Ana Sayfa YIL 14  SAYI 168  ŞEVVAL 1424  ARALIK 2003 E-Mail

ARAŞTIRMA - İNCELEME

NAKŞİBENDİLİK VE RABITA

[1. Bölüm]

Mustafa A.

Rabıtayı ve Nakşibendiliği derinlemesine kavramak bakımından tasavvufu az çok tanımak gerekir. Çünkü tasavvufa evrim süreci içinde hemen her ruhaniye göre epeyce kişisel ve yöresel özellikler taşıyan mistik kurumlar peydahlanmıştır. İşte Nakşibendi Tarikatı bunlardan biridir. Elbetteki bu kurumlardan her birinin diğerlerinden farkı, onu güncelleştirmek için zamanla düzenlenmiş olan çeşitli disiplinlerdir. Ve işte rabıta bu disiplinlerdendir.

Görüldüğü üzere bu üç şey arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu ilişki ise biri düşey, diğeri de dikey olmak üzere iki farklı açıklama ile ancak anlaşılabilir.

Birincisi: Tasavvuf, tarikat adı altında sayılmayacak kadar çok türemiş ve türeyebilecek olan çeşitli mistik kurumların bir ilham kaynağıdır. Bu nedenle tasavvufun hiç bir sınırı yoktur. Nakşibendilik de bu kaynaktan türemiş bir tarikattır. Rabıta ise bu tarikatın sürekliliğinde büyük önemi olan dinamiklerden biridir.

İkincisi: Rabıta Nakşiliğin bir disiplinidir. Nakşilik ise mistik felsefeye dayanan ruhani bir kurumdur.

Şu halde Rabıta bir tarikat disiplinidir. Ve yaklaşık iki yüz yıl kadar önce tanımlanmıştır. Rabıtanın ait olduğu tarikat yalnızca Nakşibendiliktir. Nakşibendilik ise yaklaşık yedi yüz yıl önce Türkistan’da kurulmaya başlamış ve çeşitli din ve felsefelerden tasavvufi yollardan beslenerek o çağdan bu güne kadar bir evrim süreci içinde türlü şekiller almış olan bir tarikattır. Dolayısıyla konunun bir bütün olarak anlaşılabilmesi için önce tasavvuftan başlamak üzere bu üç kavrama ilişkin ayrıntıları belli ölçüde ortaya koymak gerekir.

Tasavvuf

Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teâla’nın hiç bir şeye benzemediğini bununla birlikte bütün varlıkların dışında ve onların yaratıcısı olduğunu ifade etmektedir.

“O'nun benzeri hiç bir şey yoktur“ (Şura 11)

Oysa tasavvuf, esas itibari ile Allah (cc)’ın her şeyin öz kaynağı olduğunu savunan bir düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre kainatta ne varsa her şey (haşa) onun bir parçasıdır. Tasavvufun temel taşı budur.

Kur’an-ı Kerime göre insan sırf Allah (cc)’a kulluk etmek için yaratılmıştır. İnsan yaratıktır ve Allah (cc)’ın kuludur.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56)

Tasavvufa göre insan ise, Allah (cc)’ın tecellisidir. Onun bir suretidir. Hatta onun bir parçasıdır. Binaenaleyh ona aşık olmalı, yeniden ona dönmeli, onda eriyip bütünleşmeli ve onunla birlikte ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur. Tasavvufçular bu inanç biçimini özet olarak Farsça “Heme ost / Her şey odur” deyimi ile açıklarlar. Tevhidi savunanların karşısında zaman zaman düştükleri sıkıntılardan kurtula bilmek için bu deyimi “hemez ost / her şey ondandır.” şeklinde değiştirirler. Tabi ki bu, spekülasyondan başka bir şey değildir.

Nitekim Hallacı Mansur, Ömer Hayyam, Şihabuddin Suhereverdi, İbn. Ataillah el iskenderi, feridudi Attor, İbnu’l farid, Muhiddini Arabi, Molla Cami ve Abdulkerim el Ciyli gibi mutasavvıflar tasavvufu, böyle anlamış ve açıkça böyle işlemişlerdir.

Tasavvufu pembe bir alem olarak reklam yapmak yerine onun gerçekten ne olduğunu ortaya koymak, Müslüman için bu konudaki bilgilenme yolunu daha kolaylaştırmak olur ki, esasen alim kişiye yakışan da budur. Nitekim övgü mahiyetinde tasavvufun bir iç aydınlanma (Illumination) olduğunu, bu nedenle tasavvufçuların objeler ve boyutlarla uğraşmadığını, aksine, gerçekleri ilhama dayalı olarak kaynaklardan aldıklarını ileri sürenlerin kendileri de acaba ilhamla mı bu gerçeği saptayabilmişlerdir. Peki bu ilhamcılığın sınırlarını belirlemek eğer mümkün değilse (ki mümkün olmadığı gayet açıktır) insanın zaten sınır tanımayan hayal ve hırsı karşısında kitap ve sünnetin ölçülerini korumaktan artık kim söz edebilir. Son zamanlarda bazı entelektüeller tasavvuf için engin duygular, üstün zevkler, ilahi aşklar, pembe duygular, içsel aydınlanma ve ilham edebiyatıyla öveyim derken aslında onun Kuran ve Sünnet ışığında çok daha kolay deşifre olmasını sağlamaktadır. Aslında Hz. Peygamber (sav) yaşamında en ufak bir tasavvufi eğilim yoktur. Resulullah (sav) her şeyden önce yaşamı, ruhani ve seküler (dünyasal) olmak üzere birbirinden kesin şekilde ikiye ayrılmamıştır. O (sav), bütün hayatında rabbani bir çizgi izlemiştir. Yani, üzerine inen vahyin derin coşkularını içinde yaşarken ibadetlerini Kur’an’ın belirlediği ölçülerde sınırlamış ve bu ibadetler yine Kur’an’ın emirleri doğrultusunda hayatın her tarafına serpilmiş biçimde sosyal dinamikler olarak icra etmiş ve ettirmiştir.

Çok kişisel olan nafileler ve dualar hariç namaz, oruç ve zekat gibi ibadetler, gerek Hz. Peygamber (sav), gerekse ilk Müslümanların hayatında askerlik yapmaktan, atış eğitimi görmekten, düşmana karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada pazarda evde çalışmaktan, yada kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir ruh ve anlayış içinde uygulanmıştır. Dolayısıyla İslam’da manevi yada ruhî cephe denebilecek yaşam tarzı işte budur ve bu kadar doğaldır. Aksine Resulullah (sav) hayatında çileler, ayinler, semanlar, zikir halkaları, “hu” çekmeler, enstrüman ve rakslar, rabıta ve meditasyonlar asla yoktur. Halbuki sofilerin hepsi bu anlayışın tam tersine büsbütün ruhani bir yaşam sürdürmüşlerdir.

Onlara göre insan için biri dinsel (mistik) diğeri ise, dünyasal (seküler) olmak üzere birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı vardır yada olmalıdır. Bütün hayatları boyunca biri dini, diğeri ise dünyevi olmak üzere adeta kalın bir duvarla ayrılmış, birbirine tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp durmuşlardır.

Oysa Resulullah (sav), toplum içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam biçimi sürmüş, vahye dayalı misyonu tanrısal bir kimlik içinde asla sunmamış, tam tersine onu bir insan olarak, çok doğal ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Örneğin; sevinmiş, üzülmüş, öfkelenmiş, danışmış, verdiği karadan vazgeçmiş ve özetle mahrem olmayan hiçbir beşeri niteliğini gizlememiştir. Ayrıca Allah (cc)’un en son elçisi olmanın yanında devlet kurmuş ve bizzat devlet başkanlığı yapmış, onbinlerce kişilik ordulara komuta etmiş, ceza onaylamış ve infazlar sırasında hazır bulunmuş, devrinin imparatorlarına ve devlet başkanlarına mesajlar ve elçiler göndermiştir. İşte gerçek anlamda İslam budur.

Tasavvufçulara gelince; onların hiç biri böyle bir yaşam tarzını asla benimsememişlerdir. Kılık ve kıyafetlerine varıncaya kadar hemen bütün yönleriyle, herkesten çok farklı olmaya çalışmış, dünyadan el etek çekmiş yada öyle görünmüşlerdir. İçinde yaşadıkları toplumun hiçbir derdine asla ortak olmaya yanaşmamışlardır. İşte ruhanilerin, İslam adına tarih boyunca dünya hayatına karşı gösterdikleri bu küskünlüğün arkasındaki temel neden, hiç kuşkusuz yine tasavvuftur.

Tasavvuf yerine, Nakşibendi şeyhleri tarafından mistisizm teriminin hiç kullanılmaması kültürel yetersizlikten kaynaklanmaktadır ki bu da, tasavvufla uğraşanların başka bir çelişkisidir. Çünkü tasavvufta aynen felsefe gibi hem söz hem anlam bakımından Yunan kaynaklıdır. Nasıl ki, felsefenin aslı filosofi (philosophy) ise, tasavvufun da aslı teozofi (theosophy)’dir. Her ikisi de eski yunancadır. Ama başta Nakşibendiler olmak üzere tasavvufla uğraşan insanların tamamı bu gerçeği anlayabilecek kültür ve bilgiden daima yoksun bulunmuştur.

Tasavvuf sözcüğünün Arapça “suf”, “safa”, yada “suffe”’den geldiğini ileri sürenlerin tümü yanılmışlardır. Bu yanılgının en büyük nedeni ise, M. 850 yılından sonra başlayan ve 1850 yıllarına kadar süren İslam tarihindeki taklit ruhudur. Dolayısıyla tasavvufla uğraşanlar kötü niyetli ve maksatlı olmakla suçlanmasalar bile en azından kültürel yetersizlikleri, sınırsız hayale dayanan ütopik anlayışla birleşince onların, şirk dinlerinden (Hint-İran-Yunan) tahmin edilmeyecek ayrılıktaki düşünce ve inanış biçimlerini alıp İslam’a mal etmiş olabileceklerini ihtimali güçlenmektedir.

Tasavvufun amacını ve çizdiği yolunu bir nebze açıklığa kavuşturmak gerekirse onu şu üç başlık altında özetlemek mümkündür.

“Seyr-u sülük”, “Marifetullah”, ”kemal“

1- Seyr-u Sülük: Bu kavramla mistik bir eğitim sistemi amaçlanmaktadır. Tasavvuf yolcusu sözde bu aşamalardan sırası ile geçerek olgunlaşır.

Biat, tövbe, tarikat, çile, mucahede, halvet, uzlet, masivaden istiğna, zühet, kanaat, tevekkül, teslimiyet, tefviz, tefeyyüz, telekkun, tefekkür, murakabe, rabıta, ruhaniyetten istimdat, zikir. Bunları başarıyla yapan yolcu, sonunda bir vecd (kendinden geçme) hali yaşar.

2- Marifetullah: Yukarıda anlatılan eğitim sisteminin temel amacı (İslam’ınkinden farklı olarak) marifetullahtır. Yani Allah (cc)’ı, zatı ve sıfatlarıyla keşfetmek ve sonunda O’nunla birleşip bütünleşmektir. İslam’ın amacı ise, ibadetullahtır. Yani kişinin Allah (cc)’a inanması zatı hakkında düşünmesi, buna mukabil ayetleri (eserleri) üzerinde düşünmesi, sıfatlarını bilmesi emir ve yasaklarına uymasıdır.

Tasavvuf yolcusunun yukarıda anlatılan amaç uğruna yaşadığı mistik haller ve sözde ulaştığı mertebeler ise şu isimler altında ve çok geniş şekilde işlenir.

Allah (cc) aşkı (tarikat, marifet, hakikat) vecd, sekr, sahv, vahdet, vucud, şühud, fena, beka, vuslat ve mahv bu noktada “Allah (cc)’ta eriyip gitmek” yani “ittihat” ve “hulul” söz konusudur.

3- Kemal: Bu aşamada sözde “vuslat” mertebesidir. Yani sofininin tırmanabildiği en uç noktadır. “Seyr-u Sülük” denen eğitim sisteminden sonra bu seviyeye ulaşan yolcu, güya sonunda “insan-ı kâmil” olur. Eksiksiz tanrılaşmış bir kimlik kazanır. Bu derece olgunlaşmış insana ise (evliya) veli denir. O artık “Veddün-i” bir ilme sahiptir. Gayp alemine vakıftır, kalpleri okur, zihinlerde geçenleri keşfeder, gizli dünyaları ve uzak meçhulleri ayan beyan bilir, orduları ön saflarda düşman ile savaşır, dua ederse nimet, beddua ederse musibetler yağar, deniz üzerinde batmadan ıslanmadan gezebilir, bulutların üstünde uçabilir. Zaman ve mekan onun için katlanır aynı zamanda iki mekanda birden bulunabilir.

Nakşibendilik

Nakşibendiler, Hz. Peygamber (sav)’den başlamak üzere sayıları otuzu geçen (azizler)’in sözde birbirlerine devretmesiyle bu tarikatın günümüze kadar geldiğine inanmakta ve bunları “Sadat” (pirlerimiz, efendilerimiz) diye anmaktadırlar. Onların meydana getirdiği bu hiyerarşik zincirde “Silsie-i Sadat” ismini vermektedir. Ayrıca nakşiler arasında bu zincire “silsile-i tuz-zeheb” (yani altın gerdanlık) da denir.

Nakşibendilerin Silsile-i Sadat’ı:

1- Hz. Ebu Bekir-ü Sıddık (ra): Fil olayından sonra M. 573 yılında doğdu. İlk Müslüman olanlardandır. Büyük olayların hemen hepsinde Resulullah (sav) yanında yerini aldı. İki yıldan fazla Hilafet makamında kaldı. M. 634 tarihinde 63 yaşında vefat etti. Ancak onun zamanında Nakşibendilik ve rabıta şöyle dursun tasavvuf ve tarikat kavramlarının esamisi bile yoktu. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir (ra)’ın haşa rabıta yapmış olduğunu ileri sürmek bunu kanıtlamaya kalkışmaktan daha korkunç bir çelişkidir.

2- Selman Faris-i (ra): Pers kökenlidir ve ilk adı Möbeh’dir. Mecusi bir ailenin çocuğu olarak İstihan’da dünyaya geldi. Doğum tarihi bilinmemektedir. M. 856 yılında Hz. Ömer (ra) döneminde Medain valiliğine tayin edilen Selman (ra) burada vefat etti.

Büyüyünce Hıristiyanlığı seçti, hayatında bir dizi olaylar yaşadıktan sonra zulme uğrayacak Mekke’de köle olarak birine satıldı. Daha sonra Medine’ye satıldı. Orada Resulullah (sav) ile tanıştı ve Müslüman oldu. İlerlemiş yaşına rağmen çok kısa sürede mükemmel Arapça öğrendi. Hz. Peygamberden 82 hadis rivayet etti. Ne var ki, o da Hz. Ebu Bekir (ra)’ın çağdaşıdır ve dolayısıyla en az onun kadar rabıtadan münezzeh biridir.

3- Kasım b. Muhammed (ra): Hz. Ebu Bekir (ra)’ın torunu “Tabiin” ulularından ve yedi hukukçulardan biridir. Hz. Osman döneminde M. 653 tarihinde doğdu. M. 721 veya M. 725 yılında Mekke ve Medine arasında El-Hudeyd denilen yerde vefat etti. Onun zamanında tasavvuf sözcüğü ile Arap sözlüğüne girmiş değildir. Bütün hayatıyla ilgili en ince ayrıntılar kayıtlara geçmiştir ve onun mistik bir yaşam sürdüğüne dair elimizde bir kayıt yoktur.

4- İmam Cafer’ul sadık (ra): Hz. Alinin oğlu Hz. Hüseyin, onun oğlu İmam Zeynel Abidin, onun oğlu İmam Muhammed Bopir’in oğludur. M. 702 iki yılında doğdu M. 765 yılında Medine’de vefat etti. Şiilerin 6. imamıdır. Ebu Hanife ile haşır neşir olmuş, Kur’an ve Sünnet çizgisinden sapmamış, dolayısıyla onunda tasavvufla yada tarikatla herhangi bir ilişkisinin olmayacağı gayet açıktır.

5- Ebu Yezid-i (Beyazıt) Bestami: Ebu Yezid M. 803 yılında Bestam’da doğdu. Burası Hazar denizi sahillerinde bir yerdir. Ölüm tarihi M. 874’tür.

Nakşibendiler bu şahsın “Üveysi” olduğunu, yani, İmam Cafer’ul Sadık’ın ruhaniyetinden feyiz alarak velilik makamına yükseldiğini ileri sürmekte ve onun ruhaniler zincirinde 5. halkayı oluşturduğuna inanmaktadır. Halbuki Bestami İmam cafer’ul Sadık (ra)’dan 40 yıl sonra dünyaya gelmiştir. Bestami’nin Ebu Ali es Sindi ile haşır neşir olduktan sonra fıkhı bırakıp ve Budizm’den etkilenerek patanjolist bir inanca saptığı sanılmaktadır. Kendisinden 40 yıl sonra doğduğu bir kişiden feyiz aldığını ileri süren mitolojik hikayeye bakılacak olursa ta baştan sapma gösterilmiş olmasına rağmen bu zatın da bugünkü nakşilerin yaptığı rabıtaya benzer bir ibadet yaptığına dair bir kanıt yoktur.

6- Eb’ul Hasan el Kharagan: Bu zat da Bestam’lıdır. Nakşibendiler, bu zatın Beyazıt Bestami’nin çağında yaşamadığı halde onun ruhaniyetinden feyiz olarak velilik makamına eriştiğine inanmaktadırlar. Onunla rabıta yaptığına dair bir kanıt yoktur.

7- Eb’ul Ali Fermandi: 1085 yılında Tus kentinde ölen Fermandi, Horasan’da yetiştiği için Hint-İran’dan etkilenmiştir. Onun tasavvuf eğiliminden Gazali de etkilenmiştir.

8- Yusuf Hemedani: İran’ın Heme’den halkındandır. Pers kökenlidir. 1140 tarihinde ölmüştür. Rabıta yaptığına dair bir kanıt yoktur.

9- Abdulhalıg-i Gonjduvoni: Türk asıllıdır. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1179 yılında Gonjduvani’de öldü. Nitekim “Kelimat-ı Semaniye” adı altında bilinen tarikatın kuralları olarak Nakşibendiler tarafından benimsenmiş bulunan Farsça on bir kavramdan sekizinin bizzat bu şahıs tarafından öngörüldüğü söylenmektedir. Nakşibendiler de bunu itiraf etmektedir. Ne yazık ki, rabıta hakkında bir şey bilmiş yada söylemiş olsaydı, tıpkı Kelimat-ı Semaniye gibi kuşaktan kuşağa bir birlerine nakledecek ve davalarını kanıtlamada kullanacaklardı.

10-Arifi Rivegeri: Buharal’ı bir Türk’tür. 1209’da öldü. Hayatı hakkında herhangi bir malumat yoktur.

11-Mahmud-i İnjirfağnevi: Buhara’lıdır. 1315 tarihinde ölen Fağnevi sesli zikir yaptığı için sorgulanmıştır.

12-Aliy’yi Ramiteni: Buhara’nın Ramiten köyünde doğdu. Türk asıllıdır. Yazmış olduğu bir kitapta Kuran çizgisinden sapmadığı görülmektedir. Ama nakşiler onu da halkadan sayarlar. Rabıta yaptığına dair bir delile rastlanmaktadır.

13-Muhammed Baba Semasi: Buhara’lıdır. Türk asıllıdır. Romata, onu kendi yerine şehy tayin ettiği söylenmektedir. 1354 yılında Buhara’nın Semmas köyünde öldü. Semmas’inin rabıtadan söz ettiğine dair nakşilerin de elinde delil yoktur.

14-Emir Kullol: 1370 tarihinde Buhara’nın Suhari kasabasında öldü.

15-Muhammed Bahauddin Buhari: 1318-1389 Nakşibendi tarikatının kurucusudur. Türk asıllıdır. O da Buhara’da doğmuş büyümüştür. Nakşibendiliğe “üveysilik” anlayışının bu şahıstan itibaren yerleştiği sanılmaktadır. Üveysilik; bir şeyhin kendinden önce yaşamış ve ölmüş olan bir ruhaniden “feyiz alarak” yani metafizik bir ilişkiyle ondan bir takım bilgiler edinerek yetişmesi ve ermesidir.

Şahı Nakşibend ünvanıyla anılan Muhammed Buhari’den sonra tarikat bu kez “Nakşibendiye” adını aldı. Daha önce “Huvaceganiyye” olarak anılıyordu.

16-Alauddin-i Atar: O da Buhara’lı bir Türk’tür. Nakşibendinin öğrencisi ve damadıdır. Ölüm tarihi 1400’tür.

Dikkat edilecek olursa Şahı Nakşibendi’ye kadarki 15 kişi, birbirlerini hiç görmemişlerdir. Bu zamana kadar tarikatın belli bir kuralı yoktur. Hele hele rabıtadan söz eden dahi olmamıştır.

17-Yakub-i Çarkhi: Afganistan’ın Gozne civarında dünyaya geldi. Türk kökenlidir. İslam diyarlarını dolaştıktan sonra Buhara’ya dönerek Alauddin Attar’la haşır neşir oldu. Nakşi ruhanileri arasında rabıtadan ilk söz eden bu şahıstır. 1447 yılında ölmüştür.

18-Nasirüddin Ubeydullah Ahrar: 1403’de Taşkent’te doğdu. O da konuşma yazmada hocası gibi Fars dilini kullandı. Türk kökenli olma ihtimali yüksektir. 1490 yılında Semerkand’ta öldü. Siyasiler üzerinde çok büyük bir nüfuzu vardı. Onun öğrencilerden olan Haydar Baba, Kanuni döneminde Eyüp camiine adeta yerleşerek halkın vicdanını mistik doğrultuda yönlendirmeye çalışmış, Hint-İran kaynaklı Türkistan tasavvufun Osmanlı toplumuna yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.

19-Kadı Muhammed Zahid Bedakhski: Semerkand’lıdır. Ve Türk asıllıdır. 1529 tarihinde Semerkand’ın Hisar yakınlarında 1529 tarihinde öldü.

20-Derviş Muhammed Semer-kand-i: Bu da Semerkand’lıdır. Rabıtaya ilişkin bir şey söylenmemiştir.

21-Muhammed Khuvajegiyi Ekmenegi: 1512 Buhara’nın İmkene kasabasında doğdu, 1599’da öldü. Nakşibendiliğin Hindistan’da yayılmasında büyük etkisi oldu.

22-Muhammed Bagıy Billah: 1563 tarihinde Kabil’de doğdu. Türk kökenli olma ihtimali büyüktür. Rabbani’yi yetiştirendir ve de 1603’de ölmüştür.

23-Ahmed Farugıy: Hint kökenlidir. 1563 yılında Serhend’te doğan bu zat, 1624 yılında yine serhend’te öldü.

Bütün Nakşibendiler tarafından “İmamı Rabbani” olarak anılır ve onun ikinci binin Müceddidi (yenileyicisi) olduğuna inanılır. Nakşilerin piri sayılan Muhammed Buhari’den onun zamanına kadar “Ahraniye” olarak isim alan nakşilik, Ahmed Farugıy’den sonra “Muceddidiye” adını aldı, ta ki, yaklaşık iki yüzyıl sonra Halid Bağdadi ile birlikte “Halidiyye” olarak yeni bir isim aldı. Rabbani 187 sayılı mektubunda rabıtaya çok kısa olarak şu sözlerle dokunmaktadır.

Hace Eşrefi Kabiliye. Bu mektup, ulaştırıcı yolların en kısası olan rabıtanın açıklanmasına ve Müridi için rabıtanın zikirden daha üstün olduğuna ilişkindir.

Bu ifadeye göre:

a) Allah (cc)’a ulaşmak için izlenecek yolların en kısa olanı rabıtadır.

b) Rabıta yapmak (yani şeyhin şeklini zihninde canlandırmak) Allah (cc)’ı anmaktan daha üstündür.

Mektubun devamında Rabbani rabıta ile ilgili olarak üç şey daha söylemektedir.

§ Şeyh ile Mürid arasında fayda vermek ve faydalanmak için rabıta bir araçtır.

§ Mürid bir öncü tarafından en büyük mutluluğa eriştirilinceye kadar, rabıtadan başka onun izleyebileceği daha kısa bir yolu yoktur.

§ “Pirin gölgesinin bile Allah (cc)’ı zikretmekten daha üstün olduğu” ifade edilmektedir.

24-Muhammed Ma’sum Farugıly: Rabbani’nin oğludur. 1599-1688 tarihleri arasında yaşamıştır.

25-Seyfuddin Farugiy: 1630-1696 İmam Rabbani’nin torunudur. O da babası gibi rabıta üzerinde durmadı.

26-Nur Muhammed Bedevani: Hintlidir. 1722 yılında öldü. Rabıtaya önem verdiğine dair bir kanıt yoktur.

27-Şesuddin Habidullah Mirza Mahzar Coni-Conan: 1699-1781 yıllarında yaşadı. Hint kökenlidir. Et yemeği ve bitkilerle yaşadığı söylenir. Yaşantısı Hz. Peygamberden çok Buda’nınkine benzerdi. Buna rağmen o da rabıtaya önem vermedi.

28-Gullam Ali Abdullah-ı Dehlevi: 1745-1824 yıllarında Hindistan’ın Pencap kentinde doğdu. Cihanabad (Yeni Delhi)’de öldü.

29-Halid Bağdadi: 1778-1826 yıllarında Bağdat ve civarında yaşadı. Bütün medrese ilimlerini öğrendi bir ara Bağdat ve Süleymaniye’de ders verdi ise de Osmanlı İslam Devletinin en buhranlı olduğu dönemde 1810 yılında Yeni Delhiy’e gitti. Abdullah-ı Dehlevi’den ders aldı. Daha sonra Bağdat’ta ünlü divanını bu seyahatten sonra yazmıştır. Rabıta ve yapılışı bu ruhani ile Müslümanların gündemine girdiği kanaati kesindir. Osmanlı İslam devletinin o gün içinde bulunduğu buhranlı durumdan kurtarmak için çalışacağına o kötü durumdan istifade ederek nüfusunu ve yeni getirdiği mistik ruhani din anlayışını yaymaya çalıştı. Çünkü Osmanlı İslam devleti hem içerde hem dışarıda düşmanlarla ve isyancılarla boğuşuyordu.

1812 Mehmet Ali Paşa Vahhabilerle, 1813’de Hurşit Paşa Korayorgi’ye karşı Belgrad üzerine gönderilmişti. Mora isyanının ardından Fener patriğinin idam edilmesi, 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılması, Nevarin’de Osmanlı ve Mısır donanmalarının 1827’de yakılışı, Osmanlı Rus savaşı ve Edirne’nin 1829’da Ruslar tarafından işgali, Fransızların 1830’da Cezayir’e girmesi ve Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ordularının 1832 de Kütahya’ya kadar ilerlemesi ile devletin temelleri adeta çatırdıyordu. İşte tam bu sırada siyasi hiçbir amacı olmayan Halidi Bağdadi’nin Hindistan’dan getirdiği patonjolist fantezileri vahhabiliğin yayılmaması ve halka bir nevi huzur vermesi için yönetim tarafından desteklendi ve 10 yıl gibi kısa bir zamanda ülkenin her tarafına yayıldı.

30-Taha-i Hakkâri (Nehrili Seyyid Taha): Ölümü 1853 Şemdinli kasabasındandır. 11. Abdülhamit zamanında Mebusun Meclisinde bulundu. Oğlu Ubeydullah da önemli mevkilere geldi.

31-Sıbğatullah Arvasi: 1870 yılında öldü. Bitlis millet vekili Kamnon İnan’ın dedesidir.

32-Abdülhakim Arvasi: Taha’nın halifelerinden olan büyük babası Fehim’den el alarak şeyhlik postuna oturmuştur. Soyadı kanunu çıkınca Uçışık soyadını aldı.

Devamı gelecek sayıda…

YIL 14  SAYI 168  ŞEVVAL 1424  ARALIK 2003

Yukarı