Konuya başlamadan önce tavizle alakalı
birtakım malumatlar vermek istiyoruz: Taviz kelimesi sözlükte;
karşı tarafın lehine olacak şekilde vazgeçme
şeklinde geçmektedir. Istılahta ise, taviz kelimesinin
anlamı şu şekilde kullanılmaktadır: Şayet Müslüman,
Allah’ın (cc) emretmiş olduğu bir hükmü yapma hususunda
herhangi bir şeyi mazeret olarak ileri sürüp, o emri ifa
etmez ise; o Allah indinde taviz vermiş olur. Bu terminolojik açıklamadan
sonra günümüz Müslümanlarının vakıasını
değerlendirmek istiyoruz.
Nedense, bugün Müslümanlar arasında bu
terim (taviz) çokça kullanılmasına rağmen, ne bu kelimenin
sözlük olarak içeriği hakkında ne de ıstılahı anlamı
hakkında fazla bir malumatı yoktur. Halbuki bu husus, Müslümanların
aşırı hassasiyet göstermesi gereken bir mevzudur.
Acaba bir Müslüman niçin taviz verir?
Burada ileri sürebileceğimiz kriterler farklı olabilir. Fakat
nihai olarak varılan sonuç; o insanda bulunan yani tavizkâr
kişinin iman zayıflığının birer tezahürleri olsa gerek.
İnsanda iman mevcut olmasına rağmen onu bu işe sevk eden
şeyin boyutu onun zihninde çok özel bir yer tuttuğu için,
imanın gereği Allah’ın haram kıldığı bir şeyi
yapmaması gerektiği halde onu yapıyor. Yani yeterince Allah
korkusu o insanda olmadığı için menfaati gereği hareket
ediyor. Olayların perde arkasını bilmesi gerektiği halde,
sanki bilmiyormuş gibi hareket ediyor. Perde arkası derken;
bir Müslüman tavizi verirken acaba o verdiği tavizden dolayı,
ahirette göreceği azabı hiç tasavvur edebiliyor mu? Veya
bunu bildiği halde nasıl taviz verebiliyor acaba? İnsanoğlu
beşer olduğu için hata yapmaya müsait konumdadır. Dolayısıyla
Müslümanlarda beşer olması hasebiyle taviz verme konumunda
olabilir. Fakat tahkiki bir imana sahip olan Müslüman’da bu
kesinlikle devamlı tekerrür etmez.
Malumunuz, şu an yer kürede İslam’ın
devleti (Raşidi Hilafet) mevcut değildir. Biz Müslümanlar bu
bakış açısı ile bakacak olursak, hemen hemen her alanda
İslam’ın bize emretmiş olduğu farziyetleri yapma hususunda
tavizkâr bir tutum içerisinde olduğu gözlenebilir. Şayet
biz, Allah’ın bize farz kılmış olduğu yolda şu mevcut
zelil durumumuzu değiştirmek için çaba sarf etmiyor isek, işte
o zaman bu uyuşuk, pısırık, korkak tutumumuz tavizkâr
tutumun ta kendisidir. Öyleyse, bize düşen görevi çok iyi
öğrenmemiz gerekiyor. Aksi takdirde bu mevcut konumumuzu değiştiremediğimiz
gibi tavizkâr kullar olma vasfından da katiyen kurtulmamız mümkün
değildir. Allah’u Teala’nın buyurduğuna kulak verelim:
“De ki: Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız,
kazandığınız mallar, fesada uğramasından korktuğunuz
ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden
ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah,
emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu
hidayete erdirmez.” (Tevbe 24 )
Şimdi bu ayeti kerimenin bize vermiş olduğu
mesajı anlamaya çalışalım. Allah (cc) bizlerin dünyada
güzel bulduğu ve bunun ötesinde çok önemli vazgeçilmesi
çok zor olan hususiyetleri bizlere birer birer sıralayıp,
bunlardan dolayı Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda
cihad etmekten vazgeçtiğimiz takdirde yani ayeti kerimenin son
kısmında belirtmiş olduğu o hidayete ermeyen fasıklar
topluluğundan oluruz. (Allah muhafıza.)
Ey müminler! Olayın boyutunu lütfen idrak
etmeye çalışalım. Allah’u Teala bunları bize birer birer
sıralayıp, Müslüman’da bulunması gereken gaye ve
hedefleri mukayese ederek, bizleri bir nevi uyarmaktadır. Şu
bilinmelidir ki; “Allah fasıklar topluluğunu hidayete
erdirmez.”
Müslümanlar şayet bir işe koyulurken, bu
işin ölçüsünü Allah ve Resulü belirttiği halde, bizde
kalkıp mazeretler listesini açıp şunları-bunları mazeret
olarak öne sürersek, işte babalarımız, oğullarımız,
kardeşlerimiz, eşlerimiz, hısım-akrabamız, kazandığımız
mallar, fesada uğramasından korktuğumuz ticaret,
hoşlandığımız meskenlerden dolayı biz o ilahi mesajı
yerine getiremeyiz dersek, işte o zaman tavizcinin ta kendisi
oluruz. (Allah muhafıza).
Allah Resulünün hayatına baktığımızda,
tavizin hayatında bir kez dahi vuku bulmadığını görebilmekteyiz.
Bu hususta bir kaç misal vermek herhalde yerinde olur:
Kureyş müşriklerinden ileri gelenler toplanıp,
Muhammed (sav)’i davasından vazgeçirebilmek için kendi
aralarında istişare ediyorlar ve nihayetinde Resulullah’ın
amcası olan ve bu dönemde onu himaye eden Ebu Talibi
görevlendiriyorlar. Ebu Talib olayın ciddiyetini anlıyor ve
kesinkes yeğenini ikna etme niyeti ile kararlı bir şekilde
yola koyuluyor. Yeğeninin yanına geldiğinde vaziyeti ona arz
ediyor ve onun bu davadan vazgeçmesi gerektiğini ona defalarca
söyleyip ikna etmeye çalışıyor. Fakat bunun akabinde
Resulullah’ın tavrı ne oluyor acaba? Siyercilerin
naklettiklerine göre; “Ey amaca! Allah’a yemin
ederim ki, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar ki,
bu işi bırakayım, Allah onu galip kılıncaya veya bu yolda
ben helak oluncaya kadar onu bırakmam.” (Siret’i İbn-i
Hişam s. 353)
Bu ciddi tavrın nihayetinde Resulullah’ın
amcası Ebu Talib teklifinden vazgeçiyor ve şöyle diyor: “Ey
kardeşimin oğlu, git ve istediğin şeyi söyle. Allah’a and
olsun ki, seni hiçbir şeyden dolayı terletmem yardımımı da
kesmem” (Siret’i İbn-i Hişam s. 353)
Utbe ile Resulullah (sav)’in arasında cereyan
eden şeyler hakkında Ibni İshak dedi ki: Bana Yezid b. Ziyad,
Muhammed b. Kab el-Karzi’den haber verdi ki o şöyle dedi:
Bana haber verildi ki: Utbe b. Rebie- ki kavmin efendisi idi- o
bir gün Kureyş’in meclisinde oturduğu ve Resulullah (sav)
de mescitte yalnız oturduğu halde dedi ki: ‘Ey Kureyş
topluluğu, biliniz ki Muhammed’e gidiyorum. Onunla
konuşacağım ve ona birtakım işler arz edeceğim. Umulur ki
o, onların bir kısmını kabul eder. Biz de onların hangisini
dilerse ona veririz. Böylece bizden vazgeçer.’ Bu, Hz.
Hamza’nın Müslüman olduğu ve Resulullah (sav)’in
ashabının arttığını ve çoğaldıklarını gördükleri
bir sırada idi. Onlar da dediler ki: ‘Evet olur ey Ebu
Velid. Kalk ona git ve onunla konuş.’ Bunun üzerine Utbe
ona gitti. Resulullah (sav)’in yanına oturdu ve dedi ki: ‘Ey
kardeşimin oğlu, şüphesiz sen gördüğün gibi bizden aşiretçe
ve nesepteki yerin itibariyle şereflisin. Ve sen kavmine
büyük bir iş ile geldin ve onunla onların cemaatını
dağıttın. Onunla onların akıllarını sefihliğe nispet
ettin. Onların ilahlarını ve dinlerini ayıpladın. Ve onunla
onların geçmiş babalarını küfre nispet ettin. O halde beni
dinle, sana bir takım şeyler arz edeceğim ki onlar hakkında
düşünürsün umulur ki: onlardan bir kısmını kabul
edersin. Bunu üzerine Resulullah (sav) de ona dedi ki: “ Söyle
ey Ebul- Velid dinleyeyim.” dedi ki: “Ey kardeşimin
oğlu, eğer sen bu işten, kendisiyle geldiğin şey ile mal
dilersen mallarımızdan sana mal cem ettik ki malı en çok
olanımız olursun. Eğer onunla şeref dilersen seni bizim
üzerimize efendi/başkan yaptık. Öyle ki artık sensiz bir
işe kati karar vermeyiz. Eğer onunla saltanat murat edersen
seni bizim üzerimize melik kıldık. Eğer bu sana gelen şey
sana görünen cinden bir şey ise sen onu kendinden çevirmeye
kadir olamazsan biz senin için tedavi ararız ve seni ondan
iyileştirene kadar o hususta mallarımızı sarf ederiz.
Çünkü adamın peşine düşen cin tedavi olunmadan adama
galip olur.” Veya buna benzer şeyler söyledi. Nihayet
Utbe sözünü bitirdiği zaman, Resulullah (sav) dedi ki: Ey
Ebu Velid sözünü bitirdin mi? dedi ki: “Evet”
dedi ki; “o halde beni dinle” dedi ki: “Dinliyorum”
Bunun üzerine şöyle dedi:
“Hâ. Mîm. (Kur'an) rahman ve rahîm olan
Allah katından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir kavim için,
âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu
kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz
çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: Bizi çağırdığın
şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir
ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde
bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de
yapmaktayız!” (Fussilet 1-5) (İbn-i Hişam)
Sonra Resulullah (sav) o ayetleri ona okumaya devam etti. Utbe
ondan onları işittiği zaman dinledi ve ellerini arkasına
koydu, onlara dayanıyor ve dinliyordu. Sonra Resulullah (sav) süreden
secdeye kadar vardı ve secde etti sonra dedi ki: ‘Ey Ebu
Velid! Dinlediğin şeyi dinledin. İşte sen, işte bu.’
Herhalde yorum yapmamıza dahi gerek yok. Bu
iki gerçeği duyup ta hale taviz vermeyi gerekli gören kişi
ve kitleleri anlamak mümkün değil. Ama buna rağmen konumuz
olduğu için bu zihniyeti fiiliyata döken kitle ve cemaatları
ele alıp çürütmek istiyoruz. Bu konuda çeşitli tezler
mevcuttur. Bunların içerisinde en yaygın olanı şu olsa
gerek:
Gaye vasıtayı meşru kılar. İslamî
hiçbir mesnedi olmayan bu kaidenin batılı bir filozof olan
Cesara ait olduğunu hiç biliyor muydunuz?! Bu kaideyi biraz
açacak olursak kastedilenin mananın ne olduğunu görürüz:
Bir Müslüman’ın gayesi, diyelim ki okulda öğretmenlik
yapıp orada çocuklara İslam’ı öğretmek olsun. Fakat o
gayeye ulaşabilmesi için başını örtmemesi, namazını
kılmaması, islamî söylemlerde bulunmaması gerekiyor. İşte
o gayeye ulaşabilmen için vasıta olarak seçmiş olduğu
okuldaki bütün tavizler meşru oluyor.
Hedefin islamî bir devlet kurmak, ama o
devleti ilan edebilmen için senin vasıta olarak mevcut küfür
meclisinde yer alman meşru oluyor. Evet birde kendi heva ve
heveslerine göre belirlemiş oldukları yola, İslamî bir
kılıf giydirmeye çalışıyorlar. Bir Müslüman’ın
niyeti içki içerken iyi olacak, bunu haram olsun diye
içmeyecek, ondan sonra bu Allah indinde haram olmayacak
öylemi?! Samimi bir Müslüman’ın bu tezin ne kadar çürük
olduğunu anlaması hiçte o kadar zor olmasa gerek.
Delil olarak ileri sürdükleri başka bir
husus “Düşmanın silahıyla silahlan.”
Hadisi şerif diye Müslümanlara pazarlanan
bu söz, Riyazü’s Salihin’in eski baskısında geçen,
mütercim’e ait olan bir yorumdur. Yorumu getirilen Hadisin
kendisi şudur;
“ Allah’u Teala bir ok sebebiyle üç
kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan
sanatkarı, bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı
olanı. Atıcılık ve binicilik öğreniniz. Atıcılık öğrenmeniz
binicilik öğrenmenizden bana göre daha sevimlidir. Kim
kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüz
çevirirse, Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimete karşı
şükrünü terk etmiş veya küfran-ı nimet etmiş olur.”
(Es baskı Hadis no. 1335, yeni baskısında hadis no.1338)
Riyazü’s Salihin eski baskısında İmam
Nevevi’ye dahi ait olmayan, sadece kitabı tercüme eden
şahsın yorumu olan sözde şöyle: Hadis harp aletlerini
hazırlama ve kullanmanın faziletine delildir. Müslümanlar
düşmanın silahı ile silahlanmalı ve silahlanma esnasında
da birbirlerine yardım etmelidirler....
Yeni baskısında bu yorum geçmiyor. Dolayısıyla
bu yorumun İmam Nevevi’ye dahi ait olmadığını anlıyoruz.
Bu açıdan bilen bunun ne kadar saptırıldığını
anlıyoruz.
Ey Müslümanlar! uyanık olalım. Müslüman
delile dayalı hareket eder, meseleye körü körüne taassubi
bir yaklaşımla yaklaşmaz. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
“...Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için
bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar
için bir müjde olarak indirdik.
(Nahl 89)
İslam’ın açıklamadığı bir mesele yoktur.
Dolayısıyla bir Müslüman kalkıp ta; “İşte efendim şu
yaşadığımız yüzyılda, bizlerin karşılaştığı
problemler 1400 yıl öncekinden farklı olduğundan, bizler
burada işte gayemiz hedefimiz İslamî olduğu müddetçe
mevcut düzene ayak uydurarak hareket edebiliriz” diyemez.
Çünkü yukarıda geçen ayeti kerime bunun böyle olmadığını,
aksine her türlü problemin çaresinin İslam’da olduğunu
bize bildiriyor.
|