Ana Sayfa YIL 13   SAYI 150   R.EVVEL 1423   HAZİRAN 2002 E-Mail

SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ / Derleyen: Mehmed SAKİN

SÜNNET - VAHY İLİŞKİSİ VE PEYGAMBERLİĞİN VAKIASI [12]

Bahaddin YÜKSEL

“İşte bu Yusuf kıssası, gaip haberlerindendir. Onu sana biz vahyediyoruz. Çünkü onlar hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman, sen onların yanında değildin (ki bunları bilesin).” (Yusuf 102)

“Seni şaşkın bulup da hidayete erdirmedi mi.” (Duhâ 7)

Bir kısmını aldığımız bu ve benzeri ayetler Allah Resulünün, geçmiş milletlere dair hiçbir sahih diyebileceğimiz bir bilgiye sahip olmadığını göstermektedir. Olamazdı da. Çünkü, Allah (cc)’ın ifadesiyle; onlar artık “gaip” olmuş ve bilinmesi mümkün değildi. Yukarıda verdiğimiz ayetlerde dikkat edilirse Cenab-ı Allah, Resulünün geçmiş hiçbir peygamberin haberine, sahih bir bilgiye ulaşamayacağını, genelleme yaparak belirtiyor. Şu ayetlere tekrar bakalım:

“(Ey Muhammed) Biz, sana bu Kur-anı vahyetmekle (geçmiş milletlerin haberlerini) en güzel bir şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmeyenlerden idin.” (Yusuf 3)

“(Ey Muhammed) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gaip haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin.” (Hûd 49)

“Putperestler diyecekler ki; Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız ortak koşarlardı. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık. Bu şekilde onlardan öncekilerde (Peygamberleri) yalanladılar da sonunda azabımızı tattılar. De ki; yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.” (En’âm 148)

“De ki; dikkat edip baktınız mı hiç, Allah’ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar. Yoksa onların ortakları göklerde midir? Eğer doğru söyleyenlerdenseniz, size indirilmiş bir kitap, yahut bir bilgi kırıntısı varsa onu bana getirin.” (Ahkaf 4)

“Dediler ki; hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz, yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder. Bu hususta hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.” (Câsiye 24)

“Gördün mü hevasını ilah edineni.” (Câsiye 23)

Nefsini, hevasını ilah edinmiş, kıyameti yalanlayan, putlar edinen, Allah hakkında, kıyamet hakkında hiçbir sahih bilgisi olmayan, tevhit ve ibadet hakikatleri diye kendilerinde hiçbir şeyin mevcut olmadığı, aksine tevhid ve ibadet şirklerinin barındığı cahiliyye zihniyetinden ne alacakmış ki?! Sünnet münkirleri Allah Resulünü namaz, oruç, hac, zekat ibadetlerinde onlara tâbi tutuyorlar! Doğrusu anlaşılması güç bir durum. Oysa müşriklerin hem kendileri hem de babaları inanç ve ibadetlerinde Allah’a ortak koşuyorlardı ve böylece onlar azabı tatmaya müstahak olmuştular. Yaptıkları şeylerde de onların hiçbir bilgisi yoktu:

Araplar bazen hayvanların erkeklerini, bazen dişilerini bazen de bunların yavrularını haram kılardı. (En’am 143-144) Haram ayları ise isterlerse isteklerine göre değiştiriyorlardı. (Tevbe 37)

Cenab-ı Allah onların bu tutumunu eleştirmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe 29)

Demek ki; o zamanki insanlar da hak ve hakikat namına bir şey yoktu. Olsaydı, onu getiren Resulü inkar etmezler, bilakis ona tâbi olurlardı. Hem uyarılmamış bir toplum nasıl olup ta namazın kılınış şeklini ve diğer ibadetlerin eda ediliş şekillerini bilecekler. Bir Peygamber, tevhit ve ibadetler hakkında vahyi getirir. Ama Allah (cc) bir Peygamber gönderip uyarmamışsa, ibadetleri bu insanlar nereden bileceklerdir. Şöyle buyuruyor yüce Rabbimiz:

“O kitap, sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.” (Yâsîn 6)

“Onu peygamber kendisi uydurdu diyorlar. Bilakis O, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı (peygamber gelmemiş bir kavmi uyarman için Rabbinden gönderilen hak (kitap) tır.” (Secde 3)

“Halbuki biz, onlara öyle (okuyup) ders alacakları kitap gönderdiğimiz gibi senden önce onlara bir uyarıcı (peygamber) de göndermemiştik.” (Sebe’ 44)

Allah’ın dinine ait ibadetlerden haberdar etmek üzere; bir uyarıcının da kendilerine gelmediği Arap topluluğundan, Resulullah’ın namazı aldığını, görüp de öğrendiğini ve onları bu namazı bizim şeriatımızdaki sahih şekliyle muhafaza ettiklerini iddia etmek İslam’la taban tabana zıttır.

Bu maddeye yazdıklarımızı tek bir cümleyle özetini yapmak istersek diyebiliriz ki; Resulullah ve diğer insanlar, önceki nesillerden kalma hiçbir sahih ibadet, muamelat, ukubat, ve tevhit inancını bilmiyorlardı. Zira böyle bir sahih inanç kalmamıştı. Bu açıklamalardan sonra asıl anlatmak istediğimiz meseleye geçebiliriz.

Kur-anı Kerimde, Cenabı Allah her şeyi tafsilatlı anlattığından bahsetmektedir. Ayetlerini anlayan bir kavim için meselelerin tafsilatını belirttiğini, her şeyi izah ettiğini belirtmektedir. Şöyle buyuruyor yüce Rabbimiz:

“Biz her şeyi açık, açık anlattık.” (İsra 12)

Demek ki; Allah (cc) her şeyi beyan etmiştir. O halde, Allah’u Teala şayet; “namazı kıl” diyorsa (ki bu mesele Kur-anda bir çok yerde geçmektedir; Bakara 43, 48, 110, 238; Nisa, 103; Hud 114) mutlaka bunun nasıl kılınacağını da Resulüne öğretmiş ve şayet; “zekat verin” diyorsa (Bakara, 43, 83, 110, 117) bunu hangi mallardan, hangi nisab miktarında, kaçta kaç ve ne kadar zaman aralığıyla verileceğini ve yine; “Hac etmek gücü yeten için farzdır.” diyorsa (Ali İmran, 97), haccın yerine getiriliş keyfiyetini, kaç kere yapılacağını ve yine; “oruç tut” diyorsa orucun nasıl olduğunu, ne kadar süre aralığıyla tekrarlanacağını da açıklamış, öğretmiş olması gerekmektedir. Tıpkı Yakub (as)’ın kitabında olmadığı gibi rabbinden bir takım hakikatleri öğrendiğini belirttiği şu ayetteki gibi:

“Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından biliyorum.” (Yusuf 96)

Kur-anın ifade ettiği bu hakikati asırların sürükleyip de bize getirdiği senelerin içerisinde, sayısını bilemeyeceğimiz kadar alim, fakih, muhaddis, müfessir, edip olan nice nice insanlar görmüş, yazmış çizmiş ve anlatmış olmalarına rağmen bir takım insanların yollarını şaşırmaları ve sapıtmaları elbette ki şaşılacak bir durum değildir. Onları Allah (cc)’nun sırat-ı müstakime ulaştırmasını dileriz.

Kur-ana baktığımız zaman yukarıdaki Rabb’imin her şeyi açıkladığını belirttiği açıklamaları bulamıyoruz. Bir takım yersiz zorlama yapanlara burada cevap vermeyi gereksiz görüyor ve inatlarında devam ederlerken söylediklerine kendilerinin de inanmadıkları yüzlerinden okunuyor. Kur-anda bu izahat yoktur. Ama Allah’u Teala her şeyi “tafsilatıyla bildirdim” diyor. (İsra 12) Biz Allah’ın (haşa) yalan söylemeyeceğini, O’nun vaadinden de dönmeyeceğini biliyor ve iman ediyoruz. (Ali İmran 9)

Acaba Resulullah’a, bunun açıklaması geldi de Kur-ana kaydedilmesi gerekirken o bunu sakladı mı?! Haşa! Bu sözü, dillerine dolayıp sünnet münkirlerinin söyleye durdukları ve manasını hatalı olarak sadece Kur-ana hasrettikleri;

“Zikri biz indirdik, onun koruyucusu da biziz.” (Hicr 9) ayetinin bizzat kendisi reddeder. Zaten, bu söz Resullerin emanet sıfatına da ters düşer. Allah’ın doğru söylediği, Resulullah’ın da ilan ettiği, insanlara katiyen açıklanmış olan Allah (cc)’nun tafsilat ve beyan olarak isimlendirdikleri şeyler nerede öyleyse?!

Öncekilerden hiçbir sahih bilginin kendisine ulaşmadığı ve Allah’ın; “açıkladım” dediği namaz, oruç, zekat, hac ve diğer hususların açıklamaları, iki cihan sultanı Hz. Muhammed (sav) Efendimizin sünnetinin ta kendisidir. Buna Allah (cc), hikmet beyan demektedir ki, açıklamaları geçti. Bu hususta Şatibi, el-Muvafakat adlı kitabının sünnet bahsinde geniş ve güzel açıklamalarda bulunmuştur. Konunun iyice anlaşılması için okunulmalıdır. (El-Muvafakat, Şatibi, c.4, s.1-8)

17. Delil

Allah’u Teala Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’e bazen de diğer insanların bilmediği ve görmediği şeyler gösterir. Böylece de Resulünü, gösterdiği konuda bilgi sahibi kılar. Örneğin; Necm süresinde Cenabı Allah böyle bir vahyi gayri metluvdan bahsetmektedir. Şöyle buyuruyor yüce Rabbimiz:

“Battığı zaman and olsun yıldıza ki; arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı da. O kendi hevasına göre de konuşmaz. O (nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi öğretti. O aklında ve davranışında kamil bir melektir. Hemen kendi asli suretine bürünüp doğruldu. İşte o zaman kendisi en yüce bir ufukta idi. Sonra ona yaklaştı ve sarktı, iki yay kadar daha yakın oldu. İşte o zaman Allah vahyedeceğini vahyetti.” (Necm 1-10)

Surenin bu kısmında: Resulullah’ın hevasına göre konuşmayacağı, söylediklerinin kendisine verilen vahiy olduğu, bizim bilmediğimiz alemlerin kendisine gösterildiği, mahiyetini bilmediğimiz bir yaklaşmanın olduğundan bahsediliyor. Allah’ın Resulüne gösterdiği bu şeylerde onu bilgi sahibi kılıyor. Fakat biz bunları bilmiyoruz. İşte, tam bu esnada Allah’u Teala Resulüne vahyedeceğini bildiriyor. Ama vahyettiği bu şeyin içeriğini Allah (cc) bize bildirmemektedir. Mahiyetini bilmediğimiz bu vahiy Resulullah’a yapılmaktadır.

İsrâ süresinde de Cenabı Allah, Resulüne bir kısım ayetlerini şu şekilde gösterdiğini şöyle ifade buyurmaktadır:

“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulu (Muhammedi) Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir, O gerçekten işitendir, görendir.” (İsrâ 1)

İşte Allah’u Teala o ayetlerini Resulüne gösteriyor ve şöyle buyuruyor:

“(Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.” (Neml 2)

Allah’ın, Resulüne gösterip de bilgi sahibi kıldığı bu şeyler ve malumatlar nelerdir? Allah (cc), Resulüne malumat sahibi kıldığı bu şeylerin bilgisini Kur-anda bildirmemektedir.

O halde, gösterilen şeylerin malumatına Resulüne sahip kılan, ama Kur-anda bu malumatları vermeyen Allah’ın, Resulüne gösterip de vermiş olduğu vahyi gayri metluvda artık münakaşa yapılır mı? Nitekim ayetin devamında Cenabı Allah şöyle buyuruyor:

“Onun gördükleri hususunda şimdi siz, kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu, sidretul müntehanın yanında önceden bir defa daha görmüştü. Cennet-ül Me’va’da onun yanındadır. Sidreyi kaplayan kaplamıştır. Muhammed’in gözü kaymadı ve kamaşmadı. Andolsun O, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm 12-18)

Allah’ın (cc), Resulüne gösterdiği ve hakkında malumat sahibi kıldığı bu gerçekler ne idi? Bilemiyoruz, ama ayette sabit olan bir gerçek var ki o da; Allah’ın, Resulüne bu malumatı vermiş olmasıdır. İşte buradan hareketle diyebiliriz ki: her şeye gücü yeten Allah (cc), gökte bu bilgiyi veriyorsa elbette yerde de verebilir ve vermiştir de. Biz bunlardan sadece Kur-anda belirtilenleri bulabildiğimiz kadarıyla göstermeye çalışıyoruz. Resulün diliyle olan sünnet deryasında ise, “Müslümanım” diyen için kana kana içeceği kadar su (gayri metluv vahiy) bulunmaktadır. İnananlar için bizim burada sözü uzatmamız gereksizdir.

İşte Kur-anda, Allah’ın açıklamadığı fakat Resulüne göstermiş olduğu bu gerçekleri her kim inkar ederse İslam diniyle alakasını kesmiş olur. Tevbe etmeden ölürse Beyyine suresinin 6. ayetin ifadesiyle ebedi cehennemlik olur. Rabbimiz bu gibi kimselere hidayet versin...

YIL 13  SAYI 150  R.EVVEL 1422  HAZİRAN 2002

Yukarı