İDEOLOJİK ANLAMDA İSLAM
Eğer insan “doğru kalkınmayı” ve
dahası mutluluğu istiyorsa öncelikle düzeyli bir insanî
davranışa sahip olması gerekir. Şüphesiz insanın
kalkınmasını yada çöküşünü hazırlayan yine insanın
davranışlarıdır. O halde insanı söz konusu davranışlara
iten güçler nelerdir? Onları inceleyelim:
Maddi güç: Bedenin ve maddi olanakların
sağladığı güç. Bunlarla istekler doyurulur.
Manevi güç: Kendisinde var olan sıfatlardır.
Kendisinde olmasıyla övünebileceği veya övülebileceği
sıfatlardır. Bu sıfatlara sahip olabilmek için kendisi
harekete geçebilir. Kahramanlık, cesaret, cömertlik bunlara
birer örnektir.
Ruhi güç: Allah ile olan ilişkiyi
idrakten doğan güç. Bu idrak vicdandan da doğmuş olabilir
akıldan da.
İnsanı davranışa sürükleyen bu üç
güçten en etkili olanı ruhi güç, en zayıfı ise maddi güçtür.
Bu gücün doğru olarak harekete geçmesi için idrak sadece
vicdanî değil, akıl ile birlikte olmalıdır.
Eğer düzeyli bir davranışın ne olduğuna
vakıf olmak istiyorsak öncelikle doğru düşüncenin ne
olduğuna vakıf olmamız gerekmektedir. Çünkü insanın
davranışları ile mefhumları, düşünceleri arasında çok
sıkı bir ilişki vardır. Kendisinde belirli bir şahsa
karşı kızgınlık mefhumu olan bir bireyin, davranışları
sevgi mefhumu taşıdığı şahsa yönelik olan davranışlarından
tam tersi şeklinde ortaya çıkacaktır. Hiç tanımadığı ve
kendisi hakkında da hiçbir düşüncesi olmadığı şahsa
karşı davranışları ise daha bir başka şekilde olacaktır.
Bundan dolayıdır ki, insanın davranışlarını belirli bir
düzeye çıkartmak istiyorsak öncelikle onda doğru
mefhumları, hayat hakkındaki düşüncelerini oluşturmak
durumundayız. Ayet-i Kerimede Allah (cc) şöyle
buyurmaktadır;
“Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe
Allah o kavmin halini değiştirmez” (Ra’d 11)
Ancak şu da var ki; varlık hakkındaki mefhumların
oluşumunun ancak belirli bir dünya görüşüne dayandığı,
yani; insana bu dünya hayatında var oluşunun anlamı ve
gayesini açıklayabilen bir dünya görüşünün, bakış açısının
olmasıyla mümkün olabilir.
Hadarat; hayata yönelik mefhumların bütünüdür.
Hadarat; ideolojinin temeli üzerine kurulur. Bu anlamda
Müslümanların İslam’ın dışında hiçbir şekilde bir
dünya görüşünün -öyle veya böyle- almaları asla caiz
değildir. Nitekim İslam onlara (Müslümanlara) çok seçkin
bir hadaratı (dünya görüşünü) sunmuştur.
Medeniyet ise; hayat işlerinde -günlük
yaşantıda- kullanılan maddi şekillerin tümüdür.
Medeniyet özel ve genel olur. Hadarattan doğan medeni
şekiller (heykeller gibi) özel olurlar. İlimden, onun gelişmesinden,
sanattan ve onun yükselişinden doğan medeni şekiller de
genel olurlar. Bu bağlamda, İslam’ın dünya görüşü ile
çelişmediği takdirde Müslümanların medeniyetten
kaynaklananları almaları caizdir.
Dünya hayatı hakkındaki düşünce ise
ancak kainat, insan ve dünya hayatı, öncesi ve sonrası
hakkında ve de -insan, hayat ve kainatın- bu dünya hayatı
öncesi ve sonrası ile ilgili bir düşüncenin üzerine
oturacağı oluşumdan sonra mümkün olabilir. Çünkü bu,
hayat hakkındaki tüm düşüncelerin dayandığı temel
fikir veya fikri kaidedir.
Bu varlıklar hakkında kapsamlı bir düşüncenin
verilmesi, insanın büyük düğümü çözmesi demektir. Bu
büyük düğüm çözüldüğünde diğer problemler/düğümler
çözülecektir. Çünkü bunlar temel probleme bağlı bütünden
bir parça durumundadırlar. İnsanoğlu bu çözümü elde
ettiğinde temel bir düşünceye sahip olmuş olur. Diğer bir
deyişle; ideolojiye sahip olmuş olur.
İdeoloji; tüm fikirlerin üzerine bina
edildiği temel düşüncedir. Bu bağlamda temel düşünce;
kendisinden önce hiçbir düşüncenin bulunmadığı bir düşüncedir.
Şüphesiz insanlığın kalkınmasına kefil olan böylesi bir
ideolojidir. Tabii ki, bu ideolojinin insanlığı
kalkındırabilmesi için insanın temel sorunlarını yine
insanın fıtratına uyan, aklını tatmin edici ve kalbine güven
verici tarzda çözüm önerebilirse, insanlığı
kalkındırmanın garantisini verebilir.
Muhakkak ki; ideoloji bir şahsın zihninden
doğar. Bu doğuş ya Allah’ın ona vahyi ve tebliğini
emretmesi suretiyle veya o şahısta parlayan bir deha ile olur.
Allah’ın vahyi ile bir insanın zihninde beliren ideoloji
yegane doğru ideolojidir. Zira o, kainat, insan ve hayatın
yaratıcısından gelmiştir. Bu şüphe ve tereddüde meydan
vermeyen katî bir ideolojidir. Kendisinde bulunan deha ile
bir şahsın zihninde doğan ideoloji ise batıldır. Çünkü o
ideoloji, sınırlı olan, varlığı kavramaktan aciz bulunan
bir akıldan doğmuştur.
Nizam koyma hususunda insan, yaşadığı
çevrenin tesiri altında kalmağa, çelişkiye düşmeğe,
ihtilafa ve değişikliğe uğramaya mahkumdur. Bunlar çelişkili
bir sistemin meydana gelmesine, dolayısıyla insanlığın
mutsuzluğuna sebep olur. İşte bundan dolayı, bir şahsın
zihninden doğan ideolojinin hem akidesi hem de bu akideden
çıkan sistemi batıldır.
İşte burada, dünyada yalnız İslam’ın
tek doğru ideoloji olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Bundan dolayı İslam ideolojisi; beşeriyetin doğru
kalkınması ve onun gerçek mutluluğa ulaşmasının yegane
garantisi olabilecek tek ideolojidir. Tarih bütün açıklığı
ile bu gerçeğe en iyi tanıktır. İslam’ın gerçek şekli
ile tatbik olduğu dönemlere tanıklık eden asırlar,
insanoğlunun tanıdığı en büyük kalkınma devresine
şahitlik eden asırlardır.
İşte bugünde insanlık, başta Müslümanlar
olmak üzere insanın erdemli yaşamı yakalaması ve onun
mutluluğa ulaşmasını istiyor ise, İslam’ı toplum ve
devlet alanında tatbiki ile hayata yeniden dönüşünü sağlamaları
gerekmektedir.
DEVLET, TOPLUM VE HAYAT SİSTEMİ
OLARAK İSLAM
Toplum; aralarında sürekli ilişkilerin
bulunduğu insan topluluğudur. İnsanlar arasında sürekli
ilişkiyi sağlayan, ortak fikirlerin, duyguların ve
nizamların bulunması zaruridir.
Kuşkusuz insan toplulukları; toplumun bireyleri
arasındaki ilişkilerin çözülmesi, çöküntüye uğramaması,
velhasıl sürekliliği için insanların toplum içerisindeki
ilişkilerini sistematize edeceği, bu ilişkilerden doğacak
olan problemleri çözeceği ve toplumun her bir üyesinin
tüm fonksiyonlarını, davranışlarını icra ederken
kayıtlı kalacağı, yönlendirici ilkeler mesabesindeki
sistemi yürürlüğe koyucu, toplumun işlerini idare edecek
ve yasaların dışında hareket edenleri engelleyecek bir
otoritenin de gerekliliğini ortaya koymuştur. Eğer insanlar,
her bir bireyin kendi çıkarı ve faydasını, dilediği bir
biçimde diğerlerinden elde etme noktasında serbest
bırakılırsa, bu durumda toplum kuvvetlinin zayıfı yediği,
orman yasalarının geçerli olduğu, yada insanlar büyüğün
küçüğü yediği balıklar topluluğuna dönüşecek,
ardından o toplum çökecek ve toplum olma niteliğini kaybedecektir.
İşte bu açıdan baktığımızda, insanların tarihin
başlangıcından bu yana toplumların bir sistemle ve onun yürütülmesi
ile tanışıklığının olduğunu, toplumdaki tüm bireylerine
yasalar karşısında sorumluluğu yüklediğini ve yasaları
ihlal edenlere yaptırım uyguladığını, kendi işlerini
yasalara göre idare eden otoriteye boyun eğdiklerini
görüyoruz. İşte bunun adı “siyasi otorite” veya “devlettir”.
İşte bu sistem ya; insanı, hayatı ve kainatı yaratan Allah
katından belirlenecek veya insanın kendisinden zuhur
edecektir. Yani sistem, kaynağını ya vahiyden alacak ya da
beşer aklından.
Bu iki kaynaktan hangisinin doğru olduğuna
gelince:
Bunun net cevabı; hissedilir vakıa, insan
aklının, beşeriyetin hayat nizamı olması doğrultusunda
uygun bir yasayı bile belirlemekten aciz oluşudur. Çünkü
burada istenilen insanın sorunlarını, insan vasfı ile
yaklaşarak çözmektir. Yani insanın uzvi ihtiyaçları ve içgüdülerinin
tatminini sağlayacak bir sistem. İnsan aklının, insanın bu
efsanevi, gizemli yönünü ve tüm incelikleri ile insanın tümüne
vakıf olma imkanı yoktur ki, ona uygun olacak bir sistemi ve
yasaları belirleyebilsin.
Yüce Allah insanı, içgüdü ve uzvi
ihtiyaçlarını yaratandır. O halde insanın bu yapısına
-nefsine- en uygun sistemleri ve çözümleri de bilecek
olan da O’dur. Yüce Allah şöyle buyurdu:
“And olsun ki; İnsanı biz yarattık ve nefsinin
ona ne vesveseler verdiğini de biz biliriz. Biz ona şah
damarından daha yakınız.” (Kaf 16)
“Hiç O, yaratan bilmez mi? Ki O, latiftir.
Her şeyden haberdardır.” (Mülk 14)
İnsan, kendisi için yasa belirlediğinde ve
çözümler ürettiğinde, gerçekte insanın problemlerini
insan vasfı ile çözmüyor. Yani o insanın karşılaştığı
geçici ve sadece dışa yansıyan bir problemini çözmektedir.
Ama ya Allah katından gelen sistem! Kuşkusuz o, insanı insan
vasfı ile ele alan her zamana ve her coğrafyaya uygun yasalar
bütünüdür. Çünkü insan, içgüdü ve uzvi ihtiyaçları
neyse odur. Tarihi sürecin işlemesi ve zamanın akışı ile
asla değişmeyecektir. Yani Allah’ın yarattığı insan
fıtratı zaman ve mekana göre farklılık arz etmeyeceğine göre,
Allah’tan gelen bu sistemde, insanı insan vasfı ile, yani tüm
içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının yapısal niteliğine göre
değerlendirilecektir. Bu yönü ile İslam insana tüm coğrafya
ve zaman diliminde tanıklık edebilecek yegane bir hayat
sistemidir.
YEGANE MUTLULUK ALLAH’IN
RIZASININ KAZANILMASIDIR
Kuşkusuz mutluluk; her insanın ulaşmayı
hedeflediği bir istektir. Ama bu mutluluk anlayışı kişiden
kişiye, toplumdan topluma değişmektedir. Çünkü her
insan; kendine özgün bir anlayışla mutluluğu temin için
çaba sarf etmektedir. Tabii ki bu, onların her birisinin
mutluluğu elde ettikleri veya edecekleri anlamına gelmez.
Çünkü mutluluk, tek doğru tanımı ve ulaşılması noktasında
bir ikinci versiyonu olmayan -kendine has yolu- kendi içinde
gerçekliği olan bir kavramdır. İnsan mutluluğu farklı
olarak anlamaya, kendi gerçekliğinden uzak başka bir yolla
onu elde etmeğe çalıştıkları için yollarından
sapmışlardır.
Yaşamlarını putlara, yıldızlara, bir
takım toplum önderlerine ve kahramanlarına taparak geçirenler,
yaşamlarını büyük servetler kazanma uğrunda feda edenler,
yada yaşamlarını içkinin, uyuşturucunun, şehvetlerinin
peşinde koşarak geçiren vb. bir çok parmak ısırtacak
sapıklık çeşitleri ile sabah akşam iç-içe olan insanlık-insanlar.!
İşte bütün bunlar, insanın içgüdü ve
uzvi ihtiyaçlarını tatmin ederken, ona hiç bir kayıtlama
ve kısıtlama gibi bir düşünce temeline dayandırmayan
bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Batılı dünya görüşünün
bunları serbest bırakmasıyla bireyin yeni yeni
arayışlara, sevk edilen içgüdüsel ve aksiyonlara, bağımlı
hale getirilen bedensel isteklerinin doyumu ve lezzetini sağlayacak
keşifler ve buluşlara kilitlenmesi ile tabii sonuç olarak
batı toplumunda bireyin çılgınlığı, taşkınlığı,
cinsiyet kavramının, zinanın, homoseksüellik ve lezbiyenliğe
yönelmeleri, hayvanlarla ilişki kurmaları gibi insan
fıtratına aykırı bir boyut kazanması ile karşı
karşıya kalındığını, esrar, uyuşturucu kullanımının
ürküten boyutlara ulaştığı durumunu anlamamız pek
şaşırtıcı olmasa gerek.
Eğer bedensel doyumun elde edilmesinde en büyük
pay mala düşüyor ise, batı toplumunun gözünde büyük
servetlere ulaşmak neden en lüks olmasın ki?! Söz konusu
emele varma noktasında batı insanı kayıtsız kalacak,
ister ticaretle, ister faiz yolu ile, ister kiralama, ister
kadın pazarlama yolu, isterse sanayi, isterse de kumarla buna
ulaşabileceklerdir. Çünkü özgürlük düşüncesi batılı
insanın aklına, anayasa metinlerinden daha köklü yerleşmiştir.
Bundan ötürü birey yasakların belirlediği çerçeveyi aşmaktan
kendini hiçbir zaman alamamıştır.
İşte bilanço! Neredeyse en kırsal kesimlerine
kadar yaygınlaşan ve kurumsallaşan mafya, uyuşturucunun ve
eroinin ürküten boyutlara ulaşan ticari yayılmacılığı,
mal ve can emniyetine kastın artık önlenemez boyutlara varmasına
sebebiyet vermiştir.
Yine eğer şöhret ve etkinlik, dünyevi
kazancın yollarından ise, o zaman etkinlik-nüfuz ve şöhret
batı insanının gözünde ulaşılması gereken bir idealdir.
İşte, buradan hareketle kapitalist ideoloji ve tatbikçileri
nezdinde en mutlu insan; mal, nüfuz-etkinlik, otorite ve şöhrete
en çok sahip olandır.
Bütün bunlar batı toplumunu; kuvvetlinin
zayıfı ezdiği, yediği bir ormana çevirmiştir. Sevgi ve
saygınlığı hak kazanmak ve kâr eden olmak için, insanlar
birbiri ile yarışmakta, bir takım mekanizmalar elde
ederek, güçlü olma isteğinin hatta daha güçlü rakip
-olabilmek için devlet otoritesine sahip olmaya değin uzanan
amaçsız bir serüvenin yaşandığı toplumlar.
Bütün bu olumsuz tablo; onların insanın
eğilimlerinin doyumuna ilişkin şu üç değerlendirmeden
uzak olmaları sonucundadır: İnsanın, yeme, içme, uyuma gibi
benzeri uzvi ihtiyaçları, devamlılık ve cinsel iç güdüsü
gibi bazı içgüdülerinin maddi olarak her ne kadar doyumu
sağlanıyorsa da insanın, maddi anlamda doyuma ulaşamayacağı,
ancak ruhi çizgide doyurabilir bir yönü olmasıdır. Bu da
yine insanın fıtratında olan yüce bir yaratıcıya, yegane
kudret sahibi bir varlığa ve onunla iletişim kurmaya yönelik
duyduğu ihtiyacıdır. İşte batı düşüncesi; insanın bu
ruhi yönünü görmezlikten gelmiş, beşeri yaşamında onu
tek kanatlı kuşa çeviren bir yaklaşımla vicdanında büyük
bir gedik açmıştır.
İnsanın içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını
tatmin etmek için bir arayışta olması gayet doğaldır. Gerçek
problem; bunları tatmin ederken belli bir sistem içerisinde
tatmin edilmemesidir. İnsanı mutluluğa yada bunalıma sürükleyen,
doyumun niteliğidir. İnsan, içgüdülerinden birini göz ardı
edip diğer içgüdüsünü doyurabilir. Bu şekilde göz ardı
ettiğini bastırmış olur. Yani içgüdülerinin doyumunda
belli bir oranı, belli bir sistemi takip etmediği zaman, içgüdüler
arasındaki denge paylaşımını gözetemediği takdirde bu durum
insanı bunalımlara, şaşkınlığa ve ardından bir endişe
ve huzursuzluğa itecek ve buna bağlı olarak da topluma
huzursuzluk hakim olacaktır.
İnsanın içgüdülerine değinirken;
kişinin eğilimlerinde en büyük etkinin tapınma içgüdüsünde
olduğunu ifade etmek gerekir. İnsan bu dünya hayatına gözlerini
açar açmaz bir takım isteklerin kendisinde bulunduğunu hemen
fark edecektir. Her şeyin bir denge de olması her şeyin
insanın emrine amade kılındığını fıtri olarak dünyaya
gözünü açar açmaz hissetmeye başlar. Bu durumda şaşkına
dönen insan tüm bu göz kamaştırıcı nimetleri kendisine
bahşeden yegane güç ve kudret sahibini kutsamak, ona şükür
ve secde etmek için kendisini bir arayışın içerisinde
bulacaktır. İşte bundan dolayıdır ki; insan her ne kadar
gerçek yaratıcısını/Allah’ı tanımaktan geri durmuşsa
da içinde fıtren saklı bulunan o tapınma içgüdüsünü
değişik şekillerde tatmine çalıştığı bilinen bir gerçektir.
Yapısal niteliğinin doğal sonucu olarak insanın aciz oluşu,
onun işlerini idare edecek bir yaratıcının tanıklığına
duyduğu ihtiyaçtır. İşte insan, bu yönünü göz ardı
edip, yaratıcı/Allah ile bu bağlamda ilişiğinin kurulmasından
ziyade, bunu maddi bir takım yaklaşımlarla sağlanma yönüne
gidilmesi, sonuç olarak insanı bunalıma ve problemli bir yaşama
sürükleyecektir. Her ne kadar mutluluk arayışında olsa
bile ona hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Tıpkı serap
peşinde koşan ama her defasında eli boş dönenin durumu
gibi. Onlarla ilgili yüce Rabbimizin sözü üzerine bir
düşünelim:
“İnkâr edenlere gelince, onların
amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su
zanneder; nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey
bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı,
kendisinden sakınmadığı) Allah'ı bulmuştur; Allah ise,
onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok
çabuk görür." (Nur 39)
Bu bağlamda İslam’ın mutluluk yorumunun yegane doğru
bir yorum ve tek doğru model olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Çünkü o insanı en iyi şekilde bilen, ihtiyaçlarının
çözümünde onlara en güzel yolu sunan ve içgüdülerinin
tatmininde tek doğru yolu çizendir. Bundan dolayı insan,
yaşamında Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda
belirlenen çizgi üzere hareket etmesi gerekmektedir.
|