Ana Sayfa YIL 14  SAYI 168  ŞEVVAL 1424  ARALIK 2003 E-Mail

Tefsir: BAKARA SURESİ

Ayet: 144-147

Esad MANSUR

“(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara 144)

Resulullah (sav) Medine‘ye hicret edince Beytul Makdis (Kudüs)’e doğru namazda yüzünü yöneltiyordu. Medine’de ve etrafında çok Yahudi ve Hıristiyan vardı. Bu ehli kitap, ibadet etmek için Kudüs’e doğru yöneliyorlardı. Müslümanların aynı kıbleye doğru namaz kıldıklarını görünce sevindiler. Fakat, Resulullah (sav) Yahudi ve Hıristiyanların kıblesine katılmak istemiyordu. Çünkü bunlar kafirdiler. Onların kıblesinden ayrılıp Hz. İbrahim’in kıblesi olan Mescid-i Harama doğru yönelmek için yüzünü göğe çevirerek Allah’a dua ediyordu. Allah-u Teâla, bu duaları kabul etmiştir. Artık, kıble Mescid-i Aksa değil, Mescid-i Haram olacaktır. Böylece ilk kıble nesih edilmiştir. İlk kıblenin ismi Kur’an’da geçmedi. Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılın diye bir emir Kur’an’da varid olmadı. Öyleyse, nasıl Müslümanlar Kudüs’e doğru namaz kılıyorlardı? Buradan kesinkes anlaşılıyor ki, Allah Resulüne Kur’an dışında vahyetmiştir: Ya ona rüyada göstermiştir, ya da ona onu ilham etmiştir, veyahut Cebrail (as)’ı ona bu emirle göndermiştir. Bu şekilde sünnetin, Allah’tan bir Vahiy olduğuna dair kesin delil tecelli etmiş olur. Zira, Resulullah (sav) heva ve hevesine göre hareket etmiyordu. Zaten Kudüs’e doğru namaz kılmaya rağbet göstermiyordu, sevgisi İbrahim’in kıblesindeydi. Heva ve hevesine doğru veya sevgisine göre hareket etseydi aylarca Mescid-i aksaya doğru namaz kılmazdı. Arapların adet ve geleneklerine uymak isteseydi, Kudüs’e doğru yönelmezdi, Kâbe’ye doğru yönelirdi. Çünkü, Araplar Kâbe’yi kutsallaştırıyorlardı. Bundan dolayı, Kudüs’e doğru Resulullah (sav)’in namazda yönelmesi Kur’an dışında bir vahy idi. Kur’an dışındaki vahy, sünnettir. Bununla ilgili şüpheleri olanların bu nedenle yok olmalıdır.

Zaten Kudüs’e doğru yönelmek ve ondan vazgeçip Kâbe’ye doğru yönelmek bir fitne olurdu ve bu bir imtihandı. Çünkü, Arapların istememesine rağmen Kudüs’e doğru yönelme vardı. Kabe’ye doğru yönelmek Ehl-i Kitap Yahudiler ve Hıristiyanları kızdırdı. İşte Resulullah (sav), Allah (cc)’a dua ettiği için değil, daha önce bu olayla ilgili zaten karar almıştı. Çünkü önce kıble bu tarafa olacak, sonra başka tarafa olacaktır ki, insanların imanlarını ve inançlarını imtihan etmek içindir. Zira Kur’an Resulullah (sav) yaratılmadan önce vardı. Allah gelecekte ne olup ne biteceğini biliyor. Buna göre nasih ve mensuh meselesi olmuştur. Yoksa bazı sapık düşüncelere sahip olanların dediklerine göre değildir. Bunlar şöyle diyorlar: Allah bir şey hakkında bir karar alır, ilerde kendisine bir şey görülür ve bundan dolayı eski kararını değiştirir. Buna El-Beda’at derler. Onların delili şu ayettir:

“Allah istediğini siler ve istediğini bırakır” (Rad 39)

Öyleyse bu ayet, Allah’ın bilara kararını değiştirir manasında değildir. Haşa, Allah’ın alimliğin sıfatına ve hem de ezelden kıyamet gününe kadar her şey bildiğine dair bildirdiği ayetlere ters gelir. Sanki insana benzetiyorlar. İnsan aciz ve eksik olduğu için geleceği bilemez, bu nedenle ilerde kararını değiştirir. Oysa Allah geleceği bilir, olaylara ve her şeye tahakküm etmektedir.

Ra’d süresindeki ayet, kararları değiştirmekle alakası yoktur, bunun manası: Allah bir şeyi yok ediyor, bir şeyi belli zamana kadar bırakıyor. Tamamen, Allah öldürüyor ve belli ecele kadar bazıları bırakıyor manalı ayetlere benziyor. Böylece kıyamet gününe kadar Allah, insanların ve eşyaların bir kısmını yaratıyor, bir kısmını yok ediyor, bir kısmını da belli zamana kadar bırakıyor.

Ehl-i Kitap kıblenin değiştiğine kızdılar, çünkü Müslümanların kendi kıblelerine yönelmelerini istiyorlardı. Müslümanların kendilerinden ayrılmalarına ve başka taraflara yönelmelerini istemiyorlardı. Resulullah (sav) Ehl-i Kitap kafir oldukları ve şirke koştukları yani bizimle temelde ayrıldıkları için onlarla her hangi bir noktada birleşmek istemiyordu. Her hususta ve yönde onlarla apayrı olmamızı istiyordu. Oysa bazı kişiler diyecek ki, Yahudi ve Hıristiyanlarla bazı hususlarda birleşiyoruz, o zaman onlarla dinler arası diyalog kuralım ve dinleri birleştirelim. Tamamen günümüzde mevcut olan davetler gibidir.

Allah (cc) Resulüne (sav) şöyle buyuruyor:

“(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe 31)

Onları buna çağırdı, fakat icabet etmeyerek kaçtılar. Bu nedenle Yahudilerle ve Hıristiyanlarla hiçbir yerde birleşmiyoruz. Bazıları diyeceklerdir ki, ‘onlar bizim gibi Allah’a inanıyorlar’. Hayır, bizim gibi Allah’a inanmıyorlar. Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğlu’ dediler ve Allah yalnız kendileri için bir ilahtır dediler. Hıristiyanlar ise, ‘Allah, İsa şeklinde indi’ ve ‘İsa Allah’ın oğludur’ dediler. Tamamen müşrik Arapların Allah’a inandıkları gibidir. Allah’a yaklaşmak için putlar kıldılar ve diktiler. Bu nedenle Allah şöyle buyurdu:

“(Resûlüm!) De ki: Ey kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam.” (Kafirun 1-2)

Ehl-i Kitap, kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye doğru çevrileceği kitaplarında yazıldığı için biliyorlardı. Zira, ayette Ehl-i kitap bunun rablerinden hak olduğunu kesinkes biliyorlardı. Ayrıca, Resulullah (sav) ve Kur’an’ın hak olduğunu kesin biliyorlardı. Fakat kasıtlı olarak bu hakkı ve gerçekleri ret ediyorlardı. Allah onları bu nedenle şöyle tehdit ediyor: “Allah onların yaptıklarından gafil değildir.” Bunun manası: Dikkat edin sizin itirazlarınızı ve karşı gelmelerinizi biliyoruz, bunun cezası var. Hem gerçeği göstermiyorsunuz hem de gizliyorsunuz, Allah sizi öyle mi bırakacak? Hayır, bütün batıl çabalarınız ve nuru söndürmek için çalışmalarınız boşa çıkacaktır. Çünkü Allah, batılı yok edip, hakkı egemen kılacaktır ve nurunu dünyaya yayacaktır.

Bu ayette bazı fıkhi meseleler vardır: Direk Mekke’ye mi, Mescidi Haram’a mı, yoksa Kâbe’ye doğru yönelmek mi gerekir? Bu hususta ihtilaf vardır. Çünkü mesele ictihadîdir. Fakat doğru olan bu ayeti açıklayan İbn-i Abbas’tan Resulullah’dan rivayet edilen şu hadistir. “Kâbe Mescid-i Haram içindeki olanlar için bir kıbledir. Mescid-i Haram, haram bölgesinin (Mekke’deki haram bölgesi) ahalisi için bir kıbledir. Haram bölgesi yeryüzünün doğularında ve batılarında bulunan ümmetim için bir kıbledir.” Çünkü, asıl kıble Kâbe’dir. Fakat kıble Mescid-i Haram içinde mevcuttur. Mescitte bulunanlar oraya doğru yönelirler. Mekke’deki olanlar mescide yönelirler. Çünkü Kabe Mescit içindedir. Yeryüzündeki olanlar Mekke’ye doğru yönelirler. Çünkü Mescit ve içindeki Kabe onun içindedir.

Başka fıkıh mesele de var: Namaz kılarken Müslüman önüne mi yoksa sücud (secde) yerine mi bakmalı? Malikiler önüne bakmalıdır, Hanifiler, Şafiler ve Hanbeliler sücud yerine bakmalıdır derler. Fakat bir Hadiste şöyle geçti: Rüku ederken ayakların bulunduğu yere sücud edilirken burunun konulacak yere ve otururken kucağına bakar. Cumhur, dururken sücud yerine bakar. Çünkü daha fazla huşu olur dediler.

“Yemin olsun ki (habibim!) sen ehl-i kitaba her türlü âyeti (mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.” (Bakara 145)

Ehl-i Kitabın kendi küfürleri üzerine ısrar ve inat ettikleri için Resulullah (sav), onlara ne kadar delil ve hüccet gösterirse göstersin, hiç inanmayacaklarına dair Allah’ın bildirisi gelmiştir. insan gayıbı bilmediği için hep diğerlerini ikna etmek için çalışır. Resulullah (sav), Yahudileri ve Hıristiyanları ikna etmek için delil arkasına delil getiriyor ama hiç kanı olmuyorlar. Çünkü kanı olmak istemiyorlar.

Allah sanki Resulüne; ‘bırak artık bunları’ diyor, ‘fazla onlarla tartışma’, ‘hiç ikna olmayacak, içerik olarak neredeyse onlara uyacaksın, ama onlar sana uymazlar.’ Çünkü ayette şöyle geçti (Bakara 145): Sana ilim geldikten sonra onların heva ve heveslerine uyarsan şüphesiz ki, zalimlerden biri olursun, o zaman sakın, sebatlık göster, onlara uyma, kafire uyarsan saparsın. Çünkü değişik yollarla seni imandan çıkartıp kendisine benzer bir kişi haline getirmeye çalışmaktadır. Kıble artık imanın ve akidenin sembolüdür. Allah, onların Resulullah (sav)‘in kıblesine uymayacaklarını haber verirken, İslam dinine girmeyeceklerini duyuruyor. Onların kendilerinin kıblelerine uymayacaklar deyince kendilerinin inançlarını kabul etmeyeceklerini söylüyor. Nitekim, hepsi Kudüs’e doğru yöneliyorlar. Öyleyse buradaki kastedilen kıble, inanç ve akidedir. Yahudi grupların ve Hıristiyan grupların inançları farklıdır, kendilerini kafir yapıyorlar. Buna göre, Allah kendi Resulüne; ‘sen akiden üzerinde ısrarlı kal, hiç onlara tabi olma, oysa sana ilim geldi, nasıl onlara kanarsın?’ İlim; burada kesin delil manasına geldi.

Ehl-i kitapların inançları için kesin delil yoktur. Heva ve heveslerine göre sapık dinler oluşturdular. Allah’ın gerçek dinini gizleyip sahte inançlar ortaya çıkarttılar. Allah kendi Resulüne hitap ederken bu, Resulün ümmetine bir hitap olur. Buna göre ümmet, çok ciddi bir tutum takınmalı, akidesi üzerine ısrarlı olmalı ve Ehl-i Kitabın tuzaklarına düşmemelidir. Ama ne yazık ki, ümmetten bazı kişiler bu ayeti ve diğer ayetleri unuttular. Ehl-i Kitabın tuzağına düşüp dinler arası diyalog hikayesine inandılar.

“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler. Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma!” (Bakara 146-147)

Hz. Muhammed (sav)’in gönderilişine dair Ehl-i Kitabın haberi vardı. O’nu çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar. Çünkü, bütün alametleri bütün kitaplarda yazılıdır. O’nu iyice tanıdıkları için, çocuklarını tanıdıkları gibi onu tanıyorlar. Ayette bu ifade geçti. İslam’a giren eski haham Abdullah b. Selam’a soruldu: Çocuğunu tanıdığın gibi Muhammed’i tanıyor musun? Dedi ki, evet daha fazla tanıyorum. Arapçada insan bir şeyi kesin şekilde biliyorsa, çocuğumu tanıdığım gibi onu tanıyorum der. Çünkü en fazla çocuğunu tanıyor. Onun hakkında şüphesi yoktur. Dolayısıyla, bu hak Allah’tan gelmiştir. Onun hakkında şüphe olmamalıdır. İnsan imanını sağlamlaştırmak, kuvvetlendirmek ve aklına her hangi bir şüphe gelirse onu yok etmek için sürekli yeni deliller aramalıdır. Bu nedenle Kur’an’da sürekli yeni deliller gösteriliyor. Daveti taşıyanlar da aynı şey yapmalılar, kendi davetlerine güvenlerini ve inançlarını arttırmak için sürekli yeni deliller ve gerçekleri bulmaya çalışmalılar.

Ayette de geçtiği gibi, Ehl-i Kitabın bir kısmı bilerek hakkı gizliyorlar. Ama bir kısmı da Abdullah b. Selam gibi kişiler gerçeği söylediler. Abdullah b. Selam Müslüman olunca Resulullah (sav), Yahudilerin hahamlarını toplayıp kendisi hakkında, yani, Abdullah b. Selam hakkında sormayı önerdi. Yahudiler bu öneriyi kabul etti. Abdullah b. Selam bir tarafta gizlendi. Resulullah (sav), ‘Abdullah b. Selam hakkında ne diyorsunuz?’ diye sordu. Hahamlar, ‘o en büyük haham alim, pek iyi bir zat ve samimidir.’ dediler. Bir tarafta gizlenen Abdullah b. Selam önlerine fırlayarak, ‘şüphesiz Muhammed Allah’ın peygamberidir’ dedi. Hahamlar şaşırdılar ve bin Selam’ı kötülemeye başladılar. İşte, inatçılar böyle yaparlar. Eğer bir insana gerçek gösterilip inatçılık yaparsa, artık onunla bir daha tartışılmaz.

YIL 14  SAYI 168  ŞEVVAL 1424  ARALIK 2003

Yukarı