Ana Sayfa YIL 14  SAYI 168  ŞEVVAL 1424  ARALIK 2003 E-Mail

Fikirlerden Bir Demet

Derleyen: İslam A.

Hizb-ut Tahrir

TAKVA

Hamd, alemlerin rabbı olan Allah (cc)’a, salatu selam sevgili Resul (sav)’in üzerine olsun.

Konumuz takvanın ne demek olduğunu Kuran ayetleri ve Hadis-i şerifler ışığında anlatmaya çalışacağım. Takvanın anlamı: Allah korkusuyla günahtan kaçınmakla Allah’ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik gösterme. Takva’ya ulaşabilmek için Resul (sav)’n hayatını öğrenip, çizmiş olduğu yoldan, yani metoduyla yürümemiz lazım. Ancak bu şekilde gerçek anlamda takvaya ulaşabiliriz. Ayette buyrulduğu gibi:

“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab 21)

Göstermiş olduğu en güzel örneklerden biri de; insanların Allah’ın yarattıklarından değil de, hakkıyla ve layıkıyla Allah’tan korkmaları, İslam Devletinin kurulması için çalışıp, Müslümanların güvene ve emniyete alınmasıdır. Ayette şöyle buyruluyor:

“O zaman inkar edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi, onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.” (Fetih 26)

Başka bir ayette:

“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a yardım edersiniz. Allah’ta size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed 7)

Yukarıdaki ayette geçtiği gibi; Allah (cc) onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Çünkü onlar Allah (cc)’a yardım etti, Resulüne yardım etti de, Allah da onların ayağını sabit kıldı ve takvalı oldular.

Etrafımıza şöyle bir bakalım! Ben Müslüman’ım deyip de gereğini yerine getirmeyen milyonlarca Müslüman var. Namazını kılıp alkol içen, namazını kılıp faiz alan, namazını kılıp hırsızlık edip yalan söyleyen ve Müslümanlıklarını sadece Ramazan ayında hatırlayıp tuttukları oruç açlıktan ileri gitmeyen kaç kişi var? Oysa namaz bütün kötülüklerden alıkoyması gerekirken bu haldeler. Yoksa bu namaz başlarından yukarı çıkmayan namaz mı?

Ne zaman kavrayacaksınız İslamiyet’in önemini?

Allah (cc)’nın düşmanları gelip canınıza, malınıza, namusunuza ya da yavrularınıza kıyınca mı? Bu güne kadar Karabağ’da, Bosna’da, Çeçenistan’da, Kosova’da, Afganistan’da ve Irak’ta birçok Müslüman’ın Allah düşmanları tarafından katledilmesi yetmedi mi? Bu da mı akıllandırmadı?

Takva, Allah (cc)’dan çok korkmaktır. Gelmiş geçmiş bütün insanlar arasında Allah (cc)’dan layıkıyla en çok korkan Resul (sav)’dir. Buna da doğru dendikten sonra neden onu örnek alıp çizdiği yoldan gidilmiyor? Neden kendinizi, hem bu dünya da Allah (cc)’ın düşmanlarından hem de ahiretin ateşinden kurtarıp güven ve emniyete almak istemiyorsunuz?

Gerçek takva, İslam Devletini kurup milyonlarca acı çeken, korku içinde yaşayan, tecavüze uğrayan Müslümanları bu zelillikten kurtarıp onlara güven içinde yaşayacakları İslam Devletini kurmaktır. Allah (cc)’ı ve yaşamış olduğu eziyetlere korkmadan sabredip, Allah’ın hükümlerini uygulayarak bize örnek olan Resul (sav)’i razı etmektir. İşte içinde sevap fışkıran Takva budur. O zaman İslam Devleti kurulana kadar kendinize başka sevap aramayın!

Şimdi de İslam Devletini kurmak için çalışan Müslümanların takva sahibi olabilmeleri için ne yapmaları gerek ona bakalım.

Şüphesiz ki, İslam Devletini kurmayı boyunlarının borcu haline getirmiş ve bunu ölüm-kalım meselesi yapmış her Müslüman, Allah’tan korkan Müslümandır ki, bu da farzları gereği gibi yerine getirip, Resul (sav)’in çizdiği yoldan çıkmamasından belli olur. Böyle insanlar, aynı Resul (sav)’in peygamberlik ona verilince hissetmiş olduğu ağırlığı hissedip bu yükü yüklenmiş olanlardır. Burada yine örnek Resul (sav) ve sahabelerdir. Ama gerçekten onlar gibi yaşayabiliyor muyuz? Gerçekten İslam şahsiyeti oluştu mu bizlerde? Bunu kendimize sorgulamamız gerek! Aksi taktirde selim bir kalple Allah’a ulaşmanın dışında mal ve evlatların hiçbir fayda vermediği, Kıyamet gününde pek şiddetli bir azapla karşılaşmak demektir. O güne varmadan kendimizi yargılamamız muhasebe etmemiz gerekiyor! Hadiste buyrulduğu gibi: “Sözleri toplayanlara yazıklar olsun! Küfrün üzerinde olanlara yazıklar olsun.”

Küfürle mücadele edip Allah’a yaklaşmak için temiz ve onurlu nefislere sahip olabilmek için, Allah (cc) ile bağı güçlendirmek, ona sığınmak ona tevekkül etmek gerekir. Onun rızasını kazanmayı gayelerin gayesi haline getirmek gerekir. Azabından korkup cenneti arzulayıp itaatı canlandırmayız. Allah (cc)’ya itaat etmeye, uğrunda davayı taşımaya, onun dini üzere hareket etmeye çok muhtacız. Eğer bir insan böyle yaparsa onun gözünde dünya basitleşir, kafirler küçülür, zorluklar kolaylaşır, işkencenin ve mücadelenin güçlüklerine dayanır. Allah’ın vaadi yanında kafirlerin vaat ettikleri şeyler hafifler.

“Ebu Hureyye (ra) anlatıyor: Resul (sav) buyurdular ki; Allah (cc) şöyle buyurdu: ‘Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam ederse, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi, artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm. Benden sığınma talep etimi onu himayeme alırım, korurum. Ben yapacağım bir şeyde mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim. O ölümü sevmez bende onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhari)

Yine bir hadiste Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Kulum hakkımda nasıl bir zan yürütürse Ben öyleyim. O Beni zikredince Ben onunla beraberim, o Beni içinden geçirirse Ben de onu içimden geçiririm, o Beni bir cemaat içinde anarsa Ben de onunkinden daha hayırlı bir cemaat içinde anarım, o Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım, o Bana yürüyerek gelirse Ben de ona koşarak giderim.” (Buhari)

“Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah mutlaka sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 153)

Tabi ki, İslam şahsiyetinin tam oluşması için önce farzlara aşırı önem göstermek gerekir. Yukarıdaki hadiste de buyrulduğu gibi; “Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma giden ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir.” Zaten farzlar yerine getirilmediğinde cezası büyüktür. Tabi ki, davayı kabullenip taşıyan kardeşlerimiz arasında böyle bir şey söz konusu olamaz. Farzlardan biri olan namaza şöyle denir:

Ömer bin Abdülaziz’in şöyle dediği söylenir: “Namazın terki, İslam’ın diğer emirlerinin terkinden daha kötüdür.” Yani namazı terk eden, kaçıran bir kimse daveti taşımada ve İslam’a bağlılıkta güvenilir ve doğru kimse sayılmaz.

“Ve onlar ki, namazlarına devam ederler. İşte, asıl bunlar vâris olacaklardır; (Evet) Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada ebedi kalıcıdırlar.” (mü’minün 9-11)

Yukarda nafilelerle Allah (cc)’a yaklaşmanın oluşacağını bildirmiştik. Onunla ilgili birkaç hadisi şerif:

Ümmü habibe bildiriyor: “Resul (sav)’den şöyle işittim: “Hiç bir mümin kul yoktur ki, her gün farzın dışında takva olarak Allah için 12 rekat namaz kılsın da cennete onun için bir bina edilmesin.” Bu hadis farz namazlardan önce ve sonra kılınan Ratibe fazileti ve sayısı ile ilgilidir.

Ratibe: Farz namazlarla beraber sabit olan ve onlardan ayrılmayan sünnet namazı manasını ifade eder.

Aişe (ra) şöyle dedi: “Resul (sav) şöyle buyurdu; ‘Amellerin en sevimli olanı, az da olsa devamlısıdır.”

Ebu Hureyye (ra)’dan: “Resul (sav) şöyle buyurdu: Gecenin son üçte biri kaldığında Rabbimiz (cc), keyfiyeti bizce meçhul bir halde, her gece dünyaya iner ve şöyle buyurur: ‘Hadi bana bir dua edin ki, onun duasına icabet edeyim, benden kim hacet ister ki, dileğini vereyim, benden mağfiret diler ki, onu mağfiret edeyim.”

Başka bir hadiste de: “Allah ismine yemin ediyorum ki, Allah kulunun tövbesi ile herhangi birinizin üstünde yiyeceği, içeceği bulunan çölde kaybettiği devesini bulurken duyduğu sevinçten muhakkak daha sevinçli ve ferahlıdır.”

Ya Rab! Sen ne yücesin, kuluna ne kadar merhametlisin, kuluna ne kadar şefkatlisin, rahmet marifet sahibisin.

Resul (sav) diğer bir hadisinde de buyurduğu gibi; “Kim istiğfara sıkıca sarılırsa, Allah ona her zorluktan sonra çıkış yolunu gösterir, üzüntüsünü giderir ve onu ummadığı bir şekilde rızıklandırır”.

 

FİTNE

Fitne, Müslümanlar arasında tarih boyunca vuku bulmuş, bölünmelere, kavgalara, kin ve öfkeye hatta karşı durulmadıkça İslam devletinin çöküşüne dahi sebebiyet vermiştir. Bunun en büyük nedeni ise, Müslümanların araştırmaktan ve dinlerini öğrenmekten uzak kalmalarıdır. Oysaki Müslüman’ın davranış şekli; hayatın her alanında karşılaştığı problemleri en doğru biçimde inceleyip Allah (cc)'ın hükmünü uygulamak olmalıdır. Her konuda olduğu gibi, bunun da en rahat ortamı İslam devletidir.

Şimdi fitne konusunu ele alıp inceleyelim.

Fitne; insanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya hak ve hakikatten saptıracak şeydir. Muharebe, azdırma, karışıklık, ara bozma, dedikodu, küfür ve fikir ihtilafı, şikak, kavga, delilik, mihnet ve beliye, mal ve evlat, potada altın ve gümüş eritmek, imtihan ve tecrübe etmek manalarında kullanılır.

Istılahta ise: Din alimlerince dinimize umumiyetle sınama ve imtihan olarak aktarılan bu kelime aslında altın ve gümüş gibi yabancı maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek için ateşe sokup eritmeye denilmiştir. İyiliğin ve kötülüğün belli olması için insana edilen muamele ve iptila ya da bu asıldan alınmış olarak fitne denir. Bu kelime zamanla çok daha geniş manalar kazanarak iptila, imtihan, tecrübe, insanın ateşe atılıp azap edilmesi gibi manalarda kullanılmıştır.

Bazı alimlerde bu kelimenin mihnet, mal, evlat, küfür, insanların fikir ayrılıklarına düşmeleri, ateşte yakma gibi çeşitli manalara geldiğini belirtir. İbnul-Arabi ayrıca fitne kelimesinin gerek Kur'an'da gerekse hadislerde söylenenlere ilaveten; günah, saptırma, sapıtma, cünun (delilik), rezalet, insanların birbirini öldürmesi, katl gibi değişik manalarda kullanıldığını muteber kaynaklarda şahitleriyle belirtir. Aliyyül-Kaari, bozuk akideye de fitne dendiğini ayrıca belirtir.

Allah (cc) insanı imtihan için yaratmıştır. İnsanoğlunun maruz kaldığı imtihanların hepsi Kur'an ve hadis dilinde fitnedir. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, doğrusu mallarınız ve evlatlarınız herhalde sizin için bir fitnedir (imtihandır)." (Teğabun-15)

Resul (sav) ise şöyle buyurmuştur:

Huzeyfe b. el Yeman rivayet ediyor. "Kişinin fitnesi ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bu fitneyi oruç, namaz, sadaka, iyiliği emredip ve kötülükten men etmek yoluyla örter (Telafi eder)."

Bir kimsenin ailesi yüzünden fitnesi, onlardan dolayı meşru olmayan işler yapması, sözler söylemesidir. Malı yüzünden fitnesi, haram yoldan kazanıp meşru olmayan yerlere sarf etmesidir. Çocukları yüzünden fitnesi, onlara olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle birçok hayır işlerine fırsat bulamaması, onların geçimi için haram yoldan kazanç sağlamaya kalkışmasıdır. Komşusu yüzünden fitnesi ise, iyi ve varlıklı olan komşusuna karşı kıskançlık duymasıdır.

Rasul (sav) şöyle buyurdu:

Ebu Musa (ra) anlatıyor: "Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşlara vurun. Sizden birinin evine girerlerse Adem’in iki oğlundan hayırlısı olsun. (Ölen olsun, öldüren değil)." (Ebu Davud-fiten,4259)

Resul (sav), kıyamete yakın fitnelerin dehşetini zifiri karanlık gecenin parçalarına benzetmiştir. Yani peş peşe fitnelerin olacağını söylemiştir.

Hz. Adem (as)'ın iki oğlundan hayırlısı Habil'dir. Kardeşi Kabil onu öldürmek istediği vakit, Ayet-i Kerimenin ifadesiyle kardeşine şöyle seslenmiştir:

"Andolsun ki, sen beni öldürmek için elini bana kaldırsan da, ben seni öldürmek için elimi sana kaldırmayacağım. Ben alemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım." (Maide 28)

"Fitneden kaçmak, öldürmektense ölmeyi tercih etmek." İslam'da bunun ilk örneğini Hz. Osman (ra)'ın verdiğini görüyoruz. O, fitnenin büyümemesi için öldürmeyi değil öldürülmeyi tercih etti.

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Al-i İmran 7)

Resul (sav)'den, İbn-u Ömer (ra) anlatıyor: “Biz bir grup kimse Peygamber (sav)'in yanında idik. Bize fitnelerden bahsetti ve ısrarla üzerinde durdu. Demirbaş fitneyi (fitnetu'l ahlas) mevzu bahs etti. Derken dinleyenlerden birisi, ey Allah'ın Resul'u, demirbaş fitne nedir diye sordu. Hz. Peygamber (sav): "O (kin ve düşmanlık sebebiyle) insanlardan kaçmaktır. (Mal ve ehil yağmalandığı için) açıkta kalmaktır. Sonra refah fitnesi (fitnetu's serra) var. Bunun dumanı ehli beytimden bir adamın ayaklarının altından gelir. O kendisini benden zanneder. O benden değildir. Benim dostlarım muttaki kimselerdir. Sonra insanlar ilmi ve fikri nakış olduğu için ehil olmayan kararsız bir kimsenin etrafında toplanırlar. Sonra yaygın (yani herkese bulaşan) fitne (fitnetu'l duheyma) gelir. Bu fitne ümmetimden kimseyi istisna etmez hepsine bir darbe vurur. Her ne zaman bittiğine hükmedilse, yine başlar, devam eder gider. Bu fitne zamanında, insanlar iki ayrı gruba ayrılır.

· İman grubu ki, burada nifak yoktur.

· Nifak grubu ki, burada iman yoktur.

İşte siz bu durumda iken artık sabah akşam deccalin gelmesini bekleyin."

Allah (cc) şöyle buyurdu:

“Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.” (Tevbe 47)

Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor:

“Kafir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu (Allah'ın emirlerini) yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.” (Enfal 73)

Fitne deyince ilk akla gelen mana beşeri huzursuzluk, bozgun, kavga, kargaşa, birbirine girme, dedikodu, fesat gibi insanlar arasında cereyan eden menfi hadiselerdir. Kişiyi huzursuz kılan fitne için Resul (sav) şöyle buyurmuştur:

Huzeyfe (ra) anlatıyor: "Fitneler tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp onu reddederse onda beyaz bir bene hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar. Biri cilalı taş gibi bembeyazdır. Dünyalar durdukça ona hiç bir fitne zarar vermez. Diğeri ise alaca siyahtır. Tepe taklak duran testi gibidir. Bu kalp ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O hevadan (beşeri değerlerden) kendisine ne yutturulmuşsa onu (hak veya batıl) bilir." (Müslim 4767)

Fitne üzerine ortaya atılan değişik görüşlerden, cumhur denilen ekseriyetin görüşü şudur: Fitne, dünyevi iktidar talebiyle düşülen ihtilaf olup, bu ihtilafta kimin haklı kimin haksız olduğu belli değildir.

Şu halde, Hz. Peygamber (sav)'in hadislerinde geliş şartları ve evsafı belirtilen, çıktığı zaman nasıl hareket edilmesi gerektiği müminlere bildirilen, önleme ve ortadan kaldırma çareleri bütün teferruatlarıyla açıklanan asıl fitne bu fitnedir. Keza Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.” (Enfal 25)

Başka bir ayette şöyle buyruluyor:

"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür." (Enfal 39)

Diğer bir ayette ise:

"Onlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler, sana karşı çeşitli entrikalar çevirmişlerdi. Sonunda gerçek geldi ve onların istememesine rağmen, Allah'ın emri üstün çıktı." (Tevbe 48)

Zeyd İbnu Vehb el-Cüheni anlatıyor: “Bu zat, Hz. Ali (ra) Haricilerle savaşmak üzere yürüdüğü zaman beraberindeki orduda bulunuyor. Hz. Ali (ra) dedi ki: ‘Ey insanlar, ben Resul (sav)'in şöyle dediğini işittim: "Ümmetimden bir grup çıkar, Kur'an'ı öyle okurlar ki, sizin okuyuşunuz onlarınınkinin yanında bir hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçlarına göre bir hiç kalır. Kur'an'ı okurlar onu lehlerine zannederler. Halbuki o aleyhlerinedir. Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez. Okun avı delip geçmesi gibi dinden hemen çıkarlar..."

Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslam'da kişinin fitne ve fesattan uzak, temiz bir hayat sürmesi ve olgunluğa ulaştıracak amellere sarılması amaçlanmıştır. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, bütün bu arzulanan hayatı yaşamanın en rahat ortamı şüphesiz ki İslam Devleti'dir. Bugün Müslümanların birbirlerinden habersiz ve duyarsız yaşamalarının sebebi, içerisine atıldıkları fitnelerdir. Batılı kafir devletlerin oluşturduğu hayali terör eylemlerinden maksat, Müslümanların kendi dinleri olan İslam'a bakışlarını saptırmaktır. Bize düşen görev ise, her türlü fitne durumunda uyanık davranmak ve yüce Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için canla başla mücadele etmektir. Allah (cc) İslam'a ve Müslümanlara yardım etsin, İslam'a ve Müslümanlara saldıran kafir ve münafıkları kahretsin.

Resul (sav) şöyle buyurdu:

"Canımı kudret elinde tutan (Allah’a) yemin olsun ki, ya iyiliği emreder kötülükten alıkorsunuz, ya da yüce Allah katından üzerinize bir ceza gönderir. Sonra dua edersiniz de dualarınız kabul edilmez.” (Tirmizí, Ebu Davud, A.b. Hanbel, İbni Kesir)

 

Akıl Hüküm Kaynağı mıdır?

Burada söz konusu olan hüküm, kullukla ilgili hususlarda hayır-şer, sevap-günah olanı belirlemekle ilgili hükümdür. Bu ise, insanın kendi görüşüne göre değil de Allah katındaki bir hükümdür. Bilindiği gibi, Allah insanı dünya hayatında kullukla imtihan etmektedir. Yani insanı bütün amellerinde katından gönderdiği dinine göre yaşayıp yaşamadığından sorgulayacaktır, hem de zerresine kadar. Nitekim Allah (cc) şöyle demiştir:

“O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal 6-8)

Demek ki, insanlar amellerinin zerresinden dahi sorgulanıyor. Bu sorgulama da Hayır-şer işlemesine göre oluyor. Hayır-şer ise Rabbımıza göredir. O halde insan Rabbımız katında neyin hayır neyin şer olduğunu aklı ile nasıl bilecek? Zira akıl sınırlıdır. O Rabbımız zatına ve katında olana hiç ulaşamaz. O halde insan, amellerinin Allah katında hayır-şer olanını ancak Rabbımızın insanlar içinden seçtiği Resulüne vahiyle bildirmesi ile bilebilir. Nitekim Allah (cc) bu hususta insan için lazım olan her şeyi bildirmiş, Kitab’ında hiçbir boşluk bırakmamıştır. Bunu da şöyle bildirmiştir:

“…Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama olarak indirdik.” (Nahl 89)

“…Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum…” (Maide 3)

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 36)

Görüldüğü gibi Allah, kulluk alanında -ki o hayatın tanımını ve bütün amelleri kapsıyor- hüküm koyma hususunda akıla bir yer bırakmamıştır.

Aklın vazifesi; eşyayı ve olayları tanıyıp ayırt etmektir. Onlara karşı, insanın amelinin yani tutumunun ne olması gerektiğini belirlemek değildir. Bir de Allah (cc) ‘nun hitabını anlamaktır, başka değil!..

Aksi halde, insanın fiileri ile ilgili olarak akıl; hayır-şer, güzel-çirkin diye hüküm verirken neye dayanarak hüküm verecek? Tabii ki insanın kısır bilgisine ve de temayüllülerine yani heva ve hevesine hoş gelip gelmemesine göre hüküm verecektir. Halbuki insanlar nezdindeki hayır-şer, güzel-çirkin hükümlerinin ahirette hiçbir kıymeti yoktur. İnsan o hükümlere uyarak yaşarsa heva ve hevesine göre yaşamış olup Allah’a kulluk vazifesini yapmamış olur. Onun için aklı hüküm kaynağı kılmak, heva ve hevesi ilah edinmek olur ki bu da şirktir. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Kötü duygularını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?” (Furkan 43)

Aklı hüküm kaynağı kılmak, Allah’ın kesinlikle zemmettiği heva-hevese tabi olmak olur. Zira Allah (cc) şöyle dedi:

“…Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir!...” (Kassas 50)

İnsan duyguları ile de hayır ve şerri tayin edemez. Bu hususta da Allah (cc) şöyle diyor:

“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 216)

Şu halde, “aklın genel bilgi kaynağı”, “Kur’an gibi bilgi ve hüküm kaynağı”, “Kur’an’ın anlaşılmasında kendisine dayanılan merkez” olarak vasıflandırılmasının saçmalıkları ve de küstahlıkları ortaya çıkmaktadır. Böylesi tutumlar Allah’a ve kitabı Kur’an’a iftira ve hakaret sayılır!...

Eğer akıl, insanların amelleri ile ilgili Allah katında olan doğru-yanlış, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, hayırı-şerri bilmiş olsaydı vahye, Peygamberlere, kitaplara ve dine ne gerek vardı?

Görüldüğü gibi akılı teşri kaynağı saymak vahyi, Resulleri, topyekün inkara, hiçe saymaya yani dalalete sürükler.

YIL 14  SAYI 168  ŞEVVAL 1424  ARALIK 2003

Yukarı