“(İnsanları) Allah'a çağıran,
iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden
kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 33)
Son dönemlerde Amerikan önderliğinde
İslami değerleri, batının uyarladığı ölçüler
dairesinde küreselleşme standartlarına uyarlamak amacıyla, Müslümanların
yeniden yapılandırılması çerçevesinde çeşitli
değişimlerle karşı karşıyayız. Bu zoraki uygulama, bazı
yerlerde bizzat doğrudan Amerika eşliğinde saldırı şeklinde,
bazı yerlerde de yerli işbirlikçiler eşliğinde batıyı
ölçü alma veya batı normlarında bir çağdaşlık düşüncesi
sergilenerek yapılmaktadır. Yer kürede bütün Müslümanlar
kıskaca alınarak batının çizdiği yeni kimlik ve sıfat
dayatmasına tâbi tutulmuşlardır. Batı güdümlü statükocu
yönetimler bu konumu istismar ederek, Müslümanlar üzerinde
batının istediği isim ve sıfat anlayışını zoraki
dayatarak resmiyet kazandırmak istemektedirler. Statükocu
düzenler, batının uygun görmediği bir tanımlamayı da suç
unsuru saymaktadırlar.
Kafir sömürgeci devletler, daha önce
İslam alemine yerleşmek için kavmiyetçi, vatancı, ırkçı,
milliyetçi gibi unsurları kullanarak bu doğrultuda Müslümanlara
yeni kimlik çizmeye çalışmışlardı. Bu çerçevede bir
çok bölge ve halk, içerisinde değişik kavimler bulunmasına
rağmen ya Türkleştirilmiş veya Araplaştırılmıştı.
Milliyetçilik bir bağ addedilmiş, Türk olmayan nice
topluluklara zoraki Türk dayatması yapılmıştı. Kavmiyetçi
bir kişilik dayatması o kadar etkili olmuştur ki; bugün dahi
bir çok bölgede Müslümanlar benliklerine dayalı kavmiyle
şekillenmek için mücadele vermektedirler. Berberi, Kürt, Peştu,
Keşmir, Filistin gibi kavmiyetçi temeller üzerine devlet
kurma eğilimleri kafirlerin de teşvikiyle yaygınlık kazanmaktadır.
Kafir batı bu yolla İslam ümmetini geçmişte parçaladığı
gibi, bugün de daha küçük parçalara bölme eğilimindedir.
Kavmiyetçilik, Müslümanlar üzerinde etkili olmasına ve bir
çok bölgeyi virüs gibi sarmasına rağmen bugün kafirler
etkinliklerini başka bir alana çevirmişlerdir. Aslında
kafirlerin istediği birinci aşama gerçekleşmiştir. Yani Müslümanlar
bölünmüş, güçleri dağıtılmış, birbirlerine düşman
edilmiş, batı egemenliği sağlanmış ve taşeron idareciler
başa getirilmiştir. Böylesi gelişmelerden sonra bu süreç
içerisinde devam eden fakat ikinci planda kalan batı
normlarında topluluklar oluşturma çalışmalarının son dönemler
hız/yoğunluk kazandığını görüyoruz. Daha açık bir
ifade ile bu, kültür dayatması çerçevesinde batı
zihniyetli kişilik kazandırma ameliyesidir. Zoraki kimlik
dayatmasına bir dönemler komünist Rusya da eşlik etmişti.
Amerikanın son dönemler kimlik dayatması, komünizm
döneminde yaşanan olayları insanların zihninde adeta yeniden
tazeler nitelikte.
Aslında batı, İslam’la tanıştığı günden
beri bu savaşın içerisindedir. Endülüs’te yaşanan
olaylar, Batı-Hıristiyan toplumunun Müslümanlar üzerinde
estirdiği zulüm en bariz örneklerden bir tanesidir. O gün,
Müslümanlar iki seçenekten biri ile karşı karşıya
bırakılmışlardı: Ya ateş kuyularında yanmak veya
Hıristiyan kişiliğini zoraki kabullenmek. Bunun dışında
başka bir alternatif söz konusu değildi ve bundan dolayı da
binlerce Müslüman ateş kuyularında diri diri yakılarak cezalandırıldılar.
Batının Rönesans’la gerçekleştirdiği
demokratik yapılanma ve laik düzen anlayışı; İslam beldelerinde
modern, çağdaşlık, medeniyeti yakalama normları altında Müslümanlara
dayatmacı bir tarzda kabullendirilmeye çalışılmaktadır.
Biraz daha geriye gittiğimizde (İslam Devleti Hilafet yıkılmadan
önce) çatışmanın sadece benimsettirme, özendirme açısından
ele alındığını, bu doğrultuda batının tasvir ettiği
kimlik şirin gösterilmek suretiyle benimsettirilmek istendiğini
görmekteyiz. Jön Türkler önderliğinde jakobence anlayış
ve düşünce Fransa’nın, İngiltere’nin moda ve kültür
bulvarlarında esen şekilciliğin, Müslüman toplumda yeni bir
imaj olarak benimsettirilme çabaları, o gün için resmiyet
kazanmamış olsa da Müslüman toplum üzerinde yoğun bir
şekilde işleniyordu. Fakat bu çalışmalar cılız kalıyordu.
Bu eğilimin resmiyet kazanamamasının tek nedeni; o gün
çökmekte olan Hilafet Devletinin bu halde bile halen gücü
elinde bulundurmasından kaynaklanmaktadır.
Aslında İslam devleti Hilafet, batının
önünde duran bir kaya niteliğindeydi. Batı şunun farkına
varmıştı; İslam Devleti Hilafet Müslümanlar için
vazgeçilmez bir kimlikti ve bağlayıcı vasıflara sahipti.
Hilafet, onları her şeyleri ile kucaklıyor ve Müslümanlar
bu çatı altında kendilerini emniyette hissediyorlardı. Batı
bu kimliği ismen ve cismen yok etmediği müddetçe
Müslümanlar üzerinde etkin olamayacağını gördü ve var
gücüyle Hilafeti yıkmaya yöneldi. Bu noktada başarı
sağladıktan sonra Müslümanların halen kabullenmekte zorlandıkları
Batının kimlik dayatması resmiyet kazandı. Batının yüklediği
kimlikle artık Müslümanlar kendilerini başka kalıplarla var
olduklarını savunur hale geldiler. Türkiye Cumhuriyeti, İran
İslam Cumhuriyeti, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan
Krallığı gibi kimlikler beyinlere o kadar etki etti ki,
Müslümanlar artık kendilerini bu kimliklerle çağırmaya,
işlerini bu kimliklere göre alakalandırmaya ve bu kimlikleri
kutsallaştırmaya başladılar. Müslüman olmaları veya
İslam ümmeti vasfı bu kimliklerin gölgesi altında
bırakıldı. Gelinen noktada İslam beldelerinde kurulan karton
devletçikler, batı normlarında şekillenmeye, ümmeti de bu
çerçevede bir yapılanmaya sürükledikleri aşikardır.
Harf devriminin getirdiği esinti sonucu bir
çok İslami isimler tahrif edilmiştir. Muhammed yerine Mehmet,
Mahmud yerine Mahmut gibi. İlk bakışta bir
harfin pek önemi yokmuş gibi gözükebilir. Fakat bu harfler
bir simgeyle bağlantılı olunca basite alınamaz. Müslümanlar
isim koyarken taşıdıkları nizamın öngördüğü, ona ters
düşmeyen, onun öncülüğünü yapmış kişilerin
üzerlerinde bıraktığı izlerden dolayı böyle bir işe
tevessül etme ihtiyacı duymuşlardır. Bir Ömer ismi
Müslümanlar için adaletin temsilcisi gibi çok şeyler çağrıştırmaktadır.
Ne yazık ki, günümüzde bu kelimenin içeriliği
boşaltılmıştır, bu ismi taşıyan nice Müslüman küfrün
dejenerasyonuna uğramış, isimlerde dahi kavmiyetçilik egemen
kılınmıştır.
İsimler sıradan bir olay değildir.
İsimler mutlak bir anlam taşıdığı gibi, her hangi bir
inanışında esintilerini üzerinde taşır. Abdullah
dendiğinde bunun Allah’ın kulu olduğunu ve Müslümanlara
has bir çağrışım içerdiğini anlarız. Hans dediğimiz
zaman da bunun batı içerikli bir isim olduğu anlaşılır.
İsimler insan üzerinde etki gücüne sahiptir. İsmin yüklediği
mâna ve vasıflar çok önemli olduğu gibi, hangi ümmetten
olduğuna da işarettir. Ayrıca bağlayıcılık özelliği vardır.
Yani aynı toplum veya düşünce sahiplerini belirleme umdesine
sahiptir. Bütün şartlanmalara ve kavmiyet unsurlarının
egemen olmasına rağmen, bugün değişik alanlarda
karşılaşan Müslümanların (istenilen düzeyde olmasa da)
bir birine karşı ılımlı tavırları buna bir örnektir.
Bunun önemini ayet ve hadislerde gayet açık şekilde zikretmektedir.
Resulullah (sav) Ebud-derda (ra) yoluyla
gelen hadiste bu hususta şöyle buyurdu:
“Sizler kıyamet gününde kendi
isimleriniz ve babalarınızın isimleri ile çağrılacaksınız.
Öyle ise isimlerinizi güzelleştirin.” (Ebu Davud)
İsimlerin önemini yakın tarihimizde
yaşadığımız Bosna ve Kosova katliamlarında ne kadar etkin
olduğunu gördük. Bosna’da Müslümanlık adına her
şeylerini kaybeden o insanların Sırplarla çok yakın yaşam
tarzları benimsemelerine rağmen sadece ve sadece isimlerinin
Müslüman ismi ve vasfı taşımasından dolayı katliamlara
maruz kaldılar. Uygarlık kapısı (!) olarak bilinen Avrupa’da
Müslümanlar potansiyel suçlu kabul edilerek, bir çok
bölgelerde Müslüman ismi taşıyan kişiler fişlenmektedir.
TC. hükümeti kasıtlı Abdurrahman, Ebu Talha, Abdülkerim,
Takiyyuddin, Fatıma-tüzzehra gibi bazı isimler Arap ismi veya
Arapça kökenli diyerek ambargo koymuştur.
Resulullah (sav) uygun görmediği kişilerin
isimlerini vasıflarından dolayı değiştiriyordu. Asiye
ismi yerine cemile ismini vermesi gibi. Asiye, isyan eden
demektir. Cemile ise güzel demektir. Kişiliğe etki eden
vasıflar çok önemlidir. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! "Râinâ"
demeyin, "unzurnâ" deyin...” (Bakara 104)
Burada sadece isimlere değil, taşıdığı
içeriliğe de önem verildiğini görüyoruz. Yalnız burada kısaca
şunu da belirtelim ki; İslam Devleti tebaasından olup ta
gayri müslim olanların isim ve kişiliklerine dokunulmamış
ve de bu hususta zorlanmamışlardır.
Kafirler ve onların kuklaları ise bugün
Müslümanlara zoraki kendi anlayışlarını içeren kişilik
ve vasıf yüklemeye çalışıyorlar. Dünyayı kendi
imgelerine dönüştürmeye çalışan kafir batılılar, kendi
anlayışlarından kaynaklanan veya kasıtlı olarak yüklenen
anlamlar ve yeni vasıflandırma-larla yeni bir Müslüman
portresi çizmektedirler, Batılılarca içeriği doldurulan terörist,
radikal, demokrat, sosyalist, laik, sağcı, solcu, ılımlı,
şeriatçı, muhafazakar, diyalogcu, köktenci, tutucu,
gelenekçi, entelektüel, feminist Müslüman kimliği bunlardan
bazılarıdır. Bugün statükocu TC. düzeni, bir adım daha
ileri giderek Kemalist, Atatürkçü Müslüman kimliği
oluşturmaya çalışmaktadır.
Bunlara yüklenen anlamlar, ya düzenin hoş
görüşüne veya tepkisine dayalı bir şekilde tarif
edilmektedir. Mesela; terörist denilince; İslamı hayata hakim
kılmak isteyen her kesimi içerisine almaktadır. İster şu an
kafirlere karşı savaşanlar olsun veya kafirlere ve düzenlerine
karşı silahsız eylem yapan kitleler olsun fark etmez. Bu
yaklaşım kasıtlı olarak Müslümanlar üzerinde işlerlik
kazandırılmaktadır. Bu noktada sıkıştırılan Müslümanlar
iki seçenekten birisini kabullenmek zorunda bırakılmaktadır.
Birincisi; küfür düzenlerine karşı
eyleme girişmenin hakkı hakim kılma değil, terörizm olduğu
ve bu işi yapmakla da toplumda kötü bir vasfa sahip olunacağı
yargısı.
İkincisi; yönetimlerin ortaya koyduğu
tarzda Müslüman kişiliğini kabullenerek uyumlu Müslüman
olmak.
Batının kıskacına sıkıştırılmış Müslümanlar
bunun etkisinde kalarak düzenlerin tepkisini çekmeden, onların
istediği kişilikte hayatlarını ikame etmek istiyorlar.
Bundan dolayı da İslam’ı gaye edinip savunmaktan, İslamî
kişiliğe sahip olmaktan, onu açığa vurmaktan korkuyorlar.
Hatta batılıların çizdiği kişiliğin etkisinde kalarak
İslam’ı gaye edinip savunmayı radikalcilik, sistemlerinin
yanında yer almayı da diyalogcu ve hoşgörü kabul ediyorlar.
Aslında Müslümanlar, üretilen bu kişilikleri benimsemekle
onların ağına düşmektedirler.
Statükocu yönetimlerin baskıcı
politikaları bunda etkili olduğunu da belirtmek gerekir. Siyasal
İslam ve irtica ile mücadele çerçevesinde Müslümanların
başörtüsüyle uğraşmak, 13 yaşına kadar İslamî eğitimi
almayı yasaklamak Müslüman kişiliğine karşı yürütülmekte
olan savaşa bir örnektir.
Gelen baskılar neticesinde bugün
Müslümanlar susmuştur. Küfür yönetimlerinden çekinerek
devletlerin yüklediği vasıflardan birine sahip olmak veya görünmek
için yoğun gayret sarf ediyorlar. Kendilerini laik Müslüman,
demokratik Müslüman, diyalogcu Müslüman, muhafazakar
Müslüman gibi kelimelerle vasıflandırmaya çalışıyorlar.
Halbuki böylesi bir portrede yer almak, İslam’la taban
tabana ters düştüğü gibi, bugünkü düzenleri de onaylamak
anlamına gelmektedir. Bunlar soyut bir kelime değil ki kabul
edilebilsin. Şöyle ki; laiklik ve demokratlık insanların
kendilerinin ortaya koymuş olduğu bir sistemin ürünüdür.
Laik Müslüman vasfı olamayacağı gibi, böylesi bir şeyi
kabullenme devlet işlerinde İslamın hayat ve yönetimle
alakalı hiçbir kuralını benimsememek anlamına gelir. Yani
din işleri ile devlet işlerini ayrı telakki eden batının
anlayışına sahip bir kimlik ortaya çıkar. Demokrat Müslüman
anlayışı da böyledir. Sonra, muhafazakar Müslüman
olunmakla da bu iş çözülemez. Muhafazakar; örf, adet,
gelenek ve inançlarına devletin istediği kadar bağlı,
mevcut düzenin de korunmasından yana olan bir Müslüman
portresidir. Bu yapılanma ile Müslümanlar kendilerine yeni
şekil vererek statükocu düzenlere şirin görünmeye çalışmaktadırlar.
Bundan dolayı devlet kademelerinde, muhafazakar Müslüman
söylemleri daha çok yaygın, toplumda da bu vasfa sahip olan
kişilerde devlet kademelerinde kendilerine rahatça yer bulacağı
kanaati hakimdir. Öyle olmasına rağmen İslam beldelerinde kişiliklerinden
tam emin olunmayan kişiler yönetime getirilmezler. Onlar için
vasıflar çok önemlidir. Kabul edilen vasıf ise; İslam’a düşman
olan ve ona karşı mücadele verecek bir kişiliktir. Küfür
sistemlerinin istediği de bu tip kişiliklere sahip olan bir
toplum oluşturmak ve böylece kendilerini emniyette hissederek
hayatta kalma amaçlarına ulaşmaktır. Her ne olursa olsun
batının istediği normlarda kendilerine portre çizmeye
yeltenenler küfür sistemlerine yaranamazlar. Allah (cc) şöyle
buyuruyor:
“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar
da asla senden razı olmayacaklardır.” (Bakara 120)
Razı olmadıkları her geçen süreç
içerisinde daha da net olarak bu olay ortaya çıkmaktadır.
Onların söylemlerini ve ölçülerini kabul eden (sözde
Müslümanların) nasıl ödüllendirildiklerine, kullanıldıktan
sonra nasıl cezalandırıldıklarına, askeriyeden, devlet
kademelerinden nasıl atıldıklarına, okullardan nasıl
uzaklaştırıldıklarına her gün şahit oluyoruz. İşte
Arafat örneği; kanına varana kadar batılılara hizmette
kusur etmeyen kişiliğe sahip olmasına nazaran, batılılar
tarafından bir köpek gibi aşağılanmaktadır. Bütün bu
olan bitenleri görmemezlikten gelmek basiretsizliktir.
Müslümanlar küfür sistemlerinin ürettiği kimliklere
bürünmekle aslında kendileri düzen karşısında daha da
aşağılanmaktadırlar. Aşağılanma kompleksine alışık
olanlar sürekli tavizkar olurlar. Devlet bunu bildiği için
Müslümanları inançlarından soyutladığı gibi kişilikleri
ile de oynayarak kendi istediği alana çekmiştir. Bu tuzağa düşen
bir çok kişiler Müslüman kimliklerini açığa vurmaktan,
utanır veya kaçınır hale geldi. Batılı kişiliğe sahip
olma arzusu onlarda kabardı. Hatta medeni, çağdaş kabul
ettikleri batı kişiliğini savunur oldular.
Kafirler ve statükocu düzenler kabul
etseler dahi bunların hiç birisinin İslam’la bağdaşır
bir tarafı yoktur. Peygamber (sav) peygamberlik kendisine
gelmeden önce sevildiği ve emin olarak vasıflandırıldığı
toplumda vahiy gelip peygamberliğini ilan ettikten sonra nasıl
tepkilerle karşılaştığını; sihirbaz, deli, çoban vb.
nice asılsız, yalan, küçük düşürücü sıfatlarla suçlanarak
toplum dışına itildiği bilinmektedir. Bugün gerçek anlamda
İslam’ı yaşamak isteyen ve bu uğurda çalışan Müslümanlara,
gerici, çağdışı, terörist, radikal, yobaz yakıştırmasını
yapanlar aynı düşünce yapısına sahip cahilliye
tortularını taşıyan devlet ve kişilerdir. Müslümanlar
bunlara rağbet etmemeli, onların bu tavırlarını
önemsememelidir. Onlar geçmişin cahilliye ve kokuşmuş küfür
sistemlerinin özlemlerini çekiyorlar. Allah (cc) şöyle
buyuruyor:
“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahilliye
idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre,
hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?”
(Maide 50)
Bugün bazı nedenlerden dolayı İslam’ı
yaşamanın güçlükleri bilinen bir gerçektir. Bugün ki
düzenler içerisinde boşluklar arayarak bir yerlere
sıkışmakta nafiledir. İnançlarımız farklı olduğu gibi,
inancımızdan kaynaklanan kişilik ve şahsiyetimizde farklıdır.
İslamın kabul etmediği bütün nizamları ve dinleri kabul
ederek diyalogcu, ılımlı vasfa bürünerek küfür
düzenlerine hoş görünmek isteyen Müslümanlar da bu noktada
yanılıyorlar. Nedense onlara o kadar hoşgörülü olanlar
İslama karşı bu saygıyı gösteremedikleri gibi,
Müslümanlara karşı da o derece acımasız oluyorlar. Oysa
ki, kafirlerle aramızdaki ayırımı Allah (cc) beyan
etmiştir. Kur’an da şöyle zikredilmektedir:
“Mümin olanlar, yahudi olanlar,
sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve müşrik olanlara gelince,
muhakkak ki Allah, bunlar arasında kıyamet gününde (ayrı
ayrı) hükmünü verir...” (Hac 17)
Bir Müslüman olarak ancak akidemizin
gerektirdiği ve ondan kaynaklanan nizama göre kişilik ve
vasıf yüklenebiliriz. Müslüman İslam’ı ölçü aldığı
takdirde kişilik problemini de en kuvvetli bir şekilde
çözecektir. Bu Müslüman’ı İslam’ın yüklediği
vasıfla da daha da olgunlaştıracak ve düzenlerin hiç bir
oyununa kapılmayacaktır. Çünkü İslam düşüncesi ve
kültürü ile oluşan kişilik, etkilenen değil etkileyendir.
İslam zihniyeti aydın ve derin düşünceden doğduğu için
önüne konulacak sûni kişilik ve güçlükleri bertaraf
etmeye kadirdir. Bundan dolayıdır ki, asırlardır bir çok
taarruzlar olmasına rağmen, Müslümanlar diğer hadaratların
vasıflandırdığı kişiliklerden korunabilmişlerdir.
Ölçümüz İslam ve getirdikleri olduğu takdirde, işte o
zaman ancak İslam misyonuna sahip bir kişilik kazanırız ki,
bu da saf, berrak, bütün küfür unsurlarından arınmış bir
şahsiyetle donanmamızı sağlar. Tarihte bu ölçüyü koruyan
Müslümanlar bazı kültürel akımlardan etkilenmelerine rağmen
kişiliklerinden taviz vermemişlerdir. Müslümanların
kişilik vasıflarını ortaya koyan yüzlerce delil mevcuttur.
Bundan dolayı Müslümanların başka yerlerde kişilik aramalarına
hiç gerek yoktur ve de caiz değildir. Kur’an-ı Kerimde geçen
Allah’ın (cc) bizzat zikrettiği isim ve vasıflardan bazı
misaller gösterelim:
“Eğer mümin iseler Allah ve Resûlünü
razı etmeleri daha doğrudur.” (Tevbe 62)
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da
birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten
alı korlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler,
Allah ve Resûlüne itaat ederler.” (Tevbe 71)
“Öyle ya, mümin olan, yoldan çıkmış
kimse gibi midir? Bunlar elbette bir olamazlar.” (Secde
18)
“Ey iman edenler!..” (Bakara 153)
“Ey akıl sahipleri!..”
(Bakara 197)
“...Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”
(Câsiye 19)
Bunların dışında kitap ve sünnette; hak
sahipleri, hizbullah, emin, mücahid cennetlikler gibi
Müslümanlara has kılanın vasıf ve adlandırmalar
bulunmaktadır. Ayrıca iman edipte İslamın getirdiklerine
lakayt davranan kişiler hakkında da vasıflandırmalar yer
almaktadır. Gafil, günahkar, mücrim gibi. Ayeti kerimede şöyle
zikredildi:
“Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler,
dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve
âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta
oldukları (günahlar) yüzünden, varacakları yer, ateştir!”
(Yunus 7)
Yine İslam kabul etmediği ve iman etmeyenlerle
ilgili bir çok adlandırma ve vasıf zikretmiştir.
“Allah'ın mescitlerinde O'nun adının
anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan
daha zalim kim vardır!..” (Bakara 114)
“And olsun ki sana apaçık âyetler
indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fâsıklar inkar eder.”
(Bakara 99)
“Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara
karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların
varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!”
(Tevbe 73)
Bunların dışında batıl, ateş ehli,
âsi, isyankar, şirk sahipleri, dalalet ehli, cehennemlikler,
mecusiler, mürtet, hıristiyanlar, yahudiler gibi kelimeler de
yer almaktadır.
Müslümanlar kendi kaynaklarını göz ardı
ederek batının ve başlarındaki hain idarecilerin
saldırısına maruz kalma gibi bir mazeretle İslamın açıkça
batıl olarak tarif ettiği düzenlerin çizdiği ölçülerde
kişilik kazanmaya çalışmaları dinlerine olan sadâkatın ve
bilginin eksik olmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada
ısrarcı olmaları halinde küfür sistemleri onların sadece
kimlikleriyle değil, insani vasıflarıyla da oynayacaktır.
Batı hadaratında mevcut olan cinsi sapıklıklar gibi.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bir takım güçlükler
mevcuttur. Bu güçlükleri aşmak düzen içerisinde yer almayı
gerekli kılar anlamı doğmaz. Hakkı hafife alıp batılla
karıştırmaya da hiç kimsenin hakkı yoktur.
Allah (cc) şöyle buyurdu:
“Ve Hakkı Batıl ile karıştırmayın!”
(Bakara 42)
Oysa ki, Müslümanlar olumsuzlukların nasıl
aşılması gerekliliği noktasında köklü bir çözüme
yönelmelidir. Bu çözüm köklü, sarsılmaz olan İslam
akidesinde mevcuttur.
Her hususta olduğu gibi bu noktada da Müslümanların
tek çıkar yolu vardır. O da; kendi inançlarını ölçü
alan, kendi inançlarına göre yöneten bir sistemin olmasıdır.
Ki; o sistem Müslümanları bugünkü aşağılanma, başka
sistemlerde yer alma ve onlara özenme konumundan kurtarılabilsin.
Yani İslam Devleti Hilafeti ikame ederek Müslüman kimliğimizi
ve vasıflarımızı koruyabilelim. Bu noktada çalışan veya
çalışanlara yardımda bulunanların Allah yar ve
yardımcıları olsun..
“İşte onlara Allah rahmet
edecektir.” (Tevbe 71)
|