Ana Sayfa YIL 13   SAYI 150   R.EVVEL 1423   HAZİRAN 2002 E-Mail

KALKINMA VE MODELLERİ [2]

Abdullah BAYRAM

İDEOLOJİK ANLAMDA İSLAM

Eğer insan “doğru kalkınmayı” ve dahası mutluluğu istiyorsa öncelikle düzeyli bir insanî davranışa sahip olması gerekir. Şüphesiz insanın kalkınmasını yada çöküşünü hazırlayan yine insanın davranışlarıdır. O halde insanı söz konusu davranışlara iten güçler nelerdir? Onları inceleyelim:

Maddi güç: Bedenin ve maddi olanakların sağladığı güç. Bunlarla istekler doyurulur.

Manevi güç: Kendisinde var olan sıfatlardır. Kendisinde olmasıyla övünebileceği veya övülebileceği sıfatlardır. Bu sıfatlara sahip olabilmek için kendisi harekete geçebilir. Kahramanlık, cesaret, cömertlik bunlara birer örnektir.

Ruhi güç: Allah ile olan ilişkiyi idrakten doğan güç. Bu idrak vicdandan da doğmuş olabilir akıldan da.

İnsanı davranışa sürükleyen bu üç güçten en etkili olanı ruhi güç, en zayıfı ise maddi güçtür. Bu gücün doğru olarak harekete geçmesi için idrak sadece vicdanî değil, akıl ile birlikte olmalıdır.

Eğer düzeyli bir davranışın ne olduğuna vakıf olmak istiyorsak öncelikle doğru düşüncenin ne olduğuna vakıf olmamız gerekmektedir. Çünkü insanın davranışları ile mefhumları, düşünceleri arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Kendisinde belirli bir şahsa karşı kızgınlık mefhumu olan bir bireyin, davranışları sevgi mefhumu taşıdığı şahsa yönelik olan davranışlarından tam tersi şeklinde ortaya çıkacaktır. Hiç tanımadığı ve kendisi hakkında da hiçbir düşüncesi olmadığı şahsa karşı davranışları ise daha bir başka şekilde olacaktır. Bundan dolayıdır ki, insanın davranışlarını belirli bir düzeye çıkartmak istiyorsak öncelikle onda doğru mefhumları, hayat hakkındaki düşüncelerini oluşturmak durumundayız. Ayet-i Kerimede Allah (cc) şöyle buyurmaktadır;

“Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez” (Ra’d 11)

Ancak şu da var ki; varlık hakkındaki mefhumların oluşumunun ancak belirli bir dünya görüşüne dayandığı, yani; insana bu dünya hayatında var oluşunun anlamı ve gayesini açıklayabilen bir dünya görüşünün, bakış açısının olmasıyla mümkün olabilir.

Hadarat; hayata yönelik mefhumların bütünüdür. Hadarat; ideolojinin temeli üzerine kurulur. Bu anlamda Müslümanların İslam’ın dışında hiçbir şekilde bir dünya görüşünün -öyle veya böyle- almaları asla caiz değildir. Nitekim İslam onlara (Müslümanlara) çok seçkin bir hadaratı (dünya görüşünü) sunmuştur.

Medeniyet ise; hayat işlerinde -günlük yaşantıda- kullanılan maddi şekillerin tümüdür. Medeniyet özel ve genel olur. Hadarattan doğan medeni şekiller (heykeller gibi) özel olurlar. İlimden, onun gelişmesinden, sanattan ve onun yükselişinden doğan medeni şekiller de genel olurlar. Bu bağlamda, İslam’ın dünya görüşü ile çelişmediği takdirde Müslümanların medeniyetten kaynaklananları almaları caizdir.

Dünya hayatı hakkındaki düşünce ise ancak kainat, insan ve dünya hayatı, öncesi ve sonrası hakkında ve de -insan, hayat ve kainatın- bu dünya hayatı öncesi ve sonrası ile ilgili bir düşüncenin üzerine oturacağı oluşumdan sonra mümkün olabilir. Çünkü bu, hayat hakkındaki tüm düşüncelerin dayandığı temel fikir veya fikri kaidedir.

Bu varlıklar hakkında kapsamlı bir düşüncenin verilmesi, insanın büyük düğümü çözmesi demektir. Bu büyük düğüm çözüldüğünde diğer problemler/düğümler çözülecektir. Çünkü bunlar temel probleme bağlı bütünden bir parça durumundadırlar. İnsanoğlu bu çözümü elde ettiğinde temel bir düşünceye sahip olmuş olur. Diğer bir deyişle; ideolojiye sahip olmuş olur.

İdeoloji; tüm fikirlerin üzerine bina edildiği temel düşüncedir. Bu bağlamda temel düşünce; kendisinden önce hiçbir düşüncenin bulunmadığı bir düşüncedir. Şüphesiz insanlığın kalkınmasına kefil olan böylesi bir ideolojidir. Tabii ki, bu ideolojinin insanlığı kalkındırabilmesi için insanın temel sorunlarını yine insanın fıtratına uyan, aklını tatmin edici ve kalbine güven verici tarzda çözüm önerebilirse, insanlığı kalkındırmanın garantisini verebilir.

Muhakkak ki; ideoloji bir şahsın zihninden doğar. Bu doğuş ya Allah’ın ona vahyi ve tebliğini emretmesi suretiyle veya o şahısta parlayan bir deha ile olur. Allah’ın vahyi ile bir insanın zihninde beliren ideoloji yegane doğru ideolojidir. Zira o, kainat, insan ve hayatın yaratıcısından gelmiştir. Bu şüphe ve tereddüde meydan vermeyen katî bir ideolojidir. Kendisinde bulunan deha ile bir şahsın zihninde doğan ideoloji ise batıldır. Çünkü o ideoloji, sınırlı olan, varlığı kavramaktan aciz bulunan bir akıldan doğmuştur.

Nizam koyma hususunda insan, yaşadığı çevrenin tesiri altında kalmağa, çelişkiye düşmeğe, ihtilafa ve değişikliğe uğramaya mahkumdur. Bunlar çelişkili bir sistemin meydana gelmesine, dolayısıyla insanlığın mutsuzluğuna sebep olur. İşte bundan dolayı, bir şahsın zihninden doğan ideolojinin hem akidesi hem de bu akideden çıkan sistemi batıldır.

İşte burada, dünyada yalnız İslam’ın tek doğru ideoloji olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı İslam ideolojisi; beşeriyetin doğru kalkınması ve onun gerçek mutluluğa ulaşmasının yegane garantisi olabilecek tek ideolojidir. Tarih bütün açıklığı ile bu gerçeğe en iyi tanıktır. İslam’ın gerçek şekli ile tatbik olduğu dönemlere tanıklık eden asırlar, insanoğlunun tanıdığı en büyük kalkınma devresine şahitlik eden asırlardır.

İşte bugünde insanlık, başta Müslümanlar olmak üzere insanın erdemli yaşamı yakalaması ve onun mutluluğa ulaşmasını istiyor ise, İslam’ı toplum ve devlet alanında tatbiki ile hayata yeniden dönüşünü sağlamaları gerekmektedir.

DEVLET, TOPLUM VE HAYAT SİSTEMİ OLARAK İSLAM

Toplum; aralarında sürekli ilişkilerin bulunduğu insan topluluğudur. İnsanlar arasında sürekli ilişkiyi sağlayan, ortak fikirlerin, duyguların ve nizamların bulunması zaruridir.

Kuşkusuz insan toplulukları; toplumun bireyleri arasındaki ilişkilerin çözülmesi, çöküntüye uğramaması, velhasıl sürekliliği için insanların toplum içerisindeki ilişkilerini sistematize edeceği, bu ilişkilerden doğacak olan problemleri çözeceği ve toplumun her bir üyesinin tüm fonksiyonlarını, davranışlarını icra ederken kayıtlı kalacağı, yönlendirici ilkeler mesabesindeki sistemi yürürlüğe koyucu, toplumun işlerini idare edecek ve yasaların dışında hareket edenleri engelleyecek bir otoritenin de gerekliliğini ortaya koymuştur. Eğer insanlar, her bir bireyin kendi çıkarı ve faydasını, dilediği bir biçimde diğerlerinden elde etme noktasında serbest bırakılırsa, bu durumda toplum kuvvetlinin zayıfı yediği, orman yasalarının geçerli olduğu, yada insanlar büyüğün küçüğü yediği balıklar topluluğuna dönüşecek, ardından o toplum çökecek ve toplum olma niteliğini kaybedecektir. İşte bu açıdan baktığımızda, insanların tarihin başlangıcından bu yana toplumların bir sistemle ve onun yürütülmesi ile tanışıklığının olduğunu, toplumdaki tüm bireylerine yasalar karşısında sorumluluğu yüklediğini ve yasaları ihlal edenlere yaptırım uyguladığını, kendi işlerini yasalara göre idare eden otoriteye boyun eğdiklerini görüyoruz. İşte bunun adı “siyasi otorite” veya “devlettir”. İşte bu sistem ya; insanı, hayatı ve kainatı yaratan Allah katından belirlenecek veya insanın kendisinden zuhur edecektir. Yani sistem, kaynağını ya vahiyden alacak ya da beşer aklından.

Bu iki kaynaktan hangisinin doğru olduğuna gelince:

Bunun net cevabı; hissedilir vakıa, insan aklının, beşeriyetin hayat nizamı olması doğrultusunda uygun bir yasayı bile belirlemekten aciz oluşudur. Çünkü burada istenilen insanın sorunlarını, insan vasfı ile yaklaşarak çözmektir. Yani insanın uzvi ihtiyaçları ve içgüdülerinin tatminini sağlayacak bir sistem. İnsan aklının, insanın bu efsanevi, gizemli yönünü ve tüm incelikleri ile insanın tümüne vakıf olma imkanı yoktur ki, ona uygun olacak bir sistemi ve yasaları belirleyebilsin.

Yüce Allah insanı, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını yaratandır. O halde insanın bu yapısına -nefsine- en uygun sistemleri ve çözümleri de bilecek olan da O’dur. Yüce Allah şöyle buyurdu:

“And olsun ki; İnsanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 16)

“Hiç O, yaratan bilmez mi? Ki O, latiftir. Her şeyden haberdardır.” (Mülk 14)

İnsan, kendisi için yasa belirlediğinde ve çözümler ürettiğinde, gerçekte insanın problemlerini insan vasfı ile çözmüyor. Yani o insanın karşılaştığı geçici ve sadece dışa yansıyan bir problemini çözmektedir. Ama ya Allah katından gelen sistem! Kuşkusuz o, insanı insan vasfı ile ele alan her zamana ve her coğrafyaya uygun yasalar bütünüdür. Çünkü insan, içgüdü ve uzvi ihtiyaçları neyse odur. Tarihi sürecin işlemesi ve zamanın akışı ile asla değişmeyecektir. Yani Allah’ın yarattığı insan fıtratı zaman ve mekana göre farklılık arz etmeyeceğine göre, Allah’tan gelen bu sistemde, insanı insan vasfı ile, yani tüm içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının yapısal niteliğine göre değerlendirilecektir. Bu yönü ile İslam insana tüm coğrafya ve zaman diliminde tanıklık edebilecek yegane bir hayat sistemidir.

YEGANE MUTLULUK ALLAH’IN RIZASININ KAZANILMASIDIR

Kuşkusuz mutluluk; her insanın ulaşmayı hedeflediği bir istektir. Ama bu mutluluk anlayışı kişiden kişiye, toplumdan topluma değişmektedir. Çünkü her insan; kendine özgün bir anlayışla mutluluğu temin için çaba sarf etmektedir. Tabii ki bu, onların her birisinin mutluluğu elde ettikleri veya edecekleri anlamına gelmez. Çünkü mutluluk, tek doğru tanımı ve ulaşılması noktasında bir ikinci versiyonu olmayan -kendine has yolu- kendi içinde gerçekliği olan bir kavramdır. İnsan mutluluğu farklı olarak anlamaya, kendi gerçekliğinden uzak başka bir yolla onu elde etmeğe çalıştıkları için yollarından sapmışlardır.

Yaşamlarını putlara, yıldızlara, bir takım toplum önderlerine ve kahramanlarına taparak geçirenler, yaşamlarını büyük servetler kazanma uğrunda feda edenler, yada yaşamlarını içkinin, uyuşturucunun, şehvetlerinin peşinde koşarak geçiren vb. bir çok parmak ısırtacak sapıklık çeşitleri ile sabah akşam iç-içe olan insanlık-insanlar.!

İşte bütün bunlar, insanın içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını tatmin ederken, ona hiç bir kayıtlama ve kısıtlama gibi bir düşünce temeline dayandırmayan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Batılı dünya görüşünün bunları serbest bırakmasıyla bireyin yeni yeni arayışlara, sevk edilen içgüdüsel ve aksiyonlara, bağımlı hale getirilen bedensel isteklerinin doyumu ve lezzetini sağlayacak keşifler ve buluşlara kilitlenmesi ile tabii sonuç olarak batı toplumunda bireyin çılgınlığı, taşkınlığı, cinsiyet kavramının, zinanın, homoseksüellik ve lezbiyenliğe yönelmeleri, hayvanlarla ilişki kurmaları gibi insan fıtratına aykırı bir boyut kazanması ile karşı karşıya kalındığını, esrar, uyuşturucu kullanımının ürküten boyutlara ulaştığı durumunu anlamamız pek şaşırtıcı olmasa gerek.

Eğer bedensel doyumun elde edilmesinde en büyük pay mala düşüyor ise, batı toplumunun gözünde büyük servetlere ulaşmak neden en lüks olmasın ki?! Söz konusu emele varma noktasında batı insanı kayıtsız kalacak, ister ticaretle, ister faiz yolu ile, ister kiralama, ister kadın pazarlama yolu, isterse sanayi, isterse de kumarla buna ulaşabileceklerdir. Çünkü özgürlük düşüncesi batılı insanın aklına, anayasa metinlerinden daha köklü yerleşmiştir. Bundan ötürü birey yasakların belirlediği çerçeveyi aşmaktan kendini hiçbir zaman alamamıştır.

İşte bilanço! Neredeyse en kırsal kesimlerine kadar yaygınlaşan ve kurumsallaşan mafya, uyuşturucunun ve eroinin ürküten boyutlara ulaşan ticari yayılmacılığı, mal ve can emniyetine kastın artık önlenemez boyutlara varmasına sebebiyet vermiştir.

Yine eğer şöhret ve etkinlik, dünyevi kazancın yollarından ise, o zaman etkinlik-nüfuz ve şöhret batı insanının gözünde ulaşılması gereken bir idealdir. İşte, buradan hareketle kapitalist ideoloji ve tatbikçileri nezdinde en mutlu insan; mal, nüfuz-etkinlik, otorite ve şöhrete en çok sahip olandır.

Bütün bunlar batı toplumunu; kuvvetlinin zayıfı ezdiği, yediği bir ormana çevirmiştir. Sevgi ve saygınlığı hak kazanmak ve kâr eden olmak için, insanlar birbiri ile yarışmakta, bir takım mekanizmalar elde ederek, güçlü olma isteğinin hatta daha güçlü rakip -olabilmek için devlet otoritesine sahip olmaya değin uzanan amaçsız bir serüvenin yaşandığı toplumlar.

Bütün bu olumsuz tablo; onların insanın eğilimlerinin doyumuna ilişkin şu üç değerlendirmeden uzak olmaları sonucundadır: İnsanın, yeme, içme, uyuma gibi benzeri uzvi ihtiyaçları, devamlılık ve cinsel iç güdüsü gibi bazı içgüdülerinin maddi olarak her ne kadar doyumu sağlanıyorsa da insanın, maddi anlamda doyuma ulaşamayacağı, ancak ruhi çizgide doyurabilir bir yönü olmasıdır. Bu da yine insanın fıtratında olan yüce bir yaratıcıya, yegane kudret sahibi bir varlığa ve onunla iletişim kurmaya yönelik duyduğu ihtiyacıdır. İşte batı düşüncesi; insanın bu ruhi yönünü görmezlikten gelmiş, beşeri yaşamında onu tek kanatlı kuşa çeviren bir yaklaşımla vicdanında büyük bir gedik açmıştır.

İnsanın içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını tatmin etmek için bir arayışta olması gayet doğaldır. Gerçek problem; bunları tatmin ederken belli bir sistem içerisinde tatmin edilmemesidir. İnsanı mutluluğa yada bunalıma sürükleyen, doyumun niteliğidir. İnsan, içgüdülerinden birini göz ardı edip diğer içgüdüsünü doyurabilir. Bu şekilde göz ardı ettiğini bastırmış olur. Yani içgüdülerinin doyumunda belli bir oranı, belli bir sistemi takip etmediği zaman, içgüdüler arasındaki denge paylaşımını gözetemediği takdirde bu durum insanı bunalımlara, şaşkınlığa ve ardından bir endişe ve huzursuzluğa itecek ve buna bağlı olarak da topluma huzursuzluk hakim olacaktır.

İnsanın içgüdülerine değinirken; kişinin eğilimlerinde en büyük etkinin tapınma içgüdüsünde olduğunu ifade etmek gerekir. İnsan bu dünya hayatına gözlerini açar açmaz bir takım isteklerin kendisinde bulunduğunu hemen fark edecektir. Her şeyin bir denge de olması her şeyin insanın emrine amade kılındığını fıtri olarak dünyaya gözünü açar açmaz hissetmeye başlar. Bu durumda şaşkına dönen insan tüm bu göz kamaştırıcı nimetleri kendisine bahşeden yegane güç ve kudret sahibini kutsamak, ona şükür ve secde etmek için kendisini bir arayışın içerisinde bulacaktır. İşte bundan dolayıdır ki; insan her ne kadar gerçek yaratıcısını/Allah’ı tanımaktan geri durmuşsa da içinde fıtren saklı bulunan o tapınma içgüdüsünü değişik şekillerde tatmine çalıştığı bilinen bir gerçektir. Yapısal niteliğinin doğal sonucu olarak insanın aciz oluşu, onun işlerini idare edecek bir yaratıcının tanıklığına duyduğu ihtiyaçtır. İşte insan, bu yönünü göz ardı edip, yaratıcı/Allah ile bu bağlamda ilişiğinin kurulmasından ziyade, bunu maddi bir takım yaklaşımlarla sağlanma yönüne gidilmesi, sonuç olarak insanı bunalıma ve problemli bir yaşama sürükleyecektir. Her ne kadar mutluluk arayışında olsa bile ona hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Tıpkı serap peşinde koşan ama her defasında eli boş dönenin durumu gibi. Onlarla ilgili yüce Rabbimizin sözü üzerine bir düşünelim:

“İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah'ı bulmuştur; Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür." (Nur 39)

Bu bağlamda İslam’ın mutluluk yorumunun yegane doğru bir yorum ve tek doğru model olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Çünkü o insanı en iyi şekilde bilen, ihtiyaçlarının çözümünde onlara en güzel yolu sunan ve içgüdülerinin tatmininde tek doğru yolu çizendir. Bundan dolayı insan, yaşamında Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda belirlenen çizgi üzere hareket etmesi gerekmektedir.

YIL 13  SAYI 150  R.EVVEL 1422  HAZİRAN 2002

Yukarı