Rabıtayı
ve Nakşibendiliği derinlemesine kavramak bakımından tasavvufu az
çok tanımak gerekir. Çünkü tasavvufa evrim süreci içinde
hemen her ruhaniye göre epeyce kişisel ve yöresel özellikler taşıyan
mistik kurumlar peydahlanmıştır. İşte Nakşibendi Tarikatı
bunlardan biridir. Elbetteki bu kurumlardan her birinin
diğerlerinden farkı, onu güncelleştirmek için zamanla
düzenlenmiş olan çeşitli disiplinlerdir. Ve işte rabıta bu
disiplinlerdendir.
Görüldüğü
üzere bu üç şey arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu
ilişki ise biri düşey, diğeri de dikey olmak üzere iki farklı
açıklama ile ancak anlaşılabilir.
Birincisi:
Tasavvuf, tarikat adı altında sayılmayacak kadar çok türemiş
ve türeyebilecek olan çeşitli mistik kurumların bir ilham
kaynağıdır. Bu nedenle tasavvufun hiç bir sınırı yoktur.
Nakşibendilik de bu kaynaktan türemiş bir tarikattır. Rabıta
ise bu tarikatın sürekliliğinde büyük önemi olan dinamiklerden
biridir.
İkincisi:
Rabıta Nakşiliğin bir disiplinidir. Nakşilik ise mistik
felsefeye dayanan ruhani bir kurumdur.
Şu
halde Rabıta bir tarikat disiplinidir. Ve yaklaşık iki yüz yıl
kadar önce tanımlanmıştır. Rabıtanın ait olduğu tarikat yalnızca
Nakşibendiliktir. Nakşibendilik ise yaklaşık yedi yüz yıl
önce Türkistan’da kurulmaya başlamış ve çeşitli din ve
felsefelerden tasavvufi yollardan beslenerek o çağdan bu güne
kadar bir evrim süreci içinde türlü şekiller almış olan bir
tarikattır. Dolayısıyla konunun bir bütün olarak anlaşılabilmesi
için önce tasavvuftan başlamak üzere bu üç kavrama ilişkin
ayrıntıları belli ölçüde ortaya koymak gerekir.
Tasavvuf
Bilindiği
gibi Kur’an-ı Kerim, Allah-u Teâla’nın hiç bir şeye
benzemediğini bununla birlikte bütün varlıkların dışında ve
onların yaratıcısı olduğunu ifade etmektedir.
“O'nun
benzeri hiç bir şey yoktur“ (Şura 11)
Oysa
tasavvuf, esas itibari ile Allah (cc)’ın her şeyin öz kaynağı
olduğunu savunan bir düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre
kainatta ne varsa her şey (haşa) onun bir parçasıdır.
Tasavvufun temel taşı budur.
Kur’an-ı
Kerime göre insan sırf Allah (cc)’a kulluk etmek için yaratılmıştır.
İnsan yaratıktır ve Allah (cc)’ın kuludur.
“Ben
cinleri ve insanları, ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.”
(Zâriyât 56)
Tasavvufa
göre insan ise, Allah (cc)’ın tecellisidir. Onun bir suretidir. Hatta
onun bir parçasıdır. Binaenaleyh ona aşık olmalı, yeniden ona
dönmeli, onda eriyip bütünleşmeli ve onunla birlikte
ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur. Tasavvufçular
bu inanç biçimini özet olarak Farsça “Heme ost / Her şey odur”
deyimi ile açıklarlar. Tevhidi savunanların karşısında zaman
zaman düştükleri sıkıntılardan kurtula bilmek için bu deyimi
“hemez ost / her şey ondandır.” şeklinde değiştirirler.
Tabi ki bu, spekülasyondan başka bir şey değildir.
Nitekim
Hallacı Mansur, Ömer Hayyam, Şihabuddin Suhereverdi, İbn.
Ataillah el iskenderi, feridudi Attor, İbnu’l farid, Muhiddini
Arabi, Molla Cami ve Abdulkerim el Ciyli gibi mutasavvıflar tasavvufu,
böyle anlamış ve açıkça böyle işlemişlerdir.
Tasavvufu
pembe bir alem olarak reklam yapmak yerine onun gerçekten ne olduğunu
ortaya koymak, Müslüman için bu konudaki bilgilenme yolunu daha
kolaylaştırmak olur ki, esasen alim kişiye yakışan da budur.
Nitekim övgü mahiyetinde tasavvufun bir iç aydınlanma
(Illumination) olduğunu, bu nedenle tasavvufçuların objeler ve
boyutlarla uğraşmadığını, aksine, gerçekleri ilhama dayalı
olarak kaynaklardan aldıklarını ileri sürenlerin kendileri de
acaba ilhamla mı bu gerçeği saptayabilmişlerdir. Peki bu
ilhamcılığın sınırlarını belirlemek eğer mümkün değilse
(ki mümkün olmadığı gayet açıktır) insanın zaten sınır
tanımayan hayal ve hırsı karşısında kitap ve sünnetin
ölçülerini korumaktan artık kim söz edebilir. Son zamanlarda
bazı entelektüeller tasavvuf için engin duygular, üstün
zevkler, ilahi aşklar, pembe duygular, içsel aydınlanma ve ilham
edebiyatıyla öveyim derken aslında onun Kuran ve Sünnet
ışığında çok daha kolay deşifre olmasını sağlamaktadır.
Aslında Hz. Peygamber (sav) yaşamında en ufak bir tasavvufi eğilim
yoktur. Resulullah (sav) her şeyden önce yaşamı, ruhani ve seküler
(dünyasal) olmak üzere birbirinden kesin şekilde ikiye
ayrılmamıştır. O (sav), bütün hayatında rabbani bir çizgi
izlemiştir. Yani, üzerine inen vahyin derin coşkularını içinde
yaşarken ibadetlerini Kur’an’ın belirlediği ölçülerde sınırlamış
ve bu ibadetler yine Kur’an’ın emirleri doğrultusunda hayatın
her tarafına serpilmiş biçimde sosyal dinamikler olarak icra etmiş
ve ettirmiştir.
Çok
kişisel olan nafileler ve dualar hariç namaz, oruç ve zekat gibi
ibadetler, gerek Hz. Peygamber (sav), gerekse ilk Müslümanların
hayatında askerlik yapmaktan, atış eğitimi görmekten, düşmana
karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada pazarda evde
çalışmaktan, yada kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir
ruh ve anlayış içinde uygulanmıştır. Dolayısıyla İslam’da
manevi yada ruhî cephe denebilecek yaşam tarzı işte budur ve bu
kadar doğaldır. Aksine Resulullah (sav) hayatında çileler,
ayinler, semanlar, zikir halkaları, “hu” çekmeler, enstrüman
ve rakslar, rabıta ve meditasyonlar asla yoktur. Halbuki sofilerin
hepsi bu anlayışın tam tersine büsbütün ruhani bir yaşam sürdürmüşlerdir.
Onlara
göre insan için biri dinsel (mistik) diğeri ise, dünyasal
(seküler) olmak üzere birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı
vardır yada olmalıdır. Bütün hayatları boyunca biri dini, diğeri
ise dünyevi olmak üzere adeta kalın bir duvarla ayrılmış, birbirine
tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp durmuşlardır.
Oysa
Resulullah (sav), toplum içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam
biçimi sürmüş, vahye dayalı misyonu tanrısal bir kimlik içinde
asla sunmamış, tam tersine onu bir insan olarak, çok doğal ve açık
bir şekilde ortaya koymuştur. Örneğin; sevinmiş, üzülmüş,
öfkelenmiş, danışmış, verdiği karadan vazgeçmiş ve özetle
mahrem olmayan hiçbir beşeri niteliğini gizlememiştir. Ayrıca
Allah (cc)’un en son elçisi olmanın yanında devlet kurmuş ve
bizzat devlet başkanlığı yapmış, onbinlerce kişilik ordulara
komuta etmiş, ceza onaylamış ve infazlar sırasında hazır
bulunmuş, devrinin imparatorlarına ve devlet başkanlarına
mesajlar ve elçiler göndermiştir. İşte gerçek anlamda İslam
budur.
Tasavvufçulara
gelince; onların hiç biri böyle bir yaşam tarzını asla
benimsememişlerdir. Kılık ve kıyafetlerine varıncaya kadar
hemen bütün yönleriyle, herkesten çok farklı olmaya çalışmış,
dünyadan el etek çekmiş yada öyle görünmüşlerdir. İçinde
yaşadıkları toplumun hiçbir derdine asla ortak olmaya yanaşmamışlardır.
İşte ruhanilerin, İslam adına tarih boyunca dünya hayatına
karşı gösterdikleri bu küskünlüğün arkasındaki temel neden,
hiç kuşkusuz yine tasavvuftur.
Tasavvuf
yerine, Nakşibendi şeyhleri tarafından mistisizm teriminin hiç
kullanılmaması kültürel yetersizlikten kaynaklanmaktadır ki bu
da, tasavvufla uğraşanların başka bir çelişkisidir. Çünkü
tasavvufta aynen felsefe gibi hem söz hem anlam bakımından Yunan
kaynaklıdır. Nasıl ki, felsefenin aslı filosofi (philosophy)
ise, tasavvufun da aslı teozofi (theosophy)’dir. Her ikisi de
eski yunancadır. Ama başta Nakşibendiler olmak üzere tasavvufla
uğraşan insanların tamamı bu gerçeği anlayabilecek kültür ve
bilgiden daima yoksun bulunmuştur.
Tasavvuf
sözcüğünün Arapça “suf”, “safa”, yada “suffe”’den
geldiğini ileri sürenlerin tümü yanılmışlardır. Bu
yanılgının en büyük nedeni ise, M. 850 yılından sonra
başlayan ve 1850 yıllarına kadar süren İslam tarihindeki taklit
ruhudur. Dolayısıyla tasavvufla uğraşanlar kötü niyetli ve
maksatlı olmakla suçlanmasalar bile en azından kültürel
yetersizlikleri, sınırsız hayale dayanan ütopik anlayışla
birleşince onların, şirk dinlerinden (Hint-İran-Yunan) tahmin
edilmeyecek ayrılıktaki düşünce ve inanış biçimlerini alıp
İslam’a mal etmiş olabileceklerini ihtimali güçlenmektedir.
Tasavvufun
amacını ve çizdiği yolunu bir nebze açıklığa kavuşturmak
gerekirse onu şu üç başlık altında özetlemek mümkündür.
“Seyr-u
sülük”, “Marifetullah”, ”kemal“
1-
Seyr-u Sülük: Bu kavramla mistik bir eğitim sistemi amaçlanmaktadır.
Tasavvuf yolcusu sözde bu aşamalardan sırası ile geçerek
olgunlaşır.
Biat,
tövbe, tarikat, çile, mucahede, halvet, uzlet, masivaden istiğna,
zühet, kanaat, tevekkül, teslimiyet, tefviz, tefeyyüz, telekkun,
tefekkür, murakabe, rabıta, ruhaniyetten istimdat, zikir. Bunları
başarıyla yapan yolcu, sonunda bir vecd (kendinden geçme) hali yaşar.
2-
Marifetullah: Yukarıda anlatılan eğitim sisteminin temel
amacı (İslam’ınkinden farklı olarak) marifetullahtır. Yani Allah (cc)’ı, zatı ve sıfatlarıyla keşfetmek ve sonunda O’nunla
birleşip bütünleşmektir. İslam’ın amacı ise,
ibadetullahtır. Yani kişinin Allah (cc)’a inanması zatı hakkında düşünmesi,
buna mukabil ayetleri (eserleri) üzerinde düşünmesi, sıfatlarını
bilmesi emir ve yasaklarına uymasıdır.
Tasavvuf
yolcusunun yukarıda anlatılan amaç uğruna yaşadığı mistik
haller ve sözde ulaştığı mertebeler ise şu isimler altında ve
çok geniş şekilde işlenir.
Allah (cc)
aşkı (tarikat, marifet, hakikat) vecd, sekr, sahv, vahdet, vucud,
şühud, fena, beka, vuslat ve mahv bu noktada “Allah (cc)’ta eriyip
gitmek” yani “ittihat” ve “hulul” söz konusudur.
3-
Kemal: Bu aşamada sözde “vuslat” mertebesidir. Yani
sofininin tırmanabildiği en uç noktadır. “Seyr-u Sülük”
denen eğitim sisteminden sonra bu seviyeye ulaşan yolcu, güya
sonunda “insan-ı kâmil” olur. Eksiksiz tanrılaşmış bir
kimlik kazanır. Bu derece olgunlaşmış insana ise (evliya) veli
denir. O artık “Veddün-i” bir ilme sahiptir. Gayp alemine vakıftır,
kalpleri okur, zihinlerde geçenleri keşfeder, gizli dünyaları ve
uzak meçhulleri ayan beyan bilir, orduları ön saflarda düşman
ile savaşır, dua ederse nimet, beddua ederse musibetler yağar,
deniz üzerinde batmadan ıslanmadan gezebilir, bulutların
üstünde uçabilir. Zaman ve mekan onun için katlanır aynı
zamanda iki mekanda birden bulunabilir.
Nakşibendilik
Nakşibendiler,
Hz. Peygamber (sav)’den başlamak üzere sayıları otuzu geçen
(azizler)’in sözde birbirlerine devretmesiyle bu tarikatın günümüze
kadar geldiğine inanmakta ve bunları “Sadat” (pirlerimiz, efendilerimiz)
diye anmaktadırlar. Onların meydana getirdiği bu hiyerarşik
zincirde “Silsie-i Sadat” ismini vermektedir. Ayrıca nakşiler
arasında bu zincire “silsile-i tuz-zeheb” (yani altın
gerdanlık) da denir.
Nakşibendilerin
Silsile-i Sadat’ı:
1-
Hz. Ebu Bekir-ü Sıddık (ra): Fil olayından sonra M.
573 yılında doğdu. İlk Müslüman olanlardandır. Büyük
olayların hemen hepsinde Resulullah (sav) yanında yerini aldı. İki
yıldan fazla Hilafet makamında kaldı. M. 634 tarihinde 63
yaşında vefat etti. Ancak onun zamanında Nakşibendilik ve rabıta
şöyle dursun tasavvuf ve tarikat kavramlarının esamisi bile
yoktu. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir (ra)’ın haşa rabıta yapmış
olduğunu ileri sürmek bunu kanıtlamaya kalkışmaktan daha korkunç
bir çelişkidir.
2-
Selman Faris-i (ra): Pers kökenlidir ve ilk adı Möbeh’dir.
Mecusi bir ailenin çocuğu olarak İstihan’da dünyaya geldi. Doğum
tarihi bilinmemektedir. M. 856 yılında Hz. Ömer (ra) döneminde
Medain valiliğine tayin edilen Selman (ra) burada vefat etti.
Büyüyünce
Hıristiyanlığı seçti, hayatında bir dizi olaylar yaşadıktan
sonra zulme uğrayacak Mekke’de köle olarak birine satıldı.
Daha sonra Medine’ye satıldı. Orada Resulullah (sav) ile
tanıştı ve Müslüman oldu. İlerlemiş yaşına rağmen çok kısa
sürede mükemmel Arapça öğrendi. Hz. Peygamberden 82 hadis
rivayet etti. Ne var ki, o da Hz. Ebu Bekir (ra)’ın çağdaşıdır
ve dolayısıyla en az onun kadar rabıtadan münezzeh biridir.
3-
Kasım b. Muhammed (ra): Hz. Ebu Bekir (ra)’ın torunu
“Tabiin” ulularından ve yedi hukukçulardan biridir. Hz. Osman
döneminde M. 653 tarihinde doğdu. M. 721 veya M. 725 yılında
Mekke ve Medine arasında El-Hudeyd denilen yerde vefat etti. Onun
zamanında tasavvuf sözcüğü ile Arap sözlüğüne girmiş
değildir. Bütün hayatıyla ilgili en ince ayrıntılar kayıtlara
geçmiştir ve onun mistik bir yaşam sürdüğüne dair elimizde
bir kayıt yoktur.
4-
İmam Cafer’ul sadık (ra): Hz. Alinin oğlu Hz. Hüseyin,
onun oğlu İmam Zeynel Abidin, onun oğlu İmam Muhammed Bopir’in
oğludur. M. 702 iki yılında doğdu M. 765 yılında Medine’de
vefat etti. Şiilerin 6. imamıdır. Ebu Hanife ile haşır neşir
olmuş, Kur’an ve Sünnet çizgisinden sapmamış, dolayısıyla
onunda tasavvufla yada tarikatla herhangi bir ilişkisinin olmayacağı
gayet açıktır.
5-
Ebu Yezid-i (Beyazıt) Bestami: Ebu Yezid M. 803 yılında
Bestam’da doğdu. Burası Hazar denizi sahillerinde bir yerdir.
Ölüm tarihi M. 874’tür.
Nakşibendiler
bu şahsın “Üveysi” olduğunu, yani, İmam Cafer’ul Sadık’ın
ruhaniyetinden feyiz alarak velilik makamına yükseldiğini ileri sürmekte
ve onun ruhaniler zincirinde 5. halkayı oluşturduğuna
inanmaktadır. Halbuki Bestami İmam cafer’ul Sadık (ra)’dan 40
yıl sonra dünyaya gelmiştir. Bestami’nin Ebu Ali es Sindi ile
haşır neşir olduktan sonra fıkhı bırakıp ve Budizm’den
etkilenerek patanjolist bir inanca saptığı sanılmaktadır.
Kendisinden 40 yıl sonra doğduğu bir kişiden feyiz aldığını
ileri süren mitolojik hikayeye bakılacak olursa ta baştan sapma gösterilmiş
olmasına rağmen bu zatın da bugünkü nakşilerin yaptığı
rabıtaya benzer bir ibadet yaptığına dair bir kanıt yoktur.
6-
Eb’ul Hasan el Kharagan: Bu zat da Bestam’lıdır.
Nakşibendiler, bu zatın Beyazıt Bestami’nin çağında
yaşamadığı halde onun ruhaniyetinden feyiz olarak velilik makamına
eriştiğine inanmaktadırlar. Onunla rabıta yaptığına dair bir
kanıt yoktur.
7-
Eb’ul Ali Fermandi: 1085 yılında Tus kentinde ölen
Fermandi, Horasan’da yetiştiği için Hint-İran’dan
etkilenmiştir. Onun tasavvuf eğiliminden Gazali de etkilenmiştir.
8-
Yusuf Hemedani: İran’ın Heme’den halkındandır. Pers kökenlidir.
1140 tarihinde ölmüştür. Rabıta yaptığına dair bir kanıt
yoktur.
9-
Abdulhalıg-i Gonjduvoni: Türk asıllıdır. Doğum tarihi
bilinmemektedir. 1179 yılında Gonjduvani’de öldü. Nitekim
“Kelimat-ı Semaniye” adı altında bilinen tarikatın
kuralları olarak Nakşibendiler tarafından benimsenmiş bulunan
Farsça on bir kavramdan sekizinin bizzat bu şahıs tarafından
öngörüldüğü söylenmektedir. Nakşibendiler de bunu itiraf
etmektedir. Ne yazık ki, rabıta hakkında bir şey bilmiş yada söylemiş
olsaydı, tıpkı Kelimat-ı Semaniye gibi kuşaktan kuşağa bir
birlerine nakledecek ve davalarını kanıtlamada kullanacaklardı.
10-Arifi
Rivegeri: Buharal’ı bir Türk’tür. 1209’da öldü. Hayatı
hakkında herhangi bir malumat yoktur.
11-Mahmud-i
İnjirfağnevi: Buhara’lıdır. 1315 tarihinde ölen Fağnevi
sesli zikir yaptığı için sorgulanmıştır.
12-Aliy’yi
Ramiteni: Buhara’nın Ramiten köyünde doğdu. Türk asıllıdır.
Yazmış olduğu bir kitapta Kuran çizgisinden sapmadığı görülmektedir.
Ama nakşiler onu da halkadan sayarlar. Rabıta yaptığına dair
bir delile rastlanmaktadır.
13-Muhammed
Baba Semasi: Buhara’lıdır. Türk asıllıdır. Romata, onu
kendi yerine şehy tayin ettiği söylenmektedir. 1354 yılında
Buhara’nın Semmas köyünde öldü. Semmas’inin rabıtadan söz
ettiğine dair nakşilerin de elinde delil yoktur.
14-Emir
Kullol: 1370 tarihinde Buhara’nın Suhari kasabasında öldü.
15-Muhammed
Bahauddin Buhari: 1318-1389 Nakşibendi tarikatının
kurucusudur. Türk asıllıdır. O da Buhara’da doğmuş büyümüştür.
Nakşibendiliğe “üveysilik” anlayışının bu şahıstan
itibaren yerleştiği sanılmaktadır. Üveysilik; bir şeyhin
kendinden önce yaşamış ve ölmüş olan bir ruhaniden “feyiz
alarak” yani metafizik bir ilişkiyle ondan bir takım bilgiler
edinerek yetişmesi ve ermesidir.
Şahı
Nakşibend ünvanıyla anılan Muhammed Buhari’den sonra tarikat
bu kez “Nakşibendiye” adını aldı. Daha önce “Huvaceganiyye”
olarak anılıyordu.
16-Alauddin-i
Atar: O da Buhara’lı bir Türk’tür. Nakşibendinin öğrencisi
ve damadıdır. Ölüm tarihi 1400’tür.
Dikkat
edilecek olursa Şahı Nakşibendi’ye kadarki 15 kişi,
birbirlerini hiç görmemişlerdir. Bu zamana kadar tarikatın belli
bir kuralı yoktur. Hele hele rabıtadan söz eden dahi olmamıştır.
17-Yakub-i
Çarkhi: Afganistan’ın Gozne civarında dünyaya geldi. Türk
kökenlidir. İslam diyarlarını dolaştıktan sonra Buhara’ya dönerek
Alauddin Attar’la haşır neşir oldu. Nakşi ruhanileri arasında
rabıtadan ilk söz eden bu şahıstır. 1447 yılında ölmüştür.
18-Nasirüddin
Ubeydullah Ahrar: 1403’de Taşkent’te doğdu. O da konuşma
yazmada hocası gibi Fars dilini kullandı. Türk kökenli olma
ihtimali yüksektir. 1490 yılında Semerkand’ta öldü. Siyasiler
üzerinde çok büyük bir nüfuzu vardı. Onun öğrencilerden olan
Haydar Baba, Kanuni döneminde Eyüp camiine adeta yerleşerek
halkın vicdanını mistik doğrultuda yönlendirmeye çalışmış,
Hint-İran kaynaklı Türkistan tasavvufun Osmanlı toplumuna
yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.
19-Kadı
Muhammed Zahid Bedakhski: Semerkand’lıdır. Ve Türk asıllıdır.
1529 tarihinde Semerkand’ın Hisar yakınlarında 1529 tarihinde
öldü.
20-Derviş
Muhammed Semer-kand-i: Bu da Semerkand’lıdır. Rabıtaya
ilişkin bir şey söylenmemiştir.
21-Muhammed
Khuvajegiyi Ekmenegi: 1512 Buhara’nın İmkene kasabasında
doğdu, 1599’da öldü. Nakşibendiliğin Hindistan’da
yayılmasında büyük etkisi oldu.
22-Muhammed
Bagıy Billah: 1563 tarihinde Kabil’de doğdu. Türk kökenli
olma ihtimali büyüktür. Rabbani’yi yetiştirendir ve de 1603’de
ölmüştür.
23-Ahmed
Farugıy: Hint kökenlidir. 1563 yılında Serhend’te doğan
bu zat, 1624 yılında yine serhend’te öldü.
Bütün
Nakşibendiler tarafından “İmamı Rabbani” olarak anılır ve
onun ikinci binin Müceddidi (yenileyicisi) olduğuna inanılır.
Nakşilerin piri sayılan Muhammed Buhari’den onun zamanına kadar
“Ahraniye” olarak isim alan nakşilik, Ahmed Farugıy’den
sonra “Muceddidiye” adını aldı, ta ki, yaklaşık iki yüzyıl
sonra Halid Bağdadi ile birlikte “Halidiyye” olarak yeni bir
isim aldı. Rabbani 187 sayılı mektubunda rabıtaya çok kısa
olarak şu sözlerle dokunmaktadır.
Hace
Eşrefi Kabiliye. Bu mektup, ulaştırıcı yolların en kısası
olan rabıtanın açıklanmasına ve Müridi için rabıtanın
zikirden daha üstün olduğuna ilişkindir.
Bu
ifadeye göre:
a)
Allah (cc)’a ulaşmak için izlenecek yolların en kısa olanı
rabıtadır.
b)
Rabıta yapmak (yani şeyhin şeklini zihninde canlandırmak) Allah (cc)’ı anmaktan daha üstündür.
Mektubun
devamında Rabbani rabıta ile ilgili olarak üç şey daha söylemektedir.
§
Şeyh ile Mürid arasında fayda vermek ve faydalanmak için rabıta
bir araçtır.
§
Mürid bir öncü tarafından en büyük mutluluğa
eriştirilinceye kadar, rabıtadan başka onun izleyebileceği daha
kısa bir yolu yoktur.
§
“Pirin gölgesinin bile Allah (cc)’ı zikretmekten daha üstün
olduğu” ifade edilmektedir.
24-Muhammed
Ma’sum Farugıly: Rabbani’nin oğludur. 1599-1688 tarihleri
arasında yaşamıştır.
25-Seyfuddin
Farugiy: 1630-1696 İmam Rabbani’nin torunudur. O da babası
gibi rabıta üzerinde durmadı.
26-Nur
Muhammed Bedevani: Hintlidir. 1722 yılında öldü. Rabıtaya
önem verdiğine dair bir kanıt yoktur.
27-Şesuddin
Habidullah Mirza Mahzar Coni-Conan: 1699-1781 yıllarında
yaşadı. Hint kökenlidir. Et yemeği ve bitkilerle yaşadığı söylenir.
Yaşantısı Hz. Peygamberden çok Buda’nınkine benzerdi. Buna
rağmen o da rabıtaya önem vermedi.
28-Gullam
Ali Abdullah-ı Dehlevi: 1745-1824 yıllarında Hindistan’ın
Pencap kentinde doğdu. Cihanabad (Yeni Delhi)’de öldü.
29-Halid
Bağdadi: 1778-1826 yıllarında Bağdat ve civarında yaşadı.
Bütün medrese ilimlerini öğrendi bir ara Bağdat ve Süleymaniye’de
ders verdi ise de Osmanlı İslam Devletinin en buhranlı olduğu dönemde
1810 yılında Yeni Delhiy’e gitti. Abdullah-ı Dehlevi’den ders
aldı. Daha sonra Bağdat’ta ünlü divanını bu seyahatten sonra
yazmıştır. Rabıta ve yapılışı bu ruhani ile Müslümanların
gündemine girdiği kanaati kesindir. Osmanlı İslam devletinin o gün
içinde bulunduğu buhranlı durumdan kurtarmak için çalışacağına
o kötü durumdan istifade ederek nüfusunu ve yeni getirdiği
mistik ruhani din anlayışını yaymaya çalıştı. Çünkü
Osmanlı İslam devleti hem içerde hem dışarıda düşmanlarla ve
isyancılarla boğuşuyordu.
1812
Mehmet Ali Paşa Vahhabilerle, 1813’de Hurşit Paşa Korayorgi’ye
karşı Belgrad üzerine gönderilmişti. Mora isyanının ardından
Fener patriğinin idam edilmesi, 1826’da yeniçeri ocağının
kaldırılması, Nevarin’de Osmanlı ve Mısır donanmalarının
1827’de yakılışı, Osmanlı Rus savaşı ve Edirne’nin 1829’da
Ruslar tarafından işgali, Fransızların 1830’da Cezayir’e
girmesi ve Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ordularının 1832 de Kütahya’ya
kadar ilerlemesi ile devletin temelleri adeta çatırdıyordu.
İşte tam bu sırada siyasi hiçbir amacı olmayan Halidi Bağdadi’nin
Hindistan’dan getirdiği patonjolist fantezileri vahhabiliğin
yayılmaması ve halka bir nevi huzur vermesi için yönetim tarafından
desteklendi ve 10 yıl gibi kısa bir zamanda ülkenin her tarafına
yayıldı.
30-Taha-i
Hakkâri (Nehrili Seyyid Taha): Ölümü 1853 Şemdinli
kasabasındandır. 11. Abdülhamit zamanında Mebusun Meclisinde
bulundu. Oğlu Ubeydullah da önemli mevkilere geldi.
31-Sıbğatullah
Arvasi: 1870 yılında öldü. Bitlis millet vekili Kamnon İnan’ın
dedesidir.
32-Abdülhakim
Arvasi: Taha’nın halifelerinden olan büyük babası Fehim’den
el alarak şeyhlik postuna oturmuştur. Soyadı kanunu çıkınca Uçışık
soyadını aldı.
Devamı
gelecek sayıda…
|