TAKVA
Hamd,
alemlerin rabbı olan Allah (cc)’a, salatu selam sevgili Resul (sav)’in
üzerine olsun.
Konumuz
takvanın ne demek olduğunu Kuran ayetleri ve Hadis-i şerifler
ışığında anlatmaya çalışacağım. Takvanın anlamı:
Allah korkusuyla günahtan kaçınmakla Allah’ın emir ve
yasaklarına uymakta titizlik gösterme. Takva’ya ulaşabilmek için
Resul (sav)’n hayatını öğrenip, çizmiş olduğu yoldan, yani
metoduyla yürümemiz lazım. Ancak bu şekilde gerçek anlamda
takvaya ulaşabiliriz. Ayette buyrulduğu gibi:
“Andolsun
ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab
21)
Göstermiş
olduğu en güzel örneklerden biri de; insanların Allah’ın
yarattıklarından değil de, hakkıyla ve layıkıyla Allah’tan
korkmaları, İslam Devletinin kurulması için çalışıp, Müslümanların
güvene ve emniyete alınmasıdır. Ayette şöyle buyruluyor:
“O
zaman inkar edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi.
Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi,
onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna
lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.” (Fetih 26)
Başka
bir ayette:
“Ey
iman edenler, eğer siz Allah’a yardım edersiniz. Allah’ta size
yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed 7)
Yukarıdaki
ayette geçtiği gibi; Allah (cc) onların takva sözünü
tutmalarını sağladı. Çünkü onlar Allah (cc)’a yardım etti,
Resulüne yardım etti de, Allah da onların ayağını sabit
kıldı ve takvalı oldular.
Etrafımıza
şöyle bir bakalım! Ben Müslüman’ım deyip de gereğini yerine
getirmeyen milyonlarca Müslüman var. Namazını kılıp alkol içen,
namazını kılıp faiz alan, namazını kılıp hırsızlık edip
yalan söyleyen ve Müslümanlıklarını sadece Ramazan ayında
hatırlayıp tuttukları oruç açlıktan ileri gitmeyen kaç kişi
var? Oysa namaz bütün kötülüklerden alıkoyması gerekirken bu
haldeler. Yoksa bu namaz başlarından yukarı çıkmayan namaz mı?
Ne
zaman kavrayacaksınız İslamiyet’in önemini?
Allah
(cc)’nın düşmanları gelip canınıza, malınıza, namusunuza
ya da yavrularınıza kıyınca mı? Bu güne kadar Karabağ’da,
Bosna’da, Çeçenistan’da, Kosova’da, Afganistan’da ve Irak’ta
birçok Müslüman’ın Allah düşmanları tarafından
katledilmesi yetmedi mi? Bu da mı akıllandırmadı?
Takva,
Allah (cc)’dan çok korkmaktır. Gelmiş geçmiş bütün insanlar
arasında Allah (cc)’dan layıkıyla en çok korkan Resul (sav)’dir.
Buna da doğru dendikten sonra neden onu örnek alıp çizdiği
yoldan gidilmiyor? Neden kendinizi, hem bu dünya da Allah (cc)’ın
düşmanlarından hem de ahiretin ateşinden kurtarıp güven ve
emniyete almak istemiyorsunuz?
Gerçek
takva, İslam Devletini kurup milyonlarca acı çeken, korku içinde
yaşayan, tecavüze uğrayan Müslümanları bu zelillikten
kurtarıp onlara güven içinde yaşayacakları İslam Devletini
kurmaktır. Allah (cc)’ı ve yaşamış olduğu eziyetlere
korkmadan sabredip, Allah’ın hükümlerini uygulayarak bize
örnek olan Resul (sav)’i razı etmektir. İşte içinde sevap fışkıran
Takva budur. O zaman İslam Devleti kurulana kadar kendinize başka
sevap aramayın!
Şimdi
de İslam Devletini kurmak için çalışan Müslümanların takva
sahibi olabilmeleri için ne yapmaları gerek ona bakalım.
Şüphesiz
ki, İslam Devletini kurmayı boyunlarının borcu haline getirmiş
ve bunu ölüm-kalım meselesi yapmış her Müslüman, Allah’tan
korkan Müslümandır ki, bu da farzları gereği gibi yerine
getirip, Resul (sav)’in çizdiği yoldan çıkmamasından belli
olur. Böyle insanlar, aynı Resul (sav)’in peygamberlik ona
verilince hissetmiş olduğu ağırlığı hissedip bu yükü
yüklenmiş olanlardır. Burada yine örnek Resul (sav) ve
sahabelerdir. Ama gerçekten onlar gibi yaşayabiliyor muyuz? Gerçekten
İslam şahsiyeti oluştu mu bizlerde? Bunu kendimize sorgulamamız
gerek! Aksi taktirde selim bir kalple Allah’a ulaşmanın
dışında mal ve evlatların hiçbir fayda vermediği, Kıyamet gününde
pek şiddetli bir azapla karşılaşmak demektir. O güne varmadan
kendimizi yargılamamız muhasebe etmemiz gerekiyor! Hadiste
buyrulduğu gibi: “Sözleri toplayanlara yazıklar olsun! Küfrün
üzerinde olanlara yazıklar olsun.”
Küfürle
mücadele edip Allah’a yaklaşmak için temiz ve onurlu nefislere
sahip olabilmek için, Allah (cc) ile bağı güçlendirmek, ona sığınmak
ona tevekkül etmek gerekir. Onun rızasını kazanmayı gayelerin
gayesi haline getirmek gerekir. Azabından korkup cenneti arzulayıp
itaatı canlandırmayız. Allah (cc)’ya itaat etmeye, uğrunda
davayı taşımaya, onun dini üzere hareket etmeye çok muhtacız.
Eğer bir insan böyle yaparsa onun gözünde dünya basitleşir,
kafirler küçülür, zorluklar kolaylaşır, işkencenin ve mücadelenin
güçlüklerine dayanır. Allah’ın vaadi yanında kafirlerin vaat
ettikleri şeyler hafifler.
“Ebu
Hureyye (ra) anlatıyor: Resul (sav) buyurdular ki; Allah (cc)
şöyle buyurdu: ‘Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse, ben
de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler
arasında, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana
nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam ederse, sonunda sevgime erer.
Onu bir sevdim mi, artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü
gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey
isteyince onu veririm. Benden sığınma talep etimi onu himayeme
alırım, korurum. Ben yapacağım bir şeyde mümin kulumun ruhunu
kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim. O
ölümü sevmez bende onun sevmediği şeyi sevmem.”
(Buhari)
Yine
bir hadiste Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Kulum
hakkımda nasıl bir zan yürütürse Ben öyleyim. O Beni
zikredince Ben onunla beraberim, o Beni içinden geçirirse Ben de
onu içimden geçiririm, o Beni bir cemaat içinde anarsa Ben de
onunkinden daha hayırlı bir cemaat içinde anarım, o Bana bir
karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım, o Bana yürüyerek
gelirse Ben de ona koşarak giderim.” (Buhari)
“Ey
iman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.
Çünkü Allah mutlaka sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 153)
Tabi
ki, İslam şahsiyetinin tam oluşması için önce farzlara aşırı
önem göstermek gerekir. Yukarıdaki hadiste de buyrulduğu gibi; “Kulumu
bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma giden
ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir.” Zaten
farzlar yerine getirilmediğinde cezası büyüktür. Tabi ki, davayı
kabullenip taşıyan kardeşlerimiz arasında böyle bir şey söz
konusu olamaz. Farzlardan biri olan namaza şöyle denir:
Ömer
bin Abdülaziz’in şöyle dediği söylenir: “Namazın terki,
İslam’ın diğer emirlerinin terkinden daha kötüdür.”
Yani namazı terk eden, kaçıran bir kimse daveti taşımada ve
İslam’a bağlılıkta güvenilir ve doğru kimse sayılmaz.
“Ve
onlar ki, namazlarına devam ederler. İşte, asıl bunlar vâris
olacaklardır; (Evet) Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada ebedi
kalıcıdırlar.” (mü’minün 9-11)
Yukarda
nafilelerle Allah (cc)’a yaklaşmanın oluşacağını
bildirmiştik. Onunla ilgili birkaç hadisi şerif:
Ümmü
habibe bildiriyor: “Resul (sav)’den şöyle işittim: “Hiç
bir mümin kul yoktur ki, her gün farzın dışında takva olarak
Allah için 12 rekat namaz kılsın da cennete onun için bir bina edilmesin.”
Bu hadis farz namazlardan önce ve sonra kılınan Ratibe fazileti
ve sayısı ile ilgilidir.
Ratibe:
Farz namazlarla beraber sabit olan ve onlardan ayrılmayan sünnet
namazı manasını ifade eder.
Aişe
(ra) şöyle dedi: “Resul (sav) şöyle buyurdu; ‘Amellerin
en sevimli olanı, az da olsa devamlısıdır.”
Ebu
Hureyye (ra)’dan: “Resul (sav) şöyle buyurdu: Gecenin
son üçte biri kaldığında Rabbimiz (cc), keyfiyeti
bizce meçhul bir halde, her gece dünyaya iner ve şöyle buyurur:
‘Hadi bana bir dua edin ki, onun duasına icabet edeyim, benden
kim hacet ister ki, dileğini vereyim, benden mağfiret diler ki,
onu mağfiret edeyim.”
Başka
bir hadiste de: “Allah ismine yemin ediyorum ki, Allah
kulunun tövbesi ile herhangi birinizin üstünde yiyeceği, içeceği
bulunan çölde kaybettiği devesini bulurken duyduğu sevinçten
muhakkak daha sevinçli ve ferahlıdır.”
Ya
Rab! Sen ne yücesin, kuluna ne kadar merhametlisin, kuluna ne kadar
şefkatlisin, rahmet marifet sahibisin.
Resul
(sav) diğer bir hadisinde de buyurduğu gibi; “Kim istiğfara
sıkıca sarılırsa, Allah ona her zorluktan sonra çıkış yolunu
gösterir, üzüntüsünü giderir ve onu ummadığı bir şekilde
rızıklandırır”.
FİTNE
Fitne,
Müslümanlar arasında tarih boyunca vuku bulmuş, bölünmelere,
kavgalara, kin ve öfkeye hatta karşı durulmadıkça İslam
devletinin çöküşüne dahi sebebiyet vermiştir. Bunun en büyük
nedeni ise, Müslümanların araştırmaktan ve dinlerini öğrenmekten
uzak kalmalarıdır. Oysaki Müslüman’ın davranış şekli;
hayatın her alanında karşılaştığı problemleri en doğru biçimde
inceleyip Allah (cc)'ın hükmünü uygulamak olmalıdır. Her
konuda olduğu gibi, bunun da en rahat ortamı İslam devletidir.
Şimdi
fitne konusunu ele alıp inceleyelim.
Fitne;
insanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya hak ve hakikatten
saptıracak şeydir. Muharebe, azdırma, karışıklık, ara bozma,
dedikodu, küfür ve fikir ihtilafı, şikak, kavga, delilik, mihnet
ve beliye, mal ve evlat, potada altın ve gümüş eritmek, imtihan
ve tecrübe etmek manalarında kullanılır.
Istılahta
ise: Din alimlerince dinimize umumiyetle sınama ve imtihan olarak
aktarılan bu kelime aslında altın ve gümüş gibi yabancı
maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek için ateşe sokup
eritmeye denilmiştir. İyiliğin ve kötülüğün belli olması için
insana edilen muamele ve iptila ya da bu asıldan alınmış olarak
fitne denir. Bu kelime zamanla çok daha geniş manalar kazanarak
iptila, imtihan, tecrübe, insanın ateşe atılıp azap edilmesi
gibi manalarda kullanılmıştır.
Bazı
alimlerde bu kelimenin mihnet, mal, evlat, küfür, insanların
fikir ayrılıklarına düşmeleri, ateşte yakma gibi çeşitli
manalara geldiğini belirtir. İbnul-Arabi ayrıca fitne kelimesinin
gerek Kur'an'da gerekse hadislerde söylenenlere ilaveten; günah,
saptırma, sapıtma, cünun (delilik), rezalet, insanların
birbirini öldürmesi, katl gibi değişik manalarda
kullanıldığını muteber kaynaklarda şahitleriyle belirtir.
Aliyyül-Kaari, bozuk akideye de fitne dendiğini ayrıca belirtir.
Allah
(cc) insanı imtihan için yaratmıştır. İnsanoğlunun maruz
kaldığı imtihanların hepsi Kur'an ve hadis dilinde fitnedir.
Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
"Ey
iman edenler, doğrusu mallarınız ve evlatlarınız herhalde sizin
için bir fitnedir (imtihandır)." (Teğabun-15)
Resul
(sav) ise şöyle buyurmuştur:
Huzeyfe
b. el Yeman rivayet ediyor.
"Kişinin fitnesi ailesinde,
malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bu fitneyi oruç,
namaz, sadaka, iyiliği emredip ve kötülükten men etmek yoluyla
örter (Telafi eder)."
Bir
kimsenin ailesi yüzünden fitnesi, onlardan dolayı meşru olmayan
işler yapması, sözler söylemesidir. Malı yüzünden fitnesi,
haram yoldan kazanıp meşru olmayan yerlere sarf etmesidir.
Çocukları yüzünden fitnesi, onlara olan aşırı düşkünlüğü
sebebiyle birçok hayır işlerine fırsat bulamaması, onların geçimi
için haram yoldan kazanç sağlamaya kalkışmasıdır. Komşusu yüzünden
fitnesi ise, iyi ve varlıklı olan komşusuna karşı kıskançlık
duymasıdır.
Rasul
(sav) şöyle buyurdu:
Ebu
Musa (ra) anlatıyor:
"Kıyametten hemen önce karanlık
gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü’min
olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü’min olarak akşama
erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan
hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı
kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da
taşlara vurun. Sizden birinin evine girerlerse Adem’in iki
oğlundan hayırlısı olsun. (Ölen olsun, öldüren değil)."
(Ebu Davud-fiten,4259)
Resul
(sav), kıyamete yakın fitnelerin dehşetini zifiri karanlık gecenin
parçalarına benzetmiştir. Yani peş peşe fitnelerin olacağını
söylemiştir.
Hz.
Adem (as)'ın iki oğlundan hayırlısı Habil'dir. Kardeşi Kabil
onu öldürmek istediği vakit, Ayet-i Kerimenin ifadesiyle
kardeşine şöyle seslenmiştir:
"Andolsun
ki, sen beni öldürmek için elini bana kaldırsan da, ben seni
öldürmek için elimi sana kaldırmayacağım. Ben alemlerin Rabbı
olan Allah'tan korkarım." (Maide 28)
"Fitneden
kaçmak, öldürmektense ölmeyi tercih etmek." İslam'da
bunun ilk örneğini Hz. Osman (ra)'ın verdiğini görüyoruz. O,
fitnenin büyümemesi için öldürmeyi değil öldürülmeyi tercih
etti.
Allah
(cc) şöyle buyuruyor:
“Sana
Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir
ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir.
Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için
ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun
tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise:
Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği)
ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Al-i
İmran 7)
Resul
(sav)'den, İbn-u Ömer (ra) anlatıyor: “Biz bir grup kimse
Peygamber (sav)'in yanında idik. Bize fitnelerden bahsetti ve
ısrarla üzerinde durdu. Demirbaş fitneyi (fitnetu'l ahlas) mevzu
bahs etti. Derken dinleyenlerden birisi, ey Allah'ın Resul'u,
demirbaş fitne nedir diye sordu. Hz. Peygamber (sav): "O
(kin ve düşmanlık sebebiyle) insanlardan kaçmaktır. (Mal ve
ehil yağmalandığı için) açıkta kalmaktır. Sonra refah
fitnesi (fitnetu's serra) var. Bunun dumanı ehli beytimden bir
adamın ayaklarının altından gelir. O kendisini benden zanneder.
O benden değildir. Benim dostlarım muttaki kimselerdir. Sonra
insanlar ilmi ve fikri nakış olduğu için ehil olmayan kararsız
bir kimsenin etrafında toplanırlar. Sonra yaygın (yani herkese
bulaşan) fitne (fitnetu'l duheyma) gelir. Bu fitne ümmetimden
kimseyi istisna etmez hepsine bir darbe vurur. Her ne zaman bittiğine
hükmedilse, yine başlar, devam eder gider. Bu fitne zamanında,
insanlar iki ayrı gruba ayrılır.
·
İman grubu ki, burada nifak yoktur.
·
Nifak grubu ki, burada iman yoktur.
İşte
siz bu durumda iken artık sabah akşam deccalin gelmesini
bekleyin."
Allah
(cc) şöyle buyurdu:
“Eğer
içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan
başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak
isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak
verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.” (Tevbe
47)
Başka
bir ayette ise şöyle buyuruyor:
“Kafir
olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu
(Allah'ın emirlerini) yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne
ve büyük bir fesat olur.” (Enfal 73)
Fitne
deyince ilk akla gelen mana beşeri huzursuzluk, bozgun, kavga,
kargaşa, birbirine girme, dedikodu, fesat gibi insanlar arasında
cereyan eden menfi hadiselerdir. Kişiyi huzursuz kılan fitne için
Resul (sav) şöyle buyurmuştur:
Huzeyfe
(ra) anlatıyor:
"Fitneler tıpkı (kamışlardan
örülen) hasır gibi (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır.
Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur.
Hangi kalp onu reddederse onda beyaz bir bene hasıl olur. Böylece
iki ayrı kalp ortaya çıkar. Biri cilalı taş gibi bembeyazdır.
Dünyalar durdukça ona hiç bir fitne zarar vermez. Diğeri ise
alaca siyahtır. Tepe taklak duran testi gibidir. Bu kalp ne iyiyi
iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O hevadan (beşeri değerlerden)
kendisine ne yutturulmuşsa onu (hak veya batıl) bilir." (Müslim
4767)
Fitne
üzerine ortaya atılan değişik görüşlerden, cumhur denilen
ekseriyetin görüşü şudur: Fitne, dünyevi iktidar talebiyle düşülen
ihtilaf olup, bu ihtilafta kimin haklı kimin haksız olduğu belli
değildir.
Şu
halde, Hz. Peygamber (sav)'in hadislerinde geliş şartları ve
evsafı belirtilen, çıktığı zaman nasıl hareket edilmesi
gerektiği müminlere bildirilen, önleme ve ortadan kaldırma
çareleri bütün teferruatlarıyla açıklanan asıl fitne bu
fitnedir. Keza Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Bir
de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere
erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz
ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.” (Enfal 25)
Başka
bir ayette şöyle buyruluyor:
"Fitnenin
kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar
onlarla savaşınız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz
Allah onların ne yaptıklarını görür." (Enfal 39)
Diğer
bir ayette ise:
"Onlar
daha önce de fitne çıkarmak istemişler, sana karşı çeşitli
entrikalar çevirmişlerdi. Sonunda gerçek geldi ve onların
istememesine rağmen, Allah'ın emri üstün çıktı." (Tevbe
48)
Zeyd
İbnu Vehb el-Cüheni anlatıyor: “Bu zat, Hz. Ali (ra) Haricilerle savaşmak üzere yürüdüğü zaman beraberindeki
orduda bulunuyor. Hz. Ali (ra) dedi ki: ‘Ey insanlar, ben
Resul (sav)'in şöyle dediğini işittim: "Ümmetimden
bir grup çıkar, Kur'an'ı öyle okurlar ki, sizin okuyuşunuz
onlarınınkinin yanında bir hiç kalır. Namazınız da
namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçlarına göre
bir hiç kalır. Kur'an'ı okurlar onu lehlerine zannederler.
Halbuki o aleyhlerinedir. Namazları köprücük kemiklerinden
öteye geçmez. Okun avı delip geçmesi gibi dinden hemen çıkarlar..."
Sonuç
olarak diyebiliriz ki, İslam'da kişinin fitne ve fesattan uzak,
temiz bir hayat sürmesi ve olgunluğa ulaştıracak amellere
sarılması amaçlanmıştır. Yazının başında da belirttiğimiz
gibi, bütün bu arzulanan hayatı yaşamanın en rahat ortamı şüphesiz
ki İslam Devleti'dir. Bugün Müslümanların birbirlerinden
habersiz ve duyarsız yaşamalarının sebebi, içerisine atıldıkları
fitnelerdir. Batılı kafir devletlerin oluşturduğu hayali terör
eylemlerinden maksat, Müslümanların kendi dinleri olan İslam'a
bakışlarını saptırmaktır. Bize düşen görev ise, her türlü
fitne durumunda uyanık davranmak ve yüce Allah'ın dinini yeryüzünde
hakim kılmak için canla başla mücadele etmektir. Allah (cc)
İslam'a ve Müslümanlara yardım etsin, İslam'a ve Müslümanlara
saldıran kafir ve münafıkları kahretsin.
Resul
(sav) şöyle buyurdu:
"Canımı
kudret elinde tutan (Allah’a) yemin olsun ki, ya iyiliği emreder
kötülükten alıkorsunuz, ya da yüce Allah katından üzerinize
bir ceza gönderir. Sonra dua edersiniz de dualarınız kabul
edilmez.” (Tirmizí, Ebu Davud, A.b. Hanbel, İbni Kesir)
Akıl
Hüküm Kaynağı mıdır?
Burada
söz konusu olan hüküm, kullukla ilgili hususlarda hayır-şer,
sevap-günah olanı belirlemekle ilgili hükümdür. Bu ise,
insanın kendi görüşüne göre değil de Allah katındaki bir hükümdür.
Bilindiği gibi, Allah insanı dünya hayatında kullukla imtihan
etmektedir. Yani insanı bütün amellerinde katından gönderdiği
dinine göre yaşayıp yaşamadığından sorgulayacaktır, hem de
zerresine kadar. Nitekim Allah (cc) şöyle demiştir:
“O
gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için
darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır
yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”
(Zilzal 6-8)
Demek
ki, insanlar amellerinin zerresinden dahi sorgulanıyor. Bu
sorgulama da Hayır-şer işlemesine göre oluyor. Hayır-şer
ise Rabbımıza göredir. O halde insan Rabbımız katında neyin hayır
neyin şer olduğunu aklı ile nasıl bilecek? Zira akıl
sınırlıdır. O Rabbımız zatına ve katında olana hiç ulaşamaz.
O halde insan, amellerinin Allah katında hayır-şer
olanını ancak Rabbımızın insanlar içinden seçtiği Resulüne
vahiyle bildirmesi ile bilebilir. Nitekim Allah (cc) bu hususta
insan için lazım olan her şeyi bildirmiş, Kitab’ında hiçbir
boşluk bırakmamıştır. Bunu da şöyle bildirmiştir:
“…Kitab'ı
da sana, her şey için bir açıklama olarak indirdik.” (Nahl 89)
“…Bugün
size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin
için din olarak İslâm'dan razı oldum…” (Maide 3)
“Hakkında
bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve
gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 36)
Görüldüğü
gibi Allah, kulluk alanında -ki o hayatın tanımını ve bütün
amelleri kapsıyor- hüküm koyma hususunda akıla bir yer
bırakmamıştır.
Aklın
vazifesi; eşyayı ve olayları tanıyıp ayırt etmektir.
Onlara karşı, insanın amelinin yani tutumunun ne olması
gerektiğini belirlemek değildir. Bir de Allah (cc) ‘nun
hitabını anlamaktır, başka değil!..
Aksi
halde, insanın fiileri ile ilgili olarak akıl; hayır-şer, güzel-çirkin
diye hüküm verirken neye dayanarak hüküm verecek? Tabii ki insanın
kısır bilgisine ve de temayüllülerine yani heva ve hevesine hoş
gelip gelmemesine göre hüküm verecektir. Halbuki insanlar
nezdindeki hayır-şer, güzel-çirkin hükümlerinin
ahirette hiçbir kıymeti yoktur. İnsan o hükümlere uyarak yaşarsa
heva ve hevesine göre yaşamış olup Allah’a kulluk vazifesini
yapmamış olur. Onun için aklı hüküm kaynağı kılmak, heva ve
hevesi ilah edinmek olur ki bu da şirktir. Zira Allah (cc)
şöyle buyurmuştur:
“Kötü
duygularını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? Sen
(Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin?” (Furkan 43)
Aklı
hüküm kaynağı kılmak, Allah’ın kesinlikle zemmettiği
heva-hevese tabi olmak olur. Zira Allah (cc) şöyle dedi:
“…Allah'tan
bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık
kim olabilir!...” (Kassas 50)
İnsan
duyguları ile de hayır ve şerri tayin edemez. Bu hususta da Allah
(cc) şöyle diyor:
“Hoşunuza
gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı
olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha
kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah
bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 216)
Şu
halde, “aklın genel bilgi kaynağı”, “Kur’an
gibi bilgi ve hüküm kaynağı”, “Kur’an’ın
anlaşılmasında kendisine dayanılan merkez” olarak
vasıflandırılmasının saçmalıkları ve de küstahlıkları
ortaya çıkmaktadır. Böylesi tutumlar Allah’a ve kitabı Kur’an’a
iftira ve hakaret sayılır!...
Eğer
akıl, insanların amelleri ile ilgili Allah katında olan doğru-yanlış,
iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, hayırı-şerri
bilmiş olsaydı vahye, Peygamberlere, kitaplara ve dine ne gerek
vardı?
Görüldüğü
gibi akılı teşri kaynağı saymak vahyi, Resulleri, topyekün
inkara, hiçe saymaya yani dalalete sürükler.
|