Ana Sayfa YIL 13   SAYI 145   ŞEVVAL 1422   OCAK 2002 E-Mail

STATÜKOCU DÜZENLERİN KİMLİK SAVAŞI

A. SEYFULİSLAM

 “(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 33)

Son dönemlerde Amerikan önderliğinde İslami değerleri, batının uyarladığı ölçüler dairesinde küreselleşme standartlarına uyarlamak amacıyla, Müslümanların yeniden yapılandırılması çerçevesinde çeşitli değişimlerle karşı karşıyayız. Bu zoraki uygulama, bazı yerlerde bizzat doğrudan Amerika eşliğinde saldırı şeklinde, bazı yerlerde de yerli işbirlikçiler eşliğinde batıyı ölçü alma veya batı normlarında bir çağdaşlık düşüncesi sergilenerek yapılmaktadır. Yer kürede bütün Müslümanlar kıskaca alınarak batının çizdiği yeni kimlik ve sıfat dayatmasına tâbi tutulmuşlardır. Batı güdümlü statükocu yönetimler bu konumu istismar ederek, Müslümanlar üzerinde batının istediği isim ve sıfat anlayışını zoraki dayatarak resmiyet kazandırmak istemektedirler. Statükocu düzenler, batının uygun görmediği bir tanımlamayı da suç unsuru saymaktadırlar.

Kafir sömürgeci devletler, daha önce İslam alemine yerleşmek için kavmiyetçi, vatancı, ırkçı, milliyetçi gibi unsurları kullanarak bu doğrultuda Müslümanlara yeni kimlik çizmeye çalışmışlardı. Bu çerçevede bir çok bölge ve halk, içerisinde değişik kavimler bulunmasına rağmen ya Türkleştirilmiş veya Araplaştırılmıştı. Milliyetçilik bir bağ addedilmiş, Türk olmayan nice topluluklara zoraki Türk dayatması yapılmıştı. Kavmiyetçi bir kişilik dayatması o kadar etkili olmuştur ki; bugün dahi bir çok bölgede Müslümanlar benliklerine dayalı kavmiyle şekillenmek için mücadele vermektedirler. Berberi, Kürt, Peştu, Keşmir, Filistin gibi kavmiyetçi temeller üzerine devlet kurma eğilimleri kafirlerin de teşvikiyle yaygınlık kazanmaktadır. Kafir batı bu yolla İslam ümmetini geçmişte parçaladığı gibi, bugün de daha küçük parçalara bölme eğilimindedir. Kavmiyetçilik, Müslümanlar üzerinde etkili olmasına ve bir çok bölgeyi virüs gibi sarmasına rağmen bugün kafirler etkinliklerini başka bir alana çevirmişlerdir. Aslında kafirlerin istediği birinci aşama gerçekleşmiştir. Yani Müslümanlar bölünmüş, güçleri dağıtılmış, birbirlerine düşman edilmiş, batı egemenliği sağlanmış ve taşeron idareciler başa getirilmiştir. Böylesi gelişmelerden sonra bu süreç içerisinde devam eden fakat ikinci planda kalan batı normlarında topluluklar oluşturma çalışmalarının son dönemler hız/yoğunluk kazandığını görüyoruz. Daha açık bir ifade ile bu, kültür dayatması çerçevesinde batı zihniyetli kişilik kazandırma ameliyesidir. Zoraki kimlik dayatmasına bir dönemler komünist Rusya da eşlik etmişti. Amerikanın son dönemler kimlik dayatması, komünizm döneminde yaşanan olayları insanların zihninde adeta yeniden tazeler nitelikte.

Aslında batı, İslam’la tanıştığı günden beri bu savaşın içerisindedir. Endülüs’te yaşanan olaylar, Batı-Hıristiyan toplumunun Müslümanlar üzerinde estirdiği zulüm en bariz örneklerden bir tanesidir. O gün, Müslümanlar iki seçenekten biri ile karşı karşıya bırakılmışlardı: Ya ateş kuyularında yanmak veya Hıristiyan kişiliğini zoraki kabullenmek. Bunun dışında başka bir alternatif söz konusu değildi ve bundan dolayı da binlerce Müslüman ateş kuyularında diri diri yakılarak cezalandırıldılar.

Batının Rönesans’la gerçekleştirdiği demokratik yapılanma ve laik düzen anlayışı; İslam beldelerinde modern, çağdaşlık, medeniyeti yakalama normları altında Müslümanlara dayatmacı bir tarzda kabullendirilmeye çalışılmaktadır. Biraz daha geriye gittiğimizde (İslam Devleti Hilafet yıkılmadan önce) çatışmanın sadece benimsettirme, özendirme açısından ele alındığını, bu doğrultuda batının tasvir ettiği kimlik şirin gösterilmek suretiyle benimsettirilmek istendiğini görmekteyiz. Jön Türkler önderliğinde jakobence anlayış ve düşünce Fransa’nın, İngiltere’nin moda ve kültür bulvarlarında esen şekilciliğin, Müslüman toplumda yeni bir imaj olarak benimsettirilme çabaları, o gün için resmiyet kazanmamış olsa da Müslüman toplum üzerinde yoğun bir şekilde işleniyordu. Fakat bu çalışmalar cılız kalıyordu. Bu eğilimin resmiyet kazanamamasının tek nedeni; o gün çökmekte olan Hilafet Devletinin bu halde bile halen gücü elinde bulundurmasından kaynaklanmaktadır.

Aslında İslam devleti Hilafet, batının önünde duran bir kaya niteliğindeydi. Batı şunun farkına varmıştı; İslam Devleti Hilafet Müslümanlar için vazgeçilmez bir kimlikti ve bağlayıcı vasıflara sahipti. Hilafet, onları her şeyleri ile kucaklıyor ve Müslümanlar bu çatı altında kendilerini emniyette hissediyorlardı. Batı bu kimliği ismen ve cismen yok etmediği müddetçe Müslümanlar üzerinde etkin olamayacağını gördü ve var gücüyle Hilafeti yıkmaya yöneldi. Bu noktada başarı sağladıktan sonra Müslümanların halen kabullenmekte zorlandıkları Batının kimlik dayatması resmiyet kazandı. Batının yüklediği kimlikle artık Müslümanlar kendilerini başka kalıplarla var olduklarını savunur hale geldiler. Türkiye Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan Krallığı gibi kimlikler beyinlere o kadar etki etti ki, Müslümanlar artık kendilerini bu kimliklerle çağırmaya, işlerini bu kimliklere göre alakalandırmaya ve bu kimlikleri kutsallaştırmaya başladılar. Müslüman olmaları veya İslam ümmeti vasfı bu kimliklerin gölgesi altında bırakıldı. Gelinen noktada İslam beldelerinde kurulan karton devletçikler, batı normlarında şekillenmeye, ümmeti de bu çerçevede bir yapılanmaya sürükledikleri aşikardır.

Harf devriminin getirdiği esinti sonucu bir çok İslami isimler tahrif edilmiştir. Muhammed yerine Mehmet, Mahmud yerine Mahmut gibi. İlk bakışta bir harfin pek önemi yokmuş gibi gözükebilir. Fakat bu harfler bir simgeyle bağlantılı olunca basite alınamaz. Müslümanlar isim koyarken taşıdıkları nizamın öngördüğü, ona ters düşmeyen, onun öncülüğünü yapmış kişilerin üzerlerinde bıraktığı izlerden dolayı böyle bir işe tevessül etme ihtiyacı duymuşlardır. Bir Ömer ismi Müslümanlar için adaletin temsilcisi gibi çok şeyler çağrıştırmaktadır. Ne yazık ki, günümüzde bu kelimenin içeriliği boşaltılmıştır, bu ismi taşıyan nice Müslüman küfrün dejenerasyonuna uğramış, isimlerde dahi kavmiyetçilik egemen kılınmıştır.

İsimler sıradan bir olay değildir. İsimler mutlak bir anlam taşıdığı gibi, her hangi bir inanışında esintilerini üzerinde taşır. Abdullah dendiğinde bunun Allah’ın kulu olduğunu ve Müslümanlara has bir çağrışım içerdiğini anlarız. Hans dediğimiz zaman da bunun batı içerikli bir isim olduğu anlaşılır. İsimler insan üzerinde etki gücüne sahiptir. İsmin yüklediği mâna ve vasıflar çok önemli olduğu gibi, hangi ümmetten olduğuna da işarettir. Ayrıca bağlayıcılık özelliği vardır. Yani aynı toplum veya düşünce sahiplerini belirleme umdesine sahiptir. Bütün şartlanmalara ve kavmiyet unsurlarının egemen olmasına rağmen, bugün değişik alanlarda karşılaşan Müslümanların (istenilen düzeyde olmasa da) bir birine karşı ılımlı tavırları buna bir örnektir. Bunun önemini ayet ve hadislerde gayet açık şekilde zikretmektedir.

Resulullah (sav) Ebud-derda (ra) yoluyla gelen hadiste bu hususta şöyle buyurdu:

“Sizler kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleri ile çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzelleştirin.” (Ebu Davud)

İsimlerin önemini yakın tarihimizde yaşadığımız Bosna ve Kosova katliamlarında ne kadar etkin olduğunu gördük. Bosna’da Müslümanlık adına her şeylerini kaybeden o insanların Sırplarla çok yakın yaşam tarzları benimsemelerine rağmen sadece ve sadece isimlerinin Müslüman ismi ve vasfı taşımasından dolayı katliamlara maruz kaldılar. Uygarlık kapısı (!) olarak bilinen Avrupa’da Müslümanlar potansiyel suçlu kabul edilerek, bir çok bölgelerde Müslüman ismi taşıyan kişiler fişlenmektedir. TC. hükümeti kasıtlı Abdurrahman, Ebu Talha, Abdülkerim, Takiyyuddin, Fatıma-tüzzehra gibi bazı isimler Arap ismi veya Arapça kökenli diyerek ambargo koymuştur.

Resulullah (sav) uygun görmediği kişilerin isimlerini vasıflarından dolayı değiştiriyordu. Asiye ismi yerine cemile ismini vermesi gibi. Asiye, isyan eden demektir. Cemile ise güzel demektir. Kişiliğe etki eden vasıflar çok önemlidir. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! "Râinâ" demeyin, "unzurnâ" deyin...” (Bakara 104)

Burada sadece isimlere değil, taşıdığı içeriliğe de önem verildiğini görüyoruz. Yalnız burada kısaca şunu da belirtelim ki; İslam Devleti tebaasından olup ta gayri müslim olanların isim ve kişiliklerine dokunulmamış ve de bu hususta zorlanmamışlardır.

Kafirler ve onların kuklaları ise bugün Müslümanlara zoraki kendi anlayışlarını içeren kişilik ve vasıf yüklemeye çalışıyorlar. Dünyayı kendi imgelerine dönüştürmeye çalışan kafir batılılar, kendi anlayışlarından kaynaklanan veya kasıtlı olarak yüklenen anlamlar ve yeni vasıflandırma-larla yeni bir Müslüman portresi çizmektedirler, Batılılarca içeriği doldurulan terörist, radikal, demokrat, sosyalist, laik, sağcı, solcu, ılımlı, şeriatçı, muhafazakar, diyalogcu, köktenci, tutucu, gelenekçi, entelektüel, feminist Müslüman kimliği bunlardan bazılarıdır. Bugün statükocu TC. düzeni, bir adım daha ileri giderek Kemalist, Atatürkçü Müslüman kimliği oluşturmaya çalışmaktadır.

Bunlara yüklenen anlamlar, ya düzenin hoş görüşüne veya tepkisine dayalı bir şekilde tarif edilmektedir. Mesela; terörist denilince; İslamı hayata hakim kılmak isteyen her kesimi içerisine almaktadır. İster şu an kafirlere karşı savaşanlar olsun veya kafirlere ve düzenlerine karşı silahsız eylem yapan kitleler olsun fark etmez. Bu yaklaşım kasıtlı olarak Müslümanlar üzerinde işlerlik kazandırılmaktadır. Bu noktada sıkıştırılan Müslümanlar iki seçenekten birisini kabullenmek zorunda bırakılmaktadır.

Birincisi; küfür düzenlerine karşı eyleme girişmenin hakkı hakim kılma değil, terörizm olduğu ve bu işi yapmakla da toplumda kötü bir vasfa sahip olunacağı yargısı.

İkincisi; yönetimlerin ortaya koyduğu tarzda Müslüman kişiliğini kabullenerek uyumlu Müslüman olmak.

Batının kıskacına sıkıştırılmış Müslümanlar bunun etkisinde kalarak düzenlerin tepkisini çekmeden, onların istediği kişilikte hayatlarını ikame etmek istiyorlar. Bundan dolayı da İslam’ı gaye edinip savunmaktan, İslamî kişiliğe sahip olmaktan, onu açığa vurmaktan korkuyorlar. Hatta batılıların çizdiği kişiliğin etkisinde kalarak İslam’ı gaye edinip savunmayı radikalcilik, sistemlerinin yanında yer almayı da diyalogcu ve hoşgörü kabul ediyorlar. Aslında Müslümanlar, üretilen bu kişilikleri benimsemekle onların ağına düşmektedirler.

Statükocu yönetimlerin baskıcı politikaları bunda etkili olduğunu da belirtmek gerekir. Siyasal İslam ve irtica ile mücadele çerçevesinde Müslümanların başörtüsüyle uğraşmak, 13 yaşına kadar İslamî eğitimi almayı yasaklamak Müslüman kişiliğine karşı yürütülmekte olan savaşa bir örnektir.

Gelen baskılar neticesinde bugün Müslümanlar susmuştur. Küfür yönetimlerinden çekinerek devletlerin yüklediği vasıflardan birine sahip olmak veya görünmek için yoğun gayret sarf ediyorlar. Kendilerini laik Müslüman, demokratik Müslüman, diyalogcu Müslüman, muhafazakar Müslüman gibi kelimelerle vasıflandırmaya çalışıyorlar. Halbuki böylesi bir portrede yer almak, İslam’la taban tabana ters düştüğü gibi, bugünkü düzenleri de onaylamak anlamına gelmektedir. Bunlar soyut bir kelime değil ki kabul edilebilsin. Şöyle ki; laiklik ve demokratlık insanların kendilerinin ortaya koymuş olduğu bir sistemin ürünüdür. Laik Müslüman vasfı olamayacağı gibi, böylesi bir şeyi kabullenme devlet işlerinde İslamın hayat ve yönetimle alakalı hiçbir kuralını benimsememek anlamına gelir. Yani din işleri ile devlet işlerini ayrı telakki eden batının anlayışına sahip bir kimlik ortaya çıkar. Demokrat Müslüman anlayışı da böyledir. Sonra, muhafazakar Müslüman olunmakla da bu iş çözülemez. Muhafazakar; örf, adet, gelenek ve inançlarına devletin istediği kadar bağlı, mevcut düzenin de korunmasından yana olan bir Müslüman portresidir. Bu yapılanma ile Müslümanlar kendilerine yeni şekil vererek statükocu düzenlere şirin görünmeye çalışmaktadırlar. Bundan dolayı devlet kademelerinde, muhafazakar Müslüman söylemleri daha çok yaygın, toplumda da bu vasfa sahip olan kişilerde devlet kademelerinde kendilerine rahatça yer bulacağı kanaati hakimdir. Öyle olmasına rağmen İslam beldelerinde kişiliklerinden tam emin olunmayan kişiler yönetime getirilmezler. Onlar için vasıflar çok önemlidir. Kabul edilen vasıf ise; İslam’a düşman olan ve ona karşı mücadele verecek bir kişiliktir. Küfür sistemlerinin istediği de bu tip kişiliklere sahip olan bir toplum oluşturmak ve böylece kendilerini emniyette hissederek hayatta kalma amaçlarına ulaşmaktır. Her ne olursa olsun batının istediği normlarda kendilerine portre çizmeye yeltenenler küfür sistemlerine yaranamazlar. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

 “Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır.” (Bakara 120)

Razı olmadıkları her geçen süreç içerisinde daha da net olarak bu olay ortaya çıkmaktadır. Onların söylemlerini ve ölçülerini kabul eden (sözde Müslümanların) nasıl ödüllendirildiklerine, kullanıldıktan sonra nasıl cezalandırıldıklarına, askeriyeden, devlet kademelerinden nasıl atıldıklarına, okullardan nasıl uzaklaştırıldıklarına her gün şahit oluyoruz. İşte Arafat örneği; kanına varana kadar batılılara hizmette kusur etmeyen kişiliğe sahip olmasına nazaran, batılılar tarafından bir köpek gibi aşağılanmaktadır. Bütün bu olan bitenleri görmemezlikten gelmek basiretsizliktir. Müslümanlar küfür sistemlerinin ürettiği kimliklere bürünmekle aslında kendileri düzen karşısında daha da aşağılanmaktadırlar. Aşağılanma kompleksine alışık olanlar sürekli tavizkar olurlar. Devlet bunu bildiği için Müslümanları inançlarından soyutladığı gibi kişilikleri ile de oynayarak kendi istediği alana çekmiştir. Bu tuzağa düşen bir çok kişiler Müslüman kimliklerini açığa vurmaktan, utanır veya kaçınır hale geldi. Batılı kişiliğe sahip olma arzusu onlarda kabardı. Hatta medeni, çağdaş kabul ettikleri batı kişiliğini savunur oldular.

Kafirler ve statükocu düzenler kabul etseler dahi bunların hiç birisinin İslam’la bağdaşır bir tarafı yoktur. Peygamber (sav) peygamberlik kendisine gelmeden önce sevildiği ve emin olarak vasıflandırıldığı toplumda vahiy gelip peygamberliğini ilan ettikten sonra nasıl tepkilerle karşılaştığını; sihirbaz, deli, çoban vb. nice asılsız, yalan, küçük düşürücü sıfatlarla suçlanarak toplum dışına itildiği bilinmektedir. Bugün gerçek anlamda İslam’ı yaşamak isteyen ve bu uğurda çalışan Müslümanlara, gerici, çağdışı, terörist, radikal, yobaz yakıştırmasını yapanlar aynı düşünce yapısına sahip cahilliye tortularını taşıyan devlet ve kişilerdir. Müslümanlar bunlara rağbet etmemeli, onların bu tavırlarını önemsememelidir. Onlar geçmişin cahilliye ve kokuşmuş küfür sistemlerinin özlemlerini çekiyorlar. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahilliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?” (Maide 50)

Bugün bazı nedenlerden dolayı İslam’ı yaşamanın güçlükleri bilinen bir gerçektir. Bugün ki düzenler içerisinde boşluklar arayarak bir yerlere sıkışmakta nafiledir. İnançlarımız farklı olduğu gibi, inancımızdan kaynaklanan kişilik ve şahsiyetimizde farklıdır. İslamın kabul etmediği bütün nizamları ve dinleri kabul ederek diyalogcu, ılımlı vasfa bürünerek küfür düzenlerine hoş görünmek isteyen Müslümanlar da bu noktada yanılıyorlar. Nedense onlara o kadar hoşgörülü olanlar İslama karşı bu saygıyı gösteremedikleri gibi, Müslümanlara karşı da o derece acımasız oluyorlar. Oysa ki, kafirlerle aramızdaki ayırımı Allah (cc) beyan etmiştir. Kur’an da şöyle zikredilmektedir:

 “Mümin olanlar, yahudi olanlar, sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve müşrik olanlara gelince, muhakkak ki Allah, bunlar arasında kıyamet gününde (ayrı ayrı) hükmünü verir...” (Hac 17)

Bir Müslüman olarak ancak akidemizin gerektirdiği ve ondan kaynaklanan nizama göre kişilik ve vasıf yüklenebiliriz. Müslüman İslam’ı ölçü aldığı takdirde kişilik problemini de en kuvvetli bir şekilde çözecektir. Bu Müslüman’ı İslam’ın yüklediği vasıfla da daha da olgunlaştıracak ve düzenlerin hiç bir oyununa kapılmayacaktır. Çünkü İslam düşüncesi ve kültürü ile oluşan kişilik, etkilenen değil etkileyendir. İslam zihniyeti aydın ve derin düşünceden doğduğu için önüne konulacak sûni kişilik ve güçlükleri bertaraf etmeye kadirdir. Bundan dolayıdır ki, asırlardır bir çok taarruzlar olmasına rağmen, Müslümanlar diğer hadaratların vasıflandırdığı kişiliklerden korunabilmişlerdir. Ölçümüz İslam ve getirdikleri olduğu takdirde, işte o zaman ancak İslam misyonuna sahip bir kişilik kazanırız ki, bu da saf, berrak, bütün küfür unsurlarından arınmış bir şahsiyetle donanmamızı sağlar. Tarihte bu ölçüyü koruyan Müslümanlar bazı kültürel akımlardan etkilenmelerine rağmen kişiliklerinden taviz vermemişlerdir. Müslümanların kişilik vasıflarını ortaya koyan yüzlerce delil mevcuttur. Bundan dolayı Müslümanların başka yerlerde kişilik aramalarına hiç gerek yoktur ve de caiz değildir. Kur’an-ı Kerimde geçen Allah’ın (cc) bizzat zikrettiği isim ve vasıflardan bazı misaller gösterelim:

“Eğer mümin iseler Allah ve Resûlünü razı etmeleri daha doğrudur.” (Tevbe 62)

“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alı korlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler.” (Tevbe 71)

“Öyle ya, mümin olan, yoldan çıkmış kimse gibi midir? Bunlar elbette bir olamazlar.” (Secde 18)

“Ey iman edenler!..” (Bakara 153)

“Ey akıl sahipleri!..” (Bakara 197)

“...Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” (Câsiye 19)

Bunların dışında kitap ve sünnette; hak sahipleri, hizbullah, emin, mücahid cennetlikler gibi Müslümanlara has kılanın vasıf ve adlandırmalar bulunmaktadır. Ayrıca iman edipte İslamın getirdiklerine lakayt davranan kişiler hakkında da vasıflandırmalar yer almaktadır. Gafil, günahkar, mücrim gibi. Ayeti kerimede şöyle zikredildi:

“Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden, varacakları yer, ateştir!” (Yunus 7)

Yine İslam kabul etmediği ve iman etmeyenlerle ilgili bir çok adlandırma ve vasıf zikretmiştir.

 “Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır!..” (Bakara 114)

“And olsun ki sana apaçık âyetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fâsıklar inkar eder.” (Bakara 99)

 “Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Tevbe 73)

Bunların dışında batıl, ateş ehli, âsi, isyankar, şirk sahipleri, dalalet ehli, cehennemlikler, mecusiler, mürtet, hıristiyanlar, yahudiler gibi kelimeler de yer almaktadır.

Müslümanlar kendi kaynaklarını göz ardı ederek batının ve başlarındaki hain idarecilerin saldırısına maruz kalma gibi bir mazeretle İslamın açıkça batıl olarak tarif ettiği düzenlerin çizdiği ölçülerde kişilik kazanmaya çalışmaları dinlerine olan sadâkatın ve bilginin eksik olmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada ısrarcı olmaları halinde küfür sistemleri onların sadece kimlikleriyle değil, insani vasıflarıyla da oynayacaktır. Batı hadaratında mevcut olan cinsi sapıklıklar gibi.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bir takım güçlükler mevcuttur. Bu güçlükleri aşmak düzen içerisinde yer almayı gerekli kılar anlamı doğmaz. Hakkı hafife alıp batılla karıştırmaya da hiç kimsenin hakkı yoktur.

Allah (cc) şöyle buyurdu:

“Ve Hakkı Batıl ile karıştırmayın!” (Bakara 42)

Oysa ki, Müslümanlar olumsuzlukların nasıl aşılması gerekliliği noktasında köklü bir çözüme yönelmelidir. Bu çözüm köklü, sarsılmaz olan İslam akidesinde mevcuttur.

Her hususta olduğu gibi bu noktada da Müslümanların tek çıkar yolu vardır. O da; kendi inançlarını ölçü alan, kendi inançlarına göre yöneten bir sistemin olmasıdır. Ki; o sistem Müslümanları bugünkü aşağılanma, başka sistemlerde yer alma ve onlara özenme konumundan kurtarılabilsin. Yani İslam Devleti Hilafeti ikame ederek Müslüman kimliğimizi ve vasıflarımızı koruyabilelim. Bu noktada çalışan veya çalışanlara yardımda bulunanların Allah yar ve yardımcıları olsun..

“İşte onlara Allah rahmet edecektir.” (Tevbe 71)

YIL 13  SAYI 145  ŞEVVAL 1422  OCAK 2002

Yukarı