Ana Sayfa YIL 13   SAYI 154   ŞABAN 1423   EKİM 2002 E-Mail

DEVLETLERARASI PARA SİSTEMİNE BİR BAKIŞ

Z. Ali SAİD

Dünyadaki ekonomik gelişmeler, 19. yüzyılın başında hareketlense de, bugünkü ekonomik yapının oluşmasında tahrik edici faktör, 1930’lardaki global ekonomik kriz oldu. Fakat devletlerarası ekonominin temelleri, İkinci dünya savaşının ardından, birinci devlet olan Amerika’nın eliyle atıldı. Elbette bu krizi hazırlayan, önemli etkenler vardı. Bunlar; birinci dünya savaşı, İslam’ın fikri liderliği olan Hilafetin yıkılması, sömürgeciliğin etkin bir araç haline gelmesi, 1917 Ekim devrimi ile komünizmin tatbik alanı bulması ve Amerika’nın kabuğundan çıkmaya başlaması ile birinci devlet koltuğu üzerindeki çekişmelerin başlaması gibi nedenler sayılabilir. Fakat nedenleri sadece bunlarla da sınırlı değildir ve bu konu ayrı bir tartışma konusudur. Tüm bunlar gündemde iken, dünya II. dünya savaşını gördü ve bu savaş, tüm dünya dengelerini alt üst ederek, Amerika’nın birinci devlet olarak sahneye çıkmasına vesile oldu. Alışılagelen klasik plan ve politikaların aksine, kendine has plan ve politikalar üreten Amerika; yeni tanıştığı dış dünyayı olabildiğince tanımaya ve hakimiyetini pekiştirecek en güçlü araçları keşfetmeye yöneldi. İşte bu inceleme ve araştırmaların sonunda, bugün bile etkisi görülen ve acısı çekilen şeytani araçlar ortaya çıktı. (Yine bunlar da bir başka tartışma konusudur.)

Devletlerarası Para Sistemi :

Birinci dünya savaşı öncesine kadar devletlerarası para sistemi, altın sistemine dayanıyordu. Bu sistem gelir-gider dengesini sağlamlaştırıyor, iç ve dış ticaret ile devletlerarası ticareti canlandırıyor, üretim araçlarının gelişmesine vesile olarak güçlü bir ekonomi inşa ediyordu. Bunun sonucu olarak, insanların rahat bir yaşam sürdükleri ve bugünkü gibi ciddi ve sarsıcı ekonomik krizleri yaşamadıkları idrak ediliyordu. Üstelik bu sistem, bugün olduğu gibi döviz, borsa, ortak pazar, serbest piyasa ekonomisi, IMF ve Dünya Bankası gibi ekonomik araçlar, fikirler veya kurumlar yoluyla, diğer devletlere herhangi bir şekilde müdahale etmelerini veya onları işgal etmelerini imkansızlaştırıyordu. Bu sistemde kesinlikle ödemeler dengesizliği veya bütçe açıkları yaşanmıyordu. Çünkü altının, değeri düşmediği ve kıymetini koruduğu için; ticari ilişkilerde veya pazarlarda kullanıldığında veya bir bölgeden diğer bir bölgeye transfer edildiğinde, otomatik bir denge sağlıyordu.

Birinci dünya savaşından sonra ise sistem, kısmen altın sistemine göre kuruldu. Çok geçmeden daha sonra, kağıt para sistemine geçilmesiyle, felaketler halkasının ilk zinciri kurulmuş oldu. 1930’dan 1940’a (ikinci dünya savaşına) kadar sanayileşmiş ülkeler, para savaşına başladılar. Her devlet ihracatını artırmak için, parasının değerini düşürüyordu. Böylece özellikle sanayileşmiş ülkeler arasında, ciddi bir rekabet yaşanıyordu. “Komşunu fakirleştir” sloganının egemen olduğu bu siyaset, üretim ve ticaret şirketlerinin bir kısmının iflas etmesine ve devletlerarası ekonomik akışın tıkanmasına yol açtı. İşte büyük ekonomik kriz de tam bu aşamada yaşandı. İkinci dünya savaşının patlak vermesi de, işin tuzu biberi oldu. Zira kaos üzerine kaos egemen olmuştu.

İkinci dünya savaşı sonrasında, ekonomileri tehlikeli derecede zarar gören dünya güçleri, Amerika’nın birinci devlet konumuna yerleşmesine engel olamadılar. Bu ülkeler, İngiltere’nin de dahil olduğu Fransa, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkeleri ile Rusya, ve Japonya idi. Geriye kalan devletler ise; ya Çin ve Brezilya gibi dış siyasetten mahrum ülkelerdi, ya da İslam topraklarında kurulan Türkiye, Mısır, Suriye ve Libya gibi etkisizleşmiş ülkelerdi ki; bunların da devletlerarası sahnede etkileri sıfırdı.

Amerika, elde ettiği koltuğun mülkiyetini elinde sıkıca tutmak, dünya hakimiyeti sağlam kılmak, devletlerarası her alanda hegemonyasını yerleştirmek ve bu nimetlerin süresini uzatmak için, yeni bir para sistemi arayışına girişti. Ekonomi devletlerin can damarı ve para da bu damarın akan kanı olduğundan bu girişimini, yürüttüğü dış siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline getirdi. Bu amaçla Amerika; Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) ve Dünya Bankası’nı (WB) kurarak, devletlerarası para sistemini derhal oluşturmak için diğer devletlerle yardımlaşma yolunu seçti.

IMF, Dünya Bankası’ndan çok daha önemlidir. Çünkü Dünya bankası; neredeyse sadece proje finansmanı ile görevli iken; IMF çok daha hayati bir göreve sahiptir. Dünya bankası bir kısım projeleri kabul etmekle ve borç vermede bir ülkeyi diğer ülkeye tercih etmekle sınırlıdır. Dünya bankasının rolü, devletlerin kendi finans kurumlarını kurmaları ve ülke içi bağımsız finans kuruluşlarının kurulmasından sonra, etkisini kaybeder gibi oldu. Bunda dış bağlantıları güçlü olan bankaların da önemli bir etkisi vardır. Ancak son dönemde, bu rolün yeniden canlandırılmaya çalışıldığı yönünde bir izlenim de yok değildir. İster dünya bankası yıkılsın isterse olduğu gibi kalsın, finans desteği sağlayacak unsurlar her zaman yedekte tutulacaktır. Önemli olan araç değil, amaçtır. Zira onlar; “Gaye vasıtayı, meşru kılar” ilkesi gereği, pragmatik bir tohumun meyveleridirler.

IMF ise, devletlerin işlerine müdahalede kullanılan, etkin politik araçlardan biridir. Ancak siyasi değil, ekonomik bir maskesi vardır. Fonun çalışma sistemi, yapısı itibariyle müdahale aracı olmaya elverişlidir. Amerika’nın dilinde dolaştırıp durduğu; “müdahaleler”, “terörizmle savaş”, “karşılıklı güven”, “dost ve müttefik”, “pazar birliği” ve “global ekonomi” türünden tabirler, diğer ülkelerin veya hedef ülkelerin işlerine müdahale etmek için kullanılan bahanelerden başka bir şey değildir. Bu nedenle, IMF ile askeri paktların veya ittifakların, Amerikan sömürgeciliğini temsil eden ikiz kardeşler olmaları, şaşılacak bir oluşum değildir. Askeri güç doları desteklemekte, dolar da askeri gücü geliştirmektedir. Ayrıca IMF’nin ABD şemsiyesi altında kurulmuş olması, IMF içerisinde bulunan diğer devletlerle olan ilişkilerine de yansımaktadır.

Ticari ve mali piyasalarda birlik sağlanması görüşüne sahip olan Amerika’ya göre; ekonomik istikrarın sağlanması için dünya ekonomisinde gelişme olması gerekmektedir. Dünyada parasal dengenin sağlanması da; devletlerarası piyasalarda ve ticarette kullanılan döviz kurlarının büyük değişikliklere uğramamasını ve kurların sabit olmasını gerektirmektedir. Bunun gerçekleşebilmesi için de para birimleri arasındaki döviz kurlarının, belli bir oranda altın ile sınırlandırılmasını gerekli gördü. Paraların değiştirilme fiyatlarının, altın ile sınırlandırılmasına, Altın - Döviz Sistemi adı verildi. Bu durumda altına basit bir rol biçilmekte ve altın devletlerin ihtiyati (tedbir amaçlı) varlıklarından birini oluşturmaktadır.

Bu sistem ile dünyadaki -bu sistem kapsamında bulunan- bütün devletler, kendi ekonomilerini ayakta tutmak için adeta doları korumak zorunda bırakılmıştır. Döviz kurlarının belli bir oranda sabit bırakılması, ülke parası ile dolar arasında bir dengenin kurulmasını gerektirmektedir. İşte bunun için, bir ülkenin ekonomik durumu, bu dengenin sağlanıp sağlanmamasına göre değişmektedir. Ekonomik açıdan zayıf bulunan veya üretim potansiyelini kullanmaktan aciz kalan ülkeler, bekçisi olmak zorunda kaldıkları doların değerini sabitlemek için, kaynaklarını mevcut ekonomilerini geliştirmeye harcayacaklarına bu parasal dengenin sağlanmasına harcamaktadırlar. İşte devalüasyon, enflasyon, ekonomik kriz, bütçe açığı, faizlerdeki uçurum ile borsadaki çalkantıların temel nedeni; karton devletlerin, ülkelerini ve kaynaklarını Amerika’ya kurban eden, bu ekonomi politikalarının yürütücüsü olmalarından kaynaklanmaktadır.

İkinci dünya savaşından sonra Amerika, altının zor bulunan bir element olmasını, ocaklardan çıkarılan altının dünya ekonomisindeki gelişmeleri karşılayamayacağını ve ticari işlemlerinde taşınma zorluğu bulunduğunu öne sürerek; yeniden altın sistemine dönmek suretiyle, kusursuz kurduğu sömürge çarkını kırmak istemedi. Amerika’nın ileri sürdüğü bu gerekçeler şüphe yok ki, boş ve anlamsız gerekçelerdir. Çünkü dünyada yeterli miktarda altın bulunduğu gibi, orduların ve teçhizatlarının uçaklarla kıtadan kıtaya taşındığı bu uzay çağında, altının taşınma zorluğu bulunduğunu iddia etmek saçmadır. Amerika, devletlerin ekonomik bağımsızlıklarını gerçekleştirecek ve kendi değirmenini durduracak bir sisteme asla rıza göstermez. Tam aksine, maddi alanlarda ekonomik üstünlüğünü garanti edecek, dünyanın geleceğini belirleyecek, egemen bir siyasi nüfuzu sağlamlaştıracak bir para sistemi arzulamakta ve bunun kalıcılığı için uğraşmaktadır.

Bununla birlikte, bu sistemin dünyayı yeterince ifsat ettiği, insanların canlarını fazlasıyla yaktığı ve ülkelerin servetlerini korkunç miktarlarda talan ettiği ve artık bu boyunduruktan kurtulmak istendiği, gün gibi ortadadır. Bu çarkın işlemesini sağlayan en önemli etken; Amerika’nın ve kendisine ortak ettiği işbirlikçilerinin yoğun baskısının yanında üçüncü dünya ülkelerinin, özellikle Müslüman ülkelerin hain ve ajan olan yöneticileri basiretsiz ve aptal oldukları kadar, efendilerine olan -sona ermeyen- kölelikleridir. Bu yönetimler hâla saltanatlarını sürdürüyor ve zulümlerine devam ediyor olsalar da, artık kitleler uyanmaya başlamış ve değişim arzusuyla öfkelerini dışa vurur hale gelmişlerdir. Müslümanlar da bu değişim rüzgarının etkisiyle, kendi gerçek liderlikleri olan Raşidi Hilafet’i kucaklamaya hazırlanmaktadır. Raşidi Hilafet Devleti, Allah’ın izni ve yardımıyla, bu bataklığın kurutucusu olacaktır. Zaten bunda şüphe yoktur. Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz. (Allah onların hepsini bilir)” (Kasas 78)

YIL 13  SAYI 154  ŞABAN 1423  EKİM 2002

Yukarı