm ve
diğerleri gibi birtakım fikirlerin İslam’dan olduğunu düşünmesi
boyutuna kadar vardı. Diğer taraftan birtakım İslami fikirleri
çirkin olarak gösterdiler ve Cihad, Hudut (ceza hükümleri),
birkaç kadınla evlenmek ve diğer bazı Şer’i hükümleri, çağdışı
ve zamanı geçmiş gerici fikirler olarak tarif ettiler.
İslami nassları; vakıayı düşünmenin konusu
değil de, düşünmenin kaynağı haline getiren Kapitalist düşünme
metodu ile incelettirdiler. Hükümleri benimsemede veya terk etmede
ölçü olarak, helal ve haram’ı değil, fayda ve menfaati
aldılar. Bu bazı Müslümanları, İslam’ı anlamak için Şer’i
metinleri esas almayan, birtakım ilkeler uydurmaya sevk etti.
Bunlar; (şartlar eksenli) Vakıa Fıkhı, (uyum ve uzlaşma
eksenli) Dengeler Fıkhı, zaruret yasaklanmış şeyleri mubah
kılar ve bunlara benzer kurallar çıkarttılar. Böylece bir takım
İslami hükümlerin sulandırılmasına, asli hüküm ile yabancı
hükmün arasındaki farklılıkların ve hatta Küfrün temelleri
ile İslam’ın temelleri arasındaki farkların yok edilmesiyle
sonuçlandı. Mesela; Riba (faiz) kabul edilebilir hale geldi ve
Şahadet “intihar” olarak tanımlandı.
Bu diyalogu hazırlayan Küffar, şu anda bunun
kapsamını genelleştirmekte ve genişletmektedir. Artık bu,
katılım sağlanan öyle birkaç konferanslar ve seminerler ve
belli insanlarla de sınırlı kalmayacaktır. Dahası ister
eğitimli isterse işçi olsun, ister erkek isterse kadın olsun
toplumun her kesimini kuşatacaktır. Bu üniversiteler, çalışma
enstitüleri, partiler ve dernekler vasıtasıyla yapılmaktadır.
Bazı konferans katılımcılarının tarif ettiği gibi bu; ekonomide,
sosyal ilişkilerde, siyasette, eğitimde ve diğer alanlarda Batı
Hadaratı’na dahil olmaktır. Şu haliyle Kapitalizm -onların
iddialarına göre- insancıl, rasyonalist (akılcı),
özgürlükçü ve demokrattır. Bu yeni ve başarılı bir
hadarattır. İslam’a gelince; o, kör bir inanç, despotizm ve
hurafe, kölelik ve çok eşliliğin hakimi olarak anlatılan bir
kalıntı olarak görülür. Böylece O, çağdışı ve gerici bir
dindir!
Bu konferansların gerçek gayesinin tahakkuku
için, Müslümanların gözlerini kamaştırmakta kullandıkları
şekillerden biri de; Hinduizm, Budizm ve Sihizm gibi bazı inançlara
mensup kimseleri, Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin
yanında yer almaya davet etmeleriydi. Bunu, Müslümanların
diyalogun gerçek hedeflerinden şüphelenmemelerini sağlamak için,
Japonya’daki Dünya Din ve Barış Konferansı’nda ve 1970’de
Beyrut’taki bir seminerde ortaya attılar. Müslüman alimler adı
verilen adamlar, nasıl olur da Budizm ve diğer küfür dinleri ile
İslam’ın aynı kefede bulunmasına müsaade ederler!?
Batı’nın İslam’a Gerçek Bakış Açısı
Müslümanlarla diyaloga davet eden ve diyalog
konferanslarının başını çeken Batı, İslam’ı apaçık bir
düşman olarak görmektedir. Onları bu diyalogları kurmaya ve yönetmeye
sevk eden şey, işte bu bakış açısıdır. Mesela; ünlü bir
referans kaynağı olan Fransız Kültür Ansiklopedisi’nde Allah’ın
Resulü Muhammed (sav) hakkında şöyle denilmektedir: “Bir
katil, deccal (aldatıcı), kadınları kaçıran ve insan aklının
en büyük düşmanı...” Keza Batı Avrupa’daki ders
kitaplarının çoğunda, Allah’ın Resulü Muhammed (sav), İslam
ve Müslümanlar hakkında en tiksindirici ifadelere yer verilmiştir.
Son zamanlarda Amerikalı düşünür Fukuyama tarafından kaleme
alınan “Tarihin Sonu” adlı kitapta bu durum şöyle dile
getirilmektedir: “Kapitalist sistem, yeryüzündeki insanlar
için ebedi kurtuluştur. Zayıflık ve parçalanmışlığına
rağmen İslam ise, bu yeni muzaffer din ve hayat yolunu (yani
Kapitalizmi) tehdit etmektedir.”
Yine eski NATO Genel Sekreteri Willy Klaas şöyle
demişti: “Fundamentalist İslam, jeopolitiğin geleceğini
tehdit eden bir tehlikedir.” Oryantalist Bernard Lewis ise,
İslam ve kapitalizm hakkında şöyle de demiştir: “Bunlar
birbirine zıttır. Bunlar arasında hiçbir diyalog alanı yoktur.”
Ve Harvard Üniversitesi Siyasal Bilimler profesörü ve Stratejik
Çalışmalar Enstitüsü başkanı Samuel Huntington ise,
(Medeniyetler-Hadaratlar Çatışması adlı kitabında) şöyle
demektedir: “Medeniyetler (bundan kasıt Hadaratlardır)
arasındaki çatışmalar, dış siyasetlere hakim olacaktır.
Medeniyetler (Hadaratlar) arasını ayıran hatlar (saflar),
gelecekte savaş hatları (safları) olacaktır.” Ve şöyle
diyor: “Din şiddetli bir şekilde kendisini ayrı tutar, bu
insanlar için bilinen şeydir. Bir insan yarı Arap, yarı Fransız
olabilir. Fakat bir insanın yarı Katolik yarı Müslüman olması
çok zordur.”
Bu Düşmanlıktan Sonra Bizi Davet Ettikleri
Diyalog Nerededir?
Bu açıklamalarla kafir Batı’nın İslam’a
ve Müslümanlara karşı giriştikleri; Haçlı Seferler, İspanya’da
Müslümanların yok edilmesi, Hilafet Devleti’nin yıkılması,
Filistin’e Yahudi varlığının yerleştirilmesi ve İslam’ın
ve İslami hareketlerin terörist ve aşırılar (radikaller) olarak
tarif edilmesi gibi düşmanca tavırlar
karşılaştırıldığında, hangi diyalogdan bahsedilmektedir!? Bu
açıklamaları ve bu kindar tavırları karşılaştırdığımız
zaman, kafir Batı’nın icra ettiği diyalogların gayesinin ve
anlamının, Müslümanları kontrol ve teslim altına almak olduğunu
idrak ederiz.
Diyalogun Gayeleri
Diyalogun en önemli ve esas gayesi; kapsamlı
bir nizam olarak, İslam’ın hayatın işlerine geri dönmesini
engellemek için dinler ve hadaratlar arasında kurulan diyaloglar
vasıtasıyla, kapitalistlerin başarıya ulaşmak için çalışmasıdır.
Bu böyledir. Çünkü İslam, onların küflenmiş artık ideolojilerini
ve hadaratlarını tehdit etmektedir. Üstelik İslam, onların menfaatlerini
ve nüfuzlarını yerin dibine geçirecektir.
Esas gayenin tahakkuku için yürütülen diğer
kısmi gayelere gelince; bunlar sayılıdır. Bunlardan biri; dünyayı
ve özellikle İslam topraklarını, İslam Hadaratını oralardan
silebilmek için Kapitalist hadaratın boyalarıyla boyamayı hedef
ediniyorlar. Bu onlar için, insanların zihninden İslam kültürünün
kaldırılmasını kolaylaştıracaktır. Onlar bunu Müslümanların,
İslam kültürüne, onun kaynaklarına ve hükümlerine olan güven
ve itimatlarını sarsmak suretiyle başarmayı amaçlamakta ve
İslam’ın diğer dinlerden ayrılan en önemli özellikleri
söküp atmak suretiyle, onu hadaratlar çatışması’nda etkisiz
hale getirmek istemektedirler. Zira bu özellikler siyasi bakımdandır
ki; o ancak insanların işlerini İslam’ın hükümlerine göre
yürüten ve İslam’ı tüm insanlığa taşıyan Raşidi Hilafet’tir.
Bununla birlikte kapitalistler, Müslümanları
haramları işlemekten ve farzları terk etmekten utanç duymayan
yeni bir şahsiyete büründürmeye gayret etmektedirler. Sonra
Müslüman’ın sahip olduğu İslami zevk ve İslami hamiyeti
öldürmektir. Böylece, Müslüman küfürden ve kafirlerden nefret
etmeyecek, Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Munkeri
yapmayacaktır. Bununla; İslam Ümmeti’nin tüm dış unsurlara
karşı direniş gücünü yok ederler ve İslam toprakları
üzerindeki kapitalist hadaratın varlığını tehdit eden hissi ve
fikri duvarları yıkarlar. Böylece onların nüfuzlarını ve
menfaatlerini korumaları daha kolay hale gelir ve kalıntıları
ile devamlılıklarını sağlama almış olurlar.
Kafirler ve onların ajanları tarafından, bunların
çevrelerine dahil olan alimlerin ve mütefekkirlerin maiyetinde
İslam topraklarında icra edilen bu diyalogun arkasındaki maksat;
Müslümanlar için yeni bir din üretmektir. Bu maksat; kanun
koyucu olarak, insan hayat ve kainatın Yaratıcısı olan Allah (cc)’nın
yerine insanı benimseyen, dini hayattan söküp atma (laiklik)
akidesi üzerine kuruludur. Allah (cc) onlar hakkında şöyle
buyurmuştur:
“Eğer güçleri yeterse onlar, sizi dininizden
döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara
217)
Yine Allah (cc)şöyle buyurdu:
“Sen onların dinine tabi olmadıkça, ne
Yahudiler ne de Nasraniler senden asla razı olmayacaklardır.”
(Bakara 120)
İslam Hadaratı, İslam akidesi temeli üzerinde
bulundukça ve Batı Hadaratı da Kapitalist akide temeli üzerinde
bulundukça, birleşmeleri katiyen mümkün olmayacaktır. Buna
binaen; kafir Batı’nın başını çektiği diyalogların perde
arkasındaki maksat, Müslümanları kapitalist mefhumların
faydaları için İslami mefhumlardan vazgeçirmek olacaktır.
Çünkü onlar, bu iki zıt inancın bir araya gelmesinin imkansız
olduğunun farkındadırlar.
Böylece yeni bir insanlık hadaratı oluşturmak
ve ortak unsurlar bularak dinler ve hadaratlar arasında diyaloglar
kurmak, vakıası olmayan hayali bir kuruntudur. Bilakis doğru ile
yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ve hayır ile
şerri ayırt edebilmek için; dinler ve hadaratlar arasında fikri
bir mücadele ve çatışmanın bulunması kaçınılmazdır. Allah (cc)
şöyle buyurmaktadır:
“O, gökten su indirdi de vadiler kendi
hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpüğü
yüklenip götürdü. Süslenmek veya faydalanmak için ateşte
erittikleriniz üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. İşte
Allah hak ile batıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider.
İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte
Allah böyle misaller verir.” (Ra’d 17)
Davet ettikleri diyaloga gelince; bu İslam’ı,
İslam hadaratı ve İslam ümmeti’ni harap etmek gayesiyle,
İslam düşmanları tarafından ortaya atılan bir diyalogdur. Bu
sebeple Müslümanların; batıl ve ifsad olmuş hadaratları
kaldırmak ve Yüce İslam hadaratını üstün kılmak için, fikri
ve maddi bir mücadele başlatacak olan Raşidi Hilafet’in yeniden
kurulmasında, apaçık ortaya konulmuş gerekli mücadele vasıtalarını
benimsemeleri ve onları mütekamil kılmaları kaçınılmazdır.
İbrahim (as)’ın Soyundan Gelme Meselesi
Bu görüş, üç din arasındaki diyalogları
kuvvetlendirmek için öne sürüldü. Çünkü bu üç ayrı din;
Muhammed (sav), İsa (as) ve Musa (as) peygamberler tarafından getirildi.
Bu üç peygamberin (as) de soyu tek bir babaya dayanır ki; o,
İbrahim (as)’dır. Bu nedenle, güya bu üç dinin tabileri barış
içinde birlikte yaşamaktan sorumludurlar. Çünkü onlar güya,
soy ve din bakımından tek bir kökenin devamıdırlar.
Görüş açılarından biri budur. Bir diğer görüş
açısına göre; bu bakış, Orta Doğu’da Yahudilerle
ilişkilerin normalleştirilmesinde sözde barış sürecini olumlu
yönde destekler. İşte bu, Filistin ve el-Mescid el-Aksa’yı
gasbetmek ve İslam Ümmeti’nin kalbine bir hançer saplamak
suretiyle, İslam’a ve Müslümanlara karşı kurulmuş
Yahudi-Batılı komplosunun bir parçasını kabul etmektir. Bu
aynı zamanda, tek ve ortak dine yani Peygamberlerin babası İbrahim
(as)’ın dinine ait olanların tamamı içinde Müslümanların,
kendi hadlerince mukaddes mekanlar içeren El-Kuds üzerinde vesayet
sahibi olmasını ve bu vesayette Nasrani ve Yahudilerin de Müslümanlara
ortak olduğunu kabul etmek ve bu ortaklığa haklılık payı vermektir.
Bu görüş açısının hatalarını göstermek
ve çürüklüğünü ortaya koymak için, üç meseleyi açıklığa
kavuşturmamız gerekmektedir:
1- Lügat İle Alakalı Mesele
Lügatta
(teslim olmak) kelimesi,
(çökmek, boyun eğmek) anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de
peygamberler ve onların Allah (cc)’nın emri’ne teslim olmuş,
boyun eğmiş tabileri hakkındaki kıssalarda, bu kelime bu manada
kullanılmıştır. Allah (cc), Nuh (as)’ın -ki, İbrahim (as)’dan
önce gelmişti- dilinden şöyle buyurmaktadır:
“Benim ecrim Allah indidedir ve bana Müslimlerden
(teslim olanlardan) olmam emrolundum.” (Yunus 72)
Ve Allah (cc), İbrahim ve İsmail (as)’ın dilinden
şöyle buyurdu:
“Ey Rabbimiz! Bizi Müslüman kıl! Neslimizden
de teslim olucu, Müslim bir ümmet çıkar.” (Bakara 128)
Ve Allah (cc), Lut (as)’ın kavmi hakkında şöyle
buyurdu:
“Zaten orada Müslimlerden olan bir ev halkından
başka kimse bulmadık.” (Zariyat 36)
Ve Musa (as)’ın dilinden şöyle buyurdu:
“Ey Kavmim! Eğer Allah’a inandıysanız ve Müslimlerden
(O’na teslim) olduysanız sadece O’na tevekkül edin.” (Yunus
84)
Ve İsa (as)’ın sahabesi olan Havariyyun’un
dilinden şöyle buyurdu:
“Allah’a inandık. Şahit ol ki; bizler Müslümanlarız
(teslim olanlarız).” (Al-i İmran 52)
Buna göre ayetlerde geçen
kelimesi,
(teslim olanlar, boyun bükenler) anlamındadır. Bu, onların Muhammed
(sav)’e inzal edildiği haliyle İslam’ı ikrar ettikleri anlamına
gelmez. Zira İslam, onlar nezdinde (bu haliyle) bilinen bir şey
değildi ve onu kastederek hitap etmediler. Tam aksine her kavim,
kendilerini özel bir Şeriat ile davet eden belli bir peygambere
sahip oldu. Allah (cc) şöyle buyurdu:
“…Her biriniz için bir Şeriat (hükümler)
ve bir Minhaç (metot) verdik...” (Maide 48)
Vahyin Muhammed (sav)’e gelmesinden sonra;
vahiy, muayyen Arapça kelimeler ile inzal edildi ve bunların
geleneksel lügat manasını, şer’i manalara dönüştürdü. Kur’an
ve Sünnet’teki şer’i metinler de bunu açıkladı. Bu manası
değişen kelimelerden biri de İslam’dır. İslam
lügatte, İnkıyad (teslimiyet,
boyun eğme) manasında iken, Şer’i bir mana olarak; “Allah (cc)’nın
Resulü Muhammed (sav)’e inzal ettiği din” manasını
aldı. Allah (cc) kıyamet günü’ne kadar tüm insanlığa şöyle
hitap etti:
“…Sizin için din olarak İslam’ı seçtim…”
(Maide 3)
Ve Allah (cc) şöyle buyurdu:
“Her kim İslam’dan başka bir din ararsa,
bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecektir...”
(Al-i İmran 85)
Ve Allah’ın Resulü (sav) şöyle buyurdu: İslam, beş esas
üzerine bina edildi. (Buhari, İman,1; Muslim, İman, 22)
Halbuki diğer dinler, bu beş temel üzerine bina edilmemiştir. (Hadisin
devamında bu beş esas şöyle sıralanmıştır: Allah'tan
başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna
şahadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe'ye haccetmek,
Ramazan orucu tutmak. Abdullah İbn Umar el-Hattab rivayet
etti.)
İslam kelimesinin anlamının şer’i
değişime uğramasından sonra, bundan fiil veya ism-i fail
(sıfat-fiil) şeklinde türeyen Esleme
ve Muslim gibi kelimeler de, eğer bir
Karine olmaksızın kullanılırlarsa; sadece Şer’i mana kast
edilir. Fakat eğer geleneksel lügat mana kast ediliyorsa, onun
Şer’i manasını değiştirmek için bir karineye ihtiyaç
duyulur. Mesela Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“İbrahim ne Yahudi, ne de narsan (Hıristiyan)
idi. Fakat O, hanif (dosdoğru) bir Müslüman idi…” (Al-i
İmran 67)
Bu; İbrahim (as)’ın, Allah (cc)’nın Muhammed
(sav)’e indirdiği din üzerinde olduğu anlamına gelmez. Bilakis
İbrahim (as)’ın, Peygamberlerinin getirdiği din’i tahrif eden
Yahudi ve Nasranilerden farklı ve onlardan uzak olarak, Allah (cc)’nın
kendisine inzal ettiklerinin gereğince, Allah (cc)’ya kusursuz
bir teslimiyet gösterdiği anlamına gelir.
Muhammed (sav) ile İsa ve Musa (as)’ın,
İbrahim (as)’ın Dini üzere oldukları sözüne gelince; Bu;
Allah (cc)’nın gönderdiği her Din’in temeli olan Akide’nin
aynı akide olduğu ve hepsinin de bu akideye inandıkları
anlamına gelir. Allah (cc) bunu şöyle bildirmiştir:
“Dini ikame edin ve onda ayrılığa düşmeyin
diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahy ettiğimizi, İbrahim’e,
Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de Din kıldı…”
(Şura 13)
Buna göre ayette geçen Din
kelimesi, Din’in temeli olan Akide
anlamındadır. Allah (cc) şöyle buyurarak, bunu apaçık
belirtti:
“…Her biriniz için bir Şeriat (hükümler)
ve bir Minhaç (metot) verdik…” (Maide 48)
2- Şer’i Mesele
Allah (cc) Muhammed (sav)’i, tüm insanlığa
resullerin ve nebilerin sonuncusu olarak gönderdi ve onlara ister
ilahi olsun isterse olmasın, takip ede geldikleri dinlerini terk
etmelerini emretti ve onları din olarak İslam’a dahil olmaya
davet etti. Her kim, bu davete icabet ettiyse, o bir Müslüman oldu
ve her kim de yüz çevirdiyse, o da bir kafir oldu. Allah (cc) şöyle
buyurdu:
“Eğer seninle tartışmaya girerlerse deki;
“Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.”
Ehl-i Kitab’a ve ümmilere de deki; “Siz de Müslüman oldunuz
mu?” Eğer Müslüman oldularsa, doğru yolu buldular demektir.
Yok eğer yüz çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğ etmektir.
Allah kullarını görmektedir.” (Al-i İmran 20)
Ve O (cc) şöyle buyurdu:
“Ehl-i Kitap’tan ve müşriklerden olan o kafirler,
kendilerine beyyine (kesin delil) gelinceye kadar (küfürden) ayrılacak
değillerdi. (İşte o beyyine) Allah tarafından gönderilen ve
tertemiz sahifeleri okuyan bir Rasul’dür.” (Beyyine 1-2)
İslam’ı kabul etmeleri müstesna, onlar
Küfürden ayrılmış olmazlar. Resulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Muhammed'in nefsini kudret eliyle tutan Zat'a
yemin ederim ki; bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Nasrani olsun-
beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek
olursa, mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.” (Müslim,
İman, 240)
Öyleyse insanların tamamı, İslam inancı’na
sahip olmaya davet edildi. Konu ispatlanıp, kendisince apaçık
ortaya çıktıktan sonra; her kim İslam’ı kabul etmezse,
kesinlikle kafirlerden olur. Muhammed (sav) Peygamberlik ile
görevlendirildikten sonra, eğer Yahudiler ve Nasraniler kendi
dinlerine bağlı kalmaya devam ederlerse, Kur’an hükümlerine
göre, kafirler olarak addedilirler. Onları Müslümanlar olarak
tarif etmek, Haramdır. Her kim onların veya diğer kafirlerin Müslümanlar
olduğuna inanırsa, o da bir kafir olur. Çünkü bu inancıyla o,
sübutu ve delaleti kat’i olan Şer’i hükümleri
reddetmektedir. Eğer onlar bu inançlarıyla ölürlerse, onlar da
cehennem ehlinden olacaklardır.
3- İbrahim (as)’ın Soyundan Gelme İle
Alakalı Mesele
Bu kavmiyetçilik bağına yapılan bir davettir.
Bu bağ beka içgüdüsünden kaynaklanır ve tabii olarak hissi ve
bayağı bir bağdır. İnsanlar için uygun olmayan bir bağdır.
Çünkü bu, farklı soydan gelen iki insanı bile birbirine
bağlayamaz.
İbrahim (as)’ın soyundan gelme bağı da
zamanla çürümüştür. Bugün mevcut değildir. Çünkü İbrahim
(as)’ın soyundan gelenler ve onların evlatları; evlilik,
toplumsal alakalar, göçler ve savaşlar nedeniyle diğer insanlara
karışmışlardır. Bugün onları diğer insanlardan ayırt
edebilmek imkansızdır. Madem ki; tüm insanlar ve dünyanın
kabileleri arasında, üç dinin de mensupları bulunabilmektedir, o
halde onlar etnik kökenlerine göre değil, dinlerine göre
birbirlerine karışmışlardır. Bu nedenle Müslümanlar,
Yahudiler ve Nasraniler veya Mescid-ul Aksa çevresinde yaşayanlar
veya herhangi diğerleri için İbrahim (as)’ın soyundan gelme bağını
kurmaya çalışmak, beyhude bir iş ve bozuk bir kullanımdır.
Bundan maksat; İslam’a savaş açmak, barış süreci denilen
ihanete meşruiyet kazandırmak ve Müslümanların işgal edilmiş
toprakları üzerinde kurulmuş İsrail adı verilen Yahudi
varlığı ile ilişkileri normalleştirmektir. Bunların tümü;
Batılı kafir efendilerinin emri altında bulunan İslam
topraklarındaki Müslümanların hain yöneticilerinin işledikleri
tiksindirici cürümlere meşruiyet vermek içindir.
Ailevi veya kavmi bağlar da, İbrahim (as)’ın
soyundan gelme bağı gibidir. Şeriat bunu, insanlar arasındaki
ilişkileri düzenleyen bir temel olarak reddetmiştir. Allah (cc)
şöyle buyurmuştur:
“De ki; Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız
mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz,
hoşlandığınız meskenler size, Allah’tan, Resulü’nden ve
Allah yolunda Cihad etmekten daha sevgili ise, Allah emrini
getirinceye kadar bekleyedurun. Muhakkak ki; Allah, fasıklar
kavmini hidayete erdirmez.” (Tevbe 24)
Böylece Allah’ın nizamı, her kavmi, ailevi
veya menfaate dayalı bağın üstündedir. Allah (cc) bu bağın
bayağılığını önceki peygamberlerine şöyle açıkladı:
“Nuh Rabbine dua edip dedi ki; ‘Ey Rabbim! Şüphesiz
oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen Hakimler
Hakimisin.’ Allah şöyle buyurdu: ‘O asla senin ailenden değildir.
Çünkü onun yaptığı salih olmayan (fena) bir iştir. O halde
hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana
cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud 45-46)
Ve İbrahim (as) hakkında şöyle buyurdu:
“(Rabbi İbrahim’e şöyle dedi:) ‘Ben seni
insanlara imam (önder) yapacağım.’ ‘Soyumdan da (önder yap
ya Rabbi)’ dedi. Allah, ‘Ahdim zalimlere erişmez!’ buyurdu.”
(Bakara 124)
Buna göre, Nuh (as)’ın oğlu Şer’i kıstaslara
göre, onun ailesinden olmaz. Çünkü o, Allah (cc)’nın onun
babasına indirdiklerine inanmadı. Ve İbrahim (as)’ın soyundan
olan zalimler de; Allah (cc)’nın babaları İbrahim (as)’a
indirdiklerine tabi olmadıklarına göre, Allah (cc)’nın
önderlik sözünden mahrum oldular.
Bugün İbrahim (as)’ın soyuna davet etmek,
cehalettir ve bu, siyasi olarak yönlendirilen bir davettir.
İnsanları buna davet etmek ve sevk etmek haramdır. Çünkü
maksat, İslam’a saldırmak, Müslümanları dinlerinden
saptırmak, Yahudilerle yapılan kalleş barış anlaşmalarına
haklılık kazandırmak ve işgal ettikleri Filistin’in mukaddes
topraklarını onlara teslim etmektir. Öyle ki; onlarla kurulan ilişkiler
normalleşsin ve İsrail, Orta Doğu’da bir devlet olarak kabul
edilebilsin.
|