|
“(Ey
Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu
(yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni
memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede
olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe
yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok
iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz
değildir.” (Bakara 144)
|
Resulullah
(sav) Medine‘ye hicret edince Beytul Makdis (Kudüs)’e doğru
namazda yüzünü yöneltiyordu. Medine’de ve etrafında çok
Yahudi ve Hıristiyan vardı. Bu ehli kitap, ibadet etmek için
Kudüs’e doğru yöneliyorlardı. Müslümanların aynı kıbleye
doğru namaz kıldıklarını görünce sevindiler. Fakat,
Resulullah (sav) Yahudi ve Hıristiyanların kıblesine katılmak
istemiyordu. Çünkü bunlar kafirdiler. Onların kıblesinden
ayrılıp Hz. İbrahim’in kıblesi olan Mescid-i Harama doğru yönelmek
için yüzünü göğe çevirerek Allah’a dua ediyordu. Allah-u
Teâla, bu duaları kabul etmiştir. Artık, kıble Mescid-i Aksa
değil, Mescid-i Haram olacaktır. Böylece ilk kıble nesih
edilmiştir. İlk kıblenin ismi Kur’an’da geçmedi. Mescid-i
Aksa’ya doğru namaz kılın diye bir emir Kur’an’da varid
olmadı. Öyleyse, nasıl Müslümanlar Kudüs’e doğru namaz
kılıyorlardı? Buradan kesinkes anlaşılıyor ki, Allah Resulüne
Kur’an dışında vahyetmiştir: Ya ona rüyada göstermiştir,
ya da ona onu ilham etmiştir, veyahut Cebrail (as)’ı ona bu
emirle göndermiştir. Bu şekilde sünnetin, Allah’tan bir
Vahiy olduğuna dair kesin delil tecelli etmiş olur. Zira,
Resulullah (sav) heva ve hevesine göre hareket etmiyordu. Zaten
Kudüs’e doğru namaz kılmaya rağbet göstermiyordu, sevgisi
İbrahim’in kıblesindeydi. Heva ve hevesine doğru veya sevgisine
göre hareket etseydi aylarca Mescid-i aksaya doğru namaz
kılmazdı. Arapların adet ve geleneklerine uymak isteseydi, Kudüs’e
doğru yönelmezdi, Kâbe’ye doğru yönelirdi. Çünkü, Araplar
Kâbe’yi kutsallaştırıyorlardı. Bundan dolayı, Kudüs’e doğru
Resulullah (sav)’in namazda yönelmesi Kur’an dışında bir vahy
idi. Kur’an dışındaki vahy, sünnettir. Bununla ilgili
şüpheleri olanların bu nedenle yok olmalıdır.
Zaten
Kudüs’e doğru yönelmek ve ondan vazgeçip Kâbe’ye doğru yönelmek
bir fitne olurdu ve bu bir imtihandı. Çünkü, Arapların
istememesine rağmen Kudüs’e doğru yönelme vardı. Kabe’ye
doğru yönelmek Ehl-i Kitap Yahudiler ve Hıristiyanları
kızdırdı. İşte Resulullah (sav), Allah (cc)’a dua ettiği için
değil, daha önce bu olayla ilgili zaten karar almıştı. Çünkü
önce kıble bu tarafa olacak, sonra başka tarafa olacaktır ki,
insanların imanlarını ve inançlarını imtihan etmek içindir.
Zira Kur’an Resulullah (sav) yaratılmadan önce vardı. Allah
gelecekte ne olup ne biteceğini biliyor. Buna göre nasih ve mensuh
meselesi olmuştur. Yoksa bazı sapık düşüncelere sahip olanların
dediklerine göre değildir. Bunlar şöyle diyorlar: Allah bir şey
hakkında bir karar alır, ilerde kendisine bir şey görülür ve
bundan dolayı eski kararını değiştirir. Buna El-Beda’at
derler. Onların delili şu ayettir:
|
“Allah
istediğini siler ve istediğini bırakır” (Rad 39)
|
Öyleyse bu ayet, Allah’ın bilara kararını değiştirir
manasında değildir. Haşa, Allah’ın alimliğin sıfatına ve
hem de ezelden kıyamet gününe kadar her şey bildiğine dair
bildirdiği ayetlere ters gelir. Sanki insana benzetiyorlar. İnsan
aciz ve eksik olduğu için geleceği bilemez, bu nedenle ilerde
kararını değiştirir. Oysa Allah geleceği bilir, olaylara ve her
şeye tahakküm etmektedir.
Ra’d
süresindeki ayet, kararları değiştirmekle alakası yoktur, bunun
manası: Allah bir şeyi yok ediyor, bir şeyi belli zamana kadar
bırakıyor. Tamamen, Allah öldürüyor ve belli ecele kadar bazıları
bırakıyor manalı ayetlere benziyor. Böylece kıyamet gününe
kadar Allah, insanların ve eşyaların bir kısmını yaratıyor,
bir kısmını yok ediyor, bir kısmını da belli zamana kadar
bırakıyor.
Ehl-i
Kitap kıblenin değiştiğine kızdılar, çünkü Müslümanların
kendi kıblelerine yönelmelerini istiyorlardı. Müslümanların
kendilerinden ayrılmalarına ve başka taraflara yönelmelerini
istemiyorlardı. Resulullah (sav) Ehl-i Kitap kafir oldukları ve
şirke koştukları yani bizimle temelde ayrıldıkları için
onlarla her hangi bir noktada birleşmek istemiyordu. Her hususta ve
yönde onlarla apayrı olmamızı istiyordu. Oysa bazı kişiler
diyecek ki, Yahudi ve Hıristiyanlarla bazı hususlarda
birleşiyoruz, o zaman onlarla dinler arası diyalog kuralım ve
dinleri birleştirelim. Tamamen günümüzde mevcut olan davetler
gibidir.
Allah
(cc) Resulüne (sav) şöyle buyuruyor:
|
“(Yahudiler)
Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da
rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler.
Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka
tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.”
(Tevbe 31)
|
Onları
buna çağırdı, fakat icabet etmeyerek kaçtılar. Bu nedenle
Yahudilerle ve Hıristiyanlarla hiçbir yerde birleşmiyoruz.
Bazıları diyeceklerdir ki, ‘onlar bizim gibi Allah’a
inanıyorlar’. Hayır, bizim gibi Allah’a inanmıyorlar.
Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğlu’ dediler ve Allah yalnız
kendileri için bir ilahtır dediler. Hıristiyanlar ise, ‘Allah,
İsa şeklinde indi’ ve ‘İsa Allah’ın oğludur’ dediler.
Tamamen müşrik Arapların Allah’a inandıkları gibidir. Allah’a
yaklaşmak için putlar kıldılar ve diktiler. Bu nedenle Allah şöyle
buyurdu:
|
“(Resûlüm!)
De ki: Ey kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam.”
(Kafirun 1-2)
|
Ehl-i
Kitap, kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye doğru çevrileceği
kitaplarında yazıldığı için biliyorlardı. Zira, ayette Ehl-i
kitap bunun rablerinden hak olduğunu kesinkes biliyorlardı.
Ayrıca, Resulullah (sav) ve Kur’an’ın hak olduğunu kesin
biliyorlardı. Fakat kasıtlı olarak bu hakkı ve gerçekleri ret
ediyorlardı. Allah onları bu nedenle şöyle tehdit ediyor: “Allah
onların yaptıklarından gafil değildir.” Bunun manası:
Dikkat edin sizin itirazlarınızı ve karşı gelmelerinizi
biliyoruz, bunun cezası var. Hem gerçeği göstermiyorsunuz hem de
gizliyorsunuz, Allah sizi öyle mi bırakacak? Hayır, bütün batıl
çabalarınız ve nuru söndürmek için çalışmalarınız boşa
çıkacaktır. Çünkü Allah, batılı yok edip, hakkı egemen
kılacaktır ve nurunu dünyaya yayacaktır.
Bu
ayette bazı fıkhi meseleler vardır: Direk Mekke’ye mi,
Mescidi Haram’a mı, yoksa Kâbe’ye doğru yönelmek mi gerekir?
Bu hususta ihtilaf vardır. Çünkü mesele ictihadîdir. Fakat doğru
olan bu ayeti açıklayan İbn-i Abbas’tan Resulullah’dan
rivayet edilen şu hadistir. “Kâbe Mescid-i Haram içindeki
olanlar için bir kıbledir. Mescid-i Haram, haram bölgesinin
(Mekke’deki haram bölgesi) ahalisi için bir kıbledir. Haram bölgesi
yeryüzünün doğularında ve batılarında bulunan ümmetim için
bir kıbledir.” Çünkü, asıl kıble Kâbe’dir. Fakat kıble
Mescid-i Haram içinde mevcuttur. Mescitte bulunanlar oraya doğru yönelirler.
Mekke’deki olanlar mescide yönelirler. Çünkü Kabe Mescit
içindedir. Yeryüzündeki olanlar Mekke’ye doğru yönelirler.
Çünkü Mescit ve içindeki Kabe onun içindedir.
Başka
fıkıh mesele de var: Namaz kılarken Müslüman önüne mi
yoksa sücud (secde) yerine mi bakmalı? Malikiler önüne bakmalıdır,
Hanifiler, Şafiler ve Hanbeliler sücud yerine bakmalıdır derler.
Fakat bir Hadiste şöyle geçti: Rüku ederken ayakların
bulunduğu yere sücud edilirken burunun konulacak yere ve otururken
kucağına bakar. Cumhur, dururken sücud yerine bakar. Çünkü
daha fazla huşu olur dediler.
|
“Yemin
olsun ki (habibim!) sen ehl-i kitaba her türlü âyeti (mucizeyi)
getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların
kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler.
Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan,
işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.” (Bakara 145)
|
Ehl-i
Kitabın kendi küfürleri üzerine ısrar ve inat ettikleri için
Resulullah (sav), onlara ne kadar delil ve hüccet gösterirse
göstersin, hiç inanmayacaklarına dair Allah’ın bildirisi
gelmiştir. insan gayıbı bilmediği için hep diğerlerini ikna
etmek için çalışır. Resulullah (sav), Yahudileri ve
Hıristiyanları ikna etmek için delil arkasına delil getiriyor
ama hiç kanı olmuyorlar. Çünkü kanı olmak istemiyorlar.
Allah
sanki Resulüne; ‘bırak artık bunları’ diyor, ‘fazla
onlarla tartışma’, ‘hiç ikna olmayacak, içerik olarak
neredeyse onlara uyacaksın, ama onlar sana uymazlar.’ Çünkü
ayette şöyle geçti (Bakara 145): Sana ilim geldikten sonra onların
heva ve heveslerine uyarsan şüphesiz ki, zalimlerden biri olursun,
o zaman sakın, sebatlık göster, onlara uyma, kafire uyarsan
saparsın. Çünkü değişik yollarla seni imandan çıkartıp
kendisine benzer bir kişi haline getirmeye çalışmaktadır.
Kıble artık imanın ve akidenin sembolüdür. Allah, onların
Resulullah (sav)‘in kıblesine uymayacaklarını haber verirken,
İslam dinine girmeyeceklerini duyuruyor. Onların kendilerinin
kıblelerine uymayacaklar deyince kendilerinin inançlarını kabul
etmeyeceklerini söylüyor. Nitekim, hepsi Kudüs’e doğru yöneliyorlar.
Öyleyse buradaki kastedilen kıble, inanç ve akidedir. Yahudi
grupların ve Hıristiyan grupların inançları farklıdır,
kendilerini kafir yapıyorlar. Buna göre, Allah kendi Resulüne;
‘sen akiden üzerinde ısrarlı kal, hiç onlara tabi olma, oysa
sana ilim geldi, nasıl onlara kanarsın?’ İlim; burada kesin
delil manasına geldi.
Ehl-i
kitapların inançları için kesin delil yoktur. Heva ve
heveslerine göre sapık dinler oluşturdular. Allah’ın gerçek
dinini gizleyip sahte inançlar ortaya çıkarttılar. Allah kendi
Resulüne hitap ederken bu, Resulün ümmetine bir hitap olur. Buna
göre ümmet, çok ciddi bir tutum takınmalı, akidesi üzerine
ısrarlı olmalı ve Ehl-i Kitabın tuzaklarına düşmemelidir. Ama
ne yazık ki, ümmetten bazı kişiler bu ayeti ve diğer ayetleri
unuttular. Ehl-i Kitabın tuzağına düşüp dinler arası diyalog
hikayesine inandılar.
|
“Kendilerine
kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile
bile gerçeği gizler. Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan
olma!” (Bakara 146-147)
|
Hz.
Muhammed (sav)’in gönderilişine dair Ehl-i Kitabın haberi vardı.
O’nu çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar. Çünkü,
bütün alametleri bütün kitaplarda yazılıdır. O’nu iyice
tanıdıkları için, çocuklarını tanıdıkları gibi onu
tanıyorlar. Ayette bu ifade geçti. İslam’a giren eski haham
Abdullah b. Selam’a soruldu: Çocuğunu tanıdığın gibi
Muhammed’i tanıyor musun? Dedi ki, evet daha fazla tanıyorum.
Arapçada insan bir şeyi kesin şekilde biliyorsa, çocuğumu
tanıdığım gibi onu tanıyorum der. Çünkü en fazla çocuğunu
tanıyor. Onun hakkında şüphesi yoktur. Dolayısıyla, bu hak
Allah’tan gelmiştir. Onun hakkında şüphe olmamalıdır. İnsan
imanını sağlamlaştırmak, kuvvetlendirmek ve aklına her hangi
bir şüphe gelirse onu yok etmek için sürekli yeni deliller
aramalıdır. Bu nedenle Kur’an’da sürekli yeni deliller
gösteriliyor. Daveti taşıyanlar da aynı şey yapmalılar, kendi
davetlerine güvenlerini ve inançlarını arttırmak için sürekli
yeni deliller ve gerçekleri bulmaya çalışmalılar.
Ayette
de geçtiği gibi, Ehl-i Kitabın bir kısmı bilerek hakkı
gizliyorlar. Ama bir kısmı da Abdullah b. Selam gibi kişiler gerçeği
söylediler. Abdullah b. Selam Müslüman olunca Resulullah (sav),
Yahudilerin hahamlarını toplayıp kendisi hakkında, yani,
Abdullah b. Selam hakkında sormayı önerdi. Yahudiler bu öneriyi
kabul etti. Abdullah b. Selam bir tarafta gizlendi. Resulullah (sav),
‘Abdullah b. Selam hakkında ne diyorsunuz?’ diye sordu.
Hahamlar, ‘o en büyük haham alim, pek iyi bir zat ve samimidir.’
dediler. Bir tarafta gizlenen Abdullah b. Selam önlerine fırlayarak,
‘şüphesiz Muhammed Allah’ın peygamberidir’ dedi. Hahamlar
şaşırdılar ve bin Selam’ı kötülemeye başladılar. İşte,
inatçılar böyle yaparlar. Eğer bir insana gerçek gösterilip
inatçılık yaparsa, artık onunla bir daha tartışılmaz.
|