Dünyadaki
ekonomik gelişmeler, 19. yüzyılın başında hareketlense de, bugünkü
ekonomik yapının oluşmasında tahrik edici faktör, 1930’lardaki
global ekonomik kriz oldu. Fakat devletlerarası ekonominin temelleri,
İkinci dünya savaşının ardından, birinci devlet olan Amerika’nın
eliyle atıldı. Elbette bu krizi hazırlayan, önemli etkenler vardı.
Bunlar; birinci dünya savaşı, İslam’ın fikri liderliği olan
Hilafetin yıkılması, sömürgeciliğin etkin bir araç haline
gelmesi, 1917 Ekim devrimi ile komünizmin tatbik alanı bulması ve
Amerika’nın kabuğundan çıkmaya başlaması ile birinci devlet
koltuğu üzerindeki çekişmelerin başlaması gibi nedenler sayılabilir.
Fakat nedenleri sadece bunlarla da sınırlı değildir ve bu konu
ayrı bir tartışma konusudur. Tüm bunlar gündemde iken, dünya
II. dünya savaşını gördü ve bu savaş, tüm dünya dengelerini
alt üst ederek, Amerika’nın birinci devlet olarak sahneye çıkmasına
vesile oldu. Alışılagelen klasik plan ve politikaların aksine,
kendine has plan ve politikalar üreten Amerika; yeni tanıştığı
dış dünyayı olabildiğince tanımaya ve hakimiyetini
pekiştirecek en güçlü araçları keşfetmeye yöneldi. İşte bu
inceleme ve araştırmaların sonunda, bugün bile etkisi görülen
ve acısı çekilen şeytani araçlar ortaya çıktı. (Yine bunlar
da bir başka tartışma konusudur.)
Devletlerarası
Para Sistemi :
Birinci
dünya savaşı öncesine kadar devletlerarası para sistemi, altın
sistemine dayanıyordu. Bu sistem gelir-gider dengesini sağlamlaştırıyor,
iç ve dış ticaret ile devletlerarası ticareti canlandırıyor,
üretim araçlarının gelişmesine vesile olarak güçlü bir
ekonomi inşa ediyordu. Bunun sonucu olarak, insanların rahat bir
yaşam sürdükleri ve bugünkü gibi ciddi ve sarsıcı ekonomik
krizleri yaşamadıkları idrak ediliyordu. Üstelik bu sistem,
bugün olduğu gibi döviz, borsa, ortak pazar, serbest piyasa
ekonomisi, IMF ve Dünya Bankası gibi ekonomik araçlar, fikirler
veya kurumlar yoluyla, diğer devletlere herhangi bir şekilde müdahale
etmelerini veya onları işgal etmelerini imkansızlaştırıyordu.
Bu sistemde kesinlikle ödemeler dengesizliği veya bütçe açıkları
yaşanmıyordu. Çünkü altının, değeri düşmediği ve
kıymetini koruduğu için; ticari ilişkilerde veya pazarlarda
kullanıldığında veya bir bölgeden diğer bir bölgeye transfer
edildiğinde, otomatik bir denge sağlıyordu.
Birinci
dünya savaşından sonra ise sistem, kısmen altın sistemine göre
kuruldu. Çok geçmeden daha sonra, kağıt para sistemine geçilmesiyle,
felaketler halkasının ilk zinciri kurulmuş oldu. 1930’dan 1940’a
(ikinci dünya savaşına) kadar sanayileşmiş ülkeler, para savaşına
başladılar. Her devlet ihracatını artırmak için, parasının
değerini düşürüyordu. Böylece özellikle sanayileşmiş
ülkeler arasında, ciddi bir rekabet yaşanıyordu. “Komşunu
fakirleştir” sloganının egemen olduğu bu siyaset, üretim
ve ticaret şirketlerinin bir kısmının iflas etmesine ve
devletlerarası ekonomik akışın tıkanmasına yol açtı. İşte
büyük ekonomik kriz de tam bu aşamada yaşandı. İkinci dünya
savaşının patlak vermesi de, işin tuzu biberi oldu. Zira kaos
üzerine kaos egemen olmuştu.
İkinci
dünya savaşı sonrasında, ekonomileri tehlikeli derecede zarar
gören dünya güçleri, Amerika’nın birinci devlet konumuna
yerleşmesine engel olamadılar. Bu ülkeler, İngiltere’nin de
dahil olduğu Fransa, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkeleri ile
Rusya, ve Japonya idi. Geriye kalan devletler ise; ya Çin ve
Brezilya gibi dış siyasetten mahrum ülkelerdi, ya da İslam topraklarında
kurulan Türkiye, Mısır, Suriye ve Libya gibi etkisizleşmiş
ülkelerdi ki; bunların da devletlerarası sahnede etkileri
sıfırdı.
Amerika,
elde ettiği koltuğun mülkiyetini elinde sıkıca tutmak, dünya
hakimiyeti sağlam kılmak, devletlerarası her alanda hegemonyasını
yerleştirmek ve bu nimetlerin süresini uzatmak için, yeni bir
para sistemi arayışına girişti. Ekonomi devletlerin can damarı
ve para da bu damarın akan kanı olduğundan bu girişimini, yürüttüğü
dış siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline getirdi. Bu amaçla
Amerika; Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) ve Dünya Bankası’nı
(WB) kurarak, devletlerarası para sistemini derhal oluşturmak için
diğer devletlerle yardımlaşma yolunu seçti.
IMF,
Dünya Bankası’ndan çok daha önemlidir. Çünkü Dünya bankası;
neredeyse sadece proje finansmanı ile görevli iken; IMF çok daha
hayati bir göreve sahiptir. Dünya bankası bir kısım projeleri
kabul etmekle ve borç vermede bir ülkeyi diğer ülkeye tercih
etmekle sınırlıdır. Dünya bankasının rolü, devletlerin kendi
finans kurumlarını kurmaları ve ülke içi bağımsız finans
kuruluşlarının kurulmasından sonra, etkisini kaybeder gibi oldu.
Bunda dış bağlantıları güçlü olan bankaların da önemli bir
etkisi vardır. Ancak son dönemde, bu rolün yeniden canlandırılmaya
çalışıldığı yönünde bir izlenim de yok değildir. İster dünya
bankası yıkılsın isterse olduğu gibi kalsın, finans desteği
sağlayacak unsurlar her zaman yedekte tutulacaktır. Önemli olan
araç değil, amaçtır. Zira onlar; “Gaye vasıtayı, meşru
kılar” ilkesi gereği, pragmatik bir tohumun meyveleridirler.
IMF
ise, devletlerin işlerine müdahalede kullanılan, etkin politik
araçlardan biridir. Ancak siyasi değil, ekonomik bir maskesi vardır.
Fonun çalışma sistemi, yapısı itibariyle müdahale aracı
olmaya elverişlidir. Amerika’nın dilinde dolaştırıp durduğu;
“müdahaleler”, “terörizmle savaş”, “karşılıklı güven”,
“dost ve müttefik”, “pazar birliği” ve “global ekonomi”
türünden tabirler, diğer ülkelerin veya hedef ülkelerin işlerine
müdahale etmek için kullanılan bahanelerden başka bir şey
değildir. Bu nedenle, IMF ile askeri paktların veya ittifakların,
Amerikan sömürgeciliğini temsil eden ikiz kardeşler olmaları,
şaşılacak bir oluşum değildir. Askeri güç doları
desteklemekte, dolar da askeri gücü geliştirmektedir. Ayrıca IMF’nin
ABD şemsiyesi altında kurulmuş olması, IMF içerisinde bulunan
diğer devletlerle olan ilişkilerine de yansımaktadır.
Ticari
ve mali piyasalarda birlik sağlanması görüşüne sahip olan
Amerika’ya göre; ekonomik istikrarın sağlanması için dünya
ekonomisinde gelişme olması gerekmektedir. Dünyada parasal
dengenin sağlanması da; devletlerarası piyasalarda ve ticarette
kullanılan döviz kurlarının büyük değişikliklere
uğramamasını ve kurların sabit olmasını gerektirmektedir.
Bunun gerçekleşebilmesi için de para birimleri arasındaki döviz
kurlarının, belli bir oranda altın ile sınırlandırılmasını
gerekli gördü. Paraların değiştirilme fiyatlarının, altın
ile sınırlandırılmasına, Altın - Döviz Sistemi adı
verildi. Bu durumda altına basit bir rol biçilmekte ve altın
devletlerin ihtiyati (tedbir amaçlı) varlıklarından birini
oluşturmaktadır.
Bu
sistem ile dünyadaki -bu sistem kapsamında bulunan- bütün
devletler, kendi ekonomilerini ayakta tutmak için adeta doları
korumak zorunda bırakılmıştır. Döviz kurlarının belli bir
oranda sabit bırakılması, ülke parası ile dolar arasında bir
dengenin kurulmasını gerektirmektedir. İşte bunun için, bir
ülkenin ekonomik durumu, bu dengenin sağlanıp sağlanmamasına göre
değişmektedir. Ekonomik açıdan zayıf bulunan veya üretim
potansiyelini kullanmaktan aciz kalan ülkeler, bekçisi olmak
zorunda kaldıkları doların değerini sabitlemek için, kaynaklarını
mevcut ekonomilerini geliştirmeye harcayacaklarına bu parasal
dengenin sağlanmasına harcamaktadırlar. İşte devalüasyon,
enflasyon, ekonomik kriz, bütçe açığı, faizlerdeki uçurum ile
borsadaki çalkantıların temel nedeni; karton devletlerin,
ülkelerini ve kaynaklarını Amerika’ya kurban eden, bu ekonomi
politikalarının yürütücüsü olmalarından kaynaklanmaktadır.
İkinci
dünya savaşından sonra Amerika, altının zor bulunan bir element
olmasını, ocaklardan çıkarılan altının dünya ekonomisindeki
gelişmeleri karşılayamayacağını ve ticari işlemlerinde
taşınma zorluğu bulunduğunu öne sürerek; yeniden altın sistemine
dönmek suretiyle, kusursuz kurduğu sömürge çarkını kırmak
istemedi. Amerika’nın ileri sürdüğü bu gerekçeler şüphe
yok ki, boş ve anlamsız gerekçelerdir. Çünkü dünyada yeterli
miktarda altın bulunduğu gibi, orduların ve teçhizatlarının uçaklarla
kıtadan kıtaya taşındığı bu uzay çağında, altının
taşınma zorluğu bulunduğunu iddia etmek saçmadır. Amerika,
devletlerin ekonomik bağımsızlıklarını gerçekleştirecek ve
kendi değirmenini durduracak bir sisteme asla rıza göstermez. Tam
aksine, maddi alanlarda ekonomik üstünlüğünü garanti edecek,
dünyanın geleceğini belirleyecek, egemen bir siyasi nüfuzu sağlamlaştıracak
bir para sistemi arzulamakta ve bunun kalıcılığı için uğraşmaktadır.
Bununla
birlikte, bu sistemin dünyayı yeterince ifsat ettiği, insanların
canlarını fazlasıyla yaktığı ve ülkelerin servetlerini
korkunç miktarlarda talan ettiği ve artık bu boyunduruktan
kurtulmak istendiği, gün gibi ortadadır. Bu çarkın işlemesini
sağlayan en önemli etken; Amerika’nın ve kendisine ortak ettiği
işbirlikçilerinin yoğun baskısının yanında üçüncü dünya
ülkelerinin, özellikle Müslüman ülkelerin hain ve ajan olan
yöneticileri basiretsiz ve aptal oldukları kadar, efendilerine
olan -sona ermeyen- kölelikleridir. Bu yönetimler hâla
saltanatlarını sürdürüyor ve zulümlerine devam ediyor olsalar
da, artık kitleler uyanmaya başlamış ve değişim arzusuyla
öfkelerini dışa vurur hale gelmişlerdir. Müslümanlar da bu değişim
rüzgarının etkisiyle, kendi gerçek liderlikleri olan Raşidi
Hilafet’i kucaklamaya hazırlanmaktadır. Raşidi Hilafet Devleti,
Allah’ın izni ve yardımıyla, bu bataklığın kurutucusu
olacaktır. Zaten bunda şüphe yoktur. Allah (cc) şöyle
buyuruyor:
“Karun
ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti.
Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha
güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti.
Günahkarlardan günahları sorulmaz. (Allah onların hepsini bilir)”
(Kasas 78)
|